8 Mart 2023 Çarşamba

Crash Course in Romance [일타 스캔들] (2023) - Hiç Beklemediğim Bir Şey


Banchan (banchan[반찬--->meze gibi düşünün, Güney Kore'de normal yemek yemeye oturulduğunda böyle bir dolu yancı yiyecek geliyor, onların ismi) dükkanı işleten Nam Haeng Seon, bir tür otizm sendromuna (spektrumuna?) sahip erkek kardeşi Nam Jae Woo ve liseye giden kızı Nam Hae-E ile sakin, normal bir hayat yaşarken bir gün yolu "1 Trilyon Won'luk Adam" lakabına sahip yıldız öğretmen Choi Chi Yeol ile kesişiyor. Ünlü bir dershanenin daha da ünlü bir matematik hocası olan Choi Chi Yeol stresten ve çalışma disiplininden ötürü yeme bozukluğuna yakalanmış, bir bakıyor ki sadece Nam Haeng Seon'un yemeklerinden yiyebiliyor çıkarmadan. Nam Haeng Seon'un da kızının dersleri iyi ama azcık yardıma ihtiyacı var, onun da başarılı olmasının yolu Choi Chi Yeol'un derslerine katılmasından geçince bu ikilinin kaderi birbirine dolanıyor. Karakterleri çok farklı olan bu iki insanın birbirleriyle didişmeleri de başlıyor böylece.


"Crash Course in Romance" ya da orijinal adıyla "일타 스캔들" (One Shot Scandal gibi bir şey oluyor çevirince), Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) 14 OCak ile 5 Mart 2023 arasında 16 bölüm olarak yayınlanan bir dizi. Bu seneye başlarken aldığım kararla, her yeni başlayan diziyi açıp, en azından neymiş diye bakıp, izleyip izlememeye karar verdiğim için rastladım bu diziye. Bu sene başlayan ilk dizilerden biriydi. Başrollerdekileri daha önce hiç izlememiştim, konusunu da okuduğumda pek bir ilginç de gelmemişti. Ama işte bir kere karar verdim, uyacağım demiştim. İlk iki bölümün yayınlandığı hafta açıp izlemeye başladım. Hiçbir beklentim yoktu, herhalde 15 dakika sonra sıkılıp kapatırım ama açmadım demeyeyim diyordum. Ama o iki bölümü izledim, eğlenerek ve merak ederek izledim. Çünkü önümde, göreceğimi tahmin ettiğimden çok daha farklı bir hikaye vardı. Konusunda da yazdığı gibi iki yetişkinin birbirleriyle tanışma ve romantik bir ilişkiye başlama hikayesi gibi görünüyordu dışarıdan bakınca. İzlemeye devam ettikçe, dakikalar geçtikçe bunun hiç de o hikaye olmadığı ortaya çıktı.



Onların didişmelerinden romantizme dönüşen hikayelerinin oluşturduğu temelde aslında ciddi ciddi bir ülkenin eğitim sisteminin ve bu sistemin ortaya çıkardığı kültürün kocaman bir eleştirisiydi izlediğim. O kadar kötü bir rekabet ortamı var görünüyor ki ülkede, lisedeki çocuklar manyakça, yemeden içmeden sadece ders çalışıyor. Okuldaki dersleri, hocaları sallamadan deli gibi dershanelere koşuyorlar, dershane hocalarını kovalıyorlar (bir dakika bir dakika, çok tanıdık geldi bu bana...allah allah...). Anneler tamamen kendi hayatlarını unutmuş, sınavlara hazırlanan çocuklarının dersleri ve hocalarıyla ilgileniyorlar, dershanelere kayıt için sıralara giriyorlar, derste çocuklarının iyi bir sırada oturması için sabahtan gelip yer tutuyorlar. Okulda habire sınavlar ve sıralamalar yapılıp duruyor, habire herkes sıralamaya girmeye çalışıyor. Anneler tüm gün sadece dersler, sıralamalar, hangi hocadan ne ders aldırsam peşinde. Tamam hepimiz, bu ülkede de böyle bir dönemi yaşadık. Böyle bir dönemden kendi payımıza düşeni aldık, bizden sonrakiler de almaya devam etti. Ama ben en kötü zamanımda bile burada bu tür bir manyaklık yaşandığını düşünmüyorum. Yani evet, sabahtan akşama kadar okula giderdik, okuldan çıkar dershaneye koşturur, gece yarılarına kadar bir de orada ders yapardık. Bitmiş bir şekilde eve dönüp, gene ders çalışır, ertesi sabah aynı döngüye geri girerdik. O birkaç sene böyleydi, evet. Ama bu izlediğim gibi de değildi ya sanki. Bu kadar değildi. Tamam bu bir dizi diyeceksiniz, tüm ülke biz de kahvaltıya Firdevs Hanım gibi katılmıyoruz sonuçta, gerçekliğimiz bu değil diyeceksiniz ama yine de bir anlamda bu dizinin anlattıklarının o kadar da gerçekten uzak olduğunu düşünmüyorum.


Bu eğitim sistemi eleştirisinin yanında ayrıca bir de lise-gençlik hikayesi bu. Aslında lisedeki bir grup arkadaşın hikayesi mesela, diziyi izleyen çoğu kişinin daha keyifle ve merakla takip ettiği hikaye oldu bölümler boyunca. Çok az ekran süresine sahip olsalar da Hae-E, Dan Ji, Geon Hu, Seon Jae ve Soo Ah'nın yer aldığı sahneler, anlattıkları hikaye cidden çoğu bölümde taşıyıcı oldu. Yetişkinlerin salak saçma davranışlarından, entrikalarından, kötülüklerinden çıkıp onların mücadelelerini izlemek daha güzeldi. Gerçi senarist onların hikayesine istediğimiz özeni ve detayı vermedi ama olsun.


