28 Nisan 2013 Pazar

Ankara'da bir muhteşem oyun : "Cyrano de Bergerac"

kaynak:devtiyatro.gov
Yıl 1640. Paris'te Hotel Burgundy'nin tiyatro sahnesinin önünde 17.yy.ın binbir çeşit Parislisi. Herkes, sahneye çıkması Cyrano de Bergerac tarafından yasaklanan Montfleury'nin sahneye çıkıp çıkmayacağını merak eder halde, bekliyor. Çiçekçi kızlar çiçek satıyor, çocuklar cepleri karıştırıyor. Yakışıklı genç asker Christian de Neuvillette, gönlünü güzeller güzeli Roxane'e kaptırırken, zavallı Roxane ukala soylu Kont De Guiche'in pençesinde, tiyatroya geliyor. Ayyaş şair Lignierei kontu kızdırmış, peşine takılan 100 caniden kaçıyor. Montfleury'nin sahneye çıkmaya cesaret etmesi üzerine, Cyrano de Bergerac, asil, kılıçta usta, nüktede rakipsiz, müzikte olağanüstü Cyrano ortaya çıkıyor ve onu sahneden kovalıyor. Kontu sinir etmesi, karşısına Valvert'i çıkarıyor. Hem kılıcını sallayıp hem şiirini okuyor Cyrano ve başlarken de dediği gibi, tam da lafı bitiverirken Valvert'i bitiriyor. Kalabalık Cyrano'ya hayran, kont sinirden köpürmüş halde. Cyrano adeta yetenek çeşmesi.
Ama ruhu her güzellikle bezenmiş bu adamın kendisinden nefret etmesine, kendisine zerre kadar güven duymamasına sebep bir özelliği var, normalde biraz büyük burnu-tamam bayağı büyük burnu. Çirkin olduğundan son derece emin olan Cyrano, bu yüzden dostu Le Bret'e anlatırken Roxane'e olan aşkını, o kadar ümitsiz, o kadar hüzünlü ki. Ve Roxane onu görüşmek için çağırdığında da sevinci, umudu, mutluluğu o kadar büyük, o kadar pırıltılı.
kaynak:egekucukkiper.blogspot
Mutlu bir hikaye değil bu, o yüzden Roxane genç ve güzel olan Christian'a aşık. Abi gibi gördüğü Cyrano'dan yardım istiyor bu konuda. Aynı bölükte olduklarından ona göz kulak olacak, bir de Roxane'e mektup yazmayı aksatmamasını sağlayacak. Cyrano kalbine, umutlarına taş basıp, sevdiğini mutlu görmek uğruna tamam diyor. Hatta öylesine bir sevgi ki onunkisi, Christian mektup yazmada, iki güzel laf etmede tamamen yeteneksiz, dışı güzel bir boş kabuk çıkınca ona ruh oluyor. Ruhla güzelliği bir araya getirip bu iki adam, Roxane'e aşık olacak bir mükemmel insan çıkarmış oluyorlar.
Edmond Rostand, wikipedia'dan.
Edmond Rostand'ın 1897'de yazdığı bu oyun, defalarca sahneye konmuş, defalarca perdeye taşınmış olsa da hala iç yakıcı, can acıtıcı, destansı bir adamın öyküsü. Rostand gerçekten de yaşamış gerçek bir adamdan, 1619-1655 yılları arasında Fransa'da hem asker olmuş hem de oyun yazmış Cyrano de Bergerac'tan esinlenerek yazmış. Esinlenmiş deniyor çünkü pek çok noktayı onun hayatından alsa da gerçekliğini bilemediğimiz şeyler, Rostand'ın - burun gibi - abarttığı özellikler var.
Ben bu ismi, bu oyunu ilk defa One Tree Hill izlerken duymuştum. OTH'nin bir bölümünde bundan bahsedilmişti. Listemde durdu yıllarca, metni yine okuyamadım belki ama bu senenin başında devlet tiyatrosunun Ankara'da oynadığını görünce bir an önce izlemeye karar verdim. Tabi karar vermek başarmaya yetmiyor, aylarca bilet kovaladım. Sonunda geçen hafta alabildim bileti istediğim gibi, Büyük Tiyatro sahnesine gelmişti oyun. Cuma akşamı iş çıkışı, ne ile karşılaşacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadan Ulus'taki tiyatro binasına koşturdum. 

kaynak:egekucukkiper.blogspot
Tiyatro meselesinde daha yeni olduğumu söylemiştim değil mi? Herşeyi yeni öğreniyorum, Büyük Tiyatro sahnesi denildiğinde de mesela Sıhhiye tarafındaki Opera binasını anlamak gerekiyormuş. Gerisingeri oraya koşturup, içerisine ağzım açık bakakaldıktan sonra hemen üst kattaki heykelleri dolanmaya başladım (başladık esasında, abimle ve yengemle). Opera binasına bir kere girmişliğim vardı, seneler önce cesaret edip de opera izleyeceğim ben diye gişesine yanaşmış bilet sormuştum. Yoktu tabiki, kalmamıştı, ne zaman oldu ki bilet. Ama o zaman içerisini görememiştim, çünkü kapıdan girip hemen sol taraftaki gişeden geri dönmüştüm. Ortadaki girişten girdiğinizde başlıyor herşey aslında.
kaynak:egekucukkiper.blogspot
Oyun hakkında çıkarımlarda, analizlerde, teorik açıklamalarda bulunamayacağımı biliyorsunuz doğal olarak, o kadar değilim. Benim diyeceklerim daha çok ilk defa uzaylı görmüş masum köylü edasında olacak. Oyun şimdiye kadar gördüklerim arasında en şahanesiydi-tabi çok fazla oyun izlemiş değilim o ayrı. 3 saat boyunca ki bu 8'den 11 buçuğa kadar oluyor, inanılmaz güzellikte cümleler duydum, takip etmekte zorlandığım düşünceler uçuştu sahnede. Cyrano de Bergerac'ın ağzından her bir çıkanı alıp kafamın içine kazımak, sonra tekrar tekrar dinlemek istedim. 17.yy. Paris'ini tüm kıyafetleriyle, balkonlarıyla, fırınlarıyla, ağaçlarıyla, banklarıyla, şakırdayan kılıçlarıyla, aşklarıyla gördüm karşımda ete kemiğe bürünürken. Bir bakıyordum dövüşürken Gaskonyalılar, az sonra şarkılarını söylüyorlardı. Cyrano de Bergerac, karşımda oradan oraya fırlarken bir aşk destanı yazıyordu.
kaynak:egekucukkiper.blogspot
Anladığınız üzere bayıldım ben Cyrano de Bergerac'a, tüm oyuna. Gerçi tüm gün işte harap olduktan sonra orada 3 saat boyunca şişmiş ayaklarla oturmak kolay olmadı ama hepsine değerdi bence. Onca saat o tempoyu hiç düşürmeden oynayan, pardon oynamayan yaşayan tiyatroculara bir kez daha hayran oldum. Cyrano rolünde söyleyecek bir kelime bulamadığım Durukan Ordu'ya resmen aşık oldum bile diyebilirim. İşin kötüsü o kadar şahane bir oynayışa karşı görüntüsü olayı bozuyordu. O koca salonda bir kişi bile bulamazdınız bence bu Cyrano'ya aşık olmayacak, çirkin bulacak. Phantom of The Opera'da Gerard Butler'ı kimsenin korkutucu bulmaması gibi, Durukan Ordu'yu da kimse o burunla bile çirkin bulamazdı bence.



