26 Ocak 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I

Nihayet anlatmaya başlıyorum. Öncesinde uyarayım da. Birçok ayrıntıyı yalan yanlış hatırlıyor olabilirim, oralara çok takılmayın (sis sen müdahale edebilirsin, hatta et çok iyi olur şu şöyleydi falan diye). Fotoğrafların çoğunu nihan'ın olağanüstü gelişmekte olan fotoğrafçılık yeteneğinin göstergesi olan gezi fotoğraflarımız arasından seçmiş olacağım, haberiniz olsun, tüm hakları ona aittir. Ha, bir de son olarak, çok yavan, saçma, basit, uyduruk ya da ne bileyim işte beğenmeyebileceğiniz her çeşitten halde gelebilir anlatacaklarım. Haklısınız, yeter ki yargılamayın. Yargılamadan bakabilmeye çabalayın.
Başlayacağım yer, hayır uçak değil, havaalanı da değil. Tam burası. Bu ekran ve bu internet. Nihan gel dedikten hemen sonra yaptığım ilk şey uçak biletlerine bakmak oldu. Şöyle bir üstünkörü araştırdım o gece. Kalkış:Ankara, Varış:San Francisco diye. Algılayamadım tabi rakamları, uykum pek çoktu, ertesi sabah iş vardı, yattım. Ertesi gün işyerinde öğle arasında iyice oturup bir adamakıllı baktım nedir ne değildir diye. Ankara'dan alıyorum San Francisco'ya yapıyorum, İstanbul'dan alıyorum, yok ucunu Los Angeles'a taşıyorum. Olmuyor, ne yapsam makul bir fiyat çıkmıyor. Nihan'a ulaşabilmem için 2-3 aylık maaşımı thy'ye yatırmam gerekiyor görünüyor.
Vazgeçmiş halde eve döndüm o gün. Neti açıp Nihan'a diyeceğim ki yok arkadaş ben gelemem, gelsem kalamam, kalsam geri dönemem, meksikalılarla homeless kartonu paylaşırım. Ama neti açtığımda Nihan'ın mailiyle karşılaştım, o da aynı şeyi söylüyordu, daha da iyisi yol gösteriyordu. Thy'nin anasayfasında kampanya duyuruları vardı. Hemen açıp baktım, İstanbul-New York gidiş-dönüş 1800 tl gibi bir miktar bulabildim belirli tarihler için. Ben buna Kasım'ın sonu Aralık'ın başı gibi, 25 aralık gidiş 7 ocak dönüş olarak bakınca bir ay önceden öyle bir fiyat bulabildim. Tabi biletler geri iadesiz, değişmesiz. Olsun, ben gene de aradım thy'nin müşteri hizmetlerini sordum. Bunu ben hani oldu ya geri vermek istedim, değiştirmek istedim falan feşmekan dedim. Telefonun ucundaki abi (olsun abi diyelim biz burada, muhtemelen benden küçük olmasına rağmen) gayet güzel güzel açıkladı, iptal etmek istersem açığa almak istersem kaçırırsam falan ne olur diye. Biletin vergiler hariç kısmını geri alabiliyordum iade etmek istersem. Tamam güzel, öğrendim ya içim ferahladı. O biletleri aldım ilk adım olarak.
tanıştırayım bu bordo
Sonraki adım seyahatin planlanması ve pek tabiki benim abd'ye girebilmek için yapmam gerekenleri yapmaya başlamamdı. Bileti New York'a alınca seyahatin güzergahı da az çok belirmişti. Nihan atlayıp New York'a gelecekti, buluşacak NY'ı gezecektik. Sonra Los Angeles tarafına geçip bir de oraları gezecektik. San Francisco, Santa Barbara, Carmel de listeye ilk girenlerdi. Wizarding World of Harry Potter'ın da orada, Orlando'da, usul usul beklediğini biliyorum, görüyorum, hayallerime dadanıyor ama ses çıkarmıyorum o zaman. Çünkü daha ilk biletlerimi aldıktan sonra bu yolculuğun bize ne kadara patlayacağını kestirebilmiş değilim, NY için otellere falan bakıyoruz bir taraftan, fiyatlar dolarlar gözümüzün önünde uçuşuyor. Bir de onun üzerine ben harry'ye gideceğim diye tutturmak istemiyorum. Belki Nihan saçmalama ne gerek var diyecek, belki o da çok sevinecek gidelim diyecek, bilemiyorum ki o an için. Neyin mantıklı neyin sorumlu bir davranış olduğunu bilmiyorum çünkü.
