21 Mayıs 2011 Cumartesi

NINE (2009)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


7 inanılmaz kadın ve bir serseri adam...Devasa müzikler, parıldayan kostümler ve tenler, hepsinin ortasında bir adet "Be Italian". Rob Marshall'ın Chicago'dan sonra önümüze ve kulaklarımıza sunduğu ikinci müzikal Nine'ın bir nevi özetini böyle düşünebiliriz.
Müzikal-filmimiz 1960larda İtalya'da geçiyor. Kah bir Roma sokakları görüntüsü kah bir Milano manzarası eşliğinde kısır dönemine girmiş yönetmen Guido Contini'nin kadınlarla ve iniş-çıkışlarla dolu hayal dünyasına adım atıyoruz. Hayatı ve hayal dünyası her an içiçe geçerken, gözlerimizin önünde bir adamın aslında kendinin bile farkında olmadan nasıl ufaldığını, ezildiğini, yanlışlara saplandığını izliyoruz. Maestro Contini, vakti zamanında müthiş filmler yapmış ancak son yıllarında büyük fiyaskolara imza atmış bir yönetmen. Üstüne bir de yapımcısına ve tüm ekibine yeni bir film yapmakta olduğunu söylemiş, tek bir kelime senaryosu bile olmadan elinde. Basın konferansları yapılıyor, kostümler hazırlanıyor, setler inşa ediliyor ama Maestro'nun elinde aslında bir film yok. Tek bir fikri bile yok.
Tabi bu sırada karısı (Marion Cotillard), metresi (Penelope Cruz), ilham perisi olan başrol oyuncusu (Nicole Kidman), kostümcüsü ve dert çanağı (Judi Dench), Amerikan Vogue'undan bir moda yazarı (Kate Hudson), çocukluğunun bir anısı olan sahildeki fahişe (Fergie) ve annesinin hayaleti (Sophia Loren) ile uğraşıyor. Tabi bizler de izlerken aynı derde düşüyoruz bunca muhteşem kadının arasında. Hepsi zamanı gelince kendi şarkısını söylüyor sahneyi devralıp. Hikaye Guido'nun gibi görünse de o aslında sadece hikayesini oluşturan kadınların elinden tutup sahneye çıkmalarına eşlik ediyor. Bunlar olurken Guido'nun kadınlar arasında harabeye dönen ama sonra yine aynı şekilde kendi benliğini bulmasını sağlayan akli gelgitlerini Daniel Day Lewis pek yerinde bir şekilde yansıtıyor. O hafif yandan yürüyüşü, o çiroz silueti ve hiç sekteye uğramadan yalan söyleyebilen yüzüyle izleyicisi olan her kadını da kendinden tiksindirmeyi başarıyor.
En kıpır kıpır danslar ve şarkı Kate Hudson'ın. En şahane dans-müzik sahnesi de Fergie'nin, bence. Marion Cotillard'a insan bir kez daha aşık olurken, Nicole Kidman'ın parıltısı gözleri acıtıyor. Penelope Cruz'u ise sokakta görsem o incecik boynunu çıttadanak kırmak hissi bir kez daha kuvvetlendi bende.

Nine tümden güzel bir müzikal işte.
Bu da dans-şarkı'lardan bence en kayda değer olanı:

TAKING WOODSTOCK (2009)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.