Diziyi izlerken bir yandan da eleştiriler yükseldi. Dedim ya, başrolleri daha önce izlememiştim. İlk defa gördüğüm ve bu dizi sayesinde tanıştığım Jeon DoYeon, ilk bölümlerde hiç gözüme batmadı. Hatta aaa ne kadar sevimli bir kadın dedim izlerken. Ya da yer yer, vaay güzel karakter yazmışlar dedim. Nasıl bu kadar zayıf, ipincecik hey allahım dedim. Diğer başrol Jung Kyung Ho'yu ilk defa bir dizi içinde izliyordum. Asıl o zayıflıktan ölecek gibiydi, resmen iskelet olarak ortalıkta dolaşıyordu. Ama bu bile gözüme batmıyordu çünkü oynadığı karakter, yıllardır dur durak bilmeden çalışıp, çok zengin ve başarılı bir kurs öğretmeni olacağım diye kendine zerre bakmamış ve üstüne bir de ne yese çıkarıyor, kabus görmeden uyuyamıyor. Öyle olunca görüntüsü tam da cuk olmuş gibi geliyordu. Oysa insanlar yaşlarına takmış. Kadın başrolümüz Jeon Do Yeon, dizi devam ederken 49 yaşından 50 yaşına geçti. Erkek başrolümüz Jung Kyung Ho ise 39 yaşında olduğundan aralarındaki bu yaş farkına takanlar oldu, Jeon Do Yeon'un yaşlı göründüğünü söyleyecek kadar ileri gidenler oldu. Ama izlerken kadın bana hiç de öyle yaşlı gelmedi ki ben fiziki görüntüye, yaşlılığa şişmanlığa dünya üstündeki milyonlarca insandan daha fazla takık olmama rağmen. Güney Kore'nin en kelli felli, en efsane oyuncularından bir tanesi olduğunu da bu sayede öğrendiğim Jeon Do Yeon, Jeon Jyung Ho ile gayet de başarılı bir çift oluşturdu dizi boyunca. İlk yarıyı kaplayan didişmeleri ve birbirlerine alışmaları süresince zaten çok eğlencelilerdi, sonrasında ilişkileri başladığında ise zaten öyle diğer romantik dizilerdeki kadar bir araya geldikleri, romantizm yaşadıkları bir hikaye yoktu önümüzde. Hikayenin uğraşacak kötüleri, çözecek düğümleri ve sırları, halledilecek meseleleri vardı. Dolayısıyla aralarında 10 yaş olan bu iki oyuncunun başarıyla canlandırdıkları bu iki karakterin romansında izleyiciyi rahatsız edecek, göze batacak hiçbir şey yoktu. Ayrıca da kadının hiç yaşlı bir görüntüsü yok. Sadece biraz birden kilo kaybetmiş gibi görünüyor. Kemikli bir yapısı da olunca yüzü, diğer aynı yaştaki veya daha yaşlı oyuncularınki gibi durmuyor. Mesela bu dizideki bir diğer efsane oyunculardan Jang Young Nam da onunla aynı yaşta ama o kadının yüzü, bedeni onunki kadar kemik olmadığından böyle durmuyor. Üşenmedim tüm oyuncuların yaşlarına baktım. Dizinin casting'i çok da iyi yapılmış. Anneler genelde 40'lı yaşlarında, öğretmenler de 40ların başı, 30ların sonu. Öğrenciler 20-23 arasında değişiyor ki lise öğrencilerini oynamak için gayet de ideal. Asistanlar 20lerinin sonunda. Her şey aslında tam. 


Jeon Do Yeon ablanın yaşına lafı etmekten bıktıkları noktada bu sefer karaktere giydirilen şeylere taktılar. Vay efendim neymiş onlar öyle deli babaanne gibi giydiriyorlarmış, bunları kendisi mi seçiyormuş. Açıkçası başka birçok dizide çok daha saçma ve kötü giydirilen, hem de moda diye gösterilerek giydirilen bir dolu karakter izledik. Burada Jeon Do Yeon'un canlandırdığı Nam Haeng Seon, (buradan itibaren açık açık spoiler, isterseniz sonraki paragrafa kadar okumayın) milli takımda hentbol oynayan bir genç kızken sorumsuz ablasının minik kızını kapılarına bırakıp kaybolması ve restaurant işleten annesinin vefatı ile bebek yaştaki yeğeninin ve otizmli genç erkek kardeşinin tüm sorumluluğu üstüne kaldıktan sonra tüm hayatını, kariyerini, hayallerini bırakıp onları yetiştirmeye kendini adayan bir kadın. 20'lerinin başında bir anda kendini çok farklı çok daha zor bir hayatın ortasına fırlatılmış olarak bulmuş. 30'larının sonuna kadar böyle yaşamış, hiç sevgilisi olmadan birden kendini anne pozisyonunda çocuk yetiştirirken, hiç deneyimi olmamasına rağmen birden kendini bir eve para getirmek ve o evi çekip çevirmek zorunda kalan bir aile reisi olarak yine de sporcu azmiyle, hayata pozitif bakış açısıyla ayakta kalmış. Aslında şöyle görülebilir, tıpkı 20'lerinin başında birden komaya girmiş ve 10 yıl sonra bedeni büyümüşken aklı o yaşta kalmış bir şekilde uyanmak gibi. Aradaki, olması gereken deneyimleri yok, adım adım öğrenmesi gereken hayat yok. Birden bire hepsini öğrenmiş kabul edilmiş gibi, o seviyeden oyuna başlıyor. Bu yüzden aslında giysilerinin diğer annelerden farklı olması, davranışlarının onlar gibi olmaması çok normal. Ha birde çirkin olmamış yani, o kadar zayıf olunca insan ne giyse yakışıyor zaten.