Bunların arasında bir yandan da netten pasaport alabilmek için randevumu aldım. http://www.epasaport.gov.tr/ adresinden girip, hangi pasaporttan almanız gerekiyorsa ona dair seçimi yapıp, randevu yerinizi ve tarih ile saati de seçip, randevunuzu onaylıyorsunuz. Bordo-Umuma Mahsus, Yeşil-Hususi ve Gri-Hizmet pasaportuymuş. Bir de Diplomatik var siyah olan ama onu boşverin, diplomat değilsiniz. Pasaportlar hakkında bilgim yok denecek kadar azdı, yaz başından beri araştırıyordum. İlk pasaportumu lisedeyken babam almıştı, yemyeşil, taptazeydi. İlk defteri hiç kullanma şansım olmamıştı, ikinci seferinde babam süresini uzattırdığında üniversitedeydim ve mis gibi bir yeşil pasaportla Orta Avrupa'da elimi kolumu sallayarak gezebilmiştim. Bu kez kendim, kendi başıma, kendim için, kendi adıma bir tane almaya çalıştığımda bordonun en soğuk tonuyla karşılaştım. Tabi onunla karşılaşana dek öncesinde baya bir uğraştım.
Pasaport randevusunu bir hafta sonraya almıştım tam. Ha bu sırada işyerinden de ayrı bir izin sistemini doldurmam ve onaylanmasını beklemem gerekiyordu, o süreci başlattım. Pasaport için gerekli belgeleri toparlamaya çalıştım. Çok birşey istemiyorlar demeyeceğim, o defter bedeli ve harcı bana yeterince birşeymiş gibi geldi zaten. 2 tane biyometrik fotoğraf, bir de banka dekontu istiyorlar. Fotoğrafı randevudan bir gün önce çektirdim (işyerinde fotoğraf merkezi var, 1,25 tl gibi bir fiyat ödüyorum ama sanırım normalde fotoğrafçılarda bu fiyat biraz var, sanırım değil hatta basbaya var, devamında anlatacağım biliyorum), harç ve defter bedellerini de bir gün önce yatırdım bankaya. http://www.epasaport.gov.tr/hakkinda/harclar.aspx burada gerekli bilgi var. Ben çok yüklenmeyeyim bütçeme diye cimrilik ettim, 2 yıllık aldım o parayı yatırdım. Fotoğrafta da Snape görmüş birinci sınıf öğrencisi gibi çıkmayı başarınca, zaten herşey hazır olmuş oluyor. Randevu günü öğleden sonra iznimi alıp otobüse atladım, Etimesgut İlçe Emniyet'in yolunu tuttum.
Sıra falan yoktu. Gerçi emniyetin yeri tee bir yerin dibi ve otobüsü bilemediğimden bir saat yürüdüm ama olsun. Sıra yok, odada iki görevli ve pasaport almaya gelmiş bir amca vardı. Ben de geçip oturdum. Eski teknik direktörmüş amca, muhabbet ediyordu. Kadın olan görevlinin masasının önüne oturdum ben, çok tatlı, yardımcı bir insandı. Belgelerimi istedi, verdim. Bu arada gitmeden hemen önce aklıma gelmişti, otobüsten indiğim yerde bir bakkalda kimliğimin fotokopisini çektirmiştim. Lazım oluyormuş, iyi ki yapmışım. Onu yapmışım da çok kritik birşeyi unutmuşum. Eski pasaportumu! Benim mantık direkt o yeşil, bu bordo olacak diye ona lüzum olmaz diyorum. Eski demek eski demek, götürsene işte akıllı elin mi aşınacak. Yok işte, görevli onu da alıp gelince hallederiz bir sorun olmaz dedi. O gayet sakin, makul, böyle hayat çok güzel modunda. Ama ben bu pasaport ve vize işleriyle ilgili o kadar doldurulmuşum, o kadar telaş hale gelmişim ki aman doktor canım cicim doktor nolursun bekle kimseleri alma ben hemen alır gelirim dedim. Annem de yanımda, emniyetin önündeki taksi çağırma butonuna koşturdum. Taksiye atlayıp eve gittik, annemle taksici abi aşağıda beklerken ben koşup pasaportu aldım indim. Geri dönüşte muhabbete sardırdı taksici abi. Sincan'da oturuyormuş, sonra Etimesgut'a taşınmış, ama çok kötüymüş burası eski mahallesi çok iyiymiş. Kanlısı varmış, ondan kaçmış, bir arabayı haşat etmiş daha neler neler. Annemle arka koltukta noluyor lan modunda dinliyoruz. Emniyete geldik ama nasıl indim bilmiyorum. Hemen eski yeşilimi de verdim görevli kadına. Gene sıra yok tabi, kimse yok, benim için özel açmışlar o gün orayı sanki. Diğer görevli parmak izlerimi aldı elim kopacak sandım bastırırken alete. Toplamda taksi maceramız olmasa 10 dakika bile sürmedi işlemler. Geri dönüşte marketten 4'lü kola aldık, yanına o reklamlarındaki beyaz kutup ayısından yapıştırmışlardı. Sırf onun için aldım o kolaları. Pasaport aldığım günün anısına eve elimde yumuşacık, bembeyaz bir kutup ayısıyla, Albert'la - tabiki Einstein - ile döndüm.