"Özgürlük, bazen kendi adından başka adlar altında görünür."
15 Ağustos 1969 günü 17.07'de Richie Havens White Lake'deki o arazide sahneye çıktığında başlayan şey, 40 yılı aşkın süredir kimilerince böyle adlandırılıyor: Özgürlük.Yılların biriktirdiklerinin 68'te tavana vurmasından bir yıl sonra 3 buçuk gün boyunca Amerika'nın bir köşesinde yarım milyon insanın dahil olduğu bu olay belki de bir müzik festivalinden daha fazlasıydı. Hatta kesinlikle, evet kesinlikle, çok daha fazlasıydı.
Festivalin gerçekleşmesini sağlayanlardan biri olan Elliot Tiber'ın kitabından uyarlanan senaryoyu filme dönüştürme işini Brokeback Mountain ve Sense&Sensibility'den hatırlayabileceğimiz Ang Lee üstlenmiş. Hikaye, 1969 yazında Elliot Tiber'ın anne ve babasının işlettiği El Monaco tatil köyünün (ismi sadece tatil köyü, yoksa filmin de ilk dakikalarında gülümseyerek gördüğümüz gibi kesinlikle tatil köyüyle alakası yok.) yaz sezonu için yardıma gelmesiyle başlıyor bir anlamda. Elliot, resim yapan, büyük şehirde bir hayatı olan ya da en azından olabilmesini uman bir genç. Ancak akranlarının aksine ailesinden kopamamış, annesinin hiç minnet duymayan haline ve babasının gıkını çıkarmayan haline karşın gene de belli bir evlatlık dürtüsüyle onların yanıbaşından ayrılamıyor. İstiyor ama bırakamıyor. Çünkü zaten işler çok kötü, para sıkıntısı had safhada. İşlerini kaybetmek üzereler ve babası kısa bir süre önce kalp krizi geçirmiş.
Tüm bunların arasında Elliot bir çıkış yolu ararken, Woodstock müzik festivalinin düzenlenecek yer aradığını görüyor. Gözünü karartıyor ve düzenleyenleri arayarak, kendi arazilerinde yapabileceklerini söylüyor. Ancak Michael Lang ve diğerleri araziyi festival için iyi bulmuyorlar ve Elliot bunun üzerine komşuları Max Yasgur'un arazisini öneriyor. Sonunda anlaşmalar sağlanıyor, Yasgur'un arazisinde festival için hazırlıklar başlıyor ve Elliot da festivalin basın danışmanı oluyor.
Ondan sonra olanlarsa, sadece insanların kendi ufak dünyalarını değiştirmekle kalmayıp, belki de tüm bir dünyayı değiştiren bir özgürlük çağrısının melodilerine dönüşüyor. Aynı yerde yatıp kalkan, aynı battaniyelere sarınan, aynı kaplardan yiyen yarım milyon insan ve yağan yağmurla bataklığa dönüşen çamur, zamanı-geleni-gideni belli olmayan sahne ve Jimi Hendrix'in de sonradan diyeceği gibi "iyi müzik, hakiki müzik".
Filmin bir diğer güzelliği de Woodstock kayıtlarından görüntü kullanılmadan her sahnenin bugünden oyuncularla yeniden oluşturulmuş olması. Bu açıdan bir belgeselden ziyade tamamen bir sinema filmi olma yolunda başarılı bir adım atmış gibi görünüyor. Ayrıca Harry Potter serilerinden hatırlayabileceğimiz Imelda Stunton (Dolores Umbridge-cidden sinir bozucuydu) bu kez de Elliot'un kirli çıkı annesini canlandırırken harikalar yaratıyor. Emile Hirsch de Vietnam gazisi rolünde. Onun olduğu her filmi severiz ziyadesiyle.
Woodstock Generation 1969-...

Post Grad (2009)