Kaldı ki başrolün giysilerine gelene kadar tüm hikayenin çözümlenme kısmında ortaya çıkan çok büyük sorunlar izleyenlerin gözüne batmıyor mu anlamadım. Hikayenin ana kötüsünü zaten ortalarda baya bir belli etmişlerdi, sonrasında bu kötünün kötülüğü biz izleyiciye açık edilip, karakterler hala anlamamışken karakteri neredeyse tamamen değişti. Canlandıran oyuncu ilk başta acayip karizmatik bir karakter çiziyordu, kötülüğü belli olmaya başlayınca da bu çizgide devam edebilirdi mesela. Hadi bunu oyuncunun karakteri yorumlama biçimi olarak kabul edip, geçebilirim ama senaryonun yaptığına ne demeli? Tüm bir dizi boyunca gölgelerden gölgelerden kapüşonuyla bizi geren bu karakteri 15.bölümde böyle sırf ahanda böyle kurtulduk demek için yalapşap halletti senaryo. Oyuncu da aynı şekilde hissetmiş olmalı ki en ufak bir çabası yoktu ruh göstermek için. Zaten bu 15.bölümde bir tuhaflık vardı. Sanki 14 bölüm boyunca diziyi çeken kamera arkası ekip ve sonrasında düzenlemeyi yapan ekip, bu bölüm için tatile gitmiş, başka bir ekip emaneten bu bölümü yapmaya başlamış gibiydi. Bölümün ortalarından sonra biraz düzeliyordu, herhalde asıl ekip yemekten dönmüş olmalı. Hele bir de bu başrolümüzün kankası rolündeki ablanın aşk ve erkek arayışını sonunda saçma ötesi bir biçimde başrolün erkek kardeşinde bitirdiler ya, inanılacak gibi değildi. Yani başrollerin gerçekte aralarında olan 10 yaşlık farktansa, bu iki karakterin akıl yaşı olarak aralarında 20 yaş olması daha rahatsız ediciydi bence. Yani Mucize Doktor değil ki bu arkadaşım, öyle romantik ilişki yaşayacak. Tövbe tövbe.

İki başrol ile çok bilinen ve kalburüstü oyuncular olmalarına rağmen yeni tanışmamın yanında yukarıda da bahsettiğim Jang Young Nam gibi, Lee Bong Ryun gibi, Kim Sun Young gibi hemen hemen her izlediğimiz dizide yan rolde olan ama aslında hikayeyi en çok onların oluşturduğunu bildiğimiz ahjummaları da yine izleme şansım oldu. Hele asıl ahjummaların ahjumması Kim Mi Kyung'u flashbacklerle de olsa izledik ya, o bile güzeldi (gerçi Healer'dan sonra artık her başrolün annesi rolünde HER dizide görüyoruz ama neyse. Kimse de çıkıp bir Healer'daki gibi rol yazmıyor ahjummaya). Genç oyuncularla da - haliyle - yeni tanışmış oldum. Özellikle onlar çok iyi işler çıkardıkları için sanıyorum bundan sonra onları izlemek, takip etmek keyifli olacak.


Anlayacağınız beni her anlamda şaşırtan bir hikaye izledim. Hiç sarmayacağını düşünürken kendimi izlerken buldum. Geçirdiğimiz o kötü zamanlarda, en karanlık günlerimizde sığınabileceğim bir liman oldu bu hikaye benim için. Yönetmen ve senaristin daha önceki işleri de bu türden sıcak sevimli aile-mahalle-arkadaş ortamlarını içerdiğinden zaten yine aynı havayı veren güzel bir hikayeydi. Ortalarından sonra yer yer teklese de en sonunda yine bana neden bu tür hikayeleri izlediğimi ve sevdiğimi göstermiş oldu. Eğer hayatta yeterince zorluk ve acı çekersek, sonunda her şeyin düzeleceğini ve büyük mutluluklara kavuşabileceğimizi, hak ettiğimiz güzelliklerin sadece bir sonraki köşeden az ileride olduğunu, sabredip, sahip olduğumuz güzelliklerin de değerini fark ederek, o mutlu günlere doğru azimle yol almamız gerektiğini hatırlatır bu hikayeler. Der ki, sonunda her şey çok güzel olacak.

4 Mart 2023 Cumartesi

Your Place or Mine (2023) - 2000'lerin başındaki güzel günlerimize bir güzelleme


 40'larında olduklarını tahmin ettiğimiz Debbie ve Peter, neredeyse 20 yıldır kankalar. Ama yapışıklık derecesinde kankalar yani, böyle tüm gün telefondalar, tüm hayatlarını birbirlerine anlatmakla meşguller. Debbie, Kaliforniya tarafında yaşıyor. 13 yaşında bir oğlu var, boşanmış, bir okulun muhasebesinde (öyle bir şey işte) çalışıyor. Peter ise New York tarafında, böyle büyük büyük şirketlerle uğraşan businessçı bir şey (vallahi böyle soyut işleri kafamda oturtamıyorum). Debbie'nin New York'ta alacağı muhasebe temalı bir eğitim çıkınca ve pek alerjik, üzerine titrediği oğluşuna bakacak kimseyi bulamayınca Peter atlıyor Debbie'nin oğluna bakmak için Kali tarafına onun evine geliyor, Debbie de bir haftalık eğitim sırasında Peter'ın New York'taki evinde kalıyor. Bu bir haftada ikisi de hem birbirleri hem de kendileri hakkında yepyeni şeyler öğreniyorlar.

"Your Place or Mine" daha öncesinde filmografisinde rom-comların da olduğu ama en önemlisi Devil Wears Prada'yı Lauren Weisberger'in kitabından senaryolaştıran Aline Brosh Mckenna'nın yazıp, yönettiği bir romantik komedi. Hepimizin iç geçirerek yad ettiği rom-comların altın çağından sonra böyle ara ara bir rom-comlara yeniden özgürlüüük diye bir denemelere girişiliyor ya artık, hah işte bu seneki denememiz de bu. Özellikle Reese Witherspoon ile Ashton Kutcher gibi, o altın çağdan kalan hazinelerin bir araya gelip haydi bir özleyenlere şöyle bir kıyak geçelim demiş olmalarından ötürü bu kadar heyecanlandırmıştı beni. Reese abla filmin haberlerini ilk paylaşmaya başladığından sevinmiştim.