bu da Albert
Pasaportu alınca bir miktar rahatladım mı, ne gezer. Sırada vize vardı, koskoca abd vizesi. Öyle bir konuşuyor ki insanlar ben sandım jedi tapınağı'ndan mace windu'yu kaçıracağım. Bir yandan da abd içi biletlerimizi alalım, kalacak yeri bakalım, nereleri gezeceğiz onların listesini çıkaralım diye uğraşıyoruz. Arada 10 saat fark olunca Nihan yeni kalkmışken ben tüm gün işyerinde pestilim çıkmış hale geldikten sonra tam yatmaya gidiyor oluyorum. Gene de her gece iki-üç saatimizi mail başında geçirdik haftalarca. Normalde işyerinde nete erişip birşeylere bakabiliyordum, ama tam o zamanda erişemediğim, işlerin çok yoğun olduğu bir döneme denk gelince yolculukla ilgili herşeyi o iki-üç saate sığdırmak durumunda kaldım. Ha pardon sızlanmaya başlarken unutuyordum, vizeyi nasıl aldığımı anlatacaktım bu paragrafta.
Şöyle ki, ilk olarak netten formu doldurmanız gerekiyor. Göçmen Olmayan Vize başvurusu olarak yaptım ben başvurumu. Formun adı DS-160. http://turkish.turkey.usembassy.gov/visa_services.html bu adresten yola çıkarak her birşeyi öğrenebilirsiniz. Ben şimdi açtım o formu dolduracağım ama nasıl heyecanlıyım nasıl korkuyorum. Ya yanlış bir tık yaparsam ya net birden koparsa ya birden alarmlar çalmaya başlar fbi beni almaya gelirse falan modundayım. Bir hafta falan okudum ben bu yukarıdaki adresteki bilgileri, nette ne kadar abd vizesi ile ilgili şey varsa hepsini. Okuyorum, not alıyorum, plan yapıyorum. Okudukça daha bir tırsıyorum. Daha önce hiç vize almadım ki ben, yeşilimi gösterdim yürüdüm gittim. Dolduramadım ya formu bir türlü açıp da. Elim varmıyor, tamam yarın gece açıp dolduracağım diyorum, yok yapamıyorum. Bu arada fotoğrafa da takmış durumdayım. Pasaport için biyometrik çektirdim ya, vize formu için başka türlü kriterler yazıyor sayfalarca. Bu resim olmaz diye tutturdum, işyerindeki fotoğrafçıya gittim bir saat anlatmaya çalıştım histerik bir şekilde. Ama bak pikseli bu olacak, burnumla kaşım arası oradan kulağıma bir hipotenüs çizdiğinde tam olarak 13,99999 milim olacak sonra da oradan dikme indiğimizde çenemin türevi alnımdan büyük olmayacak. Yazık adama valla, tek diyebildiği şey oldu: Biz bu vize fotoğrafından geçen hafta ikinci kattaki birine de yaptık böyle çektik, öyle yapabiliriz. Yooook, benimkisi özel, kriterleri ben biliyorum, onlarınkisi olmamıştır diye burnumdan kıl aldırmıyorum ben. Çektirmedim ya orada salak gibi. Gittim Bahçeli'de fotoğrafçı aradım bir öğle tatili boyunca. Bulamadım. Sonra iş çıkışı gittim bu sefer buldum. Böyle yerin altında, apartmanın bir köşesinde iki üç ergen bilgisayar başında, facebook açmış oturuyor. Allahım ben napıyorum dedim ama elden ne gelir kendi salaklığım. Dedim ergenlere böyle böyle olacak bu. Yaparız dediler. Nasıl olduysa pasaport fotoğrafından daha deli çıkmayı başardım o fotoğrafta. Sayesinde de öğrendim ki şu yaşımda, meğersem yüzümde yamuk olmayan hiçbir yer yokmuş. Ertesi gün almaya gittiğimde o doğaüstü fotoğraflara 10 tl bayıldım.
