18 Şubat 2013 Pazartesi

But if I can derive some happiness from this...

Şöyle diyor Torres;
These lives are so contrived,
And out of focus.
But if I can derive some happiness from this,
Then I’ll have made it out alive.
‘Cause people always change,
But ain’t always changing for the better.
And just because the two of us,
Will both grow old in time,
Don’t mean we should grow old together.
So I’ll be sure to turn my back,
On everything you said you’d do.
I’m gonna come to terms,
Before I have to.
Been keeping all my time In my back pocket,
Taking from it only what I need to be,
Whoever I’m supposed to be.
But when I look at you I get so lonely.
I used to just adore you,
But now you bore me.

‘Cause people always change,
But ain’t always changing for the better,
And just because the two of us,
Will both grow old in time,
Don’t mean we should grow old together.

So I’ll be sure to turn my back,
On everything you said you’d do.
I’m gonna come to terms,
Before I have to.
I’ll never know If looking out the window,
Is what brings me to my knees.
Or if it’s what’s inside that’s killing me.
Neredeyse her bir kelimesine katılacağım.
 http://youtu.be/tbR-rUtxcik

17 Şubat 2013 Pazar

If it is right, it happens — The main thing is not to hurry.

Bunu BrainPickings'te gördüm. Steinbeck'in oğluna yazdığı bir mektup bu. Oğlu Thom, Susan adında bir kıza aşık olduğunu yazıyor büyük ihtimalle ilk mektupta. Steinbeck de cevap olarak bunu yazıyor. Bana bunları diyen bir babam olsaydı, kim bilir şimdi nerede olurdum :p

New York
November 10, 1958
Dear Thom:
We had your letter this morning. I will answer it from my point of view and of course Elaine will from hers.
First — if you are in love — that’s a good thing — that’s about the best thing that can happen to anyone. Don’t let anyone make it small or light to you.
Second — There are several kinds of love. One is a selfish, mean, grasping, egotistical thing which uses love for self-importance. This is the ugly and crippling kind. The other is an outpouring of everything good in you — of kindness and consideration and respect — not only the social respect of manners but the greater respect which is recognition of another person as unique and valuable. The first kind can make you sick and small and weak but the second can release in you strength, and courage and goodness and even wisdom you didn’t know you had.
You say this is not puppy love. If you feel so deeply — of course it isn’t puppy love.
But I don’t think you were asking me what you feel. You know better than anyone. What you wanted me to help you with is what to do about it — and that I can tell you.
Glory in it for one thing and be very glad and grateful for it.
The object of love is the best and most beautiful. Try to live up to it.
If you love someone — there is no possible harm in saying so — only you must remember that some people are very shy and sometimes the saying must take that shyness into consideration.
Girls have a way of knowing or feeling what you feel, but they usually like to hear it also.
It sometimes happens that what you feel is not returned for one reason or another — but that does not make your feeling less valuable and good.
Lastly, I know your feeling because I have it and I’m glad you have it.
We will be glad to meet Susan. She will be very welcome. But Elaine will make all such arrangements because that is her province and she will be very glad to. She knows about love too and maybe she can give you more help than I can.
And don’t worry about losing. If it is right, it happens — The main thing is not to hurry. Nothing good gets away.
Love,
Fa

YAŞ ETTİ...2

Tam iki yıl önce bugün, "yapabilirim, bu sefer olabilir, devam ettirebilirim, yazdıklarımı paylaşabilirim" diyerek artık kaç milyonuncu denemem olarak Neverland Hikayeleri'ni açıp, ilk yazımı - Johnny Angel'ı - yollamıştım. O zamandan bu zamana, şu yan sütunda gördüğüm takip edenler kısmındaki sayı 81 oldu. Ama ben biliyorum ki oradaki sayılar gerçek anlamda beni takip edenleri, yazdıklarımı okuyanları, düşüncelerimi bir dakikalarını bile olsun ayırıp düşünenleri, gösterdiğim filmleri merak edip izleyenleri, anlattığım kitapları alıp okuyanları temsil etmiyor. O yüzden sadece bu "81"e değil, okuyan, beni bir nebze ciddiye alan herkese teşekkür etmem gerek bugün.
Bir şekilde de olsa, bilmeyerek ya da bilerek, önemseyerek ya da zerre kadar takmayarak da olsa, yaşamıma tanıklık ettiğiniz için. Çünkü siz farkında olmasanız da "sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir."