Oyunun en bilindik uyarlaması sinemaya 1990'daki Gerard Depardieu'lu film. Ben izlemedim ama düşünmüyorum da izlemeyi, o güzelim Cyrano resmi varken kafamda Depardieu'nun çirkinliğini görmek isteyeceğimi zannetmiyorum ama bu demek değil ki film kötü. Film en iyi kostüm dalında oscar kazanmış, gayet de iyi bir film.
Söylemek istediğim bir sürü şey var ama tek bir kelime etmek bile zor geliyor şu an, çıkmıyor çünkü kelimeler, ne diyeceğimi bilemeden, oyunun hayaline doğru hülyalara dalmış buluyorum kendimi. Keşke gidip görebilseniz. Aşkın güzellik mi, ruh mu, emek mi olduğuna dair hüzünlü bir destanı izleyebilseniz.
"Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil"
[Resimleri egekucukkiper.blogspot.com'daki şu şahane yazıdan aldım oyun ile ilgili. Resimlerin tüm hakkın oraya ait yani.]

27 Nisan 2013 Cumartesi

"In witness whereof -- hear my voice, Alexander Graham Bell."

Haftasonuna bununla başladım, salak bir gülümseme var yüzümde. 15 nisan 1885'ten bir insanın sesini, Alexander Graham Bell'in sesini duyuyoruz bu kayıtta. Tarihin canlanıp, bir film karesinin insanı içine çektiğini hissetmiyor musunuz siz de?



Özellikle "graham" deyişi bence değişik. İskoç aksanından biraz modifiye olmuş gibi :)
(Bu kayda nasıl ulaştığımızı, kaydın tarihini ve özelliklerini öğrenmek isterseniz, ben videoyu falan şuradan aldım : Wired)

23 Nisan 2013 Salı

Cornelia Funke'nin "Hırsızlar Kralı"

“When we are children we seldom think of the future. This innocence leaves us free to enjoy ourselves as few adults can. The day we fret about the future is the day we leave our childhood behind.” diyor Patrick Rothfuss Rüzgarın Adı'nda. Çocukken gelecek diye birşey yoktur, çok uzaktır orası. Hiç büyümeyecek gibi hisseder çocukken insan. Büyüklerin dünyası diye birşey vardır ve oraya gidemeyiz bir türlü, oysaki bir an önce varsak oraya, ooo yapacak ne çok şey vardır. Buradan, çocukluktan bakınca onların dünyasına, yetişkinliğe, orada herşeyi istediğimiz gibi halledebileceğimizi düşünürüz. Büyükler ve onların haksız, salakça kurallarına karşı yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur, çocuk olmanın çaresizlik olduğunu düşünürüz.
Ve sonra büyürüz, hiç farkına varmadan o çok imrendiğimiz dünyanın ortasında buluveririz kendimizi. Görürüz ki aslında burada daha çaresiziz. Büyüyüp de aslında çocuk olmanın, önünde onca sene olmasının büyümek, yaşamak, tecrübe etmek için, ne kadar özel bir şans olduğunu anlarız. Çocuk olmak ve tüm o seneleri yeniden yaşayabilmek ne kadar güzel olurdu oysaki.
12 yaşındaki Prosper da ailesini kaybettikten sonra kötü insanlar olan teyzesi Esther ve eniştesi Max ile yaşamak zorunda kaldıktan sonra böyle düşünüyor işte. 5 yaşındaki kardeşi Bo'yu sırf melekler kadar güzel bir görünen bir çocuk olduğu için evlat edinmek isteyen teyzesi ve eniştesi, Prosper'ı hiç istemiyor. Planlarını onu yatılı okula göndermek. Birbirinden ayrılmak istemeyen iki kardeş, bunun üzerine kaçıp, annelerinin onlara hep anlattığı, masalsı Venedik'e gidiyorlar. Orada üşümüş, acıkmış, ne yapacaklarını bilemeyen iki çocuğa Hırsızlar Kralı sahip çıkıyor. Pek yetenekli bu Hırsızlar Kralı'nın himayesindeki diğer çocuklar ile birlikte eski terk edilmiş bir sinemada kalıp, Venedik'in fantastik heykellerle, kayıklı kanallarıyla, turistleriyle, adacıklarıyla dolu hikayesine dalıyorlar. Peşlerinde kötü teyze ve eniştenin tuttuğu dedektif Victor varken, Hırsızlar Kralı Scipip ile birlikte antikacı-dolandırıcı Barbarossa'yla anlaşma yapıp, esrarengiz bir kontun istediği parçayı bir fotoğrafçının evinden çalmaya çalışıyorlar.
Cornelia Funke
Cornelia Funke'nin 2000'de yayınlanan bu ilk kitabı onun elinden çıkma çizimlerle de bezeli. Hamburg Üniversitesi'nde pedagoji eğitimi almış olan Alman yazarın Arkadaş Yayınevi'nden çıkan "Hırsızlar Kralı" birçok ülkede çok satan kitaplar arasına gitmiş, bir çok da ödül kazanmış. Dünyaca tanınması ise sanırım Mürekkep Yürek serisiyle olmuş, en azından beni tetikleyen buydu Funke'yi okumam için. Filmden dolayı kitapları  merak etmiştim, kütüphanede Inkheart serisini bulamadım ama Hırsızlar Kralı'nı görünce denemek istedim. İlk başlarda oo şahane kitap falan demesem de sonradan hikaye beni sarıp sarmaladı. Çocuk kitabı olarak görülüyor olsa da bence Funke'nin Hırsızlar Kralı'nda yaptığını, anlatmaya çalıştıklarını bir çocuğun tam anlamıyla anlayabileceğini düşünmedim okurken. Hele okuduktan sonra ağzımda bıraktığı tadı alabilmek için kesinlikle tüm o çocukluk yıllarını yaşamış, üstüne yetişkinliğin ortasında bocalamakta olan bir "çocuk" olmanın gerektiğini düşündüm. Scipio'nun, balarısının (adını yanlış mı hatırlıyorum emin değilim şimdi Caterina'dan), Riccio'nun, Mocca'nın küçük bir çocuk olarak neler düşündüklerini, Prosper'ın sonunda verdiği kararın ne kadar yerinde olduğunu anlayabilmek için belki de hepsini yaşamış olmak gerekiyor dedim.
Funke'nin dilinden oldukça memnun kaldım, anlatımı o kadar güzel ki farkına varmadan kendiniz Venedik'te dolaşıyor gibi hissediyorsunuz. Hiç zorlanmadan, sanki elinizi uzatsanız o meydanda durmuş güneşi hissederken o heykellere dokunacak gibi oluyorsunuz. Hiç görmeden, resimlerine bile bakmanıza gerek kalmadan şehre aşık oluveriyorsunuz. Vallahi ben o kadar bir Venedik sevdalısı değildim, böyle romantik görülen şehirlerdense daha Londra, New York gibi şehirler cezbederdi beni ama okurken, Prosper ve Bo ile birlikte çocukların gözünden Venedik'i dolaşınca resmen aşık oldum.
Aynı adla, 2006'da filmi de yapılmış kitabın. Richard Claus'un Daniel Musgrave ile birlikte senaryolaştırıp  yönettiği filmin çok bir dağıtımı olmamış gibi görünüyor, dvd'si çıkmış hemen sanki. "The Thief Lord"u izlemedim ben henüz ama bu kadar güzel bir hikayeyi isteseler de kötü çekememişlerdir diye düşünüyorum.


