5 Aralık 2019 Perşembe

Scott Lynch'in "Locke Lamora'nın Yalanları"

Camorr şehrinin kendine özgü su kanallarının arasındaki daracık sokakları, kuytu köşeleri, şaşaalı malikanelerinin arasında kendine Centilmen Piçler diyen bir grup adam, akıllara durgunluk verecek soygunlar gerçekleştiriyor. Hepsi de yetim kalmış çocuklarken gözsüz rahibin bir araya getirmesiyle kardeşler gibi büyüyen bu adamlar şimdi de Camorr'un en belalı zamanında sahnedeler. Bir yandan suç çetelerinin hepsinin bağlı olduğu asıl "godfather"ı ayakta uyutmaya çalışıyorlar, bir yandan şehrin adil olmayan tarafını-zengin asilzadeleri tepeden tırnağa soymaya uğraşıyorlar, bir yandan da tüm suç çetelerini tehdit eden Gri Kral ile uğraşıyorlar.
Locke Lamora'nın Yalanları ilk kez 2006'da yayınlanmış. İthaki de sanırım 2014'te çevirmiş. İlk çıktığında, tıpkı Patrick Rothfuss'un da önsözde yazdığı gibi, onun kitabıyla karıştırıyordum ben de. Hah bir şu kitap vardı onu okuyayım diye yıllar sonra aradığımda bile yine karıştırıyordum. Rüzgarın Adı mı Locke Lamora mı, kim ney neresi, ikisi birbirine karışıp duruyor. Çünkü temelde ikisi de fantastik, ikisi de ilk defa duyulan yazarların eseri ve hemen hemen aynı zamanlarda ortaya çıktılar. Rüzgarın Adı'nın geçen sene okumaya çalışmıştım. Gerçekten denedim. Ama olmadı. Herhalde bir 50 sayfa bile okuyamamışımdır. Bu kitabı da ilk başlarda aynı hisle karşılayınca sorunun kitaplarda olmadığına karar verdim. Sorun bende. Sorun fantastik kitapları okuyamayan bende. Halbuki ben kendimi fantastik insanı sanıyordum. Eskiden öyleydim belki de. Ya da hiç değildim de öyle zannediyordum. Çünkü aslında bakınca sırf Rowling'in yazdıklarına aşık olduğum için öyle zannetmişim. Çünkü aslında o kadar da fantastik kitap okumamışım. Otuzumdan sonra anladım ama en azından anladım. Artık kendimi zorlamayacağım.
Ama neyse ki Locke Lamora'nın ve Jean Tannen'ın, Sanza ikizlerinin ve Böcek'in hikayesini okuyabildim, sonuna kadar. İlk başlarda kafam allak bullak oldu tabi, elimizde bir harita yok, bir tarif yok ama yeni bir dünya ve şehir var. İnsan yaşlandığını böyle zamanlarda anlıyor. Hiçbir şeyi aklımda tutamadım, gözümde hiçbir yer canlanmadı doğru düzgün. Mekanlar, karakterler hiçbiri yerine oturmadı. Benden diye azmettim, okudukça yerleşir dedim ama yerleşmedi, bir yerden sonra boşverdim.
Dediğim gibi ilk bölümleri geçmek çok zordu. Hikayeye, karakterlere bir türlü ısınamadım. Bir bağ kuramadım. Yine de zorladım kendimi, okumaya devam ettim. Ve beklediğim oldu. Aralardaki geçmişe dönüş bölümlerinde içime bir şeyler dokunmaya başladı. Sonunda Jean Tannen ile tanışınca da tamamen bağlandım hikayeye (evet benim burada en sevdiğim karakter o). Bu aşamadan itibaren çok keyif alarak okumaya başladım. Soygunlar, planlar, Gri Kral kim meselesi gibi konular su gibi ilerledi. Ama sonra bir noktada, hemen hemen Gri Kral olayı aydınlanmaya başladığında kitap da sıkmaya başladı. Yani bir şeyler koptu, ilgim azaldı, okumak keyifsizleşmeye başladı. Kitabın artık son 200 sayfası kadarlık yerde okumak böyle eti form yemek gibi oldu. Bakın kitap toplamda 580 sayfalık bir tuğla. Büyük boy 580 sayfa diyorum, öyle normal boyut da değil.
Şimdi bu adamlardan hangisi Scott Lynch?
Bir insan yıllar içinde bu kadar değişikliğe gidebilir mi?
Bu yüzden Scott Lynch'in sorunu ne diye düşünüyorum ama adlandıramıyorum. Tamamen yepyeni bir dünya kurmuş gibi görünüyor ama bu dünyada kendi dünyamızdan yansımalar bulabiliyoruz, bu anlamda aslında tam da sıfırdan bir yeni dünya gibi de değil. Bu dünyayı bize anlatmaya çalışması da fena değil, bir tarih oluşturmaya çalışıyor, geleneklerini, fiziki yapısını, mitolojisini anlatıyor. Ama burada hakikaten eksik bir şeyler var, bir türlü haritayı kafamızda çizemiyoruz. Kim nereye koşturdu, kim nereden dolaştı havada kalıyor. Karakter yaratımında sorun yok, gayet başarılı. Her birine olması gerektiği gibi belirli açılardan bağlanabiliyoruz, severek de nefret ederek de. Hikayenin ilerleyişi de çoğu zaman mükemmel. Çoğu yer klik klik birbirine oturuyor. Düzinelerce altı çizilesi, baş ucu yapılası cümle sarfediyor karakterlerimiz. Yeri geliyor gülmekten sandalyeden kayıyorsunuz, yeri geliyor ulan bu nasıl oldu vaaay diye şaşkınlıkla sayfaların ötesinden karakterlere bakıyorsunuz. Ama işte, hikayenin yükselmesi gibi alçalması da çok. Sonlara doğru hikayede bir şeyler oluyor, Lynch'in hikayeyi kurmasından mı anlatımından mı tam adlandıramıyorum işte.
Kitabın seveni çok bu arada. Sevenler holigan seviyesinde sevmiş ama beğenmeyenler de hiç beğenmemiş. Böyle bir kitap bu anlayacağınız. Benim duygularımsa karışık. Çok sevdiğim karakterlerle tanıştım. Ortaları boyunca kitabın, çok zevkli bir hikaye okudum. Kendini çok da ciddiye almayan ama bu nedenle daha da sevimli olan bir hikayeydi bu. Ama genelinde baktığımda 1 ay boyunca elimde sürünen bir kitap vardı önümde. Oysa bu kadar kalın bir kitabı öyle bir ay süründürmeye alışık değilim ben. Kalın kitaplar hep çok sürükleyici olur. Ama dedim ya bu kitapta başlarda okuyamadım, ortalarda coştum, sonlara doğru yine emeklemeye döndüm. "Gentlemean Bastards" isimli bir serinin ilk kitabıydı bu kitap. Toplamda yayınlanmış 14 kitap var gibi görünüyor seriye dair. Ama Random House'un sitesinde tam anlamıyla yayınlanmış 5 kitap var. 
Ben İthaki'nin Mart 2018 tarihli 4.baskısını, Cihan Karamancı çevirisiyle okudum. Kitabı temmuzun başında Kitap Yurdu'ndan sipariş etmiş, almıştım. O zaman 17,5 lira vermişim, şimdi aynı yerde 22,7 lira görünüyor. Hatta liste fiyatı 35 lira görünüyor. Vah halimize, halimize. Neyse ki İthaki'nin kitapları çok kaliteli oluyor da insanın yüreğine azıcık su serpiliyor.