Ama noldu? Açtım bilgisayarımda fotoğrafı kontrol ediyorum, tüm o hayhuylandığım kriterlerle alakası yok. Ergen gerisi bana işyerinde çektirdiğim önceki biyometriğin formatında, az biraz büyütülmüş birşey vermiş. O 10 tl boğazınıza dursun bedduaları içinde formu doldurmaya başladım, bir yandan da hala netten fotoğrafçı bakıyorum olmadı bu fotolar diye. Formu doldurmak bildiğiniz işkence. Her şeyi, istisnasız her şeyi soruyorlar. Nereye, ne zaman, kiminle, ne şekilde, ne için, nasıl gidiyormuşum; neymişim kimmişim annem babam akrabalarım...Sanki yemeye geliyorum kaldırımınızı taşınızı toprağınızı. Açtım ağzımı yutacağım herşeyi. Hayret birşey. Altı üstü iki haftalığına gelip, bir sürü de dolar bırakıp başınızdan aşağı, gideceğim. Nankör amerika.
Formu bir sabah vakti, bildiğiniz sabahın köründe, hastalanıp işe gidemediğim bir gün doldurdum. Sırtımda battaniye, yüzüm gözüm şiş, elim ayağım dolaşmış halde soruları yanıtladım. Fotoğraf kısmına gelince birkaç kere kapadım açtım, dolandım, sonra nasıl bir cesaret geldiyse artık amaaan dedim ergenin çektiği fotoyu yerleştirdim. Olacaksa olsun gelsin alsın beni fbi, cia dedim. Sistem kabul etti ya! Koydum fotoyu, tıkladım, başvurum kabul edildi. Sevinsem mi kendime mi ergenlere mi küfürü bassam bilemedim. Ama tabi beklenecek vakit değil, hemen vize başvuru servisi diye bir numara var onu aramam gerekli. Arayıp bir miktar ücret karşılığında randevu günü-saati ve birşey numarası alıyorsunuz. Karşıma gayet anlayışlı, tatlı bir kadın çıktı telefonda. Güzelce anlattı neler yapacağımı, ne getirmem gerektiğini randevuya. Bir hafta sonrasına da verdi randevuyu.
O bir hafta içinde bu sefer ya vizeyi alamazsam afakanları bastı beni. Niye alamayacağım diyorum gerçi, benden iyisini mi bulacaklar. Ama bir yandan okuyorum deliler gibi herkesin anlattıklarını. Bankama gittim mesela, maaş kartımdan ve kredi kartımdan oradayken nasıl alışveriş yapabilirim diye sormaya. Açıkmış zaten yurtdışına kartlar, birşey yapmama gerek kalmadı da bankacı kızların biri work&travel'a gitmiş onu anlattı. Dayanamamış bir ay sonra geri gelmiş. Bir de bir arkadaşına vize başvurusunda şey sormuşlar orada birini bulursan kalır mısın diye. Kız da kısmet mi demiş ne demişse artık, vermemişler vizeyi. Böyle şeyler dinledim haftalarca. Nasıl bir manyaklıktır bu ya.
Neyse işte, o bir hafta boyunca belgeler toplayayım dedim. De ne belgesi? Millet yok şunu götür yok bunu götür bir ton şey dedi. Vay arkadaş bildiğiniz Berlin duvarından atlayacağım, Hitler'i kapıp kaçacağım. Bankaya kartlar için gittiğimde bir hesap dökümü aldım, bir de maaş pusulamın çıktısını aldım elime. Formun çıktısı ve fotoğraflar ile randevu günü büyükelçiliğin yolunu tuttum.