Cornelia Funke'nin pek eğlenceli sitesi : http://www.corneliafunke.com/
Kitap nette kolayca bulunabiliyor; Idefix'te 9 tl, d&r'da 8,99 tl, kitapyurdu'nda 10,08 tl gibi fiyatlarla satılıyor.

22 Nisan 2013 Pazartesi

Moving On


Stefan: I think it's affecting me a lot more than it's affecting her.
Caroline: What do you mean?
Stefan: Every time I tell myself that I'm moving on, there's this part of me that just can't seem to shake her.
Caroline: That's normal, Stefan. You guys were in love. That doesn't go away just because you declare that you're moving on.
Stefan: Then how does anyone ever seem to move on?
Caroline: I don't know. I think that someday, you'll meet someone new and you'll fall madly in love. And you'll have moved on without even realizing it.

[TVD'nin Pictures of You adlı bölümünde Caroline ile Stefan'ın bu ufak muhabbetinde Caroline en basit gerçeği böyle açıkladı; bir gün, yeni biriyle tanışır ona delice aşık olursun ve tüm o içini yakan, beynini tırmalayan şey, sen farkına bile varmadan yok olur gider.
O "someday"in umuduyla, dayanıyoruz.]

“Minerva’nın baykuşu ancak ve ancak güneş batıp alacakaranlık çöktüğünde kanat açar.”

wikipedia'dan Münih'teki Minerva heykeli
"Minerva'nın baykuşu özgürce uçtukça akıl ancak özgür olabilir ve gerçeği bilebilir."

21 Nisan 2013 Pazar

21 nisan

Bir keresinde anlatmıştı James. Okuldayken hoşlandığı kız bir oyunda-tiyatro oyununda mı bir dizide mi ufak bir filmde mi ne oynuyor diye o da gidip yazılmış bu işe. Sırf kızı etkileyebilmek, ona yakın olabilmek için ergence bir şeyler yapıyormuş yani kendince. Hiç öyle oyuncu olayım edeyim diye bir düşüncesi yokmuş, niyeti de yokmuş. Gideyim kızı etkileyeyim mantığında, atlamış bu işe.
Öyle rahat, öyle eğlenceli bir insan o. 21 nisan da doğumgünü gene.

20 Nisan 2013 Cumartesi

Orta Çağa Balıklama Daldım : "Orta Çağ Avrupa Tarihi" ve "Avrupa'nın Doğuşu"

Orta Çağ hep tarihin en merak ettiğim, en ilginç olduğunu düşündüğüm dönemi oldu. İsterseniz romantizm deyin kılıçların, şövalyelerin, kalelerin oluşturduğu o hayali dünyanın kafamda yarattığı; isterseniz tüm eğitim hayatım boyunca II.Dünya Savaşı'yla birlikte tarih içinde en az anlatılan konu olduğundan içimde yarattığı o "lan bunlar kesin birşeyler saklıyor bizden bilerek anlatmıyorlar" dürtüsü deyin. Orta Çağ bana hep yasak elma gibi geldi (hohoy bugün birileri Da Vinci's Demons izlemiş :D ).
Bu yüzden kütüphanedeki "Orta Çağ" kategorisindeki kitapları sırasıyla okumaya başladım. Şimdilik iki tanesini, Muammer Gül'ün "Orta Çağ Avrupa Tarihi"ni ve Jacques Le Goff'un "Avrupa'nın Doğuşu : 400-1500" kitaplarını okudum. Daha doğrusu birini okudum büyük keyifle, diğeri ortalara doğru beynimi sulandırdı.
Muammer Gül'ün yazdığı kitap Bilge Kültür Sanat'tan 2009'da çıkmış, 208 sayfalık gayet açık, net yazılmış bir tarih kitabı. Ders kitabı bir anlamda ama bir History Channel dizisi olarak izlermiş gibi de okunabilir. Genel olarak iki bölüme ayrılmış; Erken Orta Çağ Avrupa Tarihi ile Geç Orta Çağ Avrupa Tarihi. Giriş'te önce bir avrupa coğrafyasını, yani nereye avrupa dediğimizi, havasını suyunu belirttikten sonra orta çağa geçiş sürecini şöyle bir gösteriyor; Roma İmparatorluğu'nun mirasını inceliyoruz. Çünkü zaten orta çağ demek avrupa'da Roma'nın sürüncemede kalan mirasının oradan oraya sürüklenmesi demekmiş onu anlıyoruz. Merovenj ve Karolenj Krallıkları'nı görüyoruz, kuzeyden, güneyden, doğudan gelen halkların avrupayı nasıl etkilediğini ve oluşturduğunu, kilisenin nasıl ortaya çıktığını ve öylesi bir güce dönüştüğünü anlıyoruz.
Jacques Le Goff'un kitabı ise tam olarak bir tarih anlatısı değil. Avrupa birliği birşeyleri için hazırlanmakta olan bir dizinin içerisinde, o konseptte yazılmış. O konseptten kastım kitabın amacının oluşturulmaya çalışılan bir avrupa düşüncesinin geçmişini ve köklerini bilimsel, düzenli bir zemine oturtmak olduğu. Yine o da kronolojik bir anlatı içerisinde gitmiş ama bölümler içerisinde olayları anlatmaktan ziyade düşünceleri anlatıyor. Bir konferans verirmişçesine, dönemin felsefesini tartışıyor bir anlamda.
Doğal olarak Le Goff bana şimdilik fazla geldi. Gül'ün kitabı konuya daha ilk defa dalan benim için sade, güzel, yerinde bir ders kitabı niteliği taşırken Le Goff'un anlattıkları için tüm orta çağı ve olayları, kişileri, krallıkları ve dahası öncesini sonrasını tam anlamıyla öğrenmiş olmam gerektiğini gördüm. Le Goff'un kitabını okudum diyorum ama bu tam anlamıyla bir okuma olmadı bence, kitabın hakkını veremedim şimdilik. Gül'ün orta çağının ise ufak bir eksikliği var gibi geldi, Haçlı Seferleri ile ilgili kısım beni kesmedi. Çok hafif geçilmiş gibiydi ya da ben o kadar doyamadım ki öyle gördüm. Bunun yanında Le Goff'un Haçlı Seferleri'ni anlatışı oldukta doyurucuydu, hatta eğlenceli bile denebilir. Bu seferlerin avrupaya tek katkısının kayısı olduğunu düşündüğünü söylediğinde yerlere düşecektim misal.
Bundan sonrasında Umberto Eco kitaplarını falan daha bilinçli bir şekilde okuyacağım için mutluyum en azından. Hem de kafamdaki o romantik orta çağ hayaline devam edeceğim. Tavsiye ederim, sonuçta hayallerimizde özgürüz, neler olduğunu öğrendikten sonra istersek westeros kurarız kafamızda istersek midlands, hatta middle earth.