4 Aralık 2019 Çarşamba

26 Kasım 2019 Salı

İlginç Ama Sıcacık, Eğlenceli Ama Aksiyonu Bol Bir Hikaye, 32 Bölümlük The Tale of Nokdu

20 yaşındaki Jeon Nok Du, kısacık hayatı boyunca kalabalıklardan uzak, ufak bir adada, annesi babası ve abisiyle basit bir yaşam sürmüş bir genç adam. Annelerini bir süre önce kaybeden iki erkek kardeşi babaları hep bir şekilde dünyadan uzak büyütmeye çalışmış. Nokdu hep bir merak içinde olmuş bu yüzden. Bir yandan fırsatı olsa da bu adadan bir gidip dünyayla tanışabilse diye bakıyor, bir yandan da dövüş sanatları ustası Hwang'dan şahane dövüşmeyi öğreniyor. Tabi Hwang'ın minik kızı ile büyüdüğünde evlenmesi şartıyla ikna etmiş dersleri almaya.
Bir gün suikastçiler geliyor Nokdu'nun ailesinin evine. Onları öldürmeye çalışıyorlar. Ustasının da yardımıyla bir şekilde suikastçıları def ediyor Nokdu ama abisi yaralanmış oluyor. Bunları kim niye gönderdi, kendi halinde bu ailenin peşine kim düşer böyle diye sorularla kafası dönen Nokdu, kaçan yaralı bir suikastçının peşinden başkente doğru gidiyor. Ustası, minik kızı ve Nokdu'nun babası ile abisi de mecburen adadan kaçıyor ve başkente doğru Nokdu'yu bulma amacıyla yola çıkıyor. Suikastçının peşinden ipuçlarını toplayan Nokdu ise kendini dul kadınların yaşadığı/sığındığı bir kadın köyünde buluyor. Erkeklerin girilmesine izin verilmeyen köyde tüm cevaplarının olduğunu düşünen Nokdu ise giriveriyor kadın kılığına ve dalıyor köye yeni dul kalmış, intihar etmesi için onu zorlayan kayınbabasından kaçmakta olan Lady Kim olarak.
Böylesine ilginç bir başlangıçla olaya dalan "The Tale of Nokdu", Güney Kore'nin KBS2 kanalında 20 eylülde başladı yayınlanmaya ve 25 kasımda bitti. Toplamda 32 bölüm olarak görünüyor ama yarımşar saatlik bölümler bunlar. Yani biz ona 16 bölüm diyelim. Hikayesini iki senarist yazmış görünüyor, birinin önceki işlerinden biri "Love in The Moonlight". Onun da yarısında falanım, bayadır açıp devam edemedim, vakit olmadı ama acayip sevimli bir dizi. Onun hikayesi de böyle bir "cross-dressing"e dayanıyor. Biz ne diye çevirebiliriz bunu, hımm. Sanırım karşı cinsin kılığına girmek olabilir. Kore dizilerinde bu acayip sık rastlanan, pek çok şekilde kullanılan bir tema, zaten şimdiye kadar fark etmişsinizdir. Çünkü oldukça eğlenceli ve olasılıklara açık bir konu, genelde iyi diziler çıkıyor bu tür içinde. Ama şimdiye kadar - en azından benim görebildiğim kadarıyla - hep kadınların erkek kılığına girmesi şeklinde yola çıkıyordu hikayeler. Bu dizide olan durum çok daha nadir bir hikaye yani. Bir erkeğin kadın kılığına girmesi durumu sanırım pek çok kültürde hala biraz tereddütle yaklaşılan bir hikaye şekli olduğundan pek de görmek mümkün değil. Oysa kadınların erkek kılığına girmesi hem anlatması hem de fiziken gerçekleştirmesi daha kolay konular ortaya çıkarıyor.
Bu yüzden buradaki başrolümüz Nokdu'yu canlandıran Jang Dong Yoon'un yaptığı, başardığı şey muazzam. Kadın kılığına girdiğinde hem fiziken alabildiğine inandırıcı görünüyor, hem de davranış ve duruş olarak da canlandırdığı kadına bürünebiliyor. Ama en önemlisi, aynı 60 dakikalık hikaye anlatımı süresi içinde hem kadın olarak acayip inandırıcı, hem de erkek haline geri dönerek müthiş yakışıklı/seksi olabiliyor. Sadece görüntüsü ile de değil, dediğim gibi tavırlarıyla, konuşmasıyla, yürüyüşüyle değişiveriyor. Üniversitede ekonomi okurken kendini birden bire oyunculuk dünyasında bulan bu genç adama bu yüzden hayran kaldım ben. Daha önceki hiçbir işini izlememiştim, ilk defa burada izledim. Dizinin daha ilk tanıtım afişleri yayınlandığında aslında kalakalmıştım. İzlemeye başlayınca da iyi ki izlemeyi seçmişim dedim.
Dizi bu şekilde aslında çok ciddi veya korkutucu başlamıyor, yani suikastçılar falan önce bir aksiyon oluyor ama yine de alabildiğine yumuşak başlıyor. Komedi unsurları çok daha baskın bu ilk yarıda. Dizinin jenerik müziği bile öyle bakınca. Nokdu'nun kadın kılığına girmesi, kadınlar köyü, oradaki kadınlar, bitişikteki gisaeng evi ve gisaengler (bu gisaeng konusu bana çok karışık geliyor, yani tam olarak durdukları nokta ne sınırları-içerikleri ne biraz muallakta gibime geliyor ama şuradan okuyabilirsiniz), köyün valisi(ne denir bilemedim) gibi bir şey olan adam, Nokdu'nun ustası, ustanın kızı falan herkes kocaman bir komedi şovu oluşturuyor. Esas kızımızı oynayan Kim So Hyun bile daha önce görmediğim kadar komedi yapıyor.
Ama tabi bu kocaman komedinin içinde fark ettirmeden böyle soğanın katlarını açar gibi tek tek sırlar önümüzde belirmeye başlıyor. Sırlarla ve onların cevaplarıyla birlikte böyle ufak ufak dram unsurları işin içine giriyor. Yine de öyle tepetaklak atlamıyor hikaye dramın içinde. Komedisini hafif hafif azaltmaya başlayarak, aksiyonunu artıyor önce. Gerçi zaten daha ilk dakikalarından manyak bir aksiyon göstereceğini hissettiriyor dizi ama bu noktadan itibaren iyice anlıyoruz. Hakikaten dövüş sahneleri çok emek verilmiş, çok iyi çekilmiş. Çok iyi bir dublör ekibine sahip bir ekip izliyoruz. Gerçi tüm oyuncular harika iş çıkarıyor. Hikayenin "kötü"sünün (hatta kötülerinin) ortaya çıkarılışı ve ters köşeleri, karakterlerin motivasyonlarındaki komplekslik de senaristlere alkış getirirken, bunları yansıtan oyunculara daha büyük alkış getiriyor.