İlk görüntüler de oldukça umut vericiydi. Film de şimdi hakkını yemeyeyim çok iyi bir flashback sahnesi ile başlıyor. 2000lerin başında yaşamış, o günlerde genç olmuş bir insana, gençliğinde bir dolu umudu ve kişiliği olup da bu lanet olası dünya sayesinde hepsini yitirip sadece para getirdiği için sıkıcı ve sabit işlerde çalışmak zorunda kalmış, 2020lerde anksiyeteli Y Kuşağı olarak dalga geçilen o nesildenseniz yüzünüze kocaman bir gülümseme ile kıkırdamalar oturtuyor. Tabi günümüze döndüğümüz kısımda her iki karakterimizin de halini görünce aynı gülümseme, yılların geçtiği hızla kayboluveriyor. Bu açıdan film, jenerasyonun halini vaktini, duygularını, düşüncelerini çok iyi yakalamış yazım açısından. İki karakterin de hem kendi yaşamlarındaki hallerini, hem de sonrasında birbirlerinin yaşam alanlarında yaşadıkları o bir haftadaki halleri de eğlenceli bir şekilde izleniyor. Aslında bu kısımlarda yaşananlar tamamen o bildiğimiz, klasik Amerikan rom-comlarından aşina olduğumuz imkansızların olması, hayallerin coşması falan filan gibi şeyler. İzleniyor yani, keyifli.


Ashton Kutcher'ı 2000lerin başındaki halinden cidden hatırladığım için filmde anlamış oldum, bazı adamlar hakikaten yaş almalı tipleri, duruşları, karakterlerinin oturması için. Şimdiye kadar nerede görsem hep Kelso'ydu benim için, öyle de davranıyordu. Oysa bu oldukça basit, hafif rom-comda bile tamamen değişmişti. Reese ise bildiğimiz Reese, instagramında nasılsa filmde de öyle. Yani evet hiç oyunculuk gerektirmeyen bir hikayede, hiç çaba sarf etmeden repliklerini de söyleyebilirlerdi. Reese abla her zamanki gibi, hemen hemen hiçbir şey hissettirmiyor. Gene de film böyle böyle bize oldukça keyifli, detaylı bir hikaye inşa edip, sonunda helele hülele diyerek bitiriyor. Bir noktaya kadar inşa edip edip, bize haa hikayenin bu kısmını biraz daha açacaklar galiba ama nasıl açacaklar süre de bitmek üzere derken cidden hiçbir şeyi açmayıp, o tatmin hissini hiçbir türlü vermeyip, alın bitti de gitti deyiveriyor.

Neyse, en azından eğlenceli.


Yeni bir Peter Pan uyarlaması daha Disney'den: Peter Pan & Wendy fragmanı

Disney'den yeni bir Peter Pan filmi geliyor. Toby Halbrooks ile birlikte yazdığı senaryoyu yöneten David Lowery. Yazdığına göre 1953 yapımı Disney animasyonundan esinlenerek yapılmışmış (maalesef burada gözlerimi nasıl devirdiğim göremiyorsunuz). Herhalde Nisan'ın sonunda bu izleme platformuna gelecek.

Fragmanın en sonda söylediğini ben en başta söyleyeceğim çünkü buradan sonra yokuş aşağı. Kaptan Kanca rolünde Jude Law var (gençliğimin yakışıklı adamları artık Kanca rollerine giriyorsa ben de yaşlandım mı demek oluyor bu, nolur olmasın). Fragmanda iki saniye falan görünüyor, pek bir şey anlayamadım ama ismini görene değin Kenneth Branagh amcayı gördüm sandım tombik bir halde. Bunun dışında hiçbir "mischievous"lık barındırmayan bir adet sönük Peter görünüyor, poster de dahil olmak üzere filmin genelinde 16 yaşında, Slav asıllı bir Paris Moda Haftası mankeni gibi görünüp, bakan ve konuşan bir Wendy var (yazdıktan sonra açıp baktım da cidden 16 yaşındaymış vooo bana, Peter Pan'i oynayan daha fena: 17!). Çağa ayak uyduralım'ı çok yanlış anladıklarını gösteren bir adet (iki adet mi denir yoksa, ben de mi Türkçe'de bocalayacaktım vahlar olsun) kız çocuğundan müşekkil ikiz var. Haa bir de 300 Spartalı aksiyonu var. Bir dakika 45 saniyelik fragmandan şimdilik anladıklarım bu kadar.

Hiç büyümeyen bir çocuk ve çocukluğun uçsuz bucaksız hayal dünyası ile ilgili bir hikayenin en iyi uyarlamasının hala, büyümeyen o çocuğun büyümüş olduğu bir film olması, ne kadar ironik değil mi çocuklar?