Şimdi benim kafamda karışık bu konu. Büyükelçilik, elçilik, konsolosluk, başkonsolosluk falan nedir ne değildir ayrımı nedir bilmem. Ankara'daki büyükelçilik, İstanbul'daki başkonsolosluk yazıyor. Adana Konsolosluğu ve İzmir Konsolosluk Temsilcisi varmış, sitelerinde öyle diyor. Ankara'daki hemen Atatürk Bulvarı üzerinde, Kızılay'dan Akay'a doğru yürüyüp dümdüz yukarı doğru devam ettiğinizde sağda kalıyor. Gittim ben de o sabah, ön tarafına gitmişim tabi, bir tane bildiğimiz The Rock'ın Türk versiyonu boyutlarında bir güvenlik abi-belki de polis abi ben o kadar dikkatli değilim üniforma konusunda, dikiliyordu. Dedim abi vize için napcaz. Sol tarafa dolaş, sıradalar dedi. Tırsa tırsa dolandım, bir de ne göreyim. Sabahın 9'u olmamış, insanlar başka bir görevli abinin önünde ip gibi dizilmiş bekliyor. O an telefondaki kadına çok kızdım. Meğersem o gün ve saat bana özel değilmiş.
Sıraya girip beklemeye başladım. Önümde bildiğiniz teyzeler amcalar, bebek arabalı aileler var. Bir de ergen bir kızla babası. Önyargılarım, kıskançlıklarım hemen harekete geçti tabi. Kızın duruşuna, konuşmasına herşeyine sinir oldum. Çünkü belli ki babasında para bolluğun ötesinde, bu ukala ergenimizi de üniversiteye okumaya gönderiyor. Laaan diyorum şuracıkta kendimi boğmak istiyorum, sabahın köründe, memuriyet kıyafetlerime bürünmüş, sersefilim, üşüyorum, bu ergenden daha ergen görünüyorum, sivilcelerim yüzümde, aklımda Teb'e yatırdığım vize başvuru ücretinin kalp ağrısı yapan rakamı (haa onu demeyi unuttum demi, öyle bir ücret var, dekontu lazım başvuruda) ve kadere lanet ediyorum. Ama çekecek çilem varmış, içeride kızın görüşme sırasında NYU'ya okumaya gittiğini öğrendim. Oturduğum yerde yanımdaki sandalyedeki orta doğulu veyahut da arap olabilecek genç insana nasıl saldırıp hıncımı almadım bilmiyorum. Neyse, en azından kız görüşme sırasında çok duraklayarak, eee'leyerek ve de batırarak ingilizce konuştu, o biraz ferahlattı beni.
Ha sırada biraz bekledik tabi. Önce içeri gireceğimiz kapının önünde sırada dolanıyoruz. Orada şu x-ray'den geçiyoruz. Çantamda biber gazı spreyi vardı, bundan var bende vereyim mi dedim, telefonu alırlarken. Polis amcalar güldü bana, telefonu alan amca da "yok verme de istersen içeride bir de bomba patlat" dedi. Spreyi de verdim, diğer bir sıraya girdim.
Bu sırada da camekanın arkasındaki görevliler görüşme sırası için numara veriyor. Benim sıra aldığım görevli kadın pek güzeldi, pek şekerdi. Görüşmeni ingilizce yapmak ister misin dedi. Yoook dedim ben, gidebildiğim yere kadar konuşmayacağım ingilizce, rezilliğiminden korkuyordum çünkü (korkmakta da haklıymışım). Numaramı aldım içeri geçeceğim ama kapıyı açamıyorum, çekiyorum asılıyorum. Hemen arkada boşlukta neden dikildiklerini bilmediğim insanlardan bir tanesi vardı, bir melek. Bildiğiniz melek. 20'li yaşlarında bir adam, gelip yardım etti bana, kapıyı açtı. Ama ben sanırsam aşık oldum, öylece kaldım, allahım o nasıl bir güzellik, o an tutup kolundan koşmaya başlayabilirim, herşeyi unutabilirim. Kumral kısa kesilmiş hafif dalgalı saçları, mükemmel yüzü, o hali. İçeri girdim ama rüyada gibiyim. Nitekim asıl beklenecek yere giremedim bir süre. Salak salak dolanıp camın arkasından içerdeki yüzlerce insana baktım. Allahım buraya nasıl giriliyor, bu insanlar nasıl girmiş, ben niye giremiyorum, niye oturuyor nereye bakıyor bu insanlar. Sonunda kapıyı buldum da girdim ama oturacak yer yok. Bir yanda oturan insanlar bir yanda camlı bölmelerin önünde dikilen insanlar ve onların konuştuğu görevliler. Sonunda bir yerde büyük ihtimalle deminki dediğim orta doğulu-arap olabilecek arkadaşla yine onunla aynı dili konuşan bir bebekli ailenin ortasında yer