Peki böylesine iyi bir işi 10 puanlık olmaktan alıkoyan ne olabilir? Hikayenin önce bu kadar komedi olarak başlayıp, yumuşak bir geçiş yapmasına rağmen yine de bu derece drama, tarihi taht kavgaları, saray entrikaları olayına dönüşmesi. Kore'nin tarihi dizilerinin böyle bir handikapı oluyor maalesef. Nasıl başlarsa başlasın hep bir şekilde ağır drama bağlıyorlar. Sanki başka türlü hikayeyi ilerletmelerinin yolu yokmuş gibi. Bakın acayip seviyorum ben tarihi dizileri-filmleri. Hangi ülkenin-kültürün tarihi olduğunu ayırt etmeksizin severek izliyorum. Kore tarihi de çok ilginç zaten, değişik de geliyor, tüm o giysilerle geleneklerle konuşmalarla birlikte acayip şenlikli oluyor. Ama hep olayı saray entrikasına bulanmış trajediye sokuveriyorlar. Bir bakıyorsunuz herkes kılıçtan geçiriliyor, herkes 60 dakikanın her dakikası ağlayıp duruyor. Aşıklar gün yüzü görmüyor, taht kapanın elinde kalıyor. Tüm tarihi dizileri bu hale getiriyorlar. Yani bakın finalde istedikleri kadar mutlu son yapsınlar - ki yaptıklarını izledim daha önce birçok örnekte - yine de o mutlu sona gelene kadar öyle bir içimizi dışımıza çıkarıyorlar ki dramadan, ihanetten, hıyanetten, trajediden; zaten o sona ulaşırken yarı yolda bitmiş oluyoruz.
Hikayenin zaten tarihi olarak konumlandığı dönem, tam da böyle ortalığın karmançorman olduğu bir zaman dilimi. Joseon döneminin 15.kralı olan Gwanghaegun dönemindeyiz. Yani 1608 ile 1623 arasında bir yerde olmamız gerekiyor. Ama Gwanghaegun 1608'de tahta çıkmasına rağmen 1598'den itibaren aslında kararları alan, yöneten kral olarak çalışmaya başlıyor. Bu durumda 1598'e 20 ekliyoruz ve 1618'e geliyoruz. Yani dizimiz 1618'de başlıyor diyebiliriz. Kore dizilerinde ve filmlerinde baya bir canlandırılmış bir kral aynı zamanda. Daha geçenlerde yayınlanan "The Crowned Clown" dizisinde de onun dönemi anlatılıyordu. O da manyak başlayan bir diziydi, gözlerim yuvalarından fırlaya fırlaya izliyordum ama sonra bir yerde koptum, gerisini de izleyemedim hala.
Pek tartışmalı bir kral bu Gwanghaegun. Annesi kraliçe değil de "royal consort/concubine" yani bizim tarihe göre cariye olduğu için hem babası-kralın hem de soylu ailelerin pek sıcak bakmadığı bir kral olmuş hep. Japon istilası, Manchu istilası gibi kötü olaylarla dolu bir döneme de denk gelmiş. Bu yüzden tüm siyasi grupların krallığına karşı çıktığı/desteklediği çalkantılı bir dönem olmuş bu. Hükümranlığı bir darbe ile son bulduğu için de uzun yıllar böyle bir kral olarak hatırlanmış. Son yıllarda tarih daha çok incelendikçe gayet bilge bir kral olduğu ve aslında ülke için çok iyi işler başardığı fark edilmeye başlanmış. 
sizce de acayip hipnotize edici görünmüyor mu ya?
İşte Nokdu'nun masalında da bu böyle hissettiriyor. Çok gelecek vaat ederek başlayan, acayip eğlenceli, keyifli başlayan, öte yandan gizemleri, aksiyonu çok yerinde bir hikaye çok iyi oynayan oyuncularla birlikte uçuşa geçiyor. Ama sonra, hani böyle 8.-9.bölümlerden sonra yine o bildik tarihi hikayemize bir bağlanıyor. Tarihi dramada dolanıyor, gözüne gözüne vuruyor. Entrikaysa entrika, yürek dağlamaksa parçalamak, uçuşan kılıçlarsa dönen ninjalar diye diye bir ilerliyor. Ama...bundan sonrasını söylemeyeceğim, spoiler vermek olmasın :)
İşte bu yüzden de bence 9 puanı hak ediyor. Çünkü aslında o kadar da büyük bir hatası yok dizinin. Sadece böyle aralarda bir yerde bir Moon Lovers'a bağlayacak diye elim yüreğimde tuttuğu için beni, ondan dargınlığım, bir puanı kırmalarım. Yoksa şahane de dizi olmuş vallahi.