16 Şubat 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm V

Nihan'la buluştuğumda huzura ereceğimi, açlığımın susuzluğumun yorgunluğumun bir anda geçivereceğini falan düşünmüşüm herhalde. Öyle bir karşıladım içimden Nihan'ı çünkü. Şükürler olsun geldi geldi falan diyerek oturduğum yerden kalktım. Nihan'ın da durumu benden iyi değildi. San Francisco'dan NY'a uzun bir uçuştan (ve en önemlisi o uçağa binebilmek için yurt odasından havaalanına kadar olan taksi-otobüs-tren-metro yolculuğundan sonra) o da benim gibi bakıyordu dünyaya. Dedim ya o gelince dertlerim biter sanmıştım, meğerse birlikte çok daha güzel dertler alabiliyormuşuz başımıza.
Önce nereye gitsek karnımızı mı doyursak direkt otele mi gitsek kendimizi yatağa bıraksak diye karar vermeye çalışırken bir yandan yürüdük, terminal 8'de bavulların alındığı bantların sağ tarafına doğru ilerledik. Orada çıkış kapısının bulunduğu alanda camlı bölmeler ardında bilgi alabileceğimiz görevliler ve onların önünde de telefon ahizeleri ile broşürlerin bulunduğu bölüm vardı. Bu kısım toptan havaalanından şehre ulaşımla ilgili konular içinmiş. Biz direkt bir amca bulduk görevli, camının arkasından önce bize yardımcı olmaya çalıştı. Anlattı falan, sonra rastladığımız ilk iyi niyetli insan olarak bölmesinden çıkıp bizi broşürlere ve telefona yönlendirdi. Hem gösterdi hem anlattı, bir yandan da ısrarla sakın kimseye kanıp ne olduğu belli olmayan şeylere gitmeyin türünden cümleler etti. Telefonda öğrendiğimiz kadarıyla shuttle biraz pahalı gibi göründü gözümüze, hem misal shuttle'a aynı paradan iki tane verecektik kişi başı olacağı için, taksiye ise tek ücreti ikiye bölüp verecektik. Metro, otobüs olayına falan girsek JFK'den otele iki araç değiştirip, arada bir de bavullarla yürümek zorunda falan kalacaktık. Tam o sırada, biz öyle şaşkın ve yorgun, broşürlerin önünde dikilip hesap kitap yaparken dibimizde bitireveren tipi görememişiz. Yanıbaşımızda biri birşeyler diyor, gelin ben taksiciyim nereye gideceksiniz bavullarınızı alayım şu kadara giderim bakın shuttle'a ne kadar vereceksiniz ben şu kadara götürürüm diye sıralıyor. Böyle Nihan'ın boyunda var yok, esmer ama bizim esmerlerden değil, ben diyeyim Latin esmerliği siz deyin Hint esmerliği, kısa kesilmiş saçları tepesinde jöleyle falan dik dik edilmiş. Hafif burnundan konuşuyor, sümük mü dolu yoksa konuşması mı öyle ben pek çözemedim. Böyle bıdır bıdır konuşan, yılışık bir tip. İkimiz de pek birşey demedik adama, yok hayır sağol git başımızdan diyebilirdik. Ama demedik. Nihan'la ikimiz niyeyse pek bir itiraz edemeden kendimizi Ricky'nin - adını hemen söyledik kendini tanıttı falan efendim - ardında baygın bir şekilde dışarıya yürürken bulduk. Hem yürüyoruz hem birbirimize bakıyoruz tedirgin şekilde. Ricky de biz arada durakladıkça ikna çabalarına devam ediyor, habire muhabbet ediyor, havayı ısıtmaya çalışıyor. Nihan da ben de birbirimize durup durup napıyoruz gitmeyelim onunla diyoruz ama yürümeye devam ediyoruz. Sonuda ıssız bir köprü altı gibi bir yere gelip, Ricky'nin taksisi olan arabanın önünde durduğumuzda yok artık dedik ikimiz de. Normal bir araba, hani büyük falan iyi de bir araba belki ama taksi değil ki bu. Biz bu sefer ciddi duraklayınca Ricky de telaşa kapıldı, bakın işte bu taksi olduğuma dair kağıt bu yapışkan falan diye ön camdaki şeyleri gösteriyor. Allahım biz napıyorduk ki öyle bilmiyorum, bindik o arabaya. Valla da bindik billa da bindik.
Ricky bir yandan otelimizin adresini alıp GPS'ine girdi, bir yandan da biz kimiz nereden geliyoruz napıyoruz falan diye muhabbet ediyor. İkiz miyiz diye bile sordu mesela (tabiki yuh artık). Habire muhabbet eden bir tipti Ricky, pek sevimli olmaya çabalıyordu. İki kere telefonla konuştu yolda. İlkinde anlamadığımız bir dilde - ben İspanyolca'dır dedim Nihan Hintçe diyor - konuştu, ikincisinde dediklerini az çok anladık. Birine evde oda yok kız kardeşim gelecek falan feşmekan şeklinde bir süre dil döktü. Nihan'la bir bakıştık ki ikimiz de John McClane olsak o an kapıları açıp atlamıştık yola. O telefonda konuşmaya devam ederken biz hemen anlaşıp planı yaptık, zaten tam da Times Meydanı'nın oralardaydık. Ricky telefonu kapatınca burası bizim çok hoşumuza gitti inelim dolaşalım bir canımız çekti dedik. Yok bu saatte zaten yorgun değil miydiniz az kaldı otele gideceğiz zaten demeye başladı. Pek renkli burası biz bir inip dolaşalım açız da zaten falan dedik. Yarım saat dil döktük, sonunda bir kenara çekti arabayı ama nasıl gönülsüz. Somurtuyor, bavullarımızı falan indirdi, parayı hemen orada duran bir sokak satıcısına bozdurup üstünü verdi ama suratı düştü tabi. Vedalaşıp, arabasına bindi, biz de bavullarımızı sürüklemeye başladık ama nasıl koşturuyoruz. Bir an önce uzaklaşalım da kurtulalım diye. Nasıl tırsmışsak artık, girecek bir yerler aradık ama o koşturmada bulamadık. Her yer kapanmıştı o saatte - daha 10 bile değildi akşam herhalde - insanlar vardı sokakta ama. Bir de öyle bir soğuktu ki resmen kemiklerim titredi. Eh tabi bir de neredeyse artık 2 gündür aç uykusuz ve yol yorgunu olmamım etkisi vardı, ben öyle bir soğuk görmedim daha önce. İlk görebildiğimiz yer McDonalds'tı, hemen girip netinden faydalanmak için iki dakika oturduk ve oteli google maps'te bulup çıktık. Sokakta yine buz gibi soğukta duracakken Nihan dedi ki filmlerde hep şöyle ellerini bir kaldırıyorlar ve taksi geliyor. O sırada da elini aynen öyle, yıllardır izlediğimiz gibi kaldırdı yola doğru. Pat diye bir taksi durmasın mı! Hem de sarı olanlardan. Hemen atladık. Ama çilemiz henüz bitmemiş. Bu taksici bildiğimiz Ranjit'miş. Hintlinin hası çıkan amcanın GPS'i sorunluydu, önce bir saat o uğraştı verdiğimiz adresi cihaza yazmaya. Sonra ben alayım dedim ben denedim. Sonra Nihan denedi. Ama yok, cihazın dokunmatik ekranında bir problem var, e'ye basıyorum u yazıyor. Hey yarabbim birine sorsana be amca ne uğraşıyoruz. Yok amcaya kaç defa dedimse de takmadı beni. Soralım birine yol kenarında diyorum yok. Bir arkadaşın neyin yok mu ara diyorum yok. Durağın merkezin falan yok mu onlara sor diyorum yok. Uğraştı da uğraştı. Sonunda birini aradı konuştu, tamam tamam dedi, bastı gittik. Sonunda Holland Tunnel'dan değil de bir üstteki tünelden geçip Tonnelle Avenue'ya çıktığımızda derin bir nefes almıştık.
Ama bizim pek kıymetli otelimiz gidiş yolu değil de dönüş yolu üstünde olduğundan ve karşıya geçmek için o yol üstünde bir yer olmadığından amca bir süre dolanmak zorunda kaldı. Otele geldiğimizde ve odamıza çıkabildiğimizde JFK'den North Bergen'deki otelimize toplamda yaklaşık 200 dolar harcamış, bir sürü korku telaş üşüme yaşamıştık. Şansımıza otel yolculuğumuz boyunca kaldığımız en iyi oteldi. New York bölgesi için aratıp bulduğumuz en ucuzu olmasına rağmen gayet temiz, rahat, büyüktü. Görevlileri güleryüzlü, sevimli insanlardı, yardımcı olmaya çabaladılar hep bence. O ilk gece 2 kişilik kocaman yataklarımıza kendimizi bıraktık ve NY'daki ilk saatlerimizin deliliği aklımızdan uçup gitti. Ne jetlag kaldı ne birşey.
Gene de ben hala düşünüyorum, acaba Ricky bizi sağ salim otele götürecek miydi gerçekten de?


Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I
Bölüm II
Bölüm III
Bölüm IV

