5 Aralık 2019 Perşembe

Scott Lynch'in "Locke Lamora'nın Yalanları"

Camorr şehrinin kendine özgü su kanallarının arasındaki daracık sokakları, kuytu köşeleri, şaşaalı malikanelerinin arasında kendine Centilmen Piçler diyen bir grup adam, akıllara durgunluk verecek soygunlar gerçekleştiriyor. Hepsi de yetim kalmış çocuklarken gözsüz rahibin bir araya getirmesiyle kardeşler gibi büyüyen bu adamlar şimdi de Camorr'un en belalı zamanında sahnedeler. Bir yandan suç çetelerinin hepsinin bağlı olduğu asıl "godfather"ı ayakta uyutmaya çalışıyorlar, bir yandan şehrin adil olmayan tarafını-zengin asilzadeleri tepeden tırnağa soymaya uğraşıyorlar, bir yandan da tüm suç çetelerini tehdit eden Gri Kral ile uğraşıyorlar.
Locke Lamora'nın Yalanları ilk kez 2006'da yayınlanmış. İthaki de sanırım 2014'te çevirmiş. İlk çıktığında, tıpkı Patrick Rothfuss'un da önsözde yazdığı gibi, onun kitabıyla karıştırıyordum ben de. Hah bir şu kitap vardı onu okuyayım diye yıllar sonra aradığımda bile yine karıştırıyordum. Rüzgarın Adı mı Locke Lamora mı, kim ney neresi, ikisi birbirine karışıp duruyor. Çünkü temelde ikisi de fantastik, ikisi de ilk defa duyulan yazarların eseri ve hemen hemen aynı zamanlarda ortaya çıktılar. Rüzgarın Adı'nın geçen sene okumaya çalışmıştım. Gerçekten denedim. Ama olmadı. Herhalde bir 50 sayfa bile okuyamamışımdır. Bu kitabı da ilk başlarda aynı hisle karşılayınca sorunun kitaplarda olmadığına karar verdim. Sorun bende. Sorun fantastik kitapları okuyamayan bende. Halbuki ben kendimi fantastik insanı sanıyordum. Eskiden öyleydim belki de. Ya da hiç değildim de öyle zannediyordum. Çünkü aslında bakınca sırf Rowling'in yazdıklarına aşık olduğum için öyle zannetmişim. Çünkü aslında o kadar da fantastik kitap okumamışım. Otuzumdan sonra anladım ama en azından anladım. Artık kendimi zorlamayacağım.
Ama neyse ki Locke Lamora'nın ve Jean Tannen'ın, Sanza ikizlerinin ve Böcek'in hikayesini okuyabildim, sonuna kadar. İlk başlarda kafam allak bullak oldu tabi, elimizde bir harita yok, bir tarif yok ama yeni bir dünya ve şehir var. İnsan yaşlandığını böyle zamanlarda anlıyor. Hiçbir şeyi aklımda tutamadım, gözümde hiçbir yer canlanmadı doğru düzgün. Mekanlar, karakterler hiçbiri yerine oturmadı. Benden diye azmettim, okudukça yerleşir dedim ama yerleşmedi, bir yerden sonra boşverdim.
Dediğim gibi ilk bölümleri geçmek çok zordu. Hikayeye, karakterlere bir türlü ısınamadım. Bir bağ kuramadım. Yine de zorladım kendimi, okumaya devam ettim. Ve beklediğim oldu. Aralardaki geçmişe dönüş bölümlerinde içime bir şeyler dokunmaya başladı. Sonunda Jean Tannen ile tanışınca da tamamen bağlandım hikayeye (evet benim burada en sevdiğim karakter o). Bu aşamadan itibaren çok keyif alarak okumaya başladım. Soygunlar, planlar, Gri Kral kim meselesi gibi konular su gibi ilerledi. Ama sonra bir noktada, hemen hemen Gri Kral olayı aydınlanmaya başladığında kitap da sıkmaya başladı. Yani bir şeyler koptu, ilgim azaldı, okumak keyifsizleşmeye başladı. Kitabın artık son 200 sayfası kadarlık yerde okumak böyle eti form yemek gibi oldu. Bakın kitap toplamda 580 sayfalık bir tuğla. Büyük boy 580 sayfa diyorum, öyle normal boyut da değil.
Şimdi bu adamlardan hangisi Scott Lynch?
Bir insan yıllar içinde bu kadar değişikliğe gidebilir mi?
Bu yüzden Scott Lynch'in sorunu ne diye düşünüyorum ama adlandıramıyorum. Tamamen yepyeni bir dünya kurmuş gibi görünüyor ama bu dünyada kendi dünyamızdan yansımalar bulabiliyoruz, bu anlamda aslında tam da sıfırdan bir yeni dünya gibi de değil. Bu dünyayı bize anlatmaya çalışması da fena değil, bir tarih oluşturmaya çalışıyor, geleneklerini, fiziki yapısını, mitolojisini anlatıyor. Ama burada hakikaten eksik bir şeyler var, bir türlü haritayı kafamızda çizemiyoruz. Kim nereye koşturdu, kim nereden dolaştı havada kalıyor. Karakter yaratımında sorun yok, gayet başarılı. Her birine olması gerektiği gibi belirli açılardan bağlanabiliyoruz, severek de nefret ederek de. Hikayenin ilerleyişi de çoğu zaman mükemmel. Çoğu yer klik klik birbirine oturuyor. Düzinelerce altı çizilesi, baş ucu yapılası cümle sarfediyor karakterlerimiz. Yeri geliyor gülmekten sandalyeden kayıyorsunuz, yeri geliyor ulan bu nasıl oldu vaaay diye şaşkınlıkla sayfaların ötesinden karakterlere bakıyorsunuz. Ama işte, hikayenin yükselmesi gibi alçalması da çok. Sonlara doğru hikayede bir şeyler oluyor, Lynch'in hikayeyi kurmasından mı anlatımından mı tam adlandıramıyorum işte.
Kitabın seveni çok bu arada. Sevenler holigan seviyesinde sevmiş ama beğenmeyenler de hiç beğenmemiş. Böyle bir kitap bu anlayacağınız. Benim duygularımsa karışık. Çok sevdiğim karakterlerle tanıştım. Ortaları boyunca kitabın, çok zevkli bir hikaye okudum. Kendini çok da ciddiye almayan ama bu nedenle daha da sevimli olan bir hikayeydi bu. Ama genelinde baktığımda 1 ay boyunca elimde sürünen bir kitap vardı önümde. Oysa bu kadar kalın bir kitabı öyle bir ay süründürmeye alışık değilim ben. Kalın kitaplar hep çok sürükleyici olur. Ama dedim ya bu kitapta başlarda okuyamadım, ortalarda coştum, sonlara doğru yine emeklemeye döndüm. "Gentlemean Bastards" isimli bir serinin ilk kitabıydı bu kitap. Toplamda yayınlanmış 14 kitap var gibi görünüyor seriye dair. Ama Random House'un sitesinde tam anlamıyla yayınlanmış 5 kitap var. 
Ben İthaki'nin Mart 2018 tarihli 4.baskısını, Cihan Karamancı çevirisiyle okudum. Kitabı temmuzun başında Kitap Yurdu'ndan sipariş etmiş, almıştım. O zaman 17,5 lira vermişim, şimdi aynı yerde 22,7 lira görünüyor. Hatta liste fiyatı 35 lira görünüyor. Vah halimize, halimize. Neyse ki İthaki'nin kitapları çok kaliteli oluyor da insanın yüreğine azıcık su serpiliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...