Hikayemiz, adından da anlaşıldığı üzere üniversitesini (oralarda college dedikleri şeyi) yeni bitirmiş hatta mezuniyetini gerçekleştirmek üzere olan gayet başarılı ve de tumturaklı hedeflere sahip 22 yaşındaki Ryden Malby'nin bir üniversite mezunu olarak yaşadıklarını anlatıyor. En azından bunun için yola çıkmışlar, film tanıtımlarının dediği bu.
Film de bu amaçla, Ryden'ın mezuniyet töreninin hemen öncesinde VideoBlog'una ilettikleriyle açılıyor. Bu sahneyle belli ki şaşkın kızımızın bundan önceki hayatına dair bilgi verme işlevi yerine getiriliyor. Böylece ana karakterimizin kişiliğini ve neden böylesi bir Post-Grad sendromu yaşadığını anlayabilmiş olacağız. Ancak filmin ilerleyen kısımlarında da fark edildiği üzere, bunu asla tam olarak anlayamıyoruz. Daha doğrusu o hissi kazandırmakta zorlanıyor film. Karşınızda boncuk boncuk gözleri parlayan, al yanaklı, manken siluetinde zarafetle arz-ı endam eden bir Alexis Bledel olunca bu daha da zorlaşıyor.
Ryden çocukluğundan beri kitap kurdu olmuş, bildiğimiz edebiyat düşkünü ineklerden olduğunu daha ilk iş görüşmesinde açıkça belirtiyor. İngilizce-edebiyat gibi bir bölümde iletişim dalında uzmanlaşarak mezun olmuş ve hayalini kurduğu büyük şirkette çalışmak için başvuruyor. Ancak filmin asıl dönemecini oluşturan kısım burda ekrana geliyor. İşe alınmama durumu. Kendine gayet güvenli, herşeyden emin bir halde Ryden görüşmeyi yapıyor, ancak onun da öğrenmek zorunda kaldığı üzere gerçek dünya, okulda kurulan kariyer hayallerinden çok farklı şeyler sunuyor insanın karşısına. Esas anlamıyla, sunmuyor da. Ryden da zaten ilk reddedilişinin akabinde iş bulamama durumu yaşıyor. Hayal ettiği işte çalışıp, Los Angeles manzaralı bir dairede yaşama hayallerini çöpe bırakıp, ailesinin şehir dışındaki karışık evine dönmek ve her gün iş arama problemiyle uğraşmak zorunda kalıyor.
Bu sırada Ryden'ın sadık ama gururlu çocukluk arkadaşı-kankası Adam ve müzik yaparak hayallerinin peşinden gitmek mi, kabul edildiği hukuk fakültesine giderek babasının ondan beklediği kariyeri gerçekleştirme mi şeklindeki bocalamasını görüyoruz. Tabi bu seçimde tek etken Adam'ın yalnız ve hayatından memnun olmayan babası değil. Dawson's Creek halinden bildiğimiz gibi, Adam Ryden'a aşık ama bir yandan da kanka olduklarından ve Ryden'ın gözü kariyerdi edebiyattı diye dışarılarda dolanırken, idare ediyorlar durumu. Ta ki yan komşunun seksi mi seksi bir Brezilyalı-serseri ruhlu yönetmen olduğunu görene kadar (Rodrigo Santoro'yu Lost'ta az da olsa öz görmüştük. Ayrıca "300"den "Che"ye, "Love,Actually"den "I Love You Phillip Morris"e uzanan bir filmografisi olan gözlere bayram tadında bir Brezilyalı olduğunu da unutmamak gerek.). Ryden da sonuçta kanı kaynayan bir genç. Ev de havuzlu sonuçta, orası California. Nitekim üstüne bir tuhaf Malby ailesi de eklenince pek keyifli ama hiçbir şeyi tam veremeyen bir seyirlik ortaya çıkıyor.
Çok fazla şeyler beklenmemesi gereken, insanın ağzında hoş ama geçici tadlar bırakan filmlerden Post Grad. Alexis Bledel gerçek hayatında da hep bir Rory Gilmore-ayakları yere basan-ne yaptığını bilen-sorumluluk sahibi-kitap kurdu-erkeklerin aşık olduğu insan mıdır diye hep bir merak duygusu sağlıyor. Ya da bir insanın böyle gözlere sahip olması akıllara zarar değil midir?
Bu sırada film boyunca kulaklarımıza zuhur eden o muhteşem müziklere de dikkat çekmeden geçmek büyük haksızlık olur. The Kooks, Lilly Allen,Control Machete,Gym Class Heroes ve daha birçoğunun olduğu soundtrack ise tam bayramlık.
1. Pony (It's OK) - Erin McCarley
2. Don't Give Me A Hard Time - The Locarnos 
3. Take What You Take - Lily Allen
4. One Day - Jack Savoretti
5. What Happened To It - The Bird And The Bee
6. Main Titles - Christophe Beck 
7. Always Where I Need To Be - The Kooks
8. The Queen And I - Gym Class Heroes
9. Turn Back Around - Lucy Schwartz
10. Happerman & Browning - Christophe Beck
11. Wake The Sun - The Matches
12. Brand New Day - Joshua Radin
13. Si Señor - Control Machete
14. I Say I Go - Kevin Drew
15. Ryden & Adam - Christophe Beck

Tadımlık olsun diye filmden Jack Savoretti'nin "One Day"i:

The Imaginarium of Doctor Parnassus (2009)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


İhtiyar Parnassus, şeytanla bir iddiaya tutuşur. İnsanoğlunun doğası üzerine bahse girince insan, yenilgi de bir yerde kaçınılmaz olur. Ama şeytan bu ya, Parnassus'u hep yeni iddialara girmeye ikna eder. Nitekim Parnassus da bir insandır.
The Imaginarium of Doctor Parnassus, sinemalarımıza Doktor Parnassus diye çevrilerek geldi. Imaginarium kısmının bizimkileri pek ilgilendirmeyeceği öngörülmüş besbelli ki. Haksız da sayılmamışlar aslında. Film sırasında sinema salonundaki tepkiler, izleyicilerin düşüncelerini gayet net-açık ifade etmişti çünkü.
"Bu ne yaaa?"
"Nasıl film bu yaaa?"
Hemen hemen aynı tepkileri iki hafta sonra Bal'da da gördüğümden gülüyorum şimdi ama o da bir ayrı konu.
Esasında film, hikayesinden çok Heath Legder'ın beklenmeyen kaybından doğan kimi durumlar yüzünden konuşuldu. Ancak böyle bir hikayenin, böylesi bir görselliğin arka planda kalması iyi olmadı. Senaryoyu ortaya çıkaran Terry Gilliam ve Charles McKeown en azından böylesine değişik, göndermeli, felsefeli,cümbüşlü ve düşündürücü bir metin yazdıkları için tebrik edilmeli.
Mr.Nick nam-ı diğer şeytan rolündeki Tom Waits, ağzında her koşulda taşıdığı ağızlıklı sigarası, ütülü takımı ceketi ve fötr şapkasıyla benim favorimdi. Ancak Heath Ledger da dahil olmak üzere Tony'ler de inanılmaz bir iş çıkarıyorlar ortaya. Kimin kim olduğunu anlayamıyorsunuz. Dördü de birbirinden bu kadar farklı şahane adamın nasıl olup da aynı insan gibi göründüklerine, davrandıklarına inanamıyorsunuz.
Başta da dediğim gibi, Parnassus şeytanla bir bahse tutuşuyor. İnsanların onun anlattığı hikayeleri mi şeytanın anlattıklarını mı dinleyecekleri üzerine. Ancak her bahis yenisini getiriyor. Şeytan, Parnassus'a ölümsüzlük veriyor eğlencesini bölmemek için. Tabi bir de aşık bir kadınla mutlu bir evlilik. Ancak tek çocukları doğacakken anlaşma istiyor şeytan. Kız 16 yaşına girdiğinde onun olacak. Parnassus'un elinden birşey gelmiyor. Kabul ediyor. Yıllar geçiyor, kızının doğumgününe 2 gün kala, şeytan yeni bir iddia teklif ediyor. Kızını kurtarmak için son şans olarak. Parnassus'un eli mahkum, en ufak bir şansa bile tutunmak zorunda. Tam da bu sırada Tony ile yolu kesişiyor gezici Doktor Parnassus gösteri arabası ve yolcularının. Tony'yi Parnassus'a şeytan mı gönderiyor yoksa tanrı mı, onu da olağanüstü bir görsel cümbüş içinde çözmeye çalışıyoruz.
Zaten tuhaf bir dünyada yaşıyoruz,"Hiçbir şey kalıcı değil, ölümün kendisi bile." diyor Tony de filmde.

The Last Station (2009)