uçmalı rüyalar


Hemen hemen herkes rüyasında uçtuğunu görüyormuş. Öyle bilimsel bir araştırma sonucu değil bu, sosyal bir edinim. Şuraya çıksanız kim uçtu rüyasında deseniz herkes en azından bir kere olsun böyle bir deneyim yaşadığını söyleyecektir. Zaten rüya tabirleri kitapları, siteleri falan neredeyse en çok bununla ilgili yorumlarla dolu. Genelde insanın çok güzel yerlere geleceğine - hani uçmaktan yola çıkarak yükseğe gideceğine - dair yorumlansa da halka arasında daha pis açıklamaları da varmış, şöyle bir googlelayın yeter.
Ben de haliyle normal bir insanım, uçtuğumu kaçtığımı atladığımı falan görebiliyorum rüyalarımda. Bana ilginç gelense araştırdığım kadarıyla nette, benim türümde uçtuğunu gören yok. Yani rüyanızda uçtunuz tamam, ama nasıl uçtunuz? Ben yıllardır hep aynı şekilde uçuyorum mesela. Yürürken veya koşarken bir yerden sonra böyle ağırlığım yokmuşçasına, sanki yere değip değip havalanıyorum. Bir topun sekmesi gibi yere hafifçe temas ettiğim her an daha da yukarı fırlıyorum. Kanadım falan yok, dikey şekilde yerde nasıl yürüyorsam havaya da öyle yükseliyorum. Ama benim uçuşlarımın diğerlerininkinden çok daha kötü bir özelliği var : Korku dolu şeyler oluyorlar.
İnsanlar hep uçtuklarını, mutlu olduklarını, bunun rüyada çok hoş bir his olduğunu ferahladıklarını, kuş gibi özgür olduklarını falan söylüyor rüyalarındaki uçuşlarla ilgili. Ama ben her defasında korkudan ölecek gibi oluyorum rüyamda. İstemsiz havalanıyorum, her yükselişimde yere düşeceğim diye ödüm kopuyor çünkü bir aşağı bir yukarı gidip duruyorum. Yukarı fırladım diyelim, kendimi yukarıya fırlatmak için kasmak, çabalamak zorunda kalıyorum. Yani benimkisi yere çarp-yüksel-çok yükseldiğin için alçalmaya çabala-çok alçalıp yere çarpacak gibi olduğundan yeniden yükselmeye çalış şeklinde bir döngü olarak yüreğimi ağzıma getirmeye devam ediyor. Hep ya çok yükseliyorum ya  çok alçalıyorum. Bir yükseklikte sabit kalamıyorum. En önemlisi, isteyerek havalanmıyorum. Bir hastalık gibi kendimi yerde tutamıyorum. Ben sadece koşmak istiyorum mesela, ama havalanıp duruyorum, allahım bir yere inebilseydim diye uğraşıp duruyorum. Her defasında. Her uçmalı rüyamda.
Geçen hafta da gördüm gene böyle rüya. Yine - rüyalarımın artık klasik mekanı olan - çocukluğum geçtiği lojmandaydım. Apartmanımızın önünde iki yönlü bir yol vardı orada, bu rüyamın dekoru da orasıydı. Benim bir büyüğüm var benimle, annem babam falan değil de sanki böyle onunla yaşadığım bir hala-teyze gibi. Aynı apartmandan birlikte çıktığımız birileri daha var, iki adam. Onlardan biri de diğerinin vasisi- evet vasi, o derece. Erkeklerden genç olanın kim olduğunu söylediğimde bana gülmemenizi rica ediyorum çünkü bilinçaltım bu noktada epey saçmalamış. Bu One Direction diye "boy-band"imiz var ya, oradaki çocuklardan biri, pörtlek gözlü olan değil, işler güçler'deki doktor kadına benzeyen de değil, sarışınla kara olan da değil. Öbürküsü işte adı her neyse (anlatmayı bitireyim hemen bakacağım bir dakika). Çocuğun aklımda kalmış olmasının mantıklı bir açıklaması var, yatmadan hemen önce Gönül'ün paylaştığı klibi izlemiştim (one way or another'ı söylediği one direction'ın).
Neyse işte, ikimizin büyükleri de kayboluyor o arada sahneden. Ben koşuya çıkıyorum tam evden, o dediğim yolun kenarında koşacağım, üstümde spor şortu bile var o kadar azimliyim. Tam o sırada onu görüyorum, bir işler karıştırıyor. Böyle gizli kapaklı, abisine-dayısına-amcasına artık her neyiyse ona söylenmemesini istediği birşeyler yapıyor. Görüyorum ama ne gördüğümü bilmiyorum, o yüzden yanına gidip bak ben gördüm bu hiç iyi birşey değil yapma diyorum. O kadar ukala ki sana ne git başımdan havalarına giriyor. Bak söyleyeceğim abine diyorum. Söyleyemezsin inanmaz diyor. Bak gel buraya deyip çocuğu yakalamaya çalışıyorum, yakalayıp ne yapacaksam. Herhalde temiz bir dayak atma isteğim var, hem de kolundan tutup abisine götürüp itiraf ettireceğim öyle sanıyorum. Ama kaçmaya başlıyor, ben de kovalamaya. Koşmaya başladıktan bir süre sonra da dediğim şekilde uçmaya başlıyorum. Çıldırmak üzereyim bir türlü çocuğu yakalayamadığım gibi bir de başıma bu uçma şeysi musallat oldu diye köpürüp duruyorum. Ama dediğim gibi, bunu bir hastalık olarak görüyorum rüyamda, bir türlü yere inip normal insanlar gibi yürüyemiyorum. Hem de bu sefer, öncekilerden bir miktar farklı olarak havada yüzer gibi yapabiliyorum, ellerimle kulaç atıp ileri gidebiliyorum. Ama ne fayda, yine uçmam üzerinde hiçbir kontrolüm yok.
Sonra sahne değişiyor ve deniz kenarındayız. Geniş, boş bir kumsalda, anılarımdan Samsun'daki kampın kumsalına benzettiğim bir yerdeyiz. Hani mahallece falan pikniğe oraya buraya gidilir ya öyle bir ortammış güya. Çocuk da bizim apartmandan olduğundan orada tabi. Ben gene gıcığım ona, o da bana trip atıyor. Sırrını hala söyleyememiş abisine, o da yapmaya devam etmiş. Birden denizin ortasında boğulmaya başlıyor çocuk, herkes atlayalım kurtaralım nasıl kurtaracağız oraya kadar nasıl yüzeceğiz diye telaş yapmaya başlıyor. Bir curcuna bir kıyamet. Herkes denize koşturuyor. Ben öylece kalakalıyorum. Aklımdan çok net bir şekilde şunlar geçiyor : Gitmeye çalışırsam onu kurtarmaya, uçmaya başlarım gene ve denizin üstüne geldiğimde uçamam düşerim suyun içine, boğulurum. Benim uçuşum sadece karada geçerli, denizin üstüne geldiğimde kendimi görebiliyorum hayalimde, suya düşüyorum. Zaten o anda kumsalda kendimi çok zor yerde tutuyorum, gene havalanacağım tutmasam. O yüzden kıpırdayamıyorum, çocuğun boğulduğunu görüp de hiçbir şey yapmıyorum. Çünkü gidersem ben de boğulacağım.
En son havalanıp da suya düştüğümü gördüğümün hayalleri arasında uyandım. Çocuğu herhalde kurtardılar. Ya da boğuldu, bilemiyorum, ben boğulmasına göz yumdum sonuçta.
Çocuğun adı Liam Payne'miş, kendi de şöyle : 

