14 Ekim 2019 Pazartesi

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 1 - Ön Hazırlık

Tamam anlatmaya başlıyorum. Geçen seneden beri düşünüp, üzerinde tartışıp, en sonunda şubat ayında planlamasını yaptığımız hemen hemen 10 günlük geziyi anlatıyorum şimdi size.
Bir arkadaşımla beraber eylülün 17-27'si arasında Barselona-Paris-Amsterdam yaptık. En sonunda olanları bir önceki yazıda anlattım. O yüzden en başa dönüyorum. Aslında aklımda bu seneki tatilim için çok daha farklı düşünceler vardı ama bir baktım böyle bir şeye dönüşmüş. Arkadaşım F'ye yeni işime başlamamdan önce, işsizlik günlerimde söz vermiştim. İşe başlayınca şöyle güzel bir yurtdışı tatili yapacaktık. O yüzden ikimiz de acayip bir açlıkla resmen haritaya saldırdık. Kendimizi tutamadık ve bir bakmışız 10 günde 3 ayrı şehir görmek üzere plan yapmaya başlamışız.
Esasında plana şöyle başladık. İkimiz de Avrupa'nın bazı kesimlerini görmüştük ama özellikle en popüler-bilindik yerlerini görmemiştik. İlk olarak Ankara/İstanbul'dan en ucuz nereye ve hangi tarihlerde uçabileceğimize bakmakla işe başladım. Ve geri dönüş için de tabiki bir kalkış noktası baktım. Bir dolu tarih ve güzergah listesi çıkardıktan sonra en sonunda güzergahımız dediğim tarihlerde önce İstanbul'dan Barselona'ya uçmakla başlar hale geldi.Barselona'da 4 günün ardından trenle Paris'e, Paris'te 4 günün ardından yine trenle Amsterdam'a gidecektik. Amsterdam'da bir buçuk gün kadar geçirdikten sonra da uçakla geri dönecektik. En makul fiyat-değer dengesi böyle görünüyordu.
İlk olarak gidiş ve dönüş biletlerimizi aldık. Gitmeye karar vermek için ilk yapmak gereken bu sanırım. İstanbul Sabiha Gökçen'den Barselona El Prat Havalimanı'na uçak bileti Pegasus'ta 377 liraydı kişi başı. Eylüldeki bileti şubatta alınca fiyat bu yani. Dönüşü Amsterdam'dan ben kendime Ankara'ya aldım İstanbul aktarmalı. O da yine Pegasus'la 575 liraya mal oldu. Ankara'dan direkt gidiş bileti pahalıya geliyordu. Dönüşü iyiydi de. Bu yüzden haftasonundan otobüsle Gemlik'e gidecektim -  arkadaşım orada yaşıyor -, Gemlik'ten otogardan direkt Sabiha Gökçen'e giden otobüsle gidecektik. Bu otobüs biletlerinin fiyatı 45 lira (İstanbul Konfor diye bir firma). Ankara'dan Gemlik'e ise Pamukkale ile 84 liraya gittim. Tabi oraya gelmeden önce uçak biletlerini aldığımız noktaya geri dönelim. Biletleri aldıktan sonra aralardaki tren biletlerini almak gerekiyordu ama bunun için web siteleri en erken haziran ayında satış yapılabileceğini söyleyince bunu sonraya bırakmış olduk. Bir diğer adım da kalacak yerleri ayarlamaktı. Bu işi booking.com'dan yaptım. Her üç şehir için de olabildiğince merkezi ama makul fiyatlı yerler bakmaya çalıştım. Ama tabi bu ikisini aynı kareye sığdırmak için başka bir şeylerden taviz vermeniz gerekiyor. Oraya da geleceğim.