Bölüm VI
Bölüm VII

11 Şubat 2013 Pazartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm IV

NY uçağı bindiğim ilk büyük uçaktı. İstanbul'dan Prag'a uçtuğum ve Budapeşte'den İstanbul'a geri uçtuğum uçakların ikisi de yurtdışı uçuşu olmasına rağmen, hatırladığım kadarıyla küçüktü. Bu uçaksa hani filmlerde gördüklerim gibi, cam kenarında iki koltuk yan yana bir koridor üç koltuk yan yana bir koridor cam kenarında iki koltuk yan yana şeklindeydi. Bir de bileti alırken netten yer seçimi yapılabiliniyordu, ben en arka sağ cam kenarını seçmiştim, o yüzden kapıdan girince tüm uçağı boylu boyunca yürümüş, her yerini görmüş oldum. El bagajım yoktu zaten, bir tek paltomu koyacaktım üst kısma. Yerime geldiğimde bir teyze vardı yanımda, sonradan İtalyan olduğuna karar verdim tüm yolculuk boyunca okuduğu İtalyanca botanikle ilgili kitabından. Önümdeyse İspanyol bir çift vardı, genç. Her koltukta yolcuları bekleyen birer kulaklık, battaniye ve yastık vardı. Ama çok güzeldi renkleri be. Böyle bebek mavisi mi diyorlar ben bilmem öyle güzel bir mavi. Bir de yumuşacık o battaniye. Ama tabi THY'nin güzellikleri bunlarla bitmiyormuş. Yolculuk boyunca fındık paketi, iki kere pek güzel yemekler, devamlı içecekler, bir de yolculuk paketi gibi birşey verdiler. Böyle güzel mi güzel bir kalemlik gibi teneke kutuda diş macunu, diş fırçası, çorap, kulak tıkacı, dudak yumuşatıcı ve gözümüzü kapatıyoruz ya böyle ışıktan rahatsız olmayalım diye - ismi ne ben bilmiyorum o yüzden böyle anlatıyorum - ondan olan bir paket. Hiçbir şey görmemiş, tamamen saf, ilk defa böylesi bir yolculuğa çıkan bir insan olarak tabiki bayıldım ben bu THY'nin uçuşuna, normal yani aldırmayın siz bana.
Yalnız koltukların arası biraz dar, sonradan Amerika içi uçuşlarda deneyimlediğim üzere öyle karar verdim ki ben bile bu boyutla - bu bendeki boyla ve kiloyla - dar geldi diyorsam bir anormallik vardır demekki. Uçaktaki hostesler ise inanılmaz iyiydi. Valla o kumral-koyu saçlı genç, ince, pek sevimli hostes tüm yolculuğumu aydınlattı, güneş gibiydi benim için yol boyunca. O kadar sevdim ben onu, o da dahil tüm ekip hep mi güleryüzlü hep mi yardımcı olur, onlar da insan değil mi yorulmuyorlar mı, bıkmıyorlar mı? Aynı şeyi dönüş yolculuğunda da hissettim, THY hep böyleydi (Ya reklam yapıyor gibi oldum resmen ama elimde değildi ben çok sevdim o ablayı.).
Yanımdaki teyze de pek sevimliydi, keşke konuşsaydım onunla muhabbet etseydim. Gerçi gene kendimi çok aştım bu yolculukta ama teyzeyle yol boyu mimiklerle, işaretlerle, gülümsemelerle anlaştık. Bir de işte en fazla özür dilerim kusura bakmayın gibisinden şeyler söyledim her tuvalete gidişimde. O benim masama, içeceğime yardım etti, ben onunkilere. Ha bir de o koltuk arkasındaki ekranla karşılaşınca yemin ediyorum tüm herşeyi unuttum. Böyle filmler, bir sürü film, dizi bölümü ohooo ben böyle arasam bulamam diye bir sevindim, utanmasam olduğum yerde zıplayıp olley de olley film izleyeceğim diye bağıracaktım. Herşey uçtu kafamdan, allahım başardım çıktım yola "i'm going for an adventure!" diye bağırıyorum içimden hem, hem de şimdi bir koyarım film, ohooo peşpeşe 4-5 tane izlerim oh mis diyorum.
İlk filmimi açtım, "Diary of a Wimpy Kid : Dog Days". Pek sevmiştim ben Wimpy Kid serisini, ısınmak için iyi gelir dedim, çok eğlendim zaten. Güldüm, kahkahalar attım. Teyze de bana güldü kanımca. Ama filmin sonlarına doğru iyice iflas etmişti hem beynim hem bedenim. Başım deliler gibi ağrıyordu, yemeği zor yemiştim. Birkaç saat böyle bilinçsiz bir vaziyette oturdum. Film izlemek istiyorum bir tane daha ama resmen bilinçsizim, uyuyamıyorum, dinlenemiyorum. Bir yemek daha geldi tabi, pek güzel bir peynirli ravioli yanında mis gibi ıspanak. Ama yiyemedim, zor yuttum. Allahım çok güzel tadı çok yemek istiyorum ama olmuyor, yutamıyorum. Zaten bir 15-20 dakika geçmedi midem deliler gibi bulanmaya başladı. Ama her zamanki gibi kontrolüm yerinde, duruma hakim olabilirim modundayım. Önümdeki bölmeden kese kağıdını alıp yavaşça onun içine kustum. Teyze endişelendi tabi, tuvalete gitmek ister misin dedi. Kalktım gittim, ama kusmak iyi gelmişti, rahatladım. Geri dönünce iyi misin falan oldu teyze, iyiyim dedim. Ama gene de midemi boşaltmış olmak iyi değildi, gene uykusuz ve bitap halime dönmüş oldum. NY'a inene kadarki kalan süreyi nasıl geçirdim bilmiyorum.
İnerken teyze bana güzel günler diledi, gülümsedi. İşte o an üzerime uçağa binmemden öncesindeki duygulardan da farklı bir bir şeyler çöktü. Üzüldüm, hüzünlendim, korku geri gelmedi o an ama bir garip hüzündü hissettiğim. Bavulumu alacağım yere yine tabelalar yardımıyla ulaşıp beklemeye başladığımdaysa tedirgin ve sabırsızdım. Bir an önce annemleri aramam gerekiyordu yine ama bavuluma sağ salim kavuşmadan elim telefona gitmiyordu. Bavulu herhalde bir yüz saat bekledim, sonunda alıp ilerlemeye başladım. Gördüğüm en büyük havaalanı şimdiye kadar İstanbul'daki diye düşünmüştüm, iç hatlar-dış hatlar şeklinde bir plan. Nihan gitmeden önce JFK'in planını mail atmıştı, onu da görmüştüm yani. Ama düşünmemişim, sadece bakıp iyi tamam demişim plana. Çünkü ABD'deki havaalanları bizimkilerden çok farklı. Terminaller şeklinde birbirinden ayrı duran kendi içinde ufak havaalanlarının toplamı gibiler. Terminaller arasında air train dedikleri bir tür metroyla dolanıyorsunuz, her terminalin havayolu şirketi listesi var. O şirketler sadece oradan yolcu alıp, oraya iniyor. İçerden dışarıdan geldiği falan değil temel aldıkları, terminal numarası. Ben Terminal 1'de inmişim, THY oraya iniyormuş. Ama tabi ben hala bavulumu alıp bir kapıdan çıkınca kocaman bir salona çıkacağım zannediyorum, bir çıktım hemen insanlar bekliyor gelenleri karşılamak için ve onların hemen arkasında da dışarıya açılan kapı. İki adım atsam sokağa fırlayacağım öyle bir alan. Beklediğimin on katı küçük. Allahım dedim havaalanı dedikleri bu mu? Ee başka kapı yok, başka uçaklar nereye geliyor? Hemen bir köşeye durdum annemi arayacağım. İnsanlar sevdiklerine kavuşuyor, bense annemin telefonuna ulaşamadım bir süre. Avea hattımı yurtdışına açtırmış, bir de bir aylığına 90 dakika konuşma paketini almıştım. Ve bakmıştım oradayken annemi nasıl ararım diye, başına ya 00 