Roger Norman'dan "Albion'un Rüyası"

İsmini görür görmez elime aldım bu kitabı, kaçıramazdım. "Albion" yazıyordu bir kere, ya İngiltere'yle ilgiliydi, ya orada geçiyordu, ya işin içinde bir Merlin, bir Arthur en olmadı bir ada, ortaçağ, kale falan vardı diye düşündüm çünkü. Sonra arka kapağı çevirip okuduğumda bu düşündüklerimden en azından birkaç tanesini tutturmuş olduğumu gördüm.
Edward Yeoman'ın geriye dönüp, çocukluğunda, 12 yaşında yaşadığı hatıralarına dönüp, bunları anlatmasını dinliyormuşuz kitapta. 12 yaşındaki Edward amcasının İngiltere kırsalındaki çiftliğinde bir oyun buluyor. Oyun tahtası ve kartları, içinde babasından bir mektubun bulunduğu oyun kuralları listesi ile birlikte ortaya çıkıyor. Babasının yıllar önce yazdığı mektup, oyunu bulup da oynamaya karar vereni uyarıyor, bu oyun yalnızca bir oyun değil çünkü. Albion'un Rüyası adını taşıyan oyunda Merlin, kral, Galahad, Thor, Cellat, Ölüm, Pellinore, İsa, Hod, Puck, Tüccar, Prenses gibi kartlar var. İç içe geçmiş halkaların oluşturduğu bölgeleri geçerek, ortaya ulaşmaya çalışılan oyun için babasının talimatları açık: Aileden biriyle oynanmalı ve çok ciddiye alınmamalı.
Edward da kuzeni Hadley'i alarak karşısına oynamaya başlıyor. Yatılı okula giden iki kuzen için Albion'un Rüyası, bir süre sonra okuldaki mücadeleleriyle karışmaya ve hayatlarında unutamayacakları bir ders olmaya başlıyor.
Böyle tesadüfen bulunup da lanetli, belalı çıkan çocuk oyunları hem sinemada hem de edebiyatta oldukça bilindik bir konu esasında. Öyle ya hanginiz daha ilk bahsetmeye başladığımda Jumanji diye düşünmediniz? Hatta biraz daha bileniniz varsa Zathura demedi? Bilindik olduğu kadar keyifli de bir konu. İlerleyebileceğiniz alan sonsuz. Yaratabileceğiniz oyunlar inanılmaz. Zaten Roger Norman da çok güzel bir oyun düşlemiş, ülkesinin eline verdiği imkanları kullanmış. "Albion" Büyük Britanya'nın bilinen en eski ismi zaten. Kelt öncesi  ve Hint-Avrupa öncesi dillerinde toprak, dünya, tepe, beyaz gibi anlamları olduğu düşünülüyor. Bundan yola çıkarak diyebiliriz ki Albion'un Rüyası Britanya'nın kadim geçmişinden, büyüyle dolu bir gelenekten gelen, kendi sırları olan bir oyun.
Peki, her şey güzel hoş, Roger Norman yapıyı kurmuş, oyunu çok güzel düşünmüş, orta halli yerinde karakterler de yaratmış ama gene de kitap çok sarmıyor insanı. O 200 sayfaya merakla başladım ben mesela, ama devam edemedim. İlerlemedi kitap bir yerden sonra. Ancak son 10-20 sayfada bir heyecan geldi, toparlandı gibi oldu hikaye. Oradan itibaren kitap bitene kadar bir soluk alabildim, bir okuma isteği geldi üzerime.
Roger Norman bizim üniversitelerimizde de senelerce dersler vermiş bir akademisyen bu arada. Kitabın girişinde de şöyle yazıyor hatta: "Roger Norman 1948'de dünyaya geldi. Eğitimini Sherborne Okulu ve Cambridge Üniversitesi'nde tamamladı. Yunanistan'da zeytin çiftçiliğiyle uğraştı, Ankara Turkish Daily News’te editör olarak çalıştı, çeşitli üniversitelerde ders verdi. Türk-Yunan dostluğunu pekiştirmek için İstanbul ve Atina arasında 1200 km’lik bir yürüyüş yaptı. Bu yürüyüşten elde edilen para ile Türk ve Yunan Çocuklarına diyaliz makinesi alındı. Roger Norman Anadolu Üniversitesinde İletişim Bilimleri Fakültesinde Öğretim Görevlisi olarak çalışıyor ve kitaplarını yazmaya devam ediyor. Yetişkinler ve çocuklar için, güneybatı İngiltere’nin Dorset kırsalına odaklanan üç tane roman yazdı. Albion'un Rüyası yedi dile çevrildi. Kurgu eserlerinin yanı sıra, çeşitli dergiler ve gazetelere yazılar yazıyor."Albion'un Rüyası onun ilk kitabıymış. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan bu ilk kitabının dışında Kırmızı Zar ve Ağaç Zamanı adlarında iki kitabı daha var gibi görünüyor Türkçe'ye çevrilmiş. Bir de Shadowborne varmış ki o daha çevrilmemiş. Benim kütüphaneden alıp okuduğum, kitabın 1998 tarihli ilk baskısıydı Albion'un Rüyası'nın. Sonraki baskılarda kapak biraz değişmiş. Ben çok da beğenmedim ama görünen o ki kitabın ilk sayfasının içinde YKY'nin yazdığı temenni tutmuş gibi. Kitabı gençlere ve çocuklara güzel bir gelecek için hediye ediyorlarmış. Umarım okuyanları memnun etmiştir böyle, beni etmese de.
Kitabın ilk bölümünü YKY'nin tanıtım sayfasından okuyabilirsiniz : http://www.ykykultur.com.tr/kitap/albionun-ruyasi
Ayrıca yazarın kendi sitesi de var : http://rogernorman.net/

18 Nisan 2013 Perşembe

Cause I know everything will be alright



14 Nisan 2013 Pazar

gittik gördük : "The Host"