2 Mart 2023 Perşembe

Teen Wolf : The Movie (2023) - Lise tayfası buluştuk, ahh ama çok özlemişiz

 


Lise bitmiş, Beacon Hills sakinlerinin her biri hayatlarına devam ediyor. Scott, Los Angeles'ta bir hayvan barınağı işletiyor mesela. Veteriner amca Deaton da yine oraya taşınmış, barınağın yanında veterinerlik yapıyor. Lydia tabiki büyük şehirde bir bilimsel-teknolojik şirkette çalışıyor, kariyer insanı olmuş. Derek, Beacon Hills'te polislere danışmanlık yapıyor (Derek için özel iş icat etmişler:D ). Şerif Stilinski bildiğimiz gibi, of aman yaşlandım kemiklerim yeter be ya diye diye yine de olayları çözüyor, kötülere direniyor. Malia'nın ne yaptığı belli değil, ortalıklarla çakallık, bir de Deputy Parrish'le işi pişirme. en gereksiz kurt avcısı baba Argent'ın da gereksizlikleri devam ediyor. Zaten lise arkadaşları buluşması, pardon filmimizin konusu da oradan çıkıyor. Baba Argent, yıllar önce (3.sezonda), yaklaşık 15 yıl önce ölen kızı Allison'ın sesini falan duyduğunu söyleyerek çıkageliyor. Tesadüf bu ya Scott da hayalini görüp duruyormuş. Aynı tesadüf Lydia'da da olmaz mı? O da yine manyak manyak translara girerek resimler çizmeye başlamış. Bu akıllılar toplaşıp, diyor ki ulan galiba Allison'ımız öte tarafa geçemedi (kendisinden sonraki 3 sezon boyunca Scott'ın habire bir başka kızdan öbür kıza atlamasını izlerken huzurla öte dünyaya geçmek istememiş olabilir doğru), bize ulaşmaya çalışıyor. Peki tamam geçemedi, haydi o zaman onu huzura kavuşturmak için gereken neyse onu yapalım iki dua edelim falan demiyorlar. Hayır, biliyorsunuz ki Teen Wolf evreninde kafalar öyle çalışmıyor. Haydi o zaman Allison'ı geri getirelim diyorlar. Çünkü gözümüzün önünde bir şeyin kılıcı yeyip, Scott'un kollarında diziye veda eden, cenazeler düzenlediğimiz, üstüne her sezon başka bir dövüşebilen genç kız bulduğumuz Allison'ın nedense Araf'tan seslenmelerini ben yaşıyorum olarak algılıyorlar (çünkü 2014'te ay ben artık 30'uma geldim bir liseliyi oynamak istemiyorum oyunculukta yeni şeyler denemek istiyorum taammı diyerek kaçtığı diziden sonra ele avuca gelir bir iş yapamadığının farkına varmış, yeniden Teen Wolf'un ekmeğini yemek istemiş Crystal Reed). Bu akıllılar 15 yıldır ölü olan birini geri getirmenin formülü ellerinde, Beacon Hills'e doğru yola çıkarken dünyanın öte ucunda kapüşonlu ve her şeyden haberi varmış gibi görünen biri, Liam'ın ve Hikari isminde bir kızın çalıştığı bir bardan Nogitsune'nin hapsedildiği kavanozu çalıyor. Ahahah :D Hay allahım :D Bakın bu Nogitsune bir sezon boyunca hepsinin anasını ağlattı, koca bir sezonumuzu heba etti. Gene de tahtadan bir kavanoza koyup, bir de onu Japonya'daki bir barın orta yerinde diğer kavanozlarla birlikte süs diye saklıyorsun. Hayır koruma olarak da iki ergeni bırakmışsın başına. Tabiki birisi çıkıp gelip alır. Neyse bu kapüşonlunun amacı Nogitsune'yi serbest bırakıp, bizimkilerin başına salmak ve intikamını almakmış. Sonuçta bir bakmışız, hep beraber Beacon Hills'e geri dönmüşüz.



Teen Wolf ile ilgili hislerimi, 2011-2017 arasında yayınlanan bu görünüşte klasik bir amerikan gençlik dizisi hikayesinin benim için önemine dair düşüncelerimi "6 yıl 111 bölümün ardından Teen Wolf'a veda etmek" yazısında anlatmıştım. Ohh hem de ne anlatmışım, valla yazdıklarımı beğenmek huyum değil ama bu sefer çok beğendim. Yani tam olarak içimden geçenleri cümlelerle ifade edebilmişim. Ağlamaklı olmadan okuyamıyorum şu an o yazıyı. 2017'de Teen Wolf'a veda ederken hiç aklımın ucuna gelmemişti bir gün, onlar kazık kadar olmuşken (ben hala hobbit kadar kalmışken) ve dünya artık çok farklı bir yere dönüşmüşken yine hepimiz bir araya geleceğiz ve bir filmle de olsa Beacon Hills'e geri döneceğiz. Bu yüzden filmin yapılacağı haberini gördüğümde karmaşık duygular içindeydim. O kadar üzülerek vedamı etmişim, siz gelin bir daha umutlandırın. Büyük olasılıkla yapımcılar da aynı umutlarla girişti bu işe. Yahu biz acayip izlenen, tutan bir iş yapıyorduk, belki gene bundan tutan bir şeyler başlatabilir miyiz ki diyerek bir film yapalım, gerisine bakalım demiş olmalılar.


Film anlamında, bunun bir film olması anlamında bir şeyler söyleyebileceğimi zannetmiyorum. Objektif bakamıyor olabilirim çünkü. Bana gayet böyle baştan sona oturmuşum, uzuuun bir Teen Wolf bölümü izlemişim gibi geldi. Düzenlemede, akışta, ilerleyişinde başka izlediğim pek çok örneğin aksine hiçbir takılma, sorun yoktu. Gayet de dizi nasıl akıyorsa, film öyle akıyor. Ha pek mantıklı şeyler olduğundan değil. Zaten Teen Wolf'da bu konuya takılmıyorduk hatırlıyorsanız. Film daha çok böyle bir lise buluşması tadında, bir bahaneyle tek tek eski dostlarla buluşuyormuşuz gibi. Önce Scott ve Deaton ile baba Argent bir araya geliyor, ardından Lydia'yı alıyoruz. Sonra Malia ve Hellhound'umuz Deputy Parrish geliyor, Şerif Stilinski'ye kavuşuyoruz, son sezondaki kanka Mason da Deputy olmuş o geliyor. Derek'i yasal bir işte, polislerle görünce, bir de oğluna babalık ederken görünce gözlerimiz yaşlanıyor. Derek'in gereksiz oğlu Eli ile tanışıyoruz ki olası bir spin-off için ona bel bağlamaya çalışıyorlar gibi görünüyor. Scott'ın hemşire annesi doktor olmuş, yine dünya yanarken bir kalbur samanına bir şey olmadan dolanıyor. İncelikli kötümüz Peter yine en mühim anda burdayım diyor. Saçmasapan havasıyla Jackson mutfakta beliriyor. Her zamanki gibi yine onca dünyayı kurtarıyoruzun arasında Koç Finstock'la uğraşıyoruz mesela. Yani resmen bir herkesle buluşup, kucaklaşma bu. Her bir karakter sadece olaylara dahil olmak için, bizimle hasret gidermek için ortaya çıkıyor.