Uçak biletlerini aldık, kalacak yerleri ayarladık. Haziran geldiğinde de tren biletlerini aldık. Şimdi vize "mission"ına hazırdık. Avrupa'da saydığım bu üç şehre gidebilmek için Schengen vizesi almak gerekiyor. Bizim gibi henüz 3.dereceye falan gelememiş devlet memurları için tabi bu, pasaportumuz bordo. Yeşilinden varsa elinizde hiç derde gerek yok, biletleri alın, arkanıza yaslanın. Schengen için de ilk giriş yapacağınız ülkeye başvurmanız gerekiyor. Bu durumda biz İspanya'dan Schengen nasıl alınır sorusuna cevap aramakla işe başladık. İspanya için vize işlerini BLS International diye bir firma hallediyor. Asıl atanmış, resmi yer burası yani. İkamet ettiğiniz şehre göre de Ankara, Antalya, Gaziantep, İstanbul veya İzmir'den başvuru yapabiliyorsunuz (web sitesinden de detaylı inceleyebilirsiniz-->https://turkey.blsspainvisa.com/ ). Ankara'daki ofisi biraz kuytuda ama bulunuyor. Başvuru için tonlarca belge istiyorlar tabi, artık bu duruma alışmış olmalıyız. Belgelerin çoğunu e-devletten alabiliyorsunuz. Sadece iş yerine, amirlere, müdürlere falan imzalatma kaşeletme işleri zorluyor insanı. Ha bir de ingilizce dilekçe. Benim daire başkanım bunca yıllık ingilizce bilgimi yeterli bulmayıp, dilekçeyi tekrar tekrar yazdırdı da bana, o yüzden o da sıkıntı oldu benim için.  Dilekçe dediğim şey şu: Neden nereye ne kadar gideceksiniz, ne için gideceksiniz ve ne kadarlık Schengen istiyorsunuz sorularına cevap olarak meramınızı anlatıyorsunuz. Evet internette bir dolu örneği var ama hepsi evlere şenlik. Bu yüzden hiçbirine takılmadan oturun kendiniz yazın. Şu kadar süre bu amaçla Schengen bölgesine gideceğim, şu zaman geri döneceğim, bunun için uzun/kısa süreli şu tipte Schengen vizesi istiyorum diye yazın. Sağlık sigortası çok basit. Herhangi bir sigortacıya girip, seyaaa diye ağzınızı açtığınız anda anlıyorlar derdinizi, hemencecik çıkarıp veriyorlar evrakları. Ben iş yerinin yakınında sigorta cini olduğu için orada yaptırdım. Ak Sigorta'dan 55.22 lira tuttu. Ha bu arada pasaportumu yeni almıştım geçen sene, 10 yıllık pasaporta defter bedeli olarak 108 lira, pasaport harcı olarak da 656 lira ödemiştim. Banka hesaplarını falan da internet bankacılığından çıkartabiliyorsunuz, sonra da sadece şubeye gidip imzalatmak kalıyor. Bu şekilde tüm evrakları toplayıp, vize randevu günümde gittim ben bls'ye. Bazı evrakların süre kısıtlaması var, web sitesinde okursunuz zaten. Onun içinde randevuyu alırken öyle çok ileri bir tarihe falan almayın. Bir de başvurunun en erken ve en geç yapılabileceği tarihler var, onlara da dikkat ediyoruz.
BLS'nin Ankara ofisine gittiğimde bomboştu açıkçası. Benim dışımda bir kişi daha başvuru yapıyordu o kadar. Girişte güvenlik görevlisi (ya da polis - bilemem ben) elindeki listeden randevunuzu kontrol ediyor. Sonra içeri geçip, bankodaki görevliye belgeleri teslim ediyorsunuz. Gerekli kontrolleri yapıp, başvuruyu kabul ettikten sonra fotoğraf çekimine yönlendiriyor sizi. Ufak bir kısımda başka bir görevli fotoğrafınızı çekiyor ve ücretleri alıyor. Vize ücreti 68 dolar. BLS hizmet bedeli 18 dolar. Tüm adımların takibi için SMS gönderme ücreti olarak 5 lira ve kurye ücreti olarak da 40 lira alıyorlar. Bunları nakit ödemeniz gerekiyor. Ve sadece kağıt parayla unutmayın. Benim gibi çil çil 1 dolarları masaya koymaya çalışmayın (2015'te ABD'den dönerken cebimde kalan bozuklukları harcayacaktım güya). Benim tüm bunları yapıp ofisten çıkmam 10 dakikayı bulmadı açıkçası. İyi bir tarih seçmişim demek ki. Bir de Ankara ofisindeki tüm çalışanlar çok iyiydi, gayet yardımcı oldular (İzmir ofisindekiler için aynı şeyi söyleyemeyeğim, orası tam bir kaos.).