Aslında yazmayacaktım ama dayanamadım. The Host'un, bizdeki gösterim adıyla Göçebe'nin hakkında birşey söylemeyecektim. Salı günü sinemaya gidelim diye yola çıkarken aklıma ilk o geldi, o kadar geçmişimiz bir hukukumuz var sonuçta Stephenie Meyer kitaplarıyla, o kitapların filmleriyle. Elimde değildi, hiç düşünmeden ona gidelim de ona gidelim diye tutturdum. Keşke G.I.Joe'da ısrar etseymişim ya da ne bileyim Sabit Kanca dediklerinde ağzımı yüzümü büzmeseymişim.
Kaynak: AliceMarvels
Sebep? Ergen filmi. Diğer bir sebep? Yanınıza iki erkek arkadaşınızı da alarak onlara işkence etmemenizin gerekmesi. Ciddiyim, etmeyin insanlara böyle işkenceler. Ben yaptım, oturduk iki saat boyunca normalde kız arkadaşlarımla izlesem aynı kızsal tepkileri verip, birazcık içimizdeki ergenle muhabbet edebileceğim bir filmi suçsuz günahsız iki insana izleterek o iki saat süresince bunalmalarını, uyuklamalarını, boğulmalarını kendime dert ettim. Onlar sıkıldıkça ben de bunaldım, benim yüzünden eziyet çekiyorlar diye.
tumblr'dan
O kadar kötü müydü demeyin. Kötü demiyorum, sadece kitabı okuduktan sonra düşündüğüm gibi düşünüyorum. Çok yaratıcı, gayet de geliştirilebilecek bir fikri böylesine lüzumsuz bir şekilde heba etmenin anlaşılır bir yanı yok diyorum. Yerleştikleri gezegenlere sağlığı, temizliği, düzeni ve barışı getiren bir uzaylı türünün dünyayı istilasını daha derinlikli işleyebilirsiniz, günümüz siyasi ve sosyal ortamına çeşit çeşit mesajlarla bezeyebilir, altına temeli sağlam bir felsefe kurabilirsiniz.
kaynak: Teen
Aksiyonla bezeli, görüntü açısından zengin bir anlatım seçebilir, ana tema olarak kitabın elimize verdiği aşk üçgenini daha incelikli işleyebilirsiniz. Jared'in, sevdiği kadının bedenini ele geçirdiği için nefret ettiği Wanderer'a olan duygularını yoğunluğunu gösterip, seyirciyi afallatıp; Ian'ın bir beden olmadan da bir kişiliğe, bir yüreğe aşık olunabileceğini gösteren halini belki daha başarılı bir oyunculukla sergiletip seyirciyi tam kalbinden vurabilirsiniz. İnsanların bu tuhaf uzaylı işgalinde yaşadıklarını dramatize edip, üstüne enfes güney ve güneybatı doğasını gösteren geniş plan çekimler ekleyebilirsiniz.
kaynak: Teen
Ama yapmıyorsunuz ne hikmetse. Gözlerimize ve beyinlerimize The Truman Show, Gattaca, Lord of War gibi filmler armağan etmiş Andrew Niccol, pek yetenekli Stephenie Meyer'ın kitabına gelince sıra sanki kendini tutmuş, ilerlememiş. Diğer filmlerinde olduğu gibi senaryoyu da yazıp yönetmiş Niccol. Saoirse Ronan  (bu adı da bir türlü telaffuz edemiyorum, google translate "Sivarz" şeklinde okuyor valla) aslında gayet iyi bir Melanie/Wanderer olmuşken, elinde de bir hayli iyi görünüşlü iki sırım gibi delikanlı Max Irons ve Jake Abel varken gene de sıkıyor Niccol'ün filmi. İlerlemiyor, sürünüyor adeta. Halbuki neredeyse olacak sahneler bile görüyoruz-erzak almaya çıkan mağara ekibinden ikisinin olduğu kamyonun uzaylılar tarafından kıstırıldığı sahne gibi. Tam etkileniyoruz diyoruz ama gerisi gelmiyor. Herşey havada kalıyor.
kaynak: Teen
Kitap da aynı etkiyi yapmıştı bende. Filmden umutluydum ama olmadı. Belki çok boş vaktiniz olursa indirip izlersiniz bir ara.
tumblr'dan
Emily Browning de pek hoş sürpriz. Bella yapamadık bari bunu kabul et iki saniye görün şurada be kızım der gibi olmuş. Bir de devamını yapacaklarmış, haydi bakalım.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Jean-Michel Riou'dan "Champollion'un Sırrı"