22 Kasım 2019 Cuma

Asurca, Akkadca, Çiviyazısı, Mısır Hiyeroglifleri ve Gılgamış'ın Hikayesi

Böyle şeylere rastlayınca hem çok mutlu oluyorum, heyecanlanıyorum. Hem de pek bir mutsuzluk, umutsuzluk çöküyor üstüme. Çünkü vay be insanlar neler yapmış diyorum. Vay be insanlar nelerle uğraşabiliyor diyorum. Öğrenilecek ne kadar çok şey var yandım diyorum. Ben tüm bu çalışmalara nasıl yetişirim diyorum. Dahası ben taa en başından beri bu tür şeylerle ilgilenebilme lüksüne sahip olamadım ahh ahh diyorum. Neyse, oralara dalmıyorum yine. Diyeceğim şu ki böyle şeyler var, takdire şayan. Neler mi?
Chicago Üniversitesi'nin "Oriental Institute"si yani ne diyelim biz ona - Doğu Enstitüsü 90 yıllık bir çalışmanın ardından Asurca sözlüğü yayınlamış. Düşünsenize, ne çalışma! Şuradan pdfleri indirebiliyoruz. Satın da alınabiliyor da kağıt hali, pdfi indirmek bedava.
Londra Üniversitesi'nin "School of Oriental and African Studies"i de yani Doğu ve Afrika Çalışmaları Kürsüsü/Okulu/Bölümü falan diyebiliriz, Gılgamış Destanı ve çeşitli Babil metinlerini kendi dillerinde okunmuş halde yayınlamış web sitesinde. https://www.soas.ac.uk/baplar/recordings/ adresinden dinleyebiliyorsunuz. Dinlerken bir yandan okunan metnin orijinaline (yani romanize edilip yazılmış orijinaline) ve ingilizce çevirisine de bakabiliyorsunuz.
Bir de British Museum'un Orta Doğu Departmanı'nda çalışan Asurolojist Irving Finkel'den nasıl çiviyazısı yazacağınızı öğrenebileceğiniz videolar var. Bu amca aslında baya ünlü. British Museum'un youtube kanalında resmen dizi yapmış durumda.



Son olarak da Mısır hiyerogliflerinin açıklamalı bir listesini indirebileceğiniz bir adres var: Burada.

(Bir de dayanamadım bunu da göstereyim. Open University'nin youtube kanalında 10 dakikada İngilizce'nin tarihini anlatan video serisi var: https://www.youtube.com/playlist?p=PLA03075BAD88B909E)

Çin Ay Takviminin Aylarının Her Birine Bir Çiçek Fincanı

Met'te (The Metropolitan Museum of Art yani) böyle bir eser var. Varmış yani, ben gittiğimden hiçbir şey hatırlamıyorum tabi bin yıl oldu gideli ama sonradan web sitesinde koleksiyonlarda rastladım. Yılın 12 ayını temsilen, her bir fincanın (şarap bardağı-fincanı olarak geçiyor ama bilemem ben) üzerinde bir çiçek resmi yapılmış. Hangisi hangi ayı temsil ediyor bilemiyorum (açıklama da yok), ama çiçekler şöyle:

(Fotoğraflar Met'in web sitesinden: https://www.metmuseum.org/art/collection/search/52872)

Bu fincanlar Çin'de yapılmış. 1644–1911 arasında süren Qing Hanedanı dönemine aitler  ve 1622–1722 arasını kapsayan Kangxi Dönemi'nin işaretini taşıyorlar (Çin porselenlerinde böyle bir işaret - mark - mevzusu var, girmeyelim). Her birinin diğer tarafında bir de bir cümlelik bir deyiş/söz/şiir gibi bir şey yazılı. Çok hoşuma gitti duruşları. Daha doğrusu bir şekilde "zamanı" temsil ediyor oluşları ve bunun yanında bu kadar güzel durmaları beni yakaladı hemen.
British Museum'ın web sitesinde de tek tek hepsinin fotoğrafları var ama onların çözünürlüğü daha düşük gibi geldi bana, o yüzden yukarıdakileri koydum (British Musuem).

