8 Ekim 2017 Pazar

Bram Stoker'ın Kayıp Günlüğü --> bir tuhaf kitap

Öyle bir adam düşünün ki uzun yıllar devlet memurluğu yapmış disiplinli bir baba ile çocuklarını toplumun en iyi yerlerine getirebilecek mesleklere kavuşturacak şekilde eğitip yetiştiren yönlendiren bir annenin 7 çocuğundan 3.sü olarak doğmuş ve babasının devlet dairesindeki görevine aynen devam ettiği tüm o yıllar boyunca bir yandan da içindeki gerçek kimliğini hiçbir türlü bırakmamış, ne yapmış etmiş o memurluğu, katipliği, başka her yapıyorsa onu uygun bir noktada bırakıp, sevdiği işi yapmaya gönül rahatlığıyla gidebilmiş. Zayıf, çelimsiz çocukluğuna inat gençliğinde en başarılı sporculardan olmuş ama bir yandan da kafasını çalıştırmayı, sanatını yapmayı ihmal etmemiş. Bir adam düşünün ki takıntıya varan derecede titizce kayıtlar tutan renksiz bir memur görüntüsünün altından bizim bildiğimiz şekliyle dünyaya "vampir" olayını vermiş olsun. Öyle bir adam ki, hem alabildiğine "normal" olarak etrafındaki dünyanın dayattığı her bir şeyi gayet olağan bir şekilde ve istekle, güzellikle yerine getirsin; hem de alabildiğine "anormal" olarak acayip bir edebiyat eserini, "Dracula"yı yaratsın.
Bram Stoker böyle bir adam olduğundan ötürü - ya da bana öyle bir adam gibi hissettirdiğinden ötürü - Dracula'yı okumadan çok önceleri bile ilginçti. Tüm "bu dünyaya" bir türlü ait olamayan, uyum sağlayamayan, debelenip duran "benim gibiler" için ilginç bir örnekti. Her türlü uyum sağlamıştı. Kendini hiç yormadan, üzmeden, debelenmeden her iki dünyaya da her iki kişiliğiyle de - ya da belki tek kişiliğiyle - kolayca uyum sağlamış, yaşamış, başarılı da olmuştu. Hem Dublin Kulesi'nde kamu hizmetini, daha sonra Sulh Mahkemeleri Müfettişliği'ni devam ettirmiş; hem de bir yandan okulundaki çeşitli kulüplerde görev almış, gazete için tiyatro eleştirileri yazmış ve tiyatroyla ilgilenmeye devam etmiş. Evlenmiş, çocukları olmuş, ev değiştirmiş, yerleşmiş, seyahat etmiş, tiyatro kurmuş, tiyatro turuna çıkmış. Ve yazmış, hep yazmış.
Bram Stoker'ın dünya üstündeki tek resmi bu herhalde,
 sağa sola döndürüp habire bunu koymuşlar her yere
İşte tüm bunlar birleşince, rafta kitabı görünce çıldırdım tabi. Vay be, sonunda nihayet o dışarıdan çok acısız, pürüzsüz görünen örneğin aklına girebileceğim dedim. Anlayabileceğim, nasıl yapılabiliyormuş. Ben, biz, bu kadar debelenir, boğulur, bata çıka ilerlemeye çalışırken o nasıl yapmış bir nebze anlayabileceğim, dedim. Ben geç gördüm ama 2012'de çıkarmışlar bu çalışmayı ortaya, Bram'in 100.ölüm yıldönümüne denk getirerek. İthaki de 2014'te yapmış ilk baskıyı. Bu kitapla birlikte bir dizi başlatmışlar Kalem ve Yaşam diye. Yazarların günlükleri, anıları, mektupları gibi şeyleri barındırmasını amaçladıkları dizide başka hangi kitapları bastılar, pek de bulamadım açıkçası. İthaki'nin kendi sitesinde böyle bir alt kategori yok. Hatta bu elimdeki kitabı bile bulamadım sitede. Google'da aratınca da ilk çıktığında çıkan, başka bloglardaki ve haber sitelerindeki haberlerine dair şeyler çıkıyor. Artık basmıyorlar mı, vaz mı geçtiler, hiç mi satılmadı, bilemedim.
Ki bu konu da beni asıl söyleyeceklerime getiriyor. Günlüğü derleyen toparlayan inceleyen, üstüne çalışan Elizabeth Miller ve Dacre Stoker'a teessüflerimi sunmak istiyorum. Neden bu kadar oynamış, kafalarına göre bölümlere ayırmış, Bram'in yazdıklarını o bölümlere sokuşturmaya çalışmış, ortaya saçma sapan bir şey çıkarmışlar anlamak mümkün değil. Açıklamalarına göre, bu şekilde yayınlamanın okuyucular için daha kolay ve iyi olacağını düşünmüşler. Ama - benim kanaatimce - günlüğü okunamaz, anlaşılamaz, bölük pörçük bir şeye çevirmişler.
kitaptan Stoker ailesine dair fotoğraflar.
ailenin gen havuzu güzel. acaba şimdiki torunlar nerede, hımm.
Ne yapmışlar peki? Toptan günlüğü yayınlamak yerine içindeki yazıları "içeriklerine" göre kategorilere ayırmışlar. Dokuz kategori bulmuşlar; mizah, arkadaşlar, yolculuk, tiyatro gibi. Her bir kategorinin başında önce birkaç sayfalık bir açıklama yazmışlar. Bram Stoker'ın hayatına, o kategorideki günlük girişlerine dair. Ki bunlar bu kitabın okunabilir, keyif veren tek kısımlarını oluşturuyor. Bu kısımlardan sonra günlükteki girişleri tek tek numaralandırarak sıralıyorlar. Ama böylesi bir durumda olay günlük olmaktan bütünüyle çıkıyor. Bir günlüğü neden, nasıl okursunuz? Nasıl bir şey beklersiniz bir yazarın günlüğünü elinize aldığınızda? Yazanın elinden çıktığı şekliyle okursanız ancak onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini, neden o yazıdan sonra o cümleyi yazdığını, hayatının bu noktadan o noktaya nasıl gittiğini anlayabilirsiniz. Bu şekliyle ruhsuz, cansız bir akademik çalışmaya dönmüş. Hayatının hangi aşaması onu yazdıklarını yazmaya itmiş, yazdıklarını ortaya çıkaran şeyler nelermiş,...birbirine girmiş durumda.
O yüzden çok büyük hayalkırıklığına uğradım. İnanılmaz büyük bir coşkuyla açtığım kitabı okumak istemedim, bayadır elimde sürünüyordu ki ancak dün tiyatroya girmeyi beklerken boşluktan bitirebildim. Çoğu yerde ne okuduğumu anlayamadım tüm kitap boyunca, aklım dağıldı gitti, her cümlesi anlamsızlaştı.
O yüzden çok kırgınım kitaba. Öneremiyorum da. Oysa neler ümit etmiştim. Neler öğrenecektim, şu dipsiz mutsuzluğuma, umutsuzluğuma bir nebze de olsa işe yarar bir şeyler görecektim.