koyun ya da + koyun çevirin diyordu nette. Onu deniyorum olmuyor, bunu deniyorum olmuyor. Ne yapacağım ben, annemi neyse de Nihan'ı nasıl arayacağım? (Annem önemli değil diye demiyorum, hani Nihan'a ulaşmak kilit nokta, çünkü ona ulaşırsam annemi de arayabilirim kendim beceremezsem) Onun da numarası ABD numarası ve onu da çevirmiyor telefon, yanlış girmişim herhalde. Sonunda denemelerden birinde annemi arayabildim, iyiyim geldim dedim kapattım. Ama asıl "challenge" şimdi başlıyordu. Nihan da San Francisco'dan uçakla geliyordu ve benden neredeyse bir 5 saat sonra inecekti JFK'ye. Hemen telaşla ilk gördüğüm görevliye yanaştım, eeee dedim. Baktı bana kadın. Excuse me dedim. Hah tamam şimdi oldu gibi baktı. How can i go to terminal "sekiz" dedim. Kadın kaldı. Ne dediğimin farkına varıp haaa eight eight dedim. Fesuphanallah der gibi nefes alıp anlatmaya koyuldu, şurada asansör var çık oradan bir üst kata, trene bin, bu tarafa değil şu tarafa gidene bin, ilk durakta in orası. Lan ben buna ne sordum da trene bineceğim manyak mı ne diyorum içimden ama tabi bunları cümleye dökebilsem bile dökmem. Teşekkür edip, deli mi ne bu diyerekten içimden asansörün oraya yürüdüm. Gene de dediklerini yapacak değilim, sonuçta bence beni anlamadı ve havaalanından çıkarsam yandım niye trene binip de çıkayım havaalanından. Asansörün önünde şaşkın şaşkın dikilirken bu sefer The Godfather'dan veyahut da Donnie Brasco'dan fırlamışçasına bir şekilde olan iyi niyetli bir amca dedi sen nereye gitmeye çalışıyorsun. Dedim Terminal eight. Bu sefer doğru dedim allahtan. Amca da anlayışlı bir ifadeyle aynı tarifi vermesin mi, hey yarabbim nereye düştüm ben böyle. Biraz daha dikildim asansörün önünde, gelmiyor, çalışıyor gibi bile görünmüyor, dedim benden günah gitti. Yürüdüm ileride yürüyen merdivene. Bir üst kata çıktım, hakikaten az ileride bir koridor, onun sonunda merdivenler, inince de iki yanım tümden cam. 3 tur falan attım orada, bir ileri bir geri. Sonra merdivenlerden geri çıkıp bir daha bir dolandım. Sonra dayanamadım geri indim camlı yere. Sonra bir baktım o camların dışından birşey kayarak geliyor, anaa hakikaten de tren var burada, boşuna laf etmişim millete. Ama in cin top oynuyor, sadece bir grup siyahi arkadaş var hepsi benim 3 katım, dolanıyorlardı sonra o gelen trene bindiler. Ben hangisine bineceğim peki? Soracak insan da yok. Sonra nereden çıktı bilmem bir hanımkız belirdi, beklemeye başladı. Tamam dedim bu son şansım. Yanaştım, bunlara bileti nasıl alabilirim dedim. Biletsiz öylece biniyorsun dedi. Gökçek hepsi senin suçun, beni böyle bilet-paso-ücret paranoyağı bir insana dönüştürdün hakkımı helal etmiyorum. Hakikaten de geldi bu sefer diğer taraftaki tren, bindim, şansıma doğrusuymuş ilk durakta indiğimde dedikleri gibi terminal sekizdeydim. Haa en başta demedim, neden sekizi arıyorum ben diye. Nihan'ın havayolu, saati, terminali bilgilerini toptan alıp kaydetmiştim o yüzden.
Terminal sekizin ortasına çıkıverdim. Burası tam İstanbul'daki dış hatların aynısı gibi geldi bana. Tek farkla, daha da kalabalık. Bavulumu sürüklemeye bile yer yok, kaldı ki oturup nerede bekleyeceğim. Gençler yerlere kurulmuş, tamam ben de bu yolculukta kendimi 10 yaş genç hissediyorum ama önce işimi halletmeliyim. Dolandım durdum, 5 tur falan attım, en son herkes tip tip bakıyordu bu ne iş diye. Sonunda baktım bu iş böyle olmayacak, Nihan'ın uçağı hangi kapıya gelecek nereden bileceğim, en iyisi sorayım. Yine buldum bir görevli tam ortada dikilen. Pek sevimli bakıp gülümseyen, gençten bir kız. Direkt lafa dalacağım ya excuse me'mi dedim gene ama ilk seferkinden daha uzun sürdü sessizliğim onun ardından. Allahım ne diyeceğim ben buna şimdi! "My friend....coming....from San Francisco....eee...American Airlines....where?" Zavallı kız anlamaya çalışırcasına suratıma bakıyor, konuşturmaya çalışıyor beni, hem de anlıyor halimi ve endişelendi. Sırtımdan aşağı terler boşalıyor, yüzüm gözüm kızardı gitti zaten. Bavulun sapını sıkmaktan koparacağım herhalde. 3-4 kere tekrarladım "where" diye. O tek sözcükte ben neler anlatmaya çalışıyorum oysaki. Hangi kapıya gelecek benim arkadaşım, ben o kapıya nasıl giderim de dahil olmak üzere destanlar anlatmak istiyordum ben o tek sözcükle. Şansım yaver gitti ama, kız büyük çaba sarfetti ve anladı beni. Şuradan aşağıya ineceksin zaten görürsün hemen orada kapı dedi. Binlerce teşekkür edip yine yürüyen merdivene yöneldim. Hakikaten de bir aşağı kat varmış, indim ve üsttekinin tam tersi bir ortam. Soğuk, arada sadece yeni bir uçak indiğinde kalabalıklaşıyor ve bavulların geldiği bantlar var. Bir kenarda bank gibi bir yer bulup çöktüm. Bir ucunda ben diğer ucunda görevli üniforması giymiş ama ziggy marley'den hallice bir eleman. Arada insanlar gelip aramıza oturdu, her biri birbirinden farklı kokuyordu. Zaten indiğim andan itibaren hep bir değişik bir koku. Hemen sol tarafımda bir Dunkin Donut şeysi, insanlar ikide bir ellerinde donut ve kahveler ile geçiyorlardı önümden. Bense aç bilaç, tükenmiş bir halde gittikçe soğuklaşan o yerde oturdum. Kendime niye öyle bir eziyet ettim bilmiyorum. Ama parmağımı oynatacak halim yoktu, yanım, önüm ikide bir kalabalıklaşıyordu. Kimse benim kadar uzun beklemedi orada gerçi, o buz gibi havada terlikle dolaşan siyahi, geniş kalçalı kızlar, bavullarına sahip olmaya çalışırken kahvesini yere boşaltan ince uzun adam, allahım neden tüm genleri oraya verdin de bizi unuttun dedirten sarışın, elle çizilmiş gibi duran her yerlerinden sağlık fışkıran iki çocuklu çift...Hepsinin kokusu farklıydı, hepsiyle oturdum. Arada Hobbit ve Felsefe'yi okudum, bavulumu önüme çekip bacaklarımı uzattım üstüne gene okudum. Şu yaşımda, tek başıma, kimsenin beni tanımadığı, dünyanın bir ucundaki bir havaalanının soğuk bir köşesinde, her milletten insanla oturuyordum. Ne dediklerine, nereden gelip nereye gittiklerine dair en ufak bir fikrim yoktu. İlk defa kendimden sıyrılıp insanlara baktım, utanmadan, sıkılmadan, kendimi kısıtlamadan oturdum. Kimse de ayıplamadı beni, kimse kınamadı. Ben de yargılamadan baktım onlara, belki bir gün gerçekten tüm düşüncelerimden arınabilirim diye.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm III