Met'in açıklamasında çiçekler sırası söylenmeden şöyle belirtilmiş:
Erik çiçeği
Şeftali çiçeği
Şakayık çiçeği
Kiraz çiçeği
Manolya
Nar çiçeği
Nilüfer ya da orkide
Armut çiçeği
Gülhatmi
Kasımpatı
Gardenya
Gelincik

British Museum'daki açıklamaya göre ise Lunar-yani ay takvimine göre sıralanan çiçeklerin isimleri de şöyle:

  1. Kış tatlısı çiçeği/Kalikantus/Kadeh çiçeği (Ya bu çiçeğin bizde bir karşılığı yok benim anladığım. Orijinali Wintersweet diye geçiyor, ocak ortasından şubat başına kadar açıp, tatlı talı kokarmış). Met'in erik dediği oluyor bu durumda.
  2. Kayısı çiçeği. Met'in şeftali dediği.
  3. Yaban elması ya da şeftali çiçeği
  4. Şakayık çiçeği
  5. Nar çiçeği
  6. Nilüfer
  7. Orkide
  8. Sinameki/Çin tarçını çiçeği
  9. Kasımpatı
  10. Gül
  11. Erik çiçeği
  12. Nergis
Yazdığına göre bu türden bir fincan setini böyle bir arada-eksiksiz bulabilmek çok zormuş. Çok güzel değiller mi ya?