Vize başvurumun sonuçlanması iki haftayı bulmadı. Sadece şaşırdığım, başvurudan birkaç gün sonra bir görevli telefon edip, sorular sordu başvurumla ilgili. Daha önce ABD ve İtalya'ya vize başvurusu yaptığımda hiç karşılaşmadığım bir şeydi bu. Ama bir sorun teşkil etmedi benim için. Dediğim gibi iki hafta olmadan vize basılmış pasaportum elimdeydi.
abilerim ablalarım! şu elimde görmüş olduğunuz nadide kağıt parçası tam 50 lira!
Vizeyi de aldıktan sonra artık sadece gezi planı çıkarmak kalıyor geriye. Ben haftalarca kafayı yedim. Üç şehir oburluğu yaptığımız için görecek milyonlarca şey vardı. Hangi birini görecek, hangi birini deneyimleyecektik. Listeler listeleri kovaladı. Saat saat güzergah çıkardım. Bu noktada da şuna dikkat etmek gerekiyor. Özellikle önceden almanız gereken müze vb. biletleri var. Vize çıktıktan sonra yapılacak iş buydu bizim için. Hangi müzelere gitmek istediğimize karar verip, hangi gün hangi saatte bilet alacağımızı kararlaştırdık. Barselona'da Sagrada Familia için bilet aldık internetten. Paris'te Louvre ve Versailles için. Amsterdam'da ise Anne Frank Evi için. Bu biletleri de aldıktan sonra uçuş gününe kadar planımızı oluşturduk ve havalimanında son bir adım kaldı: Yurtdışı Çıkış Harç Pulu almak! Ne muhteşem bir fikir! Kendisi 50 liralık bir sanat eseri. Havalimanında dış hatlarda sadece nakit parayla satın alıyorsunuz ve güvenlikten geçerken de bir köşesini koparıyorlar.
Bu aşamada şimdilik yazıyı bitiriyorum. Ama tüm bu plan program belge melge işleriyle ilgili tavsiyelerimi söylemeden de geçemeyeceğim. Tüm bu belgelerin fotokopilerini alın. Pasaportunuzun da. Ayrıca o biletlerin (uçak, tren, müze) de çıktılarını alın. Otel rezervasyonlarının da çıktılarını alın. Hepsi yanınızda bir dosyada dursun, her yere sizinle gitsin. Artık hepsi mail atıyor, karekod barkod falan yolluyor telefonunuza, tamam onlar da telefonda olsun ama kağıdın güveni başka hiçbir icatta yok.
Ha son bir şey daha. Telefonumu ben yurtdışında kullanıma açık olduğu için kullandım tüm gezi boyunca. Vodafone'un Redliler için pasaport tarifeleri var, o devreye giriyor (https://www.vodafone.com.tr/VodafoneRoaming/Yurtdisi-Rehberi-Sonuc.php). Normalde kullandığınız tarifeyi kullanıyorsunuz, sadece gün başına 30 lira yazıyor. Aynısı Turkcell'de de mevcut, Moldova'ya gittiğimde Turkcell'di hattım onu da kullanmıştım o şekilde. Yalnız ülkeleri ayırmışlar. Avrupa'nın büyük çoğunluğunda 30 lira yazıyor, daha dışında veya bilinmedik ülkelerde 40 lira gibi. 10 gün gibi bir sürede 3 ülke değiştireceğim için bana kendi hattımı kullanmak mantıklı gelmişti. Yoksa tek bir ülkeye gidip iki hafta geçirecekseniz mesela havalimanında o ülkenin ucuz bir hattını alabilirsiniz. Ya da birçok yerde wi-fi var, idare ederim diyebilirsiniz. Benim için sözkonusu değil açıkçası wi-fi avlamak, çünkü günde en az iki kere sağlığımı sıhhatimi haber vermem gereken panik atak bir annem var. Telefonum her daim açık ve ulaşılabilir olmalı, o yüzden ben açıyorum. Ama dediğim gibi özellikle böyle popüler ve bilindik şehirlerde hemen hemen her kafede, müzede, hatta mağazada falan ücretsiz wi-fi var. Çoğu işinizi halledebilirsiniz.
O halde maceranın gerisi için sonraki yazıda görüşürüz.