Açıkçası ben büyük bir hevesle, çok sevdiğim dostlarımla buluştuğum için yüzümde bir tebessümle izledim filmi. Tam olarak eskiden izlediğimde hissettiğim şeyleri hissetmedim doğru, çünkü ben de aynı ben değilim artık, Teen Wolf da. Ama güzel bir kavuşma hissiyle izledim, tatlı bir eğlence havasıyla mutlu oldum. Bundan sonra bir Teen Wolf dizisi daha yapmaya çalışırlarsa izlemem, doğruya doğru. Geçenlerde demiştim ya bir başka çocuk kitabından uyarlama kurt dizisi başladı, ilk bölüm bile dayanamadım diye. Ama böyle eski dostlarımla, arada böyle saçma da olsa hikayelerle tv filmi getirirlerse mutlu mesut izlerim.

 

  Bu arada herşeyimiz Stiles'ımız, FBI'da çalışıyormuş. Filmde tabiki yoktu. Te allahım ya. Bu ne inattır be Dylan O'Brien, ne inattır. Hayır bir de Stiles ile Lydia'nın ayrılma sebebini Lydia'nın gördüğü rüyaya bağlamaları...6 yıl boyunca bu ikisi arasındaki bağı ilmek ilmek inşa edip, sonra bu şekilde yıkmak da yani, peh Jeff Davis.

27 Şubat 2023 Pazartesi

JUNG_E {정이} (2023)


 Çok da uzak olmayan bir gelecekte Dünya'mızın kaynaklarını bir güzel tükettiğimiz için insanlık uzayda, başka gezegenlerde koloniler kurmaya karar veriyor. Bu kolonilerden üç tanesi daha sonra of aman biz tek siz hepiniz diyerek diğerlerine savaş açıyor. Çünkü neden açmasın?! Yıllaaar yıllaaar süren savaşta özellikle Koreli paralı askerler çok makbule geçer oluyor, biraz iyiler yaptıkları işte. Bu askerlerden Captain Yoon Jung Yi özellikle efsane. Ancak son görevinde, tüm savaşı bitirebilecek bir yakıt yerini patlatma görevinde başarısız olarak hayatını kaybediyor (bitkisel hayata giriyor, makinelere bağlı şekilde yaşatmaya devam ediyorlar). 35 yıl sonra, hala devam eden savaşı bitirebilmek için bir teknoloji şirketi captain'ın beynini kopyalayıp, Jung_E adını verdikleri robotlar yapıyor. Captain'ın birebir aynı görüntüsünde, aynı beyne, düşünme, hissetme ve anlama kapasitesine sahip bu robotları savaşa göndermeden önce test ediyorlar tabiki. Ancak her defasında, bu efsanevi askerin robotu bile son görevin simülasyonundan bir türlü çıkamıyor. Sonunda savaşın anlaşmayla bitirilmesine karar verildiği haberi ile proje sonlandırılıyor. Ancak projenin başında askerin kızı var ve son simülasyonda da olsa bir şeyleri anlamaya başlıyor.


Neredeyse hepsini anlattığım film, Yeon Sang Ho'nun yazıp, yönettiği bir Güney Kore yapımı. Yönetmen, şu pek ünlü (ve benim tabiki izlemediğim) Train to Busan (2016) filmini de yapan kişi. Onun dışında aslında daha çok animasyon filmler yapmış gibi görünüyor. Ki Jung_E'de de mükemmel denebilecek görsel efektleri, görüntü olarak şahane sahneleri izliyoruz. Film dışarıdan bakılınca böyle eni konu hareketli bir bilim kurgu macerası gibi görünüyor. İnsan gibi görünen robot, oooo. Manyak savaşıyor hem de, oooo. Gibi görünüyor. Ancak izlemeye başladığınızda anlıyorsunuz ki bu film, bir aksiyon olmaya çalışmıyor. Bilim kurgunun nimetleriyle yola çıkıp, insanı gerim gerim gerip rahatsız eden bir sakinlik içinde felsefi sorgulamalara girişiyor. Neredeyse klostrofobik denilebilecek belirli birkaç mekanda geçiyor. İnsanın ne kadar pislik bir düşünce yapısına sahip olduğunu, yüzyıllar geçse de, başka gezegenlere gitse de, teknolojiyi fethetse de yine zengin-fakir, güçlü-zayıf gibi kavramların hiçbir şekilde değişmeyeceğini göstermeye çalışıyor bir yandan.


Özellikle robot askerimizi ve dolayısıyla yaşarken asıl askerimizi görevde başarısız eden sebebi gösterdiklerinde, anladığımızda daha da büyük bir soruyla karşı karşıya bırakıyor hikaye bizi. Beynimizdeki o "yer" yüzünden başarısız oluyorsak, o "yer" olmadığında gene de insan sayılır mıyız?

Sonuçta filmin ilk yarısında sabredip, kendinizi çok germezseniz, bu kapalı mekandaki 70ler fütüristik atmosferinde umutsuzluk ve adaletsizlik asabınızı bozmazsa, ikinci yarıda güzel birkaç ters köşeyle tatmin edici aksiyon sekansları arasında keyifle hoplayabilirsiniz. Ama o kadar. Beni mutsuz ettiği için sevmedim tabiki.