İstanbul'a indiğimde uykusuz, yorgun, yorulmuş haldeydim. Gecenin bir köründe kalkıp uçağa binip, o kadar duygu yoğunluğu yaşamanın üzerine artık sabahın 7'si civarı uyku vaktimdi. Ama dinlenemezdim, duramazdım. Uçaktan inmeden kendimi tembihlemiştim, sırasıyla bavulumu bulacağım annemleri arayacağım dış hatlara geçip harç pulu denen saçmalığı alacağım ve bavulumu yine vereceğim, check-in yapacağım NY uçağı için. Ankara'dan İstanbul'a uçtuğum süre boyunca içimden bunları tekrar ettim Arya'nın ölüm duası gibi. Biliyorum çünkü kendimi, kesin bir şeyleri unutacağım kesin bir şapşallık yapacağım diye işimi sağlam tutmak istedim.
Uçaktan indim, direkt zaten bavulların alınacağı kayan bantların olduğu yere yönlendiriyordu yol, devam edip bantların oraya çıktım. Henüz Nihan'ın "beyaz tavşanı takip et" teorisiyle tanışmamış olduğumdan uçaktan birlikte indiğim kalabalığı izlemiyordum da önüme çıkan her yazıyı, her tabelayı okumaya çalışıyor habire çıldırmış gözlerle etrafı tarıyordum. İçimden de bir yandan "wide awake, vividly awake" diye tutturmuş gidiyorum. Bantların oraya geldiğimde hemen görevli bir amcayı gördüm, yanaşıp sordum ben bundan indim şimdi bavulum nereye gelecek diye. O kadar telaşlı, o kadar acınası haldeyim ki sorduğum şeyin saçmalığını düşünemedim. Zaten bantların yanında dikiliyorum ve ekranlar var, kocaman yazıyor bu uçuşun bavulları şurada olacak diye. Amca da şaşırdı tabi, şuraya gelecek dedi. Öyle mi buraya mı buraya mı ha doğru mu dedim ama amca korktu kanımca, bavulumu alıp gidene kadar uzaktan bana şaşkın şaşkın baktı.
Bavulu alıp annemleri de arayınca arkamda sürüklediğim bavulla birlikte dış hatlara geçtim yine tabelaları okuyarak. İçimden hastalıklı gibi devam ediyorum "harç pulu, bavul, check-in" diye. Dış hatlara geçince biraz ilerledim, nereye soracağım ki ben bunu diye bakındım. Allahım koskoca havaalanında yapayalnızım, bir tane bile görevli olmaz mı? O arada tabela okumam sonuç verdi, Information yazısını takibe başladım. Yanaşıp camekana harç pulunu nereden alabilirim dedim. Onlar da şaşırdı bana, anlamamıştım o zaman tabi ama sonradan halimi düşününce insanlara hak veriyorum. Bildiğiniz panik atak geçiriyor gibiydim dışarıdan bakılınca. Bir üst kata çıkıp, biraz gidip solda bulabileceğimi söylediler. İlerledim, nereden çıkacağım ki ben üst kata, önümde kocaman kayan merdivenler yokmuş gibi. Üst kata çıkmayı başardım, harç pulunun alınacağı yer de yine yazılarla gösterilmişti. Oradaki görevli amca çok iyiydi, bana merak etme evladım herşey düzelecek der gibi davrandı. Yine histerik bir şekilde ona da şeyi sordum, thy'nin bankoları nerede uçuşuma nasıl check-in yaptırabilirim falan. Ha yanlış anlamayın bu arada elimde yola çıkmadan önce aldığım 6-8 sayfa kadar Atatürk Havaalanı planları var. Bildiğiniz havaalanının her bir köşesinin planı çıktı halinde yanımda. O derece hazırlıklıyım.
Yalnız hesap etmediğim birşey vardı: Saat en fazla 8 olmuştu. Benim NY uçuşumsa öğleden sonra birdeydi. Check-in bankosuna yanaşıp sorduğumda uçuştan iki saat öncesinde açacaklarını söylediler. Nereden baksam 3-4 saatim vardı. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Yani o an öyle hissediyordum, halbuki yapabileceğim pek çok şey vardı. Bunu 8-9 uçuş yaptıktan ve toplamda 50 saate yakın bir süreyi havaalanlarında geçirdikten sonra rahatça söyleyebiliyorum. Ama o zaman bilmiyordum ve yeteri kadar paranoyaklaşmıştım. Dış hatlarda şöyle bir dolanıp oturacak yer aradım. Herkes tek başına uzanarak tüm oturma yerlerini kapladığından bulmak zor oldu tabi. Baya köşede bir tarafta yer buldum, arkamda koro halinde horlayanlarla birlikte. Bir süre nette takıldım telefondan, sonra kulaklığımı taktım müzik dinlemeye başladım. E akıllı bir git bir yerde bir şeyler atıştır, kahvaltı yapmamışım uykusuzum bitkinim. Yok, ben orada oturduğum yerde gözlerimi açık tutmaya çalışarak artık bitmiş tükenmiş bedenimi uyanık tutmaya çalışıyorum. Ara ara dalar gibi oldum, etrafımda değişik milletlerden insanlar, telefonla konuşanlar, horlayanlar. O 3 saati nasıl geçirdim bilmiyorum. Sonunda kalkıp, bavulumu verdim, check-in yaptırdım. Ha tabi bu işlemleri doğru düzgün bilmiyorum ya, şaşkın şaşkın herkese soruyorum nereye gideceğim napacağım diye. Önce kuyruğa girmek üzere yılan gibi kıvrılan bir bölmeye giriyorsunuz. Tabi bana o aşamada kenarda bekleyen görevlilerden biri yardımcı oldu. Benden en azından 5 yaş küçük olduğunu tahmin ettiğim bir kız - ki kendisi görevli - benimle birlikte o bölmede yürüdü, bavuluma küçük küçük etiketler yapıştırdı ve annemlerin evde ettikleri tembihleri tekrarladı. Sonra bir bankoda güvenlik birşeyleri yapıştırıyorlar pasaporta, sonrasında bileti check-in yaptırıp bavulu verebiliyorsunuz. O işlemlerden sonra güvenlik sırasına girdim, ilk defa ayakkabı çıkarma ritüeline girdim orada - yanlış hatırlamıyorum değil mi istanbul'du orası. O noktadan sonrası daha bir şenlikli. İçeride 72 milletten insan var, metrekareye 100 kişi falan düşüyor. Renkler, ışıltılar, herkes orada. Korkum o görüntünün içine düşünce yerini merağa ve şaşkınlığa bıraktı. Ağzım beş karış açık vaziyette dolandım bir süre. Sonra bir anda kara göründü--D&R oradaydı işte, allahım cennet. Hemen girip, dolanmaya başladım. Yanımda iki tane kitap vardı normalde kütüphaneden aldığım, havaalanlarında çok vakit geçireceğim okurum diye. Ama oradaki her kitabı almak istedim o an, tek tek baktım. Nihayetinde uçağa geç kalmayayım diye "Hobbit ve Felsefe"yi alıp çıktım.
Biletimde yazan kapıya doğru gittim ama öncesinde Aysun'un deneyimlerinden faydalandım, ekranlardan kontrol ettim kapı numarasını. Kapının olduğu yere gelince önce yine birileri biletinize ve pasaportunuza bakıyor. Sonra ilerleyip içeri giriyorsunuz, bir güvenlik görevlisinden değil, üç tanesinden geçiyorsunuz. Hepsi pasaporta birşeyler yapıştırıyor, kontrol ediyor, soru soruyor. Nihayet hepsini geçtikten sonra büyükçe bir salona çıkmış oluyorsunuz, bir tarafı sırf cam. Sıra sıra oturaklara güneş vuruyordu ben gittiğimde, sonlara doğru geçip oturdum. Tam karşımda saati gelince uçağa geçeceğim kapı duruyordu. Kitap alırken bir de Penguen almıştım, açtım onu okumaya başladım (geri döndüğümde bavulu boşaltırken bulamadım ben onu nerede kaybettim ki acaba). Etrafımda ne dediklerini anlamadığım bir ton dil duyuyordum, deliler gibi güldüm. Okudum okudum güldüm. Kapıyı açtıklarında ve etrafımdakiler uçağa geçmeye başladıklarında, Penguen'imi koluma sıkıştırıp derin bir nefes alıp kapıya yürüdüm.


Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I
Bölüm II

Bölüm IV
Bölüm V
Bölüm VI
Bölüm VII

“Hayır, dostum hayır; hepimiz aynı acıyı çekiyoruz.”

Çok saçma bir hafta oldu da bu geçtiğimiz hafta, anlatmak istedim. Bir de kendimi görüp, kendime dışarıdan bakabilmek istediğimden.
İşten, memurluktan, bilgisayar mühendisliğinden devamlı yakınıp duruyorum ya, hakikaten artık dayanma sınırımın ötesini geçtim, gidiyorum. Dönüp dolaşıp hep aynı şeylerden yakınmak istemiyorum, ben bile pöh yürü git başımdan diyorum kendime ama elimde değil. Pazar günü annemler ve abimle birlikte sinemaya gittik, hepsi öyle başladı sanırım. Doğumgünümün olduğu hafta, kutlama gibi yapmak için Özgür'le Burak sinemaya götürmüştü beni, "Silver Linings Playbook"u izlemiştik ben geleneksel yıllık Oscar adaylarını törenden önce izleyip bitirme maratonuma başladığım için. Öncesinde gösterdikleri fragmanların arasında "Hükümet Kadın" vardı, Sermiyan Midyat'ı ilk Emret Komutanım'dan biliyorum, o vakittir de yaptığı işleri genelde severim. Fragman da zaten çok eğlenceli görünüyordu. İşte pazar günü topladım annemleri gittik sinemaya. Film iyiydi - sonra gene bir ara onu da anlatırım - patlamış mısır idare ederdi, eğlendik, güldük. Zaten abimle film izlemek çok zevklidir, komedilerde özellikle çok içten güler, size de bulaşır, sahne o kadar cezbetmemişse bile gülersiniz mutlulukla. Ama benim neyim var bilmiyorum, filmin açılış sekansında gayet eğlenceli bir müzik eşliğinde Midyat'ın neşeli sokaklarını arşınladığımız anlarda ben ağlamaya başladım. Yanımdaki anneme belli etmemek için ne yapacağımı şaşırdım, bana ne oluyor böyle allah kahretsin manyak mıyım diye çırpınıp durdum.
Gene de daha kötüsü film dönüşü ev yolunda, arabada ortaya çıktı. Önce hangisi dedi bilmiyorum ama sana araba alalım ya muhabbetine girdiler. Önce sesimi çıkarmadım. Sonra dedim ömrümün sonuna kadar memur kalmamı mı sağlamaya çalışıyorsunuz, bir araba aldırıp sonra ölene kadar onun taksidini mi ödeyeyim, zaten işe servisle gidiyorum, haftasonları ölü gibi yatıyorum, ne zaman kullanacağım arabayı? Ağzımı açmasam daha iyiymiş. Abim yol boyu hep yaptığı konuşmalara girişti. Aklım varmış, istesem neler olurmuşum da ben hiçbir şey yapmıyormuşum. Bir tutturmuşum sevmiyorum diye, yoksa yapamadığımdan değilmiş. Bu bilgisayar işinde çok deli para varmış, ben niye yapmıyormuşum. Önüme gelen fırsatları değerlendirmiyormuşum. Memur memur diye tutturmuşum, ne varmış memurlukta herkes sabah gidip akşam geliyormuş o da sevmiyormuş yaptığı işi ne olmuş yani. Başka ne iş yapacakmışım, ne istiyorsam gidip yapsaymışım iş olarak. Ama tabi ben girişken değilmişim, ağzım laf yapmıyormuş, azıcık işimi bilir olsaymışım nerelere gelirmişim. (Ben sustukça) Ne yapmayı düşünüyormuşum, gidip bu yaştan sonra okul mu okuyacakmışım, öyle birşeyler varsa kafamda saçmalamayacakmışım. Herkes hayatını kurmuş, ben ne yapacakmışım.
Araba durduğu anda kapıyı açıp eve koşturdum. Arkamdan koştu, yakalamaya çalıştı. Eve çıktık, odama gittim. Yemek yiyip, onlar oturana kadar rahat bıraktı. Sonra odama gelip yeniden başladı. Çok fırsat varmış şu an bulunduğum yerde, niye şuraya başvur muyormuşum, her şeye hemen baştan bir kulp bulup denemiyormuşum. Yemin ederim çıldırmak üzereydim, ağlamak istemiyorum gene önünde ama tutabilecek gibi değildim artık kendimi. En son eh tabi kolaya kaçıyorsun, mühendisliktense arkeoloji istiyorsun, arkeoloji tabi oku oku geç kolay bir şey dedikten sonra kendimi saldım. Hem boğulurcasına ağladım hem de bağırmaya başladım sen benden olmadığım biri olmamı istiyorsun, sen beni zerre kadar tanımıyorsun, ben o düşündüğün süper akıllı süper başarılı kardeş değilim, senin yapamadıklarını ben yapmak zorunda değilim diye. Ben ağlayınca dayanamadı tabi, yelkenleri indirdi ve daha kötüsüne girişti - duygu sömürüsü. Benim aklım yoktu yapamadım sen değerlendirden tutun da, ben kardeşimi biliyorum ve ona güveniyorum keşke sen de benim kadar güvensen kendineye kadar. Çıldırmamak içten bile değil emin olun.
O geceyi atlatmış olabilirim belki ama salı gününe saklıyormuşum kendimi. Salı sabahı bir rüyadan uyandım sabaha. Uzunca bir aradan sonra yine Tom'u gördüm rüyamda. Oysa bitmişti, artık görmüyordum, hatta bakın en son da yazmışım buraya "Düşler, Kabuslar" diye 3 kasımda. O rüyadan bu yana yoktu Tom. İyiydim. Ama salı sabahı bir uyandım, aklımda henüz fırladığım rüyanın karman çorman detayları. Bir arkadaşımızın evindeydik bu sefer de. Normalde o arkadaşın evine gittim biliyorum nasıl olduğunu yani ama o ev değildi rüyamdaki. Böyle uyuşuk yaz günlerinde tüm pencereler açılmış, balkon kapısından cırcır böceklerinin ve toprağı taşı herşeyi kavuran güneşin ıssız sesi duyulur ya, herkes mayışmış bir köşede kendi kendine durur, akşam olsa da kendimize gelsek diye vakit öldürür. İşte tam öyle bir atmosferde ev, biz niye gitmişiz o eve bilmiyorum. Arkadaşın odasında iki tane yatak iki duvara karşılıklı konmuş ama biz üçümüz - Tom, ben ve evin sahibi arkadaşımız - o iki yatağın arasındaki boşluğa, yere birer bez atmışız yan yana, uyumaya çalışıyoruz. İçerde, salonda, ne hikmetse annemle babam iki kanepeye uzanmış, böyle sıcaktan kendilerinden geçmişler, uyukluyorlar. Ve salondaki yemek masasında tonlarca yemek var, çocukluğumdaki doğumgünleri gibi, masanın üstüne börekler kekler yemekler çeşit çeşit ağız sulandırıcı şey var ve masa hazır, tabaklar kaşıklar çatallar herşey tamam. Öylece bekliyor masa. Biz odada yerdeki ufacık alana sığışmaya çalışıyoruz. O kadar sıcak ki bir türlü yerleşip rahat edemiyoruz. Terliyorum, başım ağrıyor. Arkadaş sonunda kaldırıyor bezini içeri gidiyor, nereye bilmiyorum. Biz Tom'la yeniden yer kapmaya uğraşıyoruz, ben çekiyorum bezimi o hareket etmiyor, ettiremiyorum zaten ağır kendisi yeterince. İttiriyorum, bir çekil dur şöyle diyorum ama o uyku sersemi, gözünü bile açamıyor, bir baygın böyle. Zor dönüyor bir taraftan öbür tarafa. O kadar yoruluyorum ki nefes alamıyorum artık, çok bıkkınım derken uyandım. Kan ter içindeyim, kalkıp işe gitmem gerekiyordu zaten.
Gittim işe doğal olarak. Akşam çıkma saatime gelene kadar pek birşey yoktu ama tam çıkacakken aynı konuya baktıklarımdan biri tüm gün yaptığı bir çalışmanın bitmek üzere olduğunu iki dakikalık bir işi kaldığını söyledi, hemen göz kulak olabilir miymişim. Tabi demek üzereyken ben daha, o çıktı. Gittim, göz kulak olmam gereken çalışmanın başında durdum bir firmadan gelen amcayla birlikte. Ama o iş iki dakika sürmedi, bitmedi, servisi kaçırdım. Saatler sonraki ek servise de koşarak zor yetiştim. Attım kendimi servise, telefonumu açtım ve mesajlar gelmeye başladı. İşten çıkınca yanımıza gel diyen bir mesaj. Arkadaşlarım çağırıyordu, hem de uzak bir yerde oturup da iki haftalığına gelen bir arkadaşımı bir süreliğine son görüşüm olabilecekti. O anda servisten atlamam gerekiyordu belki ama yapamadım. Çok istedim ama yüzümde bembeyaz sivilceler, üstüm başım dağılmış, acilen duş almam gerekir halde insan içine çıkamazdım. Mutsuzdum zaten işten saatlerce geç çıktığım için, o mesajı o saatte almış olduğum için, hayat için herşey için. İnmedim servisten. Gelmeyeceğim ben dedim onlara. Haftanın geri kalanında da zaten deliler gibi çalıştım, her akşam zor yetiştim servise, tüm gün kafamı kaldıramadım işyerinde, hatta en son cuma günü de çıkamıyordum geçe kalacaktım zor yırttım.
Eve gittiğimde ölmüş haldeydim, serviste yol boyu ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Çaylarımızı içerken alt kattakilerin ve üst kattakilerin senkronize bir şekilde yaptıkları gürültü beynime beynime vuruyordu. İçimde öyle bir sinir büyüdü ki oturduğum yerde bağırmaya başladım. "Biz bunları çekmek zorunda mıyız? Ölsünler, gebersinler, yok olsunlar dünya üstünden! Ölsünler istiyorum, ölsünler, yansınlar, tüm kemikleri kırılsın, mahvolsunlar!" diye bağırıyordum. Annemler ne yapacaklarını şaşırdı, babam deme öyle kötü şeyler deme deyip durdu ama ben daha da çok bağırdım. Biz niye gitmiyoruz bu evden, gidemiyoruz paramız yok, taşınamıyoruz, ölelim biz diye devam ettim. Babam tamam taşınacağız bulacağım hemen bir çatı katında hiç gürültü olmayacak gideceğiz diye beni ikna etmeye çalıştı. Ben de ağlamaya başladım. Hayır taşınamayız, paramız yok, benim biriktirdiklerimle zor toparladınız zaten durumu nereye taşınıyoruz diye söylendim de söylendim. Delireceğimi düşündüm o an, elime silahı alıp önce üsttekiler sonra alttakileri kurşuna dizebilirdim. Babam anlamıştı aslında neyim olduğunu, merak etme neyi istiyorsan yapabilirsin seni destekliyoruz dedi ama ben ağlamaya devam ettim.
Odama attım kendimi, ağlamaktan nefesim tıkanmış halde. Bu sefer de babamları çok üzdüm diye ağlamaya devam ettim boğulurcasına. Onlara bunu yapmaya ne hakkım var, neyim var benim böyle diye. Hakikaten neyim var benim? Delireceğimi hissediyorum, hatta delirdiğimi. Önce deliriyorum sonra durup kendime dışarıdan bakıyormuşum gibi oluyor, ne yapıyorum ben diyorum. Uzunca bir süredir bu böyle, beni bir arada tutan iplerin arada çözüldüğünü görüyorum, engel olamıyorum. İki hafta üç hafta tutabilsem kendimi sonraki hafta çözülüyorum, ruh halimi dengede tutamıyorum. İki hafta çok iyiysem, telefonlara bakıyor, mesajlara cevap veriyor, mailler atıyorsam üçüncü hafta tamamen delirmiş oluyorum. Hiç kimseyi istemiyorum, kimseyle konuşmak istemiyorum. Kaçıp gitmek istiyorum uzaklara, kimsenin beni tanımadığı, benim kimseyi tanımadığım bir yere. Oraya yerleşip yeni bir hayata başlamak istiyorum, tüm yakınlarımdan tanıdıklarımdan kurtulmak istiyorum. Sonra biraz düzeliyor tabi, düzeltiyorum kendimi, ruh halimi. Ama işte bir süreliğine, yine bir yerde kayışı koparmak üzere.
Ben de normal olmak istiyorum artık. Mutlu olmak istiyorum.