18 Kasım 2019 Pazartesi

16 Bölümlük Kocaman Bir Hayalkırıklığı : Melting Me Softly

1999 yılındayız. Esas oğlanımız Güney Kore'nin bir tv kanalında acayip başarılı bir show programı yapımcısı-yönetmeni olan Ma Dong Chan için her şey mükemmel gitmektedir. Başarılı anne babasının serveti sayesinde üst tabakadan bir hayat sürmekte, erkek kardeşi gelecek vaat eden bir müzisyen olarak boy göstermekte ve kız kardeşi de güzelliğinin baharında çok mutlu bir hayata doğru yelken açmaktadır. Ma Dong Chan da 32'sindedir, aktörleri kıskandıran bir yakışıklılığı vardır. Yaptığı show programının sunucusu olan Na Ha Young ile evlenmek üzeredir ve işinde de aldığı ödüllerin haddi hesabı yoktur.
Esas kızımız, Ma Dong Chan'ın programında çalışan korkusuz Ko Mi Ran ise üniversite son sınıfta, 24 yaşında bir Çin Dili ve Edebiyat öğrencisidir. Ailesinin maddi durumu pek de iyi değildir, küçük erkek kardeşi de bir miktar zihinsel engellidir. Ama çok çok mutlu ve sevgi bir dolu ailedir onunkisi. Ko Mi Ran'ın da bir sürü umudu vardır zaten, bu şekilde sıkı çalışmaya devam edip çok para kazanacak, ailesiyle yaşayabileceği bir ev alacaktır.
Sene 99, fotoğraf makinesini ters çevirip kendimizi çektiğimiz zamanlar
Fakat bir gün Ma Dong Chan bir profesörün haberini alır. Canlıları dondurma işlemi yapan ve başarılı olduğunu iddia eden bu profesörün yeni deneği olmaya karar verir, show programı için bir bölüm olarak çekecektir bunu. Profesör ile anlaşır, kendi dışında bir denek ile birlikte 24 saatliğine dondurma kapsülüne girecek ve bundan program yapacaktır. Tabi kimse yanaşmaz böyle bir şeye. Sonunda Ko Mi Ran ikna olur ve ikisi 24 saatliğine dondurulur. Ancak kaderin oyunu, her şey birbirine girer ve nasıl olduysa olur, Ma Dong Chan ile Ko Mi Ran tam 20 yıl sonra uyanır donmuş uykularından.
Daha önce sinema ve tvde hatırı sayılır derecede işlendiğini gördüğümüz bu insan dondurma deneyine dair hikayemiz böyle başlıyor. Güney Kore'nin tvN kanalında 28 eylülde başladı yayınlanmaya, dün 17 kasımda da bitti (https://mydramalist.com/34063-let-me-melt). Toplam 16 bölümde 1999'dan 2019'a adeta ışınlanmış gibi olan iki karakteri ve onlar uykudayken devam eden hayatla karşılaşmalarını izledik. Esas oğlanımız olarak Ji Chang Wook'u izlemeyi 2 yıldır beklediğimiz için hep beraber, balıklama atladık bu diziye. Ama bu gözler böyle eziyet, bu kafa böyle işkence çekmemişti sevgili kore dizisi manyağı dostlarım. Sırf aşığız diye de bu kadar cefa çekmemize sebep var mıydı sorarım.
Hiç sormayın :)