17 Şubat 2023 Cuma

YAŞ ETTİ...12 - “Even the darkest night will end and the sun will rise.”

 Neverland'in 12.yaşındayız pek sevgili kayıp çocuklar. İçimden hiçbir şey yapmak ya da yazmak gelmiyor olsa da en azından bunun için gelmeliyim dedim buraya. 12 koskoca yıl. Söyleyecek hem çok şeyim var, hem de bir o kadar yok. O kadar çok anlatmışım gibi geliyor ki artık sanki ne anlatıyorum acaba diyorum bazen.

“Tuhaf olmaya çalışmıyorum. Sadece ne yapıyorsam onu yapıyorum.” der Johhny de. Mesajı gayet açıktır: Sadece kimsen o ol. Kimin ne dediğine, ne düşündüğüne bu kadar önem verme. Bu sebepledir ki karakterlerine içinden birşeyler katar. Artık onlar senaristin yazdığı veya yönetmenin söylediği karakterler değildir. Hepsi birer Johnny’dir. Bu yüzden sevilir Johnny de zaten, aşık olunur, hayran olunur, kıskanılır. İster istemez bilinir, o perdedeki adam aslında Johnny’dir. Ve söylemeye çalıştığı da ‘benim gibi olun’ değildir. ‘Kendiniz gibi olun.’ dur. ‘Başkalarının sizin hakkınızdaki yargılarına boyun eğmeyin. Ve en önemlisi siz de onları yargılamayın.’

diyerek başladığım bu yolculukta ilk seneyi devirmemizi bir filmden bir alıntı ile kutlamışım mesela:

Yaşamlarımıza tanıklık edecek birine ihtiyacımız var. Bu gezegende milyarlarca insan var. Söylemek istediğim şu, hangimizin hayatının gerçek bir anlamı var?

İkinci yaşında Neverland'in 81 kişiymişiz, öyle yazmışım. 

Bir şekilde de olsa, bilmeyerek ya da bilerek, önemseyerek ya da zerre kadar takmayarak da olsa, yaşamıma tanıklık ettiğiniz için. Çünkü siz farkında olmasanız da "sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir."

demişim o sene. Bu da yine ciğerime işleyen bir filmden meşhur bir alıntıydı. Üçüncü sene delirdiğim seneydi. Dördüncü yaşta,

Sorularım, sorularım öyle çok sorum var ki hepsine bir cevap bulmaya çalışırken aslında Neverland'i kurarak bir yardım çağrısı yapıyormuşum, onu fark ediyorum. Çok başarısız olduğum bir konu daha çünkü bu, yardım istemek. Şunca yıldır hiçbir şey için yardım istememekte direnen, kendi gururuna kibrine gömülmüş bir insandım, çok zor oluyor bundan sıyrılmak. Sessizce bir yardım isteğiydi belki de bu. Sorularım var, yolum çok meşakkatli, bu yolculukta benimle yürür müsünüz, arada dinlenmek için size konuk olabilir miyim, sizin sorularınıza ben de kafa yorabilir miyim?
Cevabınız evetse, ben buradayım Neverland'de, ikinci yıldızdan sağa sapıp sabaha kadar dümdüz devam ettiğinizde yolunuz hep buraya düşecek. Burada korsan gemilerine yakalanabiliriz, burada tek bir güneş tek bir ay yok, burada deniz kızlarının Ariel'le alakası yok bizi paramparça edebilirler, burada kaybolabiliriz, burada zamanın geçtiğini saatlere bakıp göremeyiz çünkü burada saat tiktakları da yok. Burada kayıp çocuklarız, kılıçlarımız bellerimizde, perilerimiz tepemizde; burada hiç büyümeyiz. Burada, dışarıda olan her dehşete, dünyanın her kirine rağmen biz sadece sorularımıza cevaplar arıyor olacağız.

diye kocaman bir umutla ve azimle yazmışım. O sebepsiz yere ara ara ortaya atılan saçma umutluluk halimin kendini gösterdiği belli.
Beşinci yaşı kutlamam gereken gün ise yine tıpkı bu yaşadığımız günler gibiymiş. Türkiye denen bu cehennem çukuruna yaşamak için gönderilmiş olmamızın ironisine şokla bakakaldığımız bir başka günmüş.

Oysa diyecektim ki bugün size "olley 5.yaşını kutluyoruz Neverland'in olley". Sabahın köründe kalkıp yemekler yaptım, off yine çok yoruldum bugün yeğenime bakmaktan diyecektim. Okulda dersler başladı ama ben böyle bu haftayı salladım, gittim İtalyanca kursuna yazıldım haftada üç akşam ona gidiyorum pek keyifli diyecektim. Hatta bu akşam kurstan dönene kadar bekledim bir şey yazmadım, hadi şimdi kutluyoruz obaa diyecektim.
Ama olmadı.

yazmışım. O kadar çok yaşadım ki böyle günleri, böyle zamanları bu ülkede...Artık inanın hangi zaman daha kötüydü, hangi felaket daha acıydı karar da veremiyorum, hatırlayamıyorum da. Sanki yaşamak zaten hep bir felaket filmiydi bizim için bu ülkede. Hatırlayamıyorum artık o kadar felaket gördükten sonra hangisi hangisiydi, ne zaman ne olmuştu. 
O yüzden sonraki senelerde, yaş 10 edene kadar kutlama yapmaktan vazgeçmişim gibi görünüyor. 2021'de şöyle kutlamıştım:

Yaşadığıma tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar bu "yaşamayı" pek beceremiyor olduğumu düşünsem de. Doğarken bir yolculuğun ismini koymuşlar bana, öyle düşünmediklerine eminim koyarken ama nihayetinde bir yolculuğa dönüştü bu hayat benim için. Hiçbir türlü bir yerde hah tamam işte burada olmalıyım dedirtmeyen, hep başka bir yerde başka bir şeyi yaşıyor olmalıymışım hissiyle dürtükleyen, mutluluğu aratıp durdurtan, bir dolu kötü seçimin, pişmanlığın bir dolu manyak, saçma sapan hikayeye yol açtığı bir yolculuk. Umarım böyle bir sürü 10 yıl kutlarım burada. Ama çok geç olmayan bir noktasında da artık vuhuuu tamam işte çok mutluyum diye bağırabilirim size. Çok geç olmasın yalnız. Böyle birkaç sene içinde olsun yani. Çok da beklemesin.