[Kitabı ben D&R'daki ucuzluk raflarından 9,90'a almıştım gördüğünüz gibi. Hala var mıdır bilemiyorum ama nette dr'nin sitesinde tükenmiş görünüyor. Bu yüzden netteki en ucuz fiyat Pandora'da 18 tl.]

7 Ekim 2017 Cumartesi

tiyatro sezonunu açalım mı?-->öfkeli bir gençten padişahların atası yaratmaya: Osmancık

Ve sezon başladı başlayalı ilk oyunuma bugün gittim. Nasıl özlemişim tiyatroyu, salonun dışında önceden gelip, oturup diğer izleyicilerle birlikte oyunu beklemeyi, o koltukların loşluğunu, oturup izlemeyi,...Hakikaten özlemişim. Hep derim, ben daha çok sinema insanıyım, gözümü açtım filmler vardı karşımda, büyürken bana hep onlar eşlik etti diye. Ama tiyatronun apayrı bir büyüsü bir varmış, bugün özlediğimi fark ettiğimde şaşırtan beni. Biletlerimi aldığım web sitesindeki (biletiva) geçmiş biletlerimi görünce de neden bu kadar özlediğimi anladım. Ben en son taa 2016'nın şubatında oyun görmüşüm, Macbeth'miş en son izlediğim oyun.
Bu seneki programda öyle Macbethler Cyrano de Bergeraclar gibi beni aşırı heyecanlandıran bir oyun yok, gayet dürüstçe belirteceğim. Belki "Satranç" belki "Tolstoy ve Anna" ve hatta belki "Muhteşem Diva" ama yine de oyunlara gittikçe tanıyacağım neyi severmişim neye bayılırmışım. Bu arada daha ilk günlerden tükenen oyunların arasında kendime bugünkü "Osmancık" oyununda yer bulabildim ve sezonumun ilk oyunu da böylece Osmanlı'nın kuruluşuna dair değişik bir öykü oldu.
Değişik diyorum çünkü delikanlılığındaki bir Osman ile, "Osmancık" ile başlıyor oyun. Şimdiye kadar kitapların bize hiç bahsetmediği şekilde bir genç adam ile tanıştırıyor. Öfkeli, fevri, gezen eğlenen, muhabbet eden, dostlarıyla takılan bir genç adam. Sonra devreye giren Şeyh Edebali (vallahi ben böyle yazıyorum ama ders kitaplarında böyle geçerdi ben çocukken, artık siz ne diyorsanız adına) ile bu genç adamın Kayı boyunun başına geçişini, evlenmesini, çoluk çocuğa karışmasını, beyliği genişletmesini falan izliyoruz. Oyun bizi zaman atlamalarıyla Orhan Bey'in Bursa'yı alışına ve Osman Bey'in ölüşüne kadar getiriyor. Arada savaşlar, akınlar, düşen kaleleriyle Bizans tekfurları da görmüyor değiliz. Ama genelinde bol bol şeyhten dersler, öğütler şeklinde ilerliyor; aralara da boyun diğer ileri gelenlerinden yiğitlerden gaza getirmeler eşliğinde zaman geçiyor.
Bu noktada - başıma bir iş gelmeyecekse - demem gerek ki oyuna bütünüyle çok beğenemedim. Bu da nasıl bir cümle oldu şimdi demeyin, sevmedim işte olmamış bana ne sıkıldım gibi çocukça bir tepkiyi nasıl yaparım ederim de olgunlaştırıp, üsturuplu bir hale getiririm diye uğraşmamın sonucu bu. Tüm oyun içinde sadece birkaç sahnede yüzüm aydınlandı. Misal bir sahnede şeyh önünde rahle oturuyor, Osmancık da onunla konuşmaya gelmiş yine kızını istediğini için. Tepede inanılmaz güzellikte şamdanlar (ya da lambalar ben bilmem) salınıyor ve kenardan olağanüstü bir ney sesi kulaklarımızı dolduruyor. Bu en güzeliydi. Bir de en sonunda Osman Bey yatağında, herkes başucunda, yine müzik giriyor ve vokalin muhteşem sesiyle tüylerimiz diken diken oluyor. Tüm oyunda içime dokunan bir bu anlardı. Ha tabi bir de kalabalık bölümler, tüm sahneyi oyuncuların doldurduğu yaylak, pazar yeri gibi bölümler, halk oyunları ekibi güzeldi.
Ama en en en güzeli, iyi ki bu oyuna gitmişim dedirten tek şey, kesinlikle o sağ kenardaki 6 insan ve enstrümanlarıydı. Uzundur bu kadar güzel müzik işitti mi kulaklarım, böylesine su gibi dinledim mi bilmiyorum. Öylesine güzeldi ki...Oyunun çoğunda yalnızca bir an önce sahnedekiler sussa da müzisyenler çalsa diye beklediğimi fark ettim. Keşke tüm oyun boyunca çaldıkları kısımları tek tek kaydedip, çıkışta bir cd ile verseler dedim. Sırf size de dinletebilmek için iki kez oyun sırasında kaydetmeye çalıştım ama buraya yükleyemiyorum, ses dosyası yükle diye bir seçeneği yok ki blogger'ın, hayır bir de şimdi açıp saçma sapan bir site bulup oradan formatını video formatı yapıp sonra buraya video yükler gibi yükleyebilirim ama, neyse (herhalde yasak değildir, umarım inşallah, ama bir şey yapıyorum sayılmaz ki sadece derdimi anlatabilmek için kaydettim, bir de arada açıp açıp dinleyebilmek için).