Yukarıda anlattığım gibi fantastik-bilim kurgu temelli bir hikaye ortaya koyarak başlıyor dizi ama anlattığı bir şey yok aslında. Kocaman bir karmaşa. Aşırı iyi karakterler var elimizde halbuki. Tek tek izlendiğinde çok güzel sözler söyleyebilen, çok iyi alt metinleri olan karakterler. Dahası manyak iyi oyuncuların hayat verdiği karakterler. Ama hepsini bir araya getiremiyorlar bir türlü. Senarist sanki kişilik bölünmesi yaşıyor dizi boyunca. Karakteri çok iyi yazıyor, sonra bir bakıyorsunuz salak saçma bir bölüm izlemişsiniz. Ortada bir olay yok, hikaye yok, söyleyecek bir sözü, bir derdi yok dizinin. Yani aslında var düşününce, çok da damara basacak şeyleri var ama söyleyecekmiş gibi yapıp söyleyemiyor. Çünkü ortada bir yazım yok. Bu kadar insan gibi oyuncunun böyle bir saçmalığa nasıl olup da dahil olduğunu anlamak mümkün değil. Herhalde hiçbirine izletmiyorlardı bölümleri edit'ten çıktıktan sonra. Hadi onu geçtim, her hafta elinize aldığınız senaryoyu okuduğunuzda da mı anlamadınız ortada hiçbir şey olmadığını? Akıl alır gibi değil.
Başrollerimiz arasında bir kimya yok mesela sonra. Aslında var gibi, ama aslında yok. Çok ilginç değil mi? İşte bir senaryo yazımı insanı ne hale düşürüyor en güzel örneği. Ma Dong Chan karakterine çok iyi bir kişilik çizmişsin ama üstünü dolduracak bir şey yok, JCW sadece cazibesini, teatralliğini kullanarak günü kotarmaya, boşlukları doldurmaya çalışıyor. Ko Mi Ran'a kapı gibi güçlü, atılgan ama pervasızca olmayan, dürüst ama boşa konuşmayan bir karakter vermişsin. Gel gör ki bu iki karakteri bir araya getirdiğinde hikayeyi taşımıyor. Aslında bir arada çok iyiler, ellerinde iyi bir senaryo olsa şahane olacaklar ama bu hikayeyi götüremiyorlar. İkisinin aşkı, şusu busu için hiçbir şey hissetmiyorsunuz, hissettiremiyor dizi.
Oysa böyle ara ara ışık çakmaları gibi parlayan mükemmel yan hikayeler izletiyor. Ko Mi Ran'ın engelli kardeşi ile olan hikayesi böğrümüzü deliyor. Ma Dong Chan'ın kardeşleriyle olan her şeyi, bu 3 kardeşin yer aldığı her sahne mükemmel mesajlar taşıyor. Hele insanın hayatının nasıl geçtiğine, yaşlanmaya, hayatın bizi nerelere götürdüğüne dair o kadar güzel noktalardan yakalıyor ki hikaye, tam da hah işte bu dizinin rayını bulacağı şey de bu diyorsunuz ama devam ettiremiyor tabiki. Halbuki o Go Go 99 programının çekimlerini yaptıkları bölümde resmen içim dışıma çıktı ağlamaktan. O kadar güzel anlatmış, o kadar güzel çekmişlerdi.
Ahh arada gülmekten bayılmadık da değil
Komedi tarafında da acayip iyi şeyler başarıyordu mesela - neredeyse. Profesör ile Ko Mi Ran'ın kardeşinin dinamikleri mükemmeldi. Ko Mi Ran'ın eski sevgilisini oynayan Shim Hyung Tak yine şahaneler yaratmış (daha 6-7 ay önce Touch Your Heart ile tanıştım bu oyuncu ile, orada da çok iyiydi), sahnesi olsa da gelse diye bakıyorsunuz, keşke gene hayal kursa da absürt absürt izlesek diyorsunuz.
Ama genelinde böyleydik
Ama yine de neresinden tutarsak tutalım elde kalıyor dizi. Ve suçun tamamı senaristte. Onun yazdığı şeylerden yönetmen de oyuncular da ancak bu kadar çıkarabilmiş ortaya (çünkü yönetmeni A Gentleman's Dignity'yi - benim en bir favorim olan diziyi - yapan yönetmen, ona laf edemeyiz). Oysa ne özlemiştik be JCW'yi. Yazık oldu.