Üzerinden 3 yıl geçti. Hala bekliyor, bekletiyor beni bu mutluluk. Aksine, sanki en kötüsü hah bu işte dediğimiz noktanın da üstüne çıkmaya çabalıyor gibi görünüyor hayat. Ben de Frodo gibi tekrar ediyorum kendi kendime, keşke benim zamanıma denk gelmeseydi keşke keşke diye.


“I wish it need not have happened in my time," said Frodo.
"So do I," said Gandalf, "and so do all who live to see such times. But that is not for them to decide. All we have to decide is what to do with the time that is given us.”

13 Şubat 2023 Pazartesi

perdere la testa

 Aklımı kaybetmemeye çalışıyorum. Durup durup kendimi ikna etmem gerekiyor, çıldırma diye. Aklına sahip çık. Sokaklarda çığlık atarak koşturmamak için kendimi kuvvetle tutmam gerekiyor. Aklımı yitirmek üzereyim. Bu günleri unutmamam için yazmam gerek. 10 yıl, 20 yıl sonraki ben için yazıyorum. Bir pazartesi sabahı uyandım, kahvaltı masasına geldiğimde annem elinde kumanda, tvyi açmış, bak neler olmuş biz hiç fark etmemişiz dedi. Temelde uyuyordum, kulağımda tvden gelen seslerle. Depremin şiddeti çalındı kulağıma, sanırım şoka o noktada girdim. Hazırlanıp, evden çıktım, servise bindim. Herkes normaldi, her şey normalmiş gibi davranıyorlardı, muhabbet ediyorlardı, gülüyorlardı. Kafam suyun içinde gibiydi. O saatte daha kimse haberleri duyamamıştı ki. İş yerine geldim, haberleri açtık. Yine de tam olarak anlayamadık. Regl ağrılarım tutmuştu, bu haftayı izin alayım dedim. Zaten bir dolu iznim vardı. Sabah izin formunu yazdım, izin aldım. Salı'dan itibaren tüm hafta işe gelmeyeceğim diye sevindim. Sonra öğlen oldu. Öğle arasında dışarı çıkmadım, zaten geri kalan günlerde gelmeyeceğim, elde iş bırakmayayım dedim. Öğle arasının bitmesine yakın telefon çaldı. Ankara'nın bir başka yerindeki bir personel aramıştı, tam sorunu anlatıyordu ki masam da ben de sallanmaya başladık. Odanın diğer ucundaki arkadaşıma baktım, o da şaşkındı ve sallanıyordu. Elimde telefon, telefonun karşı ucundaki personel hala derdini anlatıyor. Büyük ihtimalle çünkü Ankara'nın o bölgesi sallanmıyordu. Abi deprem oluyor kapatıyorum ben diyorum hala konuşuyordu. İki katlı bir devlet kurumu binasının giriş katında, Ankara'da, dakikalarca çılgınca sallandık. Onu panik halindeki eşi aradı, dışarı fırladı. Ben sallanmanın bitmesini bekledim. Annem evde panik yapmıştır diye onu aramaya çalıştım. Annemler evde hiç sallanmamıştı mesela. Annem deprem oldu deyince şaşırdı. Telefonu kapatıp, binanın önüne baktım. O zaman insanlar dışarı çıkmaya başlamıştı yeni. İçeri girip, masamda oturdum. Ne yapacağımı bilemedim. Dışarısı buz gibi. Diğer iş arkadaşım geldi odaya, onunla oturmaya başladık. Maillere falan baktık. Hala durumun vahametinden haberimiz yoktu. Yarım saat geçti. Çöp kovasını boşaltmak için gelen abi siz hala ne oturuyorsunuz dedi. İki buçukta servisler kalkacak, herkes dışarı çıktı dedi. Sabah yataktan kalktığımdan beri boş boş bakıyordum, ona da boş boş baktım, algılayamadım. Sonra bir baktık, cidden herkes çıkmış gidiyor. Servis alanında servisçiyi aradım, onu bekledik, geldi. Pazartesi öğleden sonra eve geldim. Bunca yıl sonra ilk defa, deprem olduğu için devlet kurumlarındaki personeli eve gönderdiler. Haftanın geri kalanında izinli olduğum için evdeydim. Annemler otobüs bileti almıştı, cumartesi köye geri döneceklerdi. Cumartesi sabahı onları otobüse bindirdim, evlerine döndüler. Cumartesi T'nin doğumgünüydü, o da depremden beri nöbete kalıyor, geceli gündüzlü. Tüm gece çalıştıktan sonra cumartesi sabahı 10'da eve gelmişti. Akşamüstü çıktık, evin ilerisinde bir pastaneye oturup, çay içtik. Doğumgünü kutlaması bu ortamda böyleydi. Hafta boyunca mal gibi baktım etrafa. Boş gözlerle. Kafam suyun içinde. Hiçbir tepkim yoktu. Pazartesi sabahı yataktan kalktığımdan beri böyleyim. Bir hafta oldu. Zombi gibi dolaşıyorum. Tepkisiz. İçeridense kendi kendimi bir arada tutmaya çalışıyorum. Delirme. Çıldırma. Aklını kaybetme.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...