Oyun 2 perde, 15 dakika ara ile birlikte hemen hemen 2 buçuk saat sürdü (http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-ankara-detay-osmancik.html). Tarık Buğra'nın kitabından Dinçer Sümer oyunlaştırmış (https://www.otuken.com.tr/tarik-bugra-osmancik). Görmek isterseniz Ankara DT bu sezon Cüneyt Gökçer Sahnesi'nde oynuyor olacak.

3 Ekim 2017 Salı

bir fotoğraf


Bu fotoğraf, bir gazete sayfası, yıllardır başucumda bir yerlerde durur. Bazen dosyamın arasında benimle birlikte oradan oraya dolaşır, bazen odamda, masamın üstünde bir kenardan bana bakar. İlk defa karşılaşmamıza dair somut şeyler hatırlayamasam da hissettiklerimi, hissettirdiklerini ona her bakışımda yeniden hatırlayabiliyorum. Zaten bu fotoğrafın bunca yıldır benimle olmasının sebebi de bu. O vazgeçemediğim duyguyu hissettirmeye devam ediyor. Çok özel bir fotoğraf değil, gösterdiği yer dünyanın en mükemmel yeri de değil. Hemen hemen hiç bir olağanüstü yanı yok bu fotoğrafın. Bir restaurantın kapısı, penceresi, ha tamam renklerin tonu güzel belki, çiçekler, sarmaşık, taş yapı. Tamam gayet estetik de duruyor olabilir. Ama benim için bunların hiçbir önemi yok, kalmıyor yani ona bakarken. Bu gazete sayfasını ilk gördüğüm günkü o duygu hepsinin önüne geçiyor. Burasının neresi olduğunun, nerede olduğunun, ne işe yaradığının hiçbir önemi yok benim için. 2009 yazıyor sayfanın bir köşesinde ama sanki onun çok daha öncesinde benimleymiş gibi geliyor. Çünkü bir şeylere dair, kendime dair, aslında hiç unutmamam gereken şeylere dair ne varsa, hepsini bu fotoğrafa yüklemişim. İlk gördüğümde de, her baktığımda da aslında uğraştığım onca şeyin, içinde kaybolduğum, debelenip durduğum onca şeyin hiçbir öneminin olmadığını; asıl önemli olanın ne olduğunu hatırlıyorum. Ben hep mutlu olmak istemişim. Sadece mutlu olmak. Bu yüzden o mutluluğu hissettiren şeylerin karşısında dikilip, bakıp durmuşum. Peşlerine düşmeye cesaretim olmasa bile bakıp durmuşum. Tüm o tarihe düşmeceler, tüm o indiana jones'luklar, at üstünde kılıç sallamacalıklar, ejderhalarla uçmalar,piramitlerde kaybolmalar, ufoların peşinden koşmalar...hepsi, her şey sadece beni heyecanlandıran, mutlu eden maceraların peşinde koşmakmış. "Macera" mutlu ediyormuş, maceranın heyecanı, bilinmezliği. Yepyeni bir yer, yepyeni şeyler keşfetmek. Bu fotoğrafı ilk gördüğümde hissettiğim de buydu sanırım. Yeni olasılıkların, yeni bir şeylerin keşfi duygusu. Sevimli, sempatik ama tamamen farklı bir dünyaya bakıyormuşum gibi. Orada, o noktada dikilmişim, önümdeki olasılıklara bakıyormuşum gibi. Gülümsüyormuşum gibi. Her zaman, en başından beri, yolumun hiçbir noktasında unutmamam şeyleri hatırlamam gerekiyormuş gibi; hep yanımda taşıyormuşum gibi. Ne olursa olsun devam etmem gerektiğini hatırlatıyor, bu yerlerin kapısına gitmekten, bunu umut etmekten hiç vazgeçmemem gerektiğini hatırlatıyor.
Ama artık çok zor oluyor. Devam edemiyorum, kötü cadı gelmiş büyüsünü üstüme salmış, öylece olduğum yerde donmuşum gibi. Tek bir parmağımı bile oynatamıyorum, hareket edemiyorum, sadece nefes alıyorum. Olduğum yerde, öylece. Artık o kadar zor ki.