1 Ekim 2019 Salı

stupidità

İsterdim ki vuhuu çok mutlu geçirdiğim bir tatilden döndüm diye tatil dönüşü yazısı yazabileyim şu an buraya ama tabiki söz konusu bensem ve benim hayatımsa, hiçbir şey hiçbir şekilde ne planlandığı gibi, ne hayal edildiği gibi, ne de umulduğu gibi gider. Mutlaka ama mutlaka salakça ve kötü bir şeyler olur ve ben hep sonunda halihazırda bulunduğum mutsuzluk durumundan daha da derinde bir mutsuzluk durumuna düşmüş olurum. Hep artık bundan daha kötü olamam dediğim noktada daha kötüsü oluyor. Hep artık daha mutsuz olamam, daha derin bir mutsuzluk kuyusu yok dediğim noktada daha da mutsuz olacak bir şey oluyor.
7 aydır planladığım iki haftalık yurtdışı tatili ile ilgili hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı. Barcelona hiç beklediğim gibi değildi, kaldığımız yer dayanılacak gibi değildi. Paris'te doğru düzgün dolaşamadım bile, sokaklarını göremedim, hava buz gibiydi, yağmur fırtına. Amsterdam'da yağmur bir saniye durmadı, titremekten kafamı bile kaldırıp bakamadım. Sokaklarda derbeder oldum. Ama tüm bunlar bile yine de o kadar yıldıramamıştı hayallerle dolu kafamı.
En sonunda, son gece, havalimanına giderken, ulan dedim yıldım bıktım hiçbir şey yolunda gitmedi ama yine de bu şehirleri gördüm, çocukluğumda hayalini kurduğum birkaç bir şeyi yapabildim falan filan. Yine de iyi oldu be, diyordum ki tüm hayatım boyunca üstümde taşıdığım o salaklık kendini gösterdi. Trende sırt çantamı bırakıp, çıktım. Sonra tren gitti. Koşturdum ama gitti. Sonra çanta bulunamadı.
Çantanın içinde pasaportum, cüzdanım, her şeyim vardı. Cüzdanımın içinde kimlik, ehliyet, askeri kimlik, iş yeri kimliği, banka kartım, babamın ek kartı, biyometrik vesikalık ne kadar resmim varsa hepsi...Ayrıca evin anahtarları, iş yerinin anahtarları, flash belleklerim...Tüm hayatımı tuttuğum defter. Her şeyi unuttuğum için, her birşeyi not ettiğim defter. Tüm hesaplarıma ait tüm şifrelerimin olduğu defter. Kim olduğuma dair her şeyi, bir anda kaybettim. Kendi elimle. Kendi salaklığımla.
Tabiki o gece uçağa binemedim. Tek tesellim en son tren bileti alırken kullandığım için kredi kartımı cebime atmış olmam. Kredi kartım ve telefonum cebimde olduğu için en azından konsolosluğu, bankaları falan arayabildim, bir şeyler alabildim.
Sonunda bir şekilde dönebildim. Ama ne kadar kötüyüm anlatabilmeme imkan yok. Kimlikler için falan işlemlere başladım ama bu sırada tüm diğer o kaybolan kimliklerimle, pasaportumla falan 72 milletten herhangi bir insan herhangi bir şey yapmış olabilir. O örgüte bu örgüte, o suça bu suça ortak olmuş olabilirim. Adıma şirket falan kurup, her birşeyi yapmış olabilirler. O gece Amsterdam'daki havalimanındaki polis rapor tutmadı çünkü. Kimliğime dair hiçbir şey olmadığı için elimde böyle bir rapor hazırlayamayız dediler. Ertesi sabah konsoloslukta bir dilekçe yazıp, kaybettiğimi belirttim ama o dilekçenin de ne kadar yasal bir etkisi var bilmiyorum. Yeni kimlik için daha bugün başvurabildim. Pasaportum ve ehliyetim hala geçerli yani. Emniyeti arayıp sordum ama bir şey yapmanıza gerek yok falan dediler. Polisler de öyle dediyse, dedim artık ne yapabilirim. Gazeteye ilan versem mi dedim yok dedi polis. Bilmiyorum ya. Günün birinde interpol falan kapıma dayanırsa yapacak bir şey yok. Benim salaklığım.

8 Eylül 2019 Pazar

Woman Walks Ahead (2017)