The Lumineers'in "Stubborn Love"ı



O kadar güzel ki. Bana tüm çocukluğum boyunca yaptığım araba yolculuklarını hatırlattı. Tıpkı böyle arka koltukta camdan dünyaları izleyişimi, çıt çıkarmadan hayaller kuruşumu, insanları, yaşamları, şehirleri görüşümü...En mutlu hissettiğim zamanlardı onlar, arka koltukta, kimi zaman fındık çuvallarıyla, kara lahana demetleri arasında, camdan görünen milyonlarca dünyanın kıyısında.
The Lumineers'i size daha genişçe anlatmak istiyorum bir ara aslında ama korkuyorum, onların da başına bir şey gelecek ben sevdim dinliyorum diye (Öyle kötü bir şey demiyorum canım, hani The Civil Wars gibi ayrılırlar falan gibisinden.).

4 Şubat 2013 Pazartesi

animus

"Animus, kadın zihnindeki erkeksi öğedir. Ve eğer birey, bu öğe ile “uyuşma” ve “hesaplaşma”yı beceremezse, dinginliğe ulaşamaz."***
kaynak:onlyhdwallpapers
İşte biz; işlemeli kabarık elbiselerimiz içinde kralımızın hemen yanıbaşında dünyanın en somut güzelliğiymişçesine oturmak ve gülümsemek yerine elimize o soğuk, buz gibi kılıcı alıp, en önde düşman saflarına atılmayı; güzel olmadığımızı bildiğimiz için diğerleri gibi öyle olmaya çalışmak yerine sevdiğimiz ama bizi sevmeyeceklerini bildiğimiz adamların karşısına geçip kendimizi göstermeye çalışmaktansa en iyi dostları olarak yanlarında durup, hep destek olmayı; altında ezileceğimizi bilsek de kendi yükümüzü kendimiz sırtlanıp hiçbir adama dönüp de yardım istememeyi; bilincimizi zor ayakta tutacak hale getiren acılar çeksek de acıyor dememeyi, sızlanmamayı; ince topuklar üstünde olmadığımız, olmaya zorlandığımız şeyler gibi yürümektense boya yüzü görmemiş, yıllarca giyinmekten aşınmış botlarımız, yerle bir bez ayakkabılarımızla onların dünyasına dalmayı, sabahın köründe bile evden yüzümüzde üç kat badana ile çıkmaktansa sivilceli yüzlerimizle uyku sersemi fırlamayı seçenler, yaşıtlarımız kendilerini sıcak yuvaların kalbine bırakmış, sevecek yeni insanlar yetiştirme duygularına kapılmışken dünyayı kucaklamak, ruhumuzu engin denizlere salmak isteyenler...
işte biz, bu yüzden hiç o dinginliğe ulaşamayacağız. O hesaplaşmamız hep sürecek ama uyuşamayacağız.

***(Daha önce de demiştim, Kayıp Rıhtım'da şahane bir yazı dizisi sürüyor M.Bahadırhan Dinçaslan'ın-->Tolkien Ne Yaptı? Bu cümleyi de aynen o yazıdan aldım. Mutlaka görün, mutlaka okuyun.)