Champollion ismi size birşey ifade ediyor mu bilmiyorum, büyük olasılıkla etmiyor farkındayım, ama benim için raftaki bir kitabın üzerinde gördüğüm anda oradan o kitap olmadan ayrılmamam için geçerli bir neden.
Jean-François Champollion 1822'de bir eylül günü, neredeyse 20 yıldır uğraştığı ve belki de bunun için doğduğu şeyi başarmış, bir Mısırbilim kahramanı. Bu adam o eylül günü binlerce yıldır dudaklardan dökülmeyen bir dili seslendirmeye başladı, hiyeroglifleri okumayı başardı.
kitaptan, Napoleon'un Mısır Seferi
"Champollion'un Sırrı" da bizi bu büyük başarıya giden yolun öncesi ve sonrası dahil olmak üzere bir yolculuğa çıkarıyor. 1800'lerin çalkantılı siyasi ortamına gömülmüş Fransa'da genç bir generalin, Napoleon Bonaparte'ın yükselişini, bir doğu hayalinin peşinden Mısır'a yapılan seferi, Mısırbilim'in temellerinin atılmasını, Rosetta Taşı'nın bulunuşunu, İngiltere ile Fransa'nın bilim ve tarihteki yarışlarını çöl kumlarına gömülmüş bir dilin yeniden gün ışığına çıkma serüveninin etrafında anlatıyor.
Jean-Michel Riou bunu anlatmak için bizi önce 2004 yılında bir yayınevinde saklanan bir elyazmasına götürüyor. O elyazmasını okumaya başlıyoruz. 3 ayrı kişi tarafından, 3 ayrı bilim adamı tarafından yazılmış bir hikaye bu. Napoleon'un Mısır Seferi'ne katılmış bu 3 adam, bir rüyaya inanıyorlar Napoleon'un peşinde. Mısır hiyerogliflerinin bir sırrı sakladığına, firavunun sırrını sakladığına inanıyorlar. 19.yy.'ın son sürat gelişme yarışı içindeki Avrupalılarına oldukça egzotik gelen bu doğu rüyasının esasında onları güce, herşeyin, hayatın, dinlerin herşeyin sırrına eriştireceğine olan inançları, buna ancak hiyeroglifleri okuyarak ulaşabileceklerini söylüyor. En azından Jean-Michel Riou'nun teması bu, kitap için.
kaynak:Les Lectures d'Asphodéle
Yalnız Riou'nun tüm bu hayali, arayışı anlatışı en başta ilginç başlasa da ilk 5-10 sayfadan sonra çok tatsız tuzsuz bir yazıma dönüşüyor. Ben çoğu yerde kitaptan kopup etrafa bakınmaya başladım ki burada kendimden, bir Mısır aşığından, antik Mısır ile ilgili ota çöpe bile aşık olan bir insandan bahsediyorum. Antik Mısır ile ilgili bir konuya bu kadar batmış bir hikayeden beni bile kopartabiliyorsa demek ki hakikaten bir yanlış var bu anlatımda dedim ben.
Riou'nun karakterleri tarihten alınsalar da kurgular doğal olarak. Bu yüzden tarihsel gerçeklik beklemek doğru değil tabi ama sanırsam benim kafamı karıştıran, okumaktan sıkılmama neden olan şey de biraz buydu. O dönemi çok az biliyorum. Hele bu Fransa'nın 1789'dan itibaren içine girdiği durum her kitapta allak bullak ediyor beni, anlamıyorum. Ne olduğunu baştan bir adamakıllı öğrenmediğim için böyle okuduğum hikayeler o dönemin içine yerleştirilmişse zorlaşıyor benim için. Cumhuriyet neydi, kral var mıydı, Robespierre kimdi, Napoleon niye imparator oldu...hepsi karman çorman bende. O yüzden Riou'nun anlatımı beni daha da yordu. Biliyormuşuz gibi davranıyor anlatırken, kahramanlarının çıkarımlarını, davranışlarını, ettikleri muhabbeti bir türlü anlayıp da kafamda bir kalıba, bir düzene yerleştiremedim ben. Korkuları, endişeleri, siyasi düşünceleri hep havada kaldı gibime geldi. Daha da kötüsü kendi fikrimi oluşturamadım, lan bu adam Napoleon'u seviyor ama niye diyorum mesela, öbürü de karşı çıkıyor haklı mı ki diye dolandım durdum.
Bir diğer rahatsız edici yönü de kitabın, en baştan itibaren bir gizem havası yaratıp, sonradan hakikaten "Lost"a bağlaması. Hani adamakıllı bir gizem var ortada diye ikna oluyorsunuz, öyle anlatıyor Riou çünkü. Eh bir yerde geliştiriyor gibi de yapıyor bu savını ama ha çözüldü ha çözülecek diye heba oluyoruz. Çünkü gidiyor gidiyor o kadar gerçekçi bir ortamın içinde fantastiğe dönüyor son virajda. Ve pat açıklamamız bu. Büyü oldu, sihir oldu, puff uçtu. Kitabın başından beri inandırılmaya çalışıldığımız sır bu.
Altın Kitaplar 2006'da basmış ilk basımını kitabın. Nuriye Yiğitler'in çevirisiyle 415 sayfa olan kitap Giriş, Son Söz ve Teşekkür kısımlarının arasında 5 bölümden oluşuyor. Teşekkür kısmında yazar yararlandığı kaynakları da sıralamış ki bu güzel bir şey. Jean-Michel Riou'nun kendisi  de necidir kimdir bilemiyorum, nette hakkında Fransızca dışında yazılmış bir şeyler bulabilmek neredeyse imkansız (Kendi blogu da var ama anlayan varsa bana da desin ne anlattığını : http://jeanmichelriou.wordpress.com/).
Sonuçta "Champollion'un Sırrı" çok güzel kapaklanmış, pek olağanüstü şeyler vaadeden bir arka kapak yazısıyla bezenmiş, en baştan büyük bir umutla ve hevesle okumaya başlayacağınız ama kuru, tatsız, sıkıcı bir şekilde yazılmış bir kitap. Yıllardır işini bilen yazarların pek de güzel ekmeğini yiyebildikleri bir konuyu, bu kadar ilginç ve yazarına pek çok imkan verebilecek olayları bu derece kötü anlatabilmek de yetenek olsa gerek.

300:Rise of an Empire geliyormuş, öyle diyorlar

Şimdi malumunuz, geçenlerde anahaberlerimizde bile kendine yer buldu; hepimizi etkileyen, şimdiden klasik olan, üstüne sayfalar, siteler yetmeyecek kadar geyik dönmüş olan "300" filmine bir ikincisi, "sequel" dedikleri cinsten bir devam filmi geliyor. Noam Murro'nun yönettiği filmin çekimleri Bodrum'da yapılacak diye haber çıktı bizde, ben oradan duydum. Sonra da bu hafta içinde The Playlist'te Eva Green'in filmdeki bir halini gösteren ilk kareyi görünce bu iş ciddi ciddi gerçek dedim. Hakikaten yapıyorlar, "300 : Rise of an Empire" adını koydukları film Yunan generali Themistocles'in önderliğinde Yunanların, Xerxes'in ardına düşüp tee oralara kadar gelmiş Perslerle savaşını anlatacakmış. Sonunu bildiğimiz olayın bence ilginç yanı Eva Green ablamın Artemisia adıyla arz-ı endam edecek olması. Canımın içi Lena Headey'nin kraliçe Gorgo olarak devam etmesini, Rodrigo Santoro'nun da Xerxes olarak görünmesinden bahsetmiyorum bile.
Artemisia olarak Eva Green abla, kaynağımız The Playlist




IMDb'de biri şöyle yazmış, onu da diyerek bitireyim : "so is this going to be about them dining in hell???"
ehehe:D

7 Nisan 2013 Pazar

Ankara'yı keşfe çıktık

Geçenlerde "Ben Ölmeden"de Güven Turan'ın Emirgan Korusu'na gidişini okuyunca benim de aklıma düştü. 17 yıldır Ankara'da yaşıyorum ama hep şikayet ettim ne kötü bu şehir ne renksiz bu şehir off aman kendimi nerelere atsam diye binbir türlü dırdır ettim. Hatta tuttum dünyanın öbür ucuna bile gittim sırf değişik şeyler göreyim, gezecek yerleri gezeyim diye. Ama bu 17 yılda gidip de bir Augustus Mabedi'nin kalıntılarını, Justinianus Sütunu'nu görmedim, Kale'ye çıkmadım hiç.
O yüzden bu hafta önceden yaptım planımı, pazar günü yds çıkışında hazır da kendimi bir haftasonu yataktan kaldırabilmiş, sokağa atabilmiş olduğumdan başladım gezmeye. Hava da öyle tam yakan güneşli değildi zaten, ılık ılık esiyordu, zaman zaman gölge zaman zaman güneş geliyordu.
Kore'de Savaşan Türkler Anıtımız
Gezimize Tandoğan'da Makine Kimya'nın karşısındaki orduevinin önünden başladık. Oradan Gar tarafına doğru köprünün altına doğru Kazım Karabekir Caddesi üzerinde ilerledik. Kazım Karabekir'in Hipodrom Caddesi ile kesiştiği noktada Kore Anıtı var. Tam adı "Kore'de Savaşan Türkler Anıtı"ymış, 1973'te açılmış. 2010'da da bir yenilenme geçirmiş. Benim senelerdir gidip geldikçe ilgimi çekerdi, bakar dururdum öyle otobüsle geçerken (fakültenin karşısından binip eve gittiğim otobüs o kavşaktan geçerdi hep). Çok ilginç geliyor çünkü bana böyle bir şehrin ortasında tam bir uzakdoğu mimarisinin yükseliyor olması. Onu gördüğüm bir an, o tek an içinde bile sanki taa o uzaklara uçarım.
Türk Hava Kurumu Müzesi