16 Kasım 2019 Cumartesi

7 Bölümlük İlk Sezonuyla Bir II.Dünya Savaşı Dizisi : World on Fire

1939 yılının ortalarındayız. Bütün Avrupa fırtınadan önceki sessizliği yaşıyor. Büyük Savaş'ın üstünden ancak 20 yıl geçmişken kimse yeni bir savaşın eşiğinde olduklarına inanmak istemiyor. Britanya'da genç aşıklar Lois ve Harry'nin hayatı, Harry'nin devlet görevlisi olarak Varşova'ya gönderilmesi ile tamamen değişiyor. Varşova'daki Tomazsezki ailesi 3 çocukları ile birlikte sevgi dolu hayatlarını yaşıyor. Paris'te yakışıklı doktor Webster gündüzleri Amerikan hastanesinde hayat kurtarırken, geceleri Paris'in meşhur kulüplerinde jazın dibine vuruyor, müzisyen Albert'e sırılsıklam aşık oluyor. Berlin'de, yükselen karanlığın kalbinde Rossler ailesi oğullarını Hitler'in ordusuna göndermişken, küçük kızlarını etraflarındaki tehlikeden korumaya çalışıyor. Rossler'ların yan komşusu Amerikalı gazeteci Nancy ise sezdiği şeyin peşinden koşarken kan dondurucu gerçeğe rastlıyor: Polonya askeri üniforması giymiş Alman askerleri Polonya topraklarına dolaşıyor. Ve malum gün, 1 Eylül 1939'da Alman uçakları Polonya'nın ufak bir kasabasına, hiçbir şey olmayan Wielun'a saldırıyor. Herkesin hayatı geri dönülemeyecek bir şekilde o gün sonsuza kadar değişiyor.
Peter Bowker'ın yazdığı-yarattığı bu hikaye 29 Eylül-10 Kasım arasında Britanya'nın BBC One kanalında 7 bölümlük bir dizi olarak yayınlandı. Haberini önceden gördüğüm için bekliyordum (bu period dramalar için özellikle takip ettiğim site Willow and Thatch, tavsiye ederim), ilk bölümün internete yüklendiğini gördüğümdeyse resmen havalara uçtum. Hafta hafta takip ettim ve bu bir dolu karakterin hikayesine tutuldum. Evet biliyorum II.Dünya Savaşı filmlerinden-dizilerinden gına geldi hepimize, artık anlatılmadık neresi kaldı, neyi kaldı diye düşünüyoruz. Ben de öyle diyordum, ama nasıl yaptıysa senarist Peter Bowker farklı bir şey göstermeyi başardı bu gözlere. Savaşın başlamasıyla hayatların nasıl değiştiğini, farklı farklı ülkelerdeki, şehirlerdeki insanlara tüm bunların nasıl dokunduğunu anlatıyor dizi. Normal hayatınıza devam ediyorsunuz, günlük ne yapıyorsanız onları yapıyorsunuz, sonra bir gün her şey değişiyor. Yaşadığınız şehir harabeye dönüyor, yıkıntıların arasında hayatta kalıyorsunuz. İşinizden çıkıp, evinize dönüyorsunuz bir akşam ve evinize Nazi askerleri el koymuş, içeride parti yapıyorlar haliyle karşılaşıyorsunuz. Tanıdığınız herkesi, kardeşlerinizi, oğullarınızı denizin ötesine savaşa yollamış halde uyanıyorsunuz bir sabah. Tüm bunları o sadelik içinde, sanki gerçek olmamış bir masal gibi anlatmayı başarıyor. Renk paleti ve müzikleriyle, karakterleriyle bir masal, ama korkunç olduğunu ekran kararıp, yazılar geçmeye başlayana kadar anlamadığınız bir masal gibi izliyorsunuz.
Böyle bir masal izlerken tabi karakterlere, oyunculara büyük iş düşüyor. Tüm yaratılan atmosferin içinde kaybolmamaları gerekiyor. İlk defa izlediğim Jonah Hauer-KingJulia BrownZofia Wichlacz'a hayran oldum. Bu üçü dizinin hayatları birbirine bağlanmış üç gencini oynuyor. Onların yanında Sean Bean'i ise elimde olmadan korku dolu gözlerle izledim bir sezon boyunca. Valla her bölümde ha gitti ha gidecek diye çekine çekine. Adam travma yarattığı için hepimizde, napalım. Şaka bir yana, ben özellikle Harry'nin annesi rolündeki Lesley Manville'e bittim. Hem onun karakteri oynayışına, hem de karaktere yazılanlara. Ama özelikle bu karakterin yazımına. Söylediği her sözü, onları söyleyişi, oturuşu, duruşu, bakışı ile harika bir karakter kattı hayatıma.
Aslında savaş olmasa dönemin görüntüsü çok güzel
Dizi bu 7 bölümlük ilk sezonunda 1939'un ortalarından başlayıp, 1940'ın haziranında Paris'in düşmesinden sonrasına kadar olan zaman dilimini anlatıyor. Varşova'nın kuşatılmasından, Dunkirk'e, Paris'in düşüşüne kadar her bir şehirde, tüm bu karakterleri izliyoruz. İkinci sezon onayı aldığı haberi geçenlerde geldi, hatta yayın tarihi bile belli. Zofia Wichlacz instagramında nisanda kendi doğumgününde yayınlanacağını duyurdu. Senarist Peter Bowker da bir konuşmasında 6 sezon düşünüldüğünü söyledi. Yani 1939'dan 1945'e kocaman bir öykü izleyeceğiz gibi duruyor, her şey yolunda giderse.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...