1890 yılında önce New York'tayız. Catherine Weldon bir 19.yy. kadını olarak hayatında ilk defa kendini özgür hissediyor. Bir kadın olarak mülkiyeti hep başkalarının elinde olmuş, önce babasında, evlendirildikten sonra da kocasında. O yüzden kocası vefat edince artık özgürdür. İlk defa hayallerinin peşinden gitmeyi düşünüyor, daha önce senatörlerin bile portrelerini yapmış olmasına rağmen bir türlü tam zamanlı bir ressam olamamasının acısını çıkarmak üzere vahşi batıya doğru yola düşüyor. Ünü amerika kıtasını bile aşmış olan kızılderili şefi Oturan Boğa'nın resmini yapmak için kendini maceranın kollarına atıyor.
Hepimiz Oturan Boğa'nın adını bir şekilde biliyoruz değil mi? Çocukluğumuzdan beri aklımıza yerleşen o vahşi batı filmlerindeki karikatürize edilmiş kızılderili simgesinin temsil ettiği her şeyi birleştirebileceğimiz bir figürdü hep. Oysa büyümeye başlamamızla gerçekte olan şeyleri anlamaya başladık. Her şey o filmlerde anlatılanlar gibi değildi. 
Ve bu filmin hikayesi de aslında gerçekten yaşanmış, gerçek insanların yaşadıkları şeyleri anlatıyor. Belki tam olarak filmin anlattığı gibi değil yaşananlar veya insanlar ama film yine de o döneme, kendilerine amerikalı diyen bir topluluğun işgal ettiği kıtadaki insanlara avlanacak hayvan sürüsüymüş gibi davranmış olmasına dair fikir edinebilmemizi sağlıyor (https://time.com/5325716/woman-walks-ahead-true-story-fact-fiction/).
Gerçek Oturan Boğa
Bu da gerçek Catherine Weldon
Bizim Oturan Boğa olarak bildiğimiz kızılderili şefinin kendi dilinde ismi Tatanka Iyotake. 1831 civarında bugünkü Güney Dakota eyaletinde doğmuş. Bir Lakota yerlisi. Hayatı tam da Amerika'ya yerleşen göçmenlerin habire yerlilerin topraklarını çaldığı, gasp ettiği ve her buldukları fırsatta da yerlileri öldürdüğü, buna karşılık da bir kızılderili direnişinin ortaya çıktığı döneme denk geliyor. Tüm yaşam biçimlerine kasteden bu açgözlü insanlara karşı artık kızılderililer toplanmaya başlıyor ve bizim boğa da tüm karizmatik kişiliğiyle kızılderili tarihinde ilk defa Sioux kabilelerini bir araya toplayan ilk şef oluyor.
Film tam da bu direnişin alevlendiği yılda, Catherine Weldon'ın Oturan Boğa'nın resmini yapmak üzere kızılderililerin arasında yaşamaya gitmesini anlatıyor (https://www.imdb.com/title/tt5436228/). Amerika halkı arasında da artık biz bu kızılderililere ne yapıyoruz denmeye başlanmış. Birçok insan tüm bu toprak gasplarına falan karşı çıkıyorken, yıllardır kızılderililerle ölüm kalım mücadelesine girişmiş çok acı şeyler görüp yaşamış olanlarsa onlardan kurtulma çabasına devam etmeye çalışıyor.
Film kızılderililerle ilgili bu şekilde gerçekçi bir bakış açısı sunmasının yanında bir kadına dair de güzel şeyler anlatıyor. Catherine'in topluma uymak, içindeki kişiliğini bastırmak zorunda olmasının, kendini hep bir adamın himayesinde hissettirilmesinin ne demek olduğunu anlayabiliyoruz biz de. Hissedebiliyoruz. Onunla birlikte özgürlüğe doğru yola çıkıyoruz. Ama yine onunla birlikte özgür olmanın, özgür olabilmek için cesur olmanın ne demek olduğunu da anlıyoruz.
Catherine Weldon gibi bir karakter için Jessica Chastain gibi bir kadın da süper olmuş. Hem kırılgan, hem kendini zorlayan, hem de sağlam durabiliyor. Ama sanırım en büyük işi Oturan Boğa'yı karşımıza ilk defa böyle çıkaran Michael Greyeyes yapmış. O güçlü kişiliği de görebiliyoruz, yaşananların omuzlarına yükledikleriyle beraber o pes etmişliğini de. Çaresizliği yenilmiş gibi değil de doğal akışındaymış gibi kabul edişini izliyoruz.
Hikayesi de tertemiz ilerliyor filmin. Görüntülerle birlikte her şey hem acı verici oluyor hem de çok güzel. İyi anlatılmış, iyi bir film gösteriyor bize. Ara ara takıldığı noktalar, teklediği yerler oluyor tabi ama iyi niyetle yapılmış düzgün bir hikaye dinliyoruz en nihayetinde.

Bu arada filmin ismi "Woman Walks Ahead", önden yürüyen kadın demek. Catherine'e yerlilerin verdiği isim bu, filmde.