Kore Anıtı'nın hemen yanından yürümeye devam ettiğimizde karşımıza Türk Hava Kurumu Müzesi çıktı. O kadar güzel o kadar sevimli bir yer ki burası. Hiç beklemediğimiz kadar güzel duygularla karşılaştık biz burada. Yemyeşil bahçesinde gerçek boyutlardaki uçak modellerinin üzerine yine bahçenin bir köşesindeki paraşüt kulesinin gölgesi düşüyor. Bahçe kapısından girdiğimizde karşımızda tek katlı ufak bir bina vardı, bir girişinin üzerine "müze" tabelası vardı, sonraki girişinin üzerinde kafe yazıyordu önünde de birkaç masa sandalye. Biz önce uçaklara bakakalarak taş yoldan ilerledik, müzeye girmedik. Girişte önce bir güvenlik görevlisi sıcacık bir hoşgeldiniz ile karşıladı bizi. Ama öyle bir noktada dikilip de kontrol falan ettiğinden değil, tesadüfen biz girerken öyle oradan geçiyordu elinde birşeyler taşıyordu. Bahçede ilerledikçe bir iki aile gördük, çocukları etrafta koşturan. Hemen karşımızda bir piknik masası ve oturan yine güleryüzlü insanlar.
paraşüt kulemiz
Biz çimenlere basmamaya dikkat ederek taş yoldan ilerleyip uçaklara uzaktan bakarken çimleri biçen amca da bir hoşgeldinle karşıladı bizi. Geçin geçin şuraya gidin uçağın yanına geçin çekinmeyin yakından bakın diye neredeyse zorladı bizi mutlulukla. Böylece biz de bıraktık kendimizi çimenlerin çiçeklerin içine. Uçakların içine motorlarına baktık hep. Bu sırada bahçıvan amca da geldi yanımıza muhabbet etti, kızımız kaçıncı sınıfta dedi. Babam gülmekten yerlere yatacaktı, kızımız bilgisayar mühendisi oldu çalışıyor derken. Amca da güldü, haa ben de pilot olabilir diyecektim üniversitemiz var ya yeni açıldı oraya gider diyecektim dedi. Sonra ben paraşüt kulesini sordum çalışıyor mu atlayabiliyor muyuz diye. 3 ay kadar sonra gelebilirsin atlatırız seni dedi. Biz ilerlerken diğer uçaklara doğru, gene gelin bekleriz diyordu amca.
müzenin içi

Bahçedeki uçakları bitirince müzeye girdik, bunu da bahçıvan amca tavsiye etti mutlaka girin bakın dedi. Kapı açık, içeride kimse yok, herkes bahçede zaten. Kimse bilet kesmiyor, kimse kim geldi diye bakmıyor. Burası sanki böyle şehrin ortasında fantastik bir dünya, zamanın durduğu bir köşe gibi. Herkes mutlu, herkes gülümsüyor, herşey yeşil, hava ılık. Müze binasında güzelce gezdik, camekanlar içindeki madalyonlara, uçuş sertikalarına, duvarlardaki resimlere baktık uzun uzun. Sabiha Gökçen için hemen girişte bir köşe var. 
hezarfen-hep mi ege aydan gelir aklıma te yarabbim

roket abi
Ama en güzel kısmı müzenin sanırım gösterim gibi birşeyler yapılan salon gibi bir bölümdü. İki duvarı Hazerfen'i uçarken izleyen İstanbulluları gösteren temsil eden mozaik resimlerle süslü, tavanında yünden yapılmış bulutlar var. Ve en ilginci bulutların arasında bir köşede Hazerfen Ahmet Çelebi kanatlarıyla uçuyor, diğer köşede roket içinden kendini fırlatan bir adam daha var (adam dedim ama kim olduğunu bilemedim araştıracağım).

Müze dediğim gibi fantastik bir dünya, ücretsiz geziyorsunuz. Ama biz o kadar mutlu olduk o kadar duygu dolduk ki çıkışta bağış kutusuna uğramadan edemedik.
sana uzaktan baktım ey gar

saat kulesi
Türk Hava Kurumu Müzesi'nden çıkıp da düz devam edince Ankara Arena var yol üstünde. Karşı tarafta Ankara Garı ve önündeki kavşakta eşeğinin üstünde ters duran Nasreddin Hoca var. Arena'yı geçip dümdüz karşıya ilerleyince Gençlik Parkı'nın Gar Kapısı'na geliyorsunuz. Biz bu kapıdan girip Gençlik Parkı'nın içinde sanki sahilde yürüyormuşuzcasına gezindik. Park güzel hakikaten, gölü, fıskiyeleri, çimenlere yayılmışları, banklarda oturanlarıyla neşeli bir yer haline gelmiş şu son birkaç yıldı. Ağaçlar çiçek açmaya başlamış, ilerleyip köprüden geçip parkın Opera-Ulus tarafına doğru geçtiğinizde de rengarenk laleler karşılıyor.
gençlik parkı bildiğimiz dikmen vadisi olmuş

operadaki kavşak
Gençlik Parkı'ndan çıkışımızı Opera tarafındaki ana kapıdan yaptık ki böylece direkt karşıya geçip yukarı doğru yol alabilelim. Yukarıya doğru çıkarak kendimizi Samanpazarı'nda, Sebze Hali'nde Eynebey Hamamı'nda, Çıkrıkçılar buldukç Özellikle o pazar o kadar ilginç bir yer ki. Daracık bir yolda tepenizde yine daracık bir aralıktan gökyüzü görünüyor, iki yanınızda neredeyse birbirine değen tezgahlar var.
eynebey hamamı

susuz hayrat
Anafartalar'a gelince sola ilerleyip Anafartalar Çarşısı'nın olduğu büyük caddeden kendimiz aşağıya bıraktık. Eski Meclisi de geçip (ki bu konuya bir açıklık getireceğim sonraki haftalarda gittiğimde, eski meclis tek değil çünkü) eski Sümerbank şimdiye LcWaikiki olan binayı yanımızda bıraktıktan sonra heykele geldik. Ankaralılar için burası heykeldir, oysa yeni öğreniyorum ki gerçek adı "Ankara Zafer Anıtı"ymış (acayip güzel bilgisi de mevcut burada). Her zamanki gibi etrafına yanaşmak mümkün değildi heykelin, oturanlar, yatanlar, simit yiyenler, güvercinler...En fazla karşısına geçip resmini çekebiliyorsunuz.
kamyonun üstündeki amca, valla seni çekmiyorum

ne güzel köşeler var esasen

Ankara Zafer Anıtı
Şimdilik bu haftasonu böyle ufak bir keşif yapmış olduk. Böylece sonraki haftalarda yapacağım gezilerin planını da oluşturmuş oldum. Daha gezilecek çok yer var Ankara'da. Resim ve Heykel Müzesi, Etnografya Müzesi, eski Meclisler, Justinianus Sütunu, Roma Hamamı, Augustus Mabedi, Rahmi Koç Müzesi, Kale, Suluhan, Hacı Bayram Veli Cami, Ankara Palas...
gerçek bu, ehehe :)

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...