[Fotoğraf, yıllar sonra nihayet araştırmaya karar verdiğimde bulduğum üzere Fransa'nın güneyinde, Nice'in kuzeydoğusunda hostel-restaurant falan. http://www.hostelleriejerome.com/ bu da web sitesi. Eğer bir önemi varsa.]

2 Ekim 2017 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2017

En başından beri burada olanlar hatırlar, eskiden (çook eskiden) ekim ayı Neverland için korku filmleri izleyerek camları döven yağmurun, şimşeklerin aydınlattığı karanlık gecelerin keyfinin çıkarıldığı, çok sevdiğimiz yazın yerini insafsızca sonbahara (ki Ankara mevzu bahis olduğunda direkt kışa) bıraktığı kurşuni günleri karşıladığımız zamanıydı yılın. İlk başladığım yıl Neverland'in de binbir umutla başladığı yıldı: 2011. Sonrasında 2012'de ve 2014'te yapmaya izin vermiş ruhsal durumum ancak. Neyse kötü geçmişi boş verelim. Önümüze bakalım.
Yine geldi çattı yılın bu zamanı ve biz hadi bu sene Korkunç Ekim'in gene keyfini çıkaralım.
Bu sene her hafta bir tane olmak üzere seçtiğim filmler:
Bu sene gayet keyifle, bir dolu korku-gerilim filmi listesini taradıktan, uzun uzun listeler çıkardıktan sonra en son bu filmleri seçtim, kendi kriterlerime göre. Siz de ister ya bu benim seçtiklerime şans verin daha önce izlemediyseniz (belki gene izlemek isterseniz) ya da kendi listenizi oluşturun, hep birlikte izlemeye başlayalım.


Önceki Korkunç Ekimler:
2011: 
2012:
2014:

dizi anneleri






30 Eylül 2017 Cumartesi

Criminal Minds [크리미널 마인드](2017) - 20 bölümde Güney Kore usulü

Amerika'da 12 yıldır yayınlanan "Criminal Minds"ın uyarlamasını yapalım demiş Güney Koreliler. Ama öyle 12 yıldır falan nedir allah aşkına bize gelmez öyle uzun uzun, 20 bölümde halledip çıkarız biz diye, birer saatten toplamda 20 bölümde giriş-gelişme-sonuç nezdinde diziyi çekip, bitirmişler. 26 temmuzda yayınlanmaya başlayan dizi böylelikle önceki gün final bölümüyle ekrana geldi ve Güney Kore polis teşkilatının profillerini çıkararak suçluları yakalayan ekibinin macerası sona ermiş oldu.
Bu tür dizilerle aram pek iyi değildir. Aksiyon-macera deyince ben genelde Van Damme, Schwarzenegger, Jason Statham gibi şeyler ararım, onlarla büyüdüm, onları severim. "Suç" etiketini de ekleyeceksek eğer sinemada ilk izlediğim filmlerden biri olan "The Jackal" gibilerini sever gözlerim. Oysa bu olay yeri incelemeler, suçluların psikolojilerini çözmeceler gibi aksiyonları barındıran hikayeler başlayalı çoook uzun zaman oldu ve alışmış olmam gerekirdi diye düşünüyorum. Sevmiştim de belki en başlarda. CSI'ın Las Vegas'ta geçen ilk, orijinal versiyonunun ilk birkaç sezonunu baya ilgiyle takip etmiştim o zamanlar. Eh çünkü yepyeni bir şeydi, böyle her köşe başından bir suç çözen ekip fışkırmıyordu. Sonra CSI:NY ortaya çıktı, o daha bir ilgi çekiciydi; zekice çözülen suçların arka planında hayalimdeki şehirlerden birini izleyebiliyordum her bölüm. Bu arada bir de Cold Case çıkmıştı aradan, eski kapanmış ama çözülememiş davaları yeniden ele alıp, çözmeye çalışan ekip vardı burada da. Cold Case aslında tam benlikti, her bölümün başında birkaç dakikalığına da olsa geçmiş zamana ışınlanıp, dönem müzikleri dönem kıyafetleri görüyorduk. Tabi çok daha duygusal gidiyordu diğer suç çözen ekiplerin maceralarına göre ama keyifliydi. Ama bir noktada ben soğudum hepsinden. Belki tek bir nokta değildi, yavaş yavaş oldu ama bir baktım istemiyorum suçları çözmelerini izlemek. Aslında çözmeleri kısmı yine keyif veriyordu ama özellikle o kadar cinayet, kaçırma, türlü türlü pis olayı - kurgu bile olsa - görmeye dayanamaz hale geldim herhalde. Çocukken, gençken insana heyecanlı gelen şeyler sanırım büyüyüp, dünyanın kötülüklerini, gerçek kötülükleri görmeye, yaşamaya başladıkça ürkütücü geliyordu. Ama bu konsept o kadar tutmuştu ki dünyada - artık hepimiz mi psikopatız yoksa saçmalıyor muyuz bilemiyorum -, bu saydığım dizilerin her biri yıllarca sürdü (CSI:2000-2015, CSI NY:2004-2013, Cold Case:2003-2010). Bu arada bir dolu versiyonu çıktı; CSI'ın Cyber, Miami gibi versiyonları, zombi adli tıpçı, geçmişten gelen ve günümüzde suç çözenler, suç çözen kardeşler, doğaüstü suçları çözen kardeşler gibi bir dolu dizi hikayesi geldi önümüze.
Criminal Minds ise olaya bir başka yönden bakarak hikayesini oluşturmuştu. Çoktan diğer versiyonlarımız ekranlardayken 2005 yılında başlayan dizide bu defa suçluların akıllarına girerek suçları çözmeye çalışan bir ekip vardı. Bu hikaye de o kadar tuttu ki 13.sezonuyla devam ediyor şu an. Eğer siz de sıkı bir dizi izleyicisiyseniz muhakkak rastlamışsınızdır Criminal Minds'a. Ben de rastladım doğal olarak (13 senedir sürüyor lan), trt bile yayınladı herhalde bir dönem geceleri. Ama izlemedim baştan söyleyeyim. CM'ye gelene kadar ben çoktan cinayetlerden öğürme durumuna gelmiştim. Ha ama arada karşıma çıkarsa, Matthew Gray Gubler'ın yüzünü görmek, günümü aydınlatmak için birkaç dakika durmuyor değildim. Bu yüzden karşılaştırma yapabilecek konumda değilim, Kore versiyonunu tamamen tek başına ele alacağım.
Kore versiyonunda ekibimiz 6 kişiden oluşuyor. Ekibin lideri Kang Ki-Hyung abimiz, üniformalı polislikten zekasıyla ekibe transfer olan dövüş kovalamaca yakalamaca ustası Kim Hyun Joon, bu tür işlerde kadın olmanın zorluklarını yaşadığı ilk yıllarına inat şimdi profesyonelliğin dibine vuran duvar surat Ha Sun-Woo (hasanuuu diye okunuyor ismi her duyduğumda karnıma ağrılar girdi gülmekten tövbe tanrım), medya ve halka ilişkiler yüzü ekibin güzeli Yoo Min-Young, ekibin geek'i zeka küpü - Amerikan versiyonundaki Matthew Gray Gubler'ımızın eşiti- Lee Han ve artık her ekibin olmazsa olmazı bir adet bilgisayar dehası olarak da Na Na-Hwang. Ayrıca bir de ekibin hemen bir üst amiri, öyle pek de bir işlevini görmediğimiz Baek San amcamız var. Bu ana ekibin ailelerini arada görüyoruz olaylara dahil oluyorlar, bir de her bölüm çözülen olayın kötüleri, kurbanları ve yerel polis ekipleri falan var.
Her bölümde ayrı bir suç ve suçluyu ele alıyor ama 20 bölümlük bir döngü olarak planlandığı için tüm olaylarla birlikte devam eden bir de asıl olayımız var ilk bölümden başlayıp, finale kadar gelişip, çözümlenen dizi hikayesine polis Kim Hyun Joon'un ekibe dahil olması ile başlıyor. İşte benim de izleme sebebimi oluşturan şeyi böylece görmüş oluyoruz: Bu roldeki Lee Joon-Gi. Moon Lovers'ta böğrüme kılıç saplayan 4.prens olarak izlediğim JG'nin azmettim her işini izleyeceğim demiştim. Böylece en son işi olarak başlayan Criminal Minds'a başlamaktan başka çarem kalmamıştı. Dizi normalde hafif bir keyifle izlenebilecek bir seyirlik sunuyor diğer insanlar için, ama JG gibi bir itici güç olmasaydı benim için o kadar da katlanılacak bir hikaye miydi emin değilim.
Çünkü dizide olmamış bir şeyler var. İnsan tam konduramıyor ama izledikçe üstünüze bir bunaltı çöküyor. Yani ellerinden geldiğince ilginç olaylar yazmışlar, suçluların motivasyonları, suçların ortaya çıkışı, çözümlenmesi falan süreçler gayet başarılı genel hatlarıyla baktığınızda. Ha mantıksızlıklar, tutarsızlıklar, kör göze parmaklar yok mu, olmaz mı, tabiki var. Çekimler harbiden iyi, aksiyon sahneleri, görüntü geçişleri, kanıtlar her şey birer sanat eseri gibi geliyor izlerken. Her bölümde önümüze gelen suçluların ve kurbanların bölümlük oyuncular, yan roller olduklarına inanamıyorsunuz, öyle oyunculuklar izliyorsunuz. Misal çocukların kaçırılması ile ilgili bir bölüm vardı, oradaki çocuk oyuncuların her birinin rol yapıyor olduğuna, gerçekten o durumda olmadıklarına inanmak için kendinizi ikna etmeye çabalıyorsunuz bölüm boyunca. Hah ama işte tam da bu noktada dizinin teklediği şeyi anlamaya başlıyoruz. Hikaye, çekim, yan roller şahaneyken 20 bölüm boyunca önümüzde duran asıl karakterler, o altı kişi, o kadar sönük kalıyor ki. Belki ellerinde yazan metinden dolayıdır diyorsunuz, belki yönetmen böyle oynamalarını istemiştir diyorsunuz ama gene de hiçbir türlü olmuyor. Amirinden liderine herkes tek düze oynuyor, ifadesiz suratlar, ezbere söylenen cümleler. Tamam ellerinde çok bir alan yok gibi görünüyor oyunculuklarını gösterebilecekleri, sonuçta bir trajedi ya da romantik komedi ya da ne bileyim psikolojik gerilim oynamıyorlar. Bir dakika bir dakika, aslında "psikolojik" bir şeyler yapıyor olmaları gerekmiyor mu? Olayları çözmeye çalışırken, suçluların profillerini çıkarırken falan kafalarının içlerinde dönen çarkları bir şekilde bize hissettirmeleri göstermeleri gerekmiyor mu? İşte dizinin başarısızlığı burada önümüze düşüyor. Esas karakterlerimizin birer "back story"si yok, aslında var da hikaye hiç bir zaman o kadar üstüne düşmüyor, onu hissettirmiyor. Sezonlar yıllar sürmediği için hiçbirine yeteri kadar eğilmiyor, bir masanın etrafına toplaşıp sırayla birbirlerinin cümlelerini tamamlayan robotlara dönüşüyorlar. Travmatik şeyler geçiyor başlarından ama bize bunu geçiremiyorlar. Suçluyu yakalamaya giderken misal usul usul çıkıyorlar merdivenlerden. Öyle ihtiyatlı bir usul usul halinden bahsetmiyorum, böyle flash tv uyuzluğundan bahsediyorum. (Halbuki elde şahane oyuncular var. Zavallım JG'nin bir şeyler yapabilmek için resmen kendi kendini yediğini görebiliyorsunuz her bir sahnesinde mesela. Yine de onun muhteşem atletikliğinden ve dövüş yeteneklerinden faydalanmış güzelce, en azından o konuda takdir edebilirim senaryo ve çekim ekibini.) Ya da ekipten birine işkence yapıldığını izliyorlar bir ekran başında, sanki hava durumu izliyorlar. Oysa yan rollerdeki oyuncular, onların olduğu kısımlar sahneler süper oluyor; en vurucu yerde en vurucu müzik giriyor mesela kendimizi olayın içinde buluyoruz, her şeyi hissediyoruz. Ya da olaylar çözüldükten sonra o son söz namına özlü bir söz ettikleri kısımlar (Dostoyevsky'den Nietzsche'den gibi) gayet etkili, yerinde oluyor. Ama ekip bir geliyor ekrana, üstümüze klima üflüyor.
O yüzden öyle içimden gele gele tavsiye edemiyorum Criminal Minds'ı izleyin diye. Eh yani öyle aksiyonlu, suçları ve suçluları iyi işlenmiş bir drama izlemek isterseniz değişik bir ortamda - güney kore'de - keyifli gelebilir. Ama öyle çok da takılmayın.

Dizinin bitiş jeneriklerinde çalan iki şarkı muazzamdı bu arada. Dinletmeden geçmem:



29 Eylül 2017 Cuma

6 yıl 111 bölümün ardından Teen Wolf'a veda etmek

Biz dizi izleyicileri - ama harbi dizi izleyicileri yani - iyi biliriz ki bir dizi hiçbir zaman sadece dakikalar boyu izleyip, bittiğinde başından kalkıp hayatımıza devam ettiğimiz şeyler değildir. Yıllarca süren, bizimle birlikte büyüyen gelişen, biz ona tanık olurken bir yandan onun da hayatımıza tanıklık ettiği bir şeydir; evimizde, odamızda bizimle birlikte aileden biri haline gelen canlı bir şey gibidir. Tabi bu her izlediğimiz dizi için geçerli değil, kafamız karışmasın. Yayınlanıp bitmiş, sonradan başına oturup "binge watch" dedikleri şekilde izlediklerimiz falan değil. Hani hayatımızın bir noktasında bir sebeple izlemeye başladığımız, sonra yıllar geçerken izlemeye devam ettiklerimizi kastediyorum. Hani bir noktadan sonra adeta hayatımızın birer parçası olan ama farkında olmadığımız. Böyle diziler büyümemize tanıklık eder, hikayesinin kahramanları sanki her gün görüştüğümüz, kötü zamanlarımızda dertleştiğimiz, birlikte ödev yaptığımız, işten sonra oturup bir iki bir şeyler içip muhabbet ettiğimiz insanlar haline gelir. Kimi zaman nefret ederiz, küseriz, izlemeyeceğim işte seni deriz. Kimi zaman sırf alışkanlık haline gelen bir ilişki gibi olurlar, biz işimize devam ederiz ama yine de arka planda ekranda açık olmaları gerektiğini hissederiz. Bazen bir insana, bir ilişkiye bağımlı gibi, diziye de o hikayeye de açlık çeker, keşke yeni bölümü yayınlansa da bir an önce izlesem diye durduğumuz yerde duramayız. Farkında olmasak da bilinçli bir şekilde yapmasak da artık o hikaye, o kahramanlar oda arkadaşlarımız olmuştur bile.
Sanırım en çok bu yüzden zor geliyor dizilerin final yapması, hikayelerini sonlandırmaları ve benim onlara veda etmek zorunda kalmam. Vedalar da hep sinirimi bozar, üzülmek sinirimi bozar çünkü. Üzülmek çaresiz hissettirir ve çaresiz olmaktan nefret ederim. O yüzden hayatımda geride bıraktığım yol üstünde usulca görüş alanlarından sıyrıldığım bir dolu insan var. Sırf veda etmemek için, ama bir şekilde de artık onları görmek, hayatımda olmaları sıkıntıya girmiş olduğundan öylece veda bile etmeden yavaş yavaş, adım adım uzaklaşıp, en sonunda da tamamen hayatlarından kaybolduğum insanlar.. Bu yüzden içimde bir şeyleri bitirebilmek için, veda edebilmek için son bir kez, ilk başladığı ana dönüp, her şeyi baştan hatırlıyorum ve hepsini hatıralarımda bir kere daha yaşayıp, bitirdikten sonra hoşçakal demeye çalışıyorum. Bir kere daha geri dönmemek üzere, belleğimin mezarlığında kazdığım çukura dolduruyorum.
Teen Wolf'a da veda etmemin zamanı geldi geçen hafta. Herhangi, uyduruk, çok da matah olmayan bir amerikan yapımı diziydi o da işte. Önemli olan ne anlattığı, ne mesaj verdiği, hangi kitleye yönelik olduğu gibi şeyler değildi zaten. Hayatımın çeşitli noktalarında aldığı yerdi. O kadar çok anı bana diziyi hatırlatıyor ve dizi de o kadar çok diğer anıyı tetikliyor ki beynimde. Teen Wolf bana hep ağustos-eylül sahurlarındaki patatesli gözleme, salçalı tost gibi kokardı. Çünkü ilk defa 2011'in ağustosunda izledim Teen Wolf'u. Üniversite biteli bir yıl olmuş, bir yandan yüksek lisans yapıyorum ve hayatımda ilk defa istediğim konularda ders almış olmanın mutluluğu ile hocaların saçma sapan tutumlarıyla eziyetlerinin mutsuzluğu arasında kalmışım. Bir yandan ne olacak benim bu halim diyorum, şu an yaptığım şey geleceğim olabilecek mi, bir yandan da babamın her gün tonlarca iş ilanı bulup önüme attığı, her an her dakika iş bul diye başımın etini yediği, senden hiçbir halt olmayacak ne yapacaksın sen diye hakaretler ettiği o kabus gibi senenin yazında tek başıma ramazan geçiriyordum. O tek başıma yaptığım sahurlarda mutfakta bana eşlik eden ufak, tüplü televizyonda o saatlerde denk geldiğim bir şeydi Teen Wolf. Mayışık sahur programları açmaktansa onu açıyordum, bir şeyler yerken bir yandan da Scott'la Stiles'la Beacon Hills'le tanışıyordum.
Bir şekilde o mutfak ve o televizyonun hatırası basketbol şampiyonalarıyla da bağlantılı belleğimde. Sonraki 2 yıl boyunca her ramazanda bu böyle devam etti. O mutfakta, Teen Wolf ile toplamda 3 sene sahur yaptım sanırım. İki de basketbol şampiyonası geçirdim. Ne yapacağını bilemez bir haldeki yüksek lisans öğrencisinden işe başlamış ve yine ne yapacağını bilemez, depresif bir mühendis haline geldim o sürede. Bazı geceler arkadaşlarım eşlik etti o sahurlara. Gece gece ocağın başında patatesli gözleme yapan, iftara saatler varken 4 kişi toplaşıp da bir yenecek lazanya yapamadığımız çocukluk arkadaşlarımın görüntüleri beliriyor gözümün önünde. Sahurdan sonra cem yılmaz'ın videolarını izleyip sabahı ettiğimiz geceleri, tüm o "çocukluğumuzu" hatırlıyorum.
İşe başladıktan sonraysa tüm o hengamemin arasında unutup gidişim Teen Wolf'u.. Sonra işi bıraktığım o sene oturup, en başından 4 sezonu sabahlara kadar izleyişim. 5.sezonundan itibaren haftalık düzenli izleme kategorime soktuğum dizi, hayatımın son 6 yılına tanıklık etmiş resmen. 111 bölüm sonra, hem o ilk tanıştığımız halimden hiçbir farkım yok, hayatımın farkı yok, hem de bir o kadar farklı hayatım o sahur gecelerindekinden ve ben bir o kadar başka bir insan haline geldim o zamankinden.
Oysa sadece 1985'teki aynı isimli filmin bir uyarlamasıydı dizi (http://www.imdb.com/title/tt0090142/). Doğru düzgün izlediğim bir film bile değil. Düşününce gözümün önüne sadece basketbol potasına zıplayan tüylü bir Michael J.Fox geliyor. Tüm filme dair hatırladığım tek şey bu. Dizinin anlattığı şeyler ama, işte onlar bana dokunanlardı. 20lerindeki bir "çocuğun" hiç yaşamadığı ergenliğine dair travmaların yarattığı boşluğu doldurma çabalarından biriydi işte, liseli dizisi izlemek. Sadece ders çalışmakla, test çözmekle geçmiş, tek bir anı biriktirmediğim 4 yıllık bomboş lise hayatımın yaşanmamışlığına inat, üniversite boyunca, sonrasında çalıştığım süre boyunca izlediğim lise dizileri, kendini bulan, sımsıkı dostluklar edinen, dünyayı kurtaran ergenlerin dizileri vardı benim için.
işte her şeyin başlangıcı

Teen Wolf'un Beacon Hills lisesinde de böyleydi. Erdem timsali, astımı ve çelimsizliği olmasa aslında sporcu olmak isteyen ergenimiz Scott McCall ve kankası, kankaların kankası, kankalığın altın yıldızı, madalyonun da zeka küpü kısmı olan Stiles'ın liseye başlaması ile başladı her şey. Daha doğrusu kasabanın şerifi olan babasından ötürü polis telsizini dinleyip, ormanda bulunan cesede bakmak için kankası Scott'ı da alıp gecenin o vaktinde ürkütücü ormana dalan Stiles'ın merağı ve zekasından dolayı başladı her şey. O gece ormanda bir kurt adamın ısırdığı Scott, gözlerimizin önünde çelimsiz bir ergenden arkadaşlarını, sürüsünü bir arada tutan ve tabi dünyayı da kurtarmayı ihmal etmeyen bir "alfa"ya dönüştü.
Her ergen-fantastik hikayesinde olduğu gibi Teen Wolf da saçmaydı, doğru. Yani kendi içinde tutarsızdı, mantık hatalarıyla doluydu, hikaye habire saçmalıyordu, sezon boyunca düğüm edile edile heyecanlandıran hikayeler sezon sonunda puff diye çözülüp, pehh dedirtiyordu. Sezonlar boyunca izleyenler hep çemkiriyordu, ulan bu Scott niye dövüşemiyor diye. Hikaye içinde en güçlü karakter, "true alfa" diye önümüze atıp durdukları karakter her bir bölümde muhakkak birilerinden dayak yiyordu, günün sonunda kendi eliyle dövüşerek, kurtluğuyla falan kimseyi kurtarmış olmuyordu. Her sezon sürdü bu durum. Herkes söylenmeye devam etti. Ben de söylendim, yalan yok. Bir noktadan sonra artık gülerek izlemeye başladık, ahaha bu akşam da dayak yedi Scott diyerek. Ama ne oldu biliyor musunuz? Bu en ciddiye alınmayacak, en olmadık ergen hikayesinde bile aslında güzel, naif bir mesaj vardı. Onca bölümün ardından, finalin ardından kafamda beliren, ufak da olsa gülümseten. Hikayeyi yazanlar bunu bilerek yaptı bence. Her defasında yarattıkları karaktere sadık kaldılar böylece. Scott hiçbir zaman şiddeti, dayak atmayı övmüş olmadı yani. Başardıklarını hiçbir zaman dövüşerek başarmadı. Her daim yanında olan dostlarıyla başarmış oldu; dostları, düşmanları ne kadar yoldan şaşmış olsalar da onun zerre kımıldamayan erdemiyla başarmış oldu. Biz izlerken hep en ilkel içgüdülerimize başvurduk, bekledik ki hikayenin en güçlüsü kahramanımız olsun. Sürünün başı olsun. Öyleydi zaten ama biz o "gücü" yanlış anlamıştık. En kötü durumda bile bitmeyen umuduyla, dostlarına ve dünyanın iyiliğine olan inancıyla en güçlüsüydü aslında Scott, biz yalnızca biraz geç fark ettik.

kaynak: daedalus.co.vu

Sonra bir Stiles vardı ki...Ne kelimeler yeter bu karakteri anlatmaya ne de Dylan O'Brien'ın o karakterle yarattığı mucizeler tekrar edilebilir. O kadar çok dostluk dersi niteliğinde okutulacak sahneler yarattı ki bu ikisi, öylesine cümleler sarf edildi, öylesine oyunculuklar döktürüldü ki 5 sezon boyunca. Ve evet 5 sezondu çünkü 6.sı boyunca bir şekilde yoktu Stiles, biz de o yüzden kalplerimizde hep bir eksiklikle izledik. Scott'ı Scott yapan oydu çünkü, diziyi olduğu şey haline getiren oydu. Ama böyle yaptılar bize son sezonda, belki vedamız daha kolay olsun diyeydi, kim bilir.

ahh bu sahne..her şeye değerdi.

Hikayenin gerisi bilindikti, klasik amerikan gençlik dizisinde ne olması gerekiyorsa oldu, yaşandı, çözüme kavuştu. En başta düşman olanlar dost oldu. Popüler ve gıcık kız, kendini ve dostlarını buldu, değişti gelişti. Her sezon çift denemeleri oldu, herkes birbiriyle çaprazlandı, ilk aşklara acıklı vedalar ettik, bazen de ilk aşkların yolunu bulmasını izledik. Ama en keyiflisi her sezona bulunan "kötü"nün mutlaka farklı bir kültürün folkloründen çıkıp gelmesi, her sezon yeni bir ilginçlik getirmesiydi. Ortaçağ Fransız masallarına da gittik, canavarlarla avcılarla da tanıştık. Kurt adamların yanında Kanima, çakal-insan, Hellhound, kitsune, Banshee gibi mitolojik karakterlerle koşuşturduk. Ninjalarla da savaştık, bir klasik olarak Nazi olayına da girdik. Her sezon yeni bir "kötü" temasıyla eğlenceli bir hikaye çıkardı ortaya Teen Wolf.
Bu yüzden şimdi veda etmek vakti Teen Wolf'a, hazır güzel anıları canlanmışken belleğimde. Hem Teen Wolf'a Scott'a Stiles'a Lydia'ya Derek'e Malia'ya ve tüm hikayeye dahil olup gidenlere, hem de hayatımın son 6-7 yılına, çocukluğuma, ergenliğime.
Öyleyse, çocukluğumun bitişinin şerefine. Slainte!


Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...