3 Eylül 2019 Salı

Mary Queen of Scots (2018)

Tarihi filmler izlemeye bayıldığımı, daha doğrusu içinde "tarih" olan her şeye bayıldığımı artık biliyorsunuz. Ama yine de bu filmin yapıldığı haberi geldiğinde pek de o kadar heveslenmemiştim. Çünkü artık bahtsız İskoçya kraliçesi Mary'nin hikayesinden öylesine gına geldi ki...Evet bazı hikayeler var, bin kere de yorumlansalar, bin kere de izleseniz hep ayrı bir keyif verir, her defasında değişik bir şeyler yapılabilir. Ama Mary'nin hikayesi artık öyle gelmiyor.İster onu odağına alsın anlatılan hikaye ister muhteşem(!) kraliçe Elizabeth'in hikayesinde bir figür olarak gösterilsin, yine de artık bana yetti gibi geliyor.
Bilemiyorum belki de sıkıcı bir film izlediğim içindir daha az önce. 2018 tarihli Mary Queen of Scots filmini demin bitirdim izlemeyi ve giden zamanıma acıyorum (https://www.imdb.com/title/tt2328900/). Hiçbir şey hissettirmedi film, belki düşündürdü çoğu yerde ama onlar da çok ipe sapa gelir düşündürmeler değildi. Bu hikayeyi artık hepimiz ezberledik ama hadi bakalım bir de son dönemin popüler furyası objektifinde ele alalım tam bunluk bir malzeme demişler. İskoçya kraliçesi Mary ile İngiltere kraliçesi Elizabeth'in hikayesini bir erkek dünyasında ayakta kalmaya çalışan iki güçlü kadının hikayesi olarak gösterelim bu sefer de demişler. Tamam mantıklı, bir de bu açıdan yaklaşabiliriz bu hikayeye. Aslında John Guy adındaki bir tarih profesörünün kitabından yola çıkmışlar (http://www.johnguy.co.uk/biography-john-guy.php). Kadın merkezli yaklaşım o kitaptan mı bilmiyorum tabi, ama iki kraliçenin yüz yüze görüşmüş olması fikri oradanmış.
Mary, efenim İskoçların kraliçesi
Ben böyle direkt anlatmaya giriştim ama biliyorsunuz az buçuk neyden bahsettiğimi diye. Hani Mary kim, Elizabeth kim, 1500lerin ortasında Britanya adasında durum ne bu şeyleri bildiğinizi varsayarak konuşuyorum. Hani bir şekilde bir filme, diziye denk gelmişsinizdir yahu. Elimizi sallasak o döneme dair yaptıkları bir şeye çarpıyor zaten. Elizabeth 1558'den 1603'e kadar İngiltere kraliçesi. Şu 7 kocalı hürmüz gibi olan VIII.Henry'nin kızı (hani Tudors'taki). İngiltere'nin altın çağının sebebi. Osmanlı'da tahtta Kanuni varken yani başlıyor dönemi, II.Selim, III.Murat ve III.Mehmet'in hükümranlıkları boyunca kadın tahtta, azme bakın. Mary ise bu Elizabeth'in halasının torunu. Bu şekilde bir akrabalar ayrıca. Neyse Mary de doğduğu andan itibaren aslında İskoçya kraliçesi, çünkü ortada başka varis yok. 1542'den 1567'ye kadar bu ünvana sahip. Yani Osmanlı'da Kanuni ve II.Selim dönemleri. Sonra işte olaylar olaylar, 1587'de Elizabeth, Mary'nin kafasını vurdurtuyor vay bana komplo edenlerle iş birliğine giriştin diye. Bu da Britanya'nın en çok anlatılan hikayelerinden birine dönüşüveriyor. Çünkü o vakte kadar ayrı olan iki krallık bu Mary'nin çocuğuna kaldığı için birleşmiş oluyor.
Film bu hikayeye bir güç savaşından çok iki kadının ayrı ayrı ama birbirlerine göz atarak ayakta kalma çabası olarak yaklaşıyor. Birbirlerine düşman değiller de aslında etraflarında onları kapana kıstırmış erkek dünyasının içinde yollarını bulmaya, birer kadın monark olarak hem yönetmeye hem de yönetilmemeye çalışıyorlar diyor. Ruh olarak çok da farklı iki insan olmasalar da fiziki özelliklerinden ve yetiştikleri ortamlardan ötürü iki farklı şekil almış olduklarını görüyoruz.
45 yıl bu adamların arasında hüküm süren  Elizabeth
Görünüşleri, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yollarını çizerken hem en büyük anahtarları hem de en büyük engelleri oluyor.
Yine de film pek bir şey başaramamış durumda. Hikaye sizi sürükleyecekmiş gibi duruyor ama sürüklenmiyorsunuz, merak etmiyorsunuz. Çoğu yerde hop hop hop şeklinde atlamalar var, fark ediliyor. Ben hikayeden çok Saoirse Ronan'ın tüm film boyunca kulağında duran ve illa da göstermeye çalışıp durdukları 21.yy. rock dinleyen ergen küpesine takılıp durdum. Bir de vay be Margot Robbie'yi nasıl da çirkinleştirebilmişler, demek ki işte görünüş nasıl değiştiriyor insanı diye onun suratına dalarken buldum kendimi.
Film tam 2 saat sürüyor. Hikayesi dediğim gibi. Görüntülerine takılıp duruyor aklınız. Müzikleri desem, öyle akılda kalıcı, olmuş diyebileceğimiz bir yanı yok. Oyunculuklar deseniz, böyle bir tarihi-dramada olması gereken gibi. Ama o kadar da dikkat çekmiyor. Kostümlerin, mekanların göz alıcı bir bir farklılığı da yok. Yani 2 saatlik bir boşluk bu film. Bir fikrin peşinde kaynakları seferber etmişler o kadar.

2 Eylül 2019 Pazartesi

“Autumn seemed to arrive suddenly that year. The morning of the first September was crisp and golden as an apple.”

Eylül gelmiş. Yaz bitiyor. Eskiden mevsimlerin doğuşunu, yavaş yavaş bitişini, ayın evrelerini, yağmurun yağışını, böyle şeyleri işte takip ederdim. Takip etmek doğru tabir mi oldu emin değilim, "farkında olurdum" olmalı bence doğrusu. Yaşadığımın farkında olurdum. Zamanın geçtiğinin. Bakardım, düşünürdüm. Üstüne bir şeyler okurdum. Gökyüzüne bakardım. Farkında olmaya çalışırdım.
Dün gece birden bire bakıp da eylülün birinin bile bittiğini görünce ne kadar zamandır farkında olmadığımı düşündüm. Ne kadar zamandır böyleyim acaba dedim. İpin ucunu kaçırmışım gibi. Nerede olduğumu bile bilmiyorum. Ne yapıyorum bilmiyorum. Yazmıyorum. Zaten sanırım kimse de yazmıyor. Buralar böyle görünüyor artık. Herkes instagrama gitti herhalde. Uzun uzun bir şeyler yazmak, düşünerek yazmak, okumak, birinin yazdığı cümleleri okumak hepimize zor geliyor gibi. Burası o kadar renkli de değil. Değil mi? Parıltılı değil, çabuk tepkimeye girmiyor. Her şeyin bir ömrü var gibi.
Ne diyordum? Her şey geçip duruyor ve ben koşturuyorum sanki. Artık mevsimleri göremiyorum, ayların değişmesini yakalayamıyorum. Rüya görmüyorum. Bomboş. Düşünmüyorum. Eskiden en çok yemek yerken hayal kurardım. Mutfak masasında hayallere dalardım. Birçok hikayeyi orada yaşardım. Şimdi bir şeyler yerken mutlaka bir şeyler izliyorum. Hatta bir şey izleyeceksem mutlaka yiyecek içecek bir şeyler almam gerekiyormuş gibi geliyor önüme. Yatarken de bir şeyler izliyorum. Öyle televizyonun karşısında uyuyakalmaktan bahsetmiyorum. Yatmaya karar veriyorum, uykum geliyor, öyleyse diş fırçalamak gibi, pijama giymek gibi, bir bölüm dizi açıyorum. Çünkü bir şey izlemeden yatarsam o yatağa, karanlıkta boş tavana bakarken kafamın bomboşluğunun içinde öylece kalakalmaktan korkuyorum. Evin sessiz olması, etraftan çıt çıkmaması çoğu insana korkutucu gelebilir, bana gelmiyor, ona alışalı çok oldu. Ama o sessizlikte kafamda da hiç ses olmaması korkutuyor beni. Boş. Bomboş. Hiçbir şey düşünmüyorum. Korkutucu olan bu.
Kendiliğinden oldu bu durum sanırım. Off anlatacak bir sürü şey var hem. Ama anlatmıyorum. Kafamın içinde sesler olmadığı için bir şeyler de anlatamıyorum herhalde. Tam iki hafta sonra son 7 aydır planladığım Barcelona-Paris-Amsterdam gezisine gideceğim. Bu iki hafta iş yerindeki odamda tek olacağım (yay!). Ekim'de nihayet lazer ameliyatı olabileceğim. Son 3 aydır öğle aralarında spora gidiyorum (spor dediğim şu a-b-c fitler var ya onlardan birinde hopla zıpla sporu). Yeni eve taşındığımdan beri eski evimden dolayı yapamadığımı söyleyip çemkirdiğim hiçbir şeyi yapmaya yeltenmedim mesela. Böyle böyle şeyler var. Aslında dünyanın zamanına sahipmişim gibi ama hiçbir şey yapmıyorum gibi. Keşke yapsam.
valla ben gördüğümden hiç böyle bir şey hatırlamıyorum ama yeniledilerse demek ki
ehem neyse, efenim bu Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Circus Maximus Tapınağı imiş.
Eylül ayı sembolizmde enerjiyi yeniden odaklamak anlamına geliyor. Romalılarımız eskiden eylülün 13'üne denk gelen zamanda Ludi Romani diye festival yaparlarmış. MÖ 366'da başlayan bu gelenekte ilk başlarda 12'si ile 16'sı arasında olurmuş festival. Atletizm oyunları, araba yarışları falan baya bir eğlenceli geçermiş. "Ludi" oyun demek oluyor. MÖ 204'ten itibarense 5'i ile 19'u arasına genişletmişler eğlenceyi. Festivalin ilk başta ortaya çıkışı ise çoook eski bir zaferin anısına kutlamalar yapmak amaçlı. Roma'nın ilk kurucuları olan 7 kral (9 muydu yoksa?) var. Bunlardan beşincisi olan Tarquinius Priscus'un Latinlere karşı kazanılan ilk zaferi, Apiolae zaferinin kutlaması olarak başlamış. Bu Tarquinius aynı zamanda Capitoline Tepesi ve Circus Maximus'u da kuran-belirleyen artık ne denirse o adam olduğu için festival alayı Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Optimus Maximus Tapınağı'nda başlıyormuş.
Yine aynı tarihlerde, Eylül'ün ortasında bir de böyle ziyafet günü gibi bir şeyleri var Romalı dostlarımızın. Şimdiki Şükran Günü tarzında, Minerva, Juno ve Jüpiter'e adaklar adayarak ziyafet çekiyorlar. Buna da Epulum Jovis deniyor. Tanrıların heykellerini de masaya koyuyorlar ve onlara yemekler sunuyorlar. Bir yandan da verdikleri her şey için bu tanrılara şükranlarını sunuyorlar. Ne kadar tanıdık geldi değil mi?
Bunun yanında yine aynı dostlarımız eylül ayının tanrısının, demircilik ve ateş tanrısı olan Vulcan olduğuna inandıklarından bu ay içinde yangınlar, volkanik patlamalar, depremler falan bekliyorlarmış. 
Anglo-Sakson kültüründe ise hasat mevsimi bu ay. Bundan da tam dizi ismi oluyor ha, Hasat Mevsimi, 9 eylül pazartesi başlıyor :) Britanya'da ise 29'u Michaelmas günü. Saint Michael the Archangel'ın günü (şimdi bunu size nasıl çevireyim, aziz maykıl mı diyeyim, melek maykıl mı diyeyim, acaba bizdeki mikail'e denk mi gelir bilemedim ki). Şeytanı cennetten kovarken bu aziz, şeytan böğürtlen çalılarına düşmüş. O yüzden de ayın 29'undan sonra böğürtlen yemek günah, lanetli, mazallah sonra.
Çin Ay Tanrıçası - Chang'e
Çin ve Vietnam'da kutlanan Zhong Qiu Jie var bir de bu ay. Onların ay takvimine göre hesaplanıyor, mid-autumn festivali oluyor. Bu sene mesela 13 eylül görünüyor. Ay takviminin 8.ayının 15.günü sonbahar hasadının bitişini simgeliyor. Ay festivali bir diğer adı. Dolunay en parlak günündeyken kutlanıyor çünkü. Çin mitolojisindeki ay tanrıçası Chang'e nin onuruna bu festival. Off aslında onun hikayesi de çok ilginç ama başları şişirmeyeyim şimdi. Geçen sene Huawei'den gelen ekip bu festivali için yapılan keklerden getirmişti, şahane bir şey, keşke her sene bu tarihte oralara gidebilsem.
Tüm bunlara bakarak aslında denebilir ki Eylül biraz da bir tür değerlendirme zamanı. Kış boyu uykusundan uyanıp hazırlandığı yazda insan neler başardı, neler yaptı, hangi noktaya geldi diye bakma zamanı. O kadar koşturduktan sonra durup da elimde ne var diye muhakeme etme zamanı. Kış karanlık örtüsünü bir kez daha örtmeden önce, tüm yaz boyu biriktirdiklerini biçme zamanı.
Haa bir de 22'si Hobbit Günü. Biliyoruz değil mi?
Aslında eylül ne güzel ay.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...