"Bildiğim herşeyi sevdiğim için biliyorum."
Yüz yıl önce Lev Tolstoy'ın yazdığı bu cümleyle aydınlanıyor The Last Station'ın yansıdığı beyaz perdenin üzeri. Daha ilk saniyelerde söyleyeceğini söylüyor yani Michael Hoffman'ın yönettiği film: Sevmek. Birine, birşeye ya da sadece bir fikre aşkla bağlı olmak.
Tolstoy rolünde Christopher Plummer
The Last Station adından da - Son İstasyon- anlaşıldığı üzere, Tolstoy'un son yıllarını nasıl geçirdiğini ve bu sebeple ölümünün bir tren istasyonunda gerçekleşmesinin hikayesini anlatıyor. Gerçi yine pek bilirkişilerimiz devreye girmeden ve de filmi sinemalarımıza "Aşkın Son Mevsimi" diye çevirerekten getirmekten geri duramamışlar.
Tolstoy'un eşi ve kızı
1900lü yılların başında Rusya'nın Yasnaya Polyana denilen bir yerinde oldukça yeşillikler içinde, ferah mı ferah bir malikane-evde başlıyor film. Önce uyuklayan bir hizmetçi görür gibi oluyoruz, ardından Tolstoy'un meşhur eşi Sofya Tolstoya ile tanışıyoruz. O da bizi artık son ihtiyarlığına gelmiş Tolstoy'a yöneltiyor. İyice yaşlı ve birbirlerine delicesine aşık bu adam ve kadın, film boyunca bize gerçekleri, gereklilikleri, hayatı ve aşkı sorgulatıyor.
Ve elbette ki diğer yandan ekranımızda ışığın etrafında uçuşan kelebekler ve böcekler yer alıyor sırasıyla. James Mcavoy'un o başka hiçbir canlıda bulunamayacak saflıktaki bakışları ve oyunculuğuyla can verdiği genç Valentin Bulgakov ile tanışıyoruz. 23 yaşında büyük bir inançla bağlı olduğu Tolstoyculuk akımında görev almak üzere Yasnaya Polyana'ya geliyor. Tolstoy'un son yıllarındaki sekreteri oluyor. Onun o süt saflığındaki haliyle adım adım hayatı, ilişkileri, aşkı öğrenmesini izliyoruz. Onunla birlikte inançlarımızın, hayranlıklarımızın somut abidesine kavuşma şansımız olsa neler hissederdik, tecrübe ediyoruz (Ben de James Mcavoy'la öyle karşılıklı otursam Tolstoy karşısında gözyaşına boğulan Valentin'den daha beter olurdum ona karar verdim bu vesileyle, misal.).
Rus musun İskoç musun melek misin gerçek misin be mübarek?!
Sofya Tolstoya'nın mücadele ederek kaybettiklerini sonunda Rus Devleti'nin ona geri verdiğini bilsek de izlerken, gene de insanın içi sızlıyor onca gösterdiği çabaya. Tolstoy ve o sinir bozucu Chertkov eserlerin telif hakkını Rus halkına bağışlamak isterken, Sofya teliften gelecek paranın kendi çocuklarının mirası olduğunu düşündüğünden bunun gerçekleşmesine engel olmaya çalışıyor. Her genç insan gibi biz de Tolstoy haklı diye düşünüyoruz önce. Yalan bu mal mülk, mülkiyet hakkı, zenginlik; asiller ve zenginler pisliğin teki ne de olsa. Her zengin parasını dağıtsa, dünyada ne aç kalırdı ne fakir diyoruz elbette. Hatta bir zengin olarak bunlara inanmasından dolayı Tolstoy'a daha da sevgi besliyoruz gitgide. Ama film ilerliyor, Sofya'yı yerden yere mahvolurken, kocasına o derin, sarsılmaz aşkıyla bakarken gösterdikçe bizlere Dame Helen Mirren, anlamaya başlıyoruz. Ona da hak vermeye başlıyoruz. Bıçak kadar keskin gerçek bizim de derimize vuruyor, dünyanın gerçeğinin bu olduğunu biliyoruz. Yemezsen yenilirsin, öldürmezsen öldürülürsün. Yaşamımızı boğazımızdan geçen lokmalara, sırtımıza değen kumaşlara ve başımızı soktuğumuz damlara borçluyken ve bunları da elde edenin sadece para olduğunu bilirken, başka türlü bir düzen kuramayız. Bu yüzdendir ki Tolstoy o yaşlı elleriyle o imzayı atarken biz de aynı çaresiz gözlerle bakıyoruz ona, Valentin Bulgakov'la birlikte.
Chertkov demişken, kendisinin tarihteki rolünden de pek hazzetmezdim zaten ama film boyunca Paul Giamatti'nin çizdiği portreden hepten sinirim bozuldu. Adam bunları niye yapıyor bir türlü anlaşılmıyor. Yani cidden inanıyor mu aşırı derecede Tolstoyculuğa, yoksa birşey peşinde mi, Giamatti'nin o balmumlu bıyıklı suratından, fıldır fıldır dönen gözlerinden, iki parmak arasında sıkılma kıvamına gelmiş yanaklarından insanın kafası karman çorman oluyor. Ki kendisini Hollywood'un en iyi aktörlerinden olarak görürüm yıllar yılı. Bu vesileyle Anne Marie Duff yengeye de hakkını teslim etmek gerek. Buz gibi Sasha Tolstoy'u ekrandan soğuk rüzgarlar estirmekte oldukça başarılı. Christopher Plummer'ıysa artık dedem gibi görmeye başladım. Kah Parnassus kah Tolstoy. 
The Last Station Tolstoy'la ve onun nezdinde Savaş ve Barış'la Anna Karenina'yla Çocukluğum'la İtiraflarım'la ilgili bir hikaye anlatmış oluyor böylelikle. Büyük bir yazarın, büyük bir fikir adamının yaşamının kıyısına konuk oluveriyoruz 2 saatliğine. Film biterken yazılarla birlikte eski görüntüler beliriyor ekranda, Tolstoy'u Valentin'i Sofya'yı görüyoruz siyah beyaz görüntülerde. Bu insanlar yaşadı gerçekten diye beliriyor insanın kafasında. "2 kere okudum Savaş ve Barış'ı" dediğini hatırlıyor belleğimiz 23 yaşında bir Bulgakov'un. Şimdi gidip eve bir kere daha okumalı diye gaza geliyoruz. Ama asil mi asil bir bilgiçlikle bakan bir Sofya Tolstoya görüntüsü "Biliyor musun, ben 12 kere temize çektim Savaş ve Barış'ı" diyor.
The Last Station çok güzel bir film.