3 Şubat 2013 Pazar

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm II

İlk bölümün sonunda elimde pasaportum duruyordum. Orada kalmıştık. Aslında bu en son olan olaydan sonra-elçilikte olan o kötü olay-ilk bölümde anlattığım o biber gazı spreyimle ilgili esprili durumu anlatmasaydım keşke dedim ama napalım. Daha bir ay, iki ay önce tam da  bulunduğum bir yerde, belki de yüzüne baktığım insanlardan biri çok kötü birşey yüzünden öldü. Haberi görünce sarsıldım açıkçası, hep unuttuğumuz birşeyi o kadar net hatırlattı ki o anda, diyecek birşey bulamadım şimdi.
Neyse diyip devam etmek istemiyorum ama bu maceramı da böyle bir yıl boyunca anlatmayayım burada diyorum. Bir an önce, güzel güzel anlatayım tadı bozulmadan yiyelim geçelim.
Dediğim gibi pasaportu ve vizeyi aldıktan sonra NY'da kalacak yerimizi ayarlamaya çalıştık. Tabi bir yandan da ben dönüşümü düşünmek durumundaydım, nereye gidersek gidelim sonunda NY'dan İstanbul'a uçacaktım. Son durağımız da ilk planlarda San Francisco'ydu, o yüzden hemen en ucuzundan bir San Francisco-NY bileti aldım. Bilet işlerimizi http://www.edreams.net/ 'den hallettik hep. Böylece JetBlue'nun SF-NY uçuşuna yanlış bulmamışsam şu an hesap listemden 351 dolar gibi birşey ödedim. Sonra Nihan'dan Harry Potter'a gitmeceyek miyiz önerisi geldi. Demiştim ilk bölümde, zaten bunu bekliyordum, balıklama atladım. Hadi gidelim bir daha ne zaman göreceğim Hogwarts'ı, İngiltere'ye zaten Allah bilir gidebilecek miyim de. Hemen apar topar bakındık Orlando'daki Wizarding World of Harry Potter'a nasıl gideriz, kaç gün kalırız diye. Bu adres http://www.universalorlando.com/harrypotter/ orası hakkında baya iyi bilgiyi veriyor aslında, ama bu da universalin sitesi http://www.universalorlando.com/Theme-Parks/Islands-of-Adventure/Wizarding-World-of-Harry-Potter.aspx . Biletleri çeşitli seçeneklerde alabiliyorsunuz. Gün sayısının yanında park-to-park ya da single-park seçmeniz gerek. Orlando'daki universal kompleksi iki ayrı bölümden oluştuğu için böyle bir durum var. Biz netten öyle bakarken ooo harry potter dünyasını gez gez bitiremeyiz biz zaten herbir şeyi göreceğiz diğer parka zaman kalmaz diyerek single-park biletinin iki günlüğünü aldık. Tek günlükler iki günlükten daha mantıksız oluyor hesap açısından, hem de çok yorulmayalım uçaktan in gez dolaş uçağa bin diyerek. Bileti netten alırsanız print at home seçeneği var, çıktısını alıp gidebiliyorsunuz. Ya da gidip, kapıda sıra bekleyip de bilet alabilirsiniz.
Bu arada NY'da kalacak yer konusunda bakındığımız yer http://www.booking.com/ adresiydi. Daha doğrusu tüm otel işlerimizi buradan hallettik. Yalnız çok acemiydik, sonradan fark ettik. NY'ı gezeceğiz ama kalacak yerin en ucuzu New Jersey tarafındaydı, o yüzden North Bergen'deki Days Inn otelinden odayı aldık. Hiç düşünmedik yolu falan. Manhattan'ın dışında kalınca evet ucuza kalıyorsunuz adadakinden ama bu sefer de her gün adaya girip çıkmak için yol parası ve zaman veriyorsunuz. Hele bir de JFK'ye inmişseniz oradan otele geçmeyi bir düşünün derim, diyeceğim ama henüz değil.
Orlando işi kesinleştiği için oranın da uçak ve otelini ayarladık NY'dan sonra. NY-Orlando arasını 304 dolara uçmak üzere biletleri aldık (bu arada bu miktarlar hep iki kişilik onu diyeyim de). Oteli de yine en ucuzu olarak listeleneninden ki yine bir Days Inn şubesiydi, aldık. O da 98 dolar tuttu. Gitmeme iki hafta kala yine THY'nin sitesinden Ankara-İstanbul biletimi de aldım, 94 liraya. Kampanya biletiydi, değiştirilemez iade edilemez diyordu ondan. Yolculuğun planı şu etapta şöyleydi: NY'da 4 gün, Orlando'da iki gün, Los Angeles tarafında geri kalan günler içinde dolanıp, son gün San Francisco'ya geçecektik ve ben oradan dönüş uçuşlarıma başlayacaktım. Ha bu arada annemler de döndüğümde Ankara'da değil de köyde olacaklarından, babaannemi de yüzyıllardır görmediğimden oraya gel dediler. Böylece Ankara-İstanbul-NY-Orlando-Los Angeles-San Francisco-NY-İstanbul-Samsun güzergahında toplamda 8 defa uçmak üzere biletlerim olmuştu.
Gene de esaslı bir program yapmamız gerekiyordu o aşamada. Nereleri görmek, gezmek istiyorsak, kafamızda onca yıldır biriktirdiğimiz nasıl bir amerikan rüyası varsa onu gerçekleştirmek için neler gerekiyorsa onları yapabilmek için bir süre araştırdık. Daha doğrusu araştırmak için kendimizi zorladık, ama nihan da ben de eminim öyle titiz bir çalışma içine girmedik. Ben açtım tüm sık kullanılanlarımdaki yıllarca okuyup durduğum siteleri, new york diye aratıp dolandım. Dolanmadım değil, çaba sarfettim, okudum ettim. NY için baya birşey de öğrendim sayılır hatta, nereleri gezebiliriz bir iki liste bile çıkardım. Ama yolculuğun geri kalanı hakkında nedense elim varmadı araştırmaya, öyle bir savsakladım.
Yolculuğuma salı sabahı çıkacaktım, cuma günü işten çıktım, izne ayrılmış oldum yani. Hiç dinlenemeden, izinde olduğumu anlayamadan haftasonu boyunca valizimi toplayıp pazartesi son rotuşları yapıp, pazartesiyi salıya bağlayan gece 3 buçukta evden çıktım. Çıktık daha doğrusu abimin sürdüğü arabada, annem babam yengem şeklinde esenboğaya doğru yola koyulduk. O yolculuğu hayatım boyunca unutamayacağım sanırım. Gecenin karanlığında, soğuktan büzüşmüş halde arka koltukta annemle yengemin ortasında. Kimseden  çıt çıkmıyordu, uykum vardı, midem bir tuhaftı. Hiçbir şey düşünemiyordum, aklımda sadece annemin o an tuttuğum elini bırakmamak, yaslandığım omzundan geri kalkmamak vardı. O yol hiç bitmesin, havaalanına hiç gitmeyelim istiyordum. Napıyorum diyordum içimden habire, manyak mıyım niye gidiyorum ki durup dururken şimdi bilmediğim yerlere. Çok uzak hem, dursaydım ya evimde. 20 gün ohh mis gibi yatar, oturur, film izler mayışık mayışık gezerdim. İğne mi batırdılar da böyle apar topar gidiyordum, zorum neydi? Annem bakışlarımdan anlamıştı herhalde ki istersen gitmeyebilirsin dedi o an. Ses çıkarmadım, ağzımı açarsam avazım çıktığı kadar bağıracağımdan adım gibi emindim çünkü beni eve geri götürün gitmek istemiyorum diye.
Esenboğaya vardığımızda 5'ti saat sanıyorum. Uçağım 6'da kalkacaktı, iç hatları bulmak için görevlilere sorarak önce bir koridordan geçtik, asansöre bindik, sonra yine bir koridordan geçip kocaman bir yere çıktık. En son uçağa bindiğimde üniversitedeydim ve İzmir'den Ankara'ya gelmiştim, İzmir'den halamlar bindirmişti, Ankara'dan annemler almıştı. Ve işin kötüsü benim yarım aklım o son seferi, ondan önceki 3-5 seferi de hatırlamıyor. Hatta arada bir İzmir-Samsun varmış mesela, mış diyorum çünkü yıllardır abim söyler durur ama ben hatırlamıyorum. Yok öyle birşey, aklımda en ufak bir kırıntısı bile yok. Sanki hiç yapmamışım gibi o yolculuğu. Öyle bir aklım var yani düşünün. Bir de işlemler hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu, önce check-in yerine gidilecekmiş mesela. Gittik bavulumla, ben rahat edeyim diye her birşeyi tek bavula tıkıştırdım ama meğerse bölmek, kabin bagajı almak gerekiyormuş. Çünkü ağırlık sınırını geçince çok pis koyuyorlarmış. Acı bir şekilde, 24 lirayı bayılınca anladım ben bunu. Ha o parayı vermek için de check-in yerinden tee öte taraftaki ödeme yerine koşturup, ödemeyi yapıp geri check-in'e dönmeniz gerekiyor, o da ayrı bir eziyet.
Sabahın o saatinde bomboş sayılırdı tabi iç hatlar. Bagaj işini hallettikten sonra bir 15 dakika oturup, kontrol kısmından geçip uçağımın kalkacağı kapıya gitmem gerekti. O kontrol kısmında işte aileyle vedalaşıyorsunuz ve ben o konuda çok kötüyüm. O ana kadar dünyanın en sempatik insanıysam, yanımdakileri onlar için ölecek kadar çok seviyor olsam bile o anda, bırakıp gideceğim anda bildiğiniz buzdolabı oluyorum. Otomatik bir durum aslında, ağlayacağımı, hem de çok fena ağlayacağımı, olduğum yere yıkılacağımı anladığım anda gelen bir refleks. Hadi görüşürüz deyip çekip gidiyorum. Sarılanlara şöyle bir sarılıyorum ve arkamı dönüp gidiyorum. Annemlerin de sonradan kritiğini yaptıkları üzere, bir kere bile geri dönüp bakmadım o noktadan sonra. Güvenlikten geçtim ve yürüdüm gittim. Bakmamı beklemişler öyle dediler, bakarsam çığlık çığlığa geri koştururdum biliyorum.
Kapıya yürürken etraf karanlıktı henüz, camla kaplı duvarlardan karanlığı görebiliyordum. Diğer yanımdaysa herşey renkliydi, havaalanı ruhuna girmeye başlamıştım. Yalnız olduğumu hayal ettim-yalnızdım evet ama öyle bir yalnızlık demiyorum hani George Clooney'nin Up In The Air'deki yalnızlığı gibi-, çok param olduğunu, o rengarenk, ışıltılı kafelerde oturduğumu, kahvemi yudumlayıp günün en erken gazetesini okuduğumu gördüm. Arkamda sürüklediğim bavulumla öylece yürüdüm, kendimi geride bıraktığımı düşündüm.

Bu bölümü de burada bitirmemiz gerekli çünkü çok uzun yazıp bunaltmak istemiyorum hem sizi hem kendimi. Sonraki bölümde; İstanbul'daki bekleyişim, NY'a uçuş ve Nihan'la buluşana kadar olanlar.


Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I

Bölüm III
Bölüm IV
Bölüm V
Bölüm VI
Bölüm VII

2 Şubat 2013 Cumartesi

just that

“Happiness consists in getting enough sleep. Just that, nothing more.”
Çok hak veriyorum ben bu aralar Robert A.Heinlein'a.

My Dearest Nemesis {그놈은 흑염룡 } (2025)

 Baek Su Jeong kızımız liseye gidiyor. Küçük erkek kardeşi ve elektrikçi babası ile yaşıyor ve annesinin küçükken kaybettiklerinden okulda f...