Nick & Norah's Infinite Playlist (2008)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


Güzel müzikler, hareketli bir gece, karikatürize olmaya yakın arkadaş tiplemeleri ve en içli gençlik tripleri eşliğinde sizi mutlu eden, izlemesi keyif veren, ne ara başladığını bittiğini anlayamadan kendinizi gülümserken bulduğunuz ama ardından hayatınıza devam ettiğiniz eğlenceli filmler vardır ya, tam onların göbeğinde işte Nick ve Norah. Fragmanını ya da posterini, tanıtım yazısını gördüğünüzde ani bir şekilde izlemek istediğinizi düşündüğünüz filmlerden.
Başrolümüzün bir tarafında ezik, kaybetmiş genç adam rolünün tanımı Michael Cera varken; diğer yanında bağımsız yapım "Daydream Nation"da kendini kanıtlayan ve en son Thor'un gülümseme nedenlerinden olan çekici mi çekici kızımız Kat Dennings arz-ı endam etmekte. Senaryomuzsa David Levithan ve Rachel Cohn'un 2006 tarihli romanından uyarlanmış.
Nick, taparcasına bağlı olduğu kız arkadaşından yeni ayrılmış, terk edilmiş. Terk eden kızımız ise Amerikan gençliğinin "bitch" dediği tiplerden. Oğlumuzu birlikte oldukları süre boyunca aldatmış, önemsememiş. İşi bittiğinde de hemen yeni birini bulmakta gecikmemiş. Ancak kaybeden mizaçlı esas oğlan, tabiki bu "bitch"i unutamıyor, hep bir umut peşinde. Depresyonda, kendini kıza hazırladığı karışık cdlere vermiş durumda.
Ancak şükürler olsun ki eziğimizin - herkesin başına- arkadaşları var. Birlikte müzik yaptığı gay grup. Depresyonda kalmasına izin vermemekte kararlı davranıyorlar. Bu sırada diğer yanda, oğlumuzu terk eden kızın okul arkadaşı esas kızımız ve onun çılgın ama bir o kadar da sevimli-baş belası arkadaşı var.En önemli ayrıntımız, esas kızımız Norah, Nick'in yaptığı cdlere bayılıyor ve daha onu tanımadan bile kanı kaynıyor.
Film, bu genç topluluğumuzun bir müzik grubu dinleyebilme sevdası etrafında tüm bir geceye yayılan maceralarını anlatmaya koyuluyor. Fonda tüm bu koşuşturmacaya eşlik eden Modest Mouse, Shout Out Louds, Band of Horses, Vampire Weekend gibi grupların sesleri atmosferimizi hareketlendiriyor.
Birşeyler anlatma derdinden çok bildiklerimizi bir de ekrandan izleyip, neşelenelim, gülelim, eğlenelim havasında olan filmlerden hoşlananlar için - ki hepimiz öyle değil miyiz:D - izlemesi keyifli. Bebeksiz Juno ya da popüler şarkılı Across The Universe beklememek gerek. Kendi başına da gayet hoş bir film var Nick&Norah'da.

How to Make an American Quilt (1995)


Evlilik nedir? Bir insanla neden onca yıl aynı hayat paylaşılır? Hayatta yapmak istediklerimiz, olduğumuz insan veya olmak istediğimiz insanın ilişkilerimize etkisi nedir?
Bu tür "hayati" sorulara dolanmış gibi görünen How to Make an American Quilt, daha ilk dakikalarında kahramanımızın hayata ciddi yanlışlarla başlamış olmasıyla açılıyor. 24 yaşının tüm zerafetini üzerinde taşıyan bir Winona Ryder'ın boncuk boncuk gözleriyle hayat verdiği Finn Dodd, hippi annesinin babasıyla olan boşanması ve neticesinde devamlı sevgili değiştirmesi şeklinde gelişen hayat felsefinden ilhamla, evliliğe ve bağlanmaya inanmayarak büyümüş. Bu durumun psikolojik etkileri de 26 yaşında devamlı yüksek lisans tezini değiştirme ya da bitirememe şeklinde kendini gösteriyor. Üstüne o yaz birlikte yaşadığı erkek arkadaşının evlenme teklifi gelince, kendini bir anda çocukluğunu geçirdiği eve - büyükannesi ve büyükteyzesinin yaşadığı eve- giderken buluyor.
Finn'in çocukluğunda büyükteyzesinin evinde toplaşıp yorgan yapan teyzeler, artık yaşını başını almış, bembeyaz ihtiyarlara dönmüşler. Ama hala kendi ilginç harmonilerinde yorgan yapmaya devam ediyorlar. Hem de bu kez Finn için evlilik yorganı hazırlıyorlar. Konusu evlilik olunca da yorgan desenlerinin her biri, ona eli değen her bir kadının evliliğine, aşklarına, yaşadığı hayata dair birşeyler içeriyor. Ne olursa olsun kardeşliklerinin değerini anlayan Glady ve Hy, aşkı ve özgürlüğü kızında bulan Anna ve onun Paris yaralısı kızı Marianna, bir sanatçıyla evli olmanın zorluğuna katlanmış Em, sert mizaçlı Sophia ve hayatının adamını yeni kaybetmiş Constance. Finn'in tereddütleri, kafa karışıklıkları, tez bitirme uğraşları sırasında her bir kadının ona yardım edebilmek adına yaptığı konuşmalar sırasında da hepsinin kişisel tarihine yolculuk ediyoruz. Zaman zaman güzel hazırlanmış dönem görüntüleri eşliğinde aşka, evliliğe, hayata dair çeşitli hikayeler dinliyoruz.

Film, yavaş ama emin adımlarla ilerlerken tempo çoğu zaman düşmesine rağmen yine de güzel bir seyirlik haline gelmiş. Ancak toparlayamadığı yer, ne söylemek istediği konusu. Yani her evlilik aldatıcı mıdır? Her erkek terk mi eder? Bağlanmak yanlış mıdır? Her bir ayrı hikayede bunları anlatıp, sonunda cevap konusunda izleyiciyi merakta bırakıyor. Tek cevabını verdiği soru, Finn'in de filmin sonunda yaptığı tercihle gösterdiği, aşığınla mı yoksa en iyi arkadaşınla mı evlenirsin sorusu.
Cevapsız, kafa karıştırıcı ama güzel bir kadın filmi. Üstüne bir de iyi oyunculuklar, arada görünen Dermot Mulroney ile ufak ama gönül alıcı şirinliğiyle Jared Leto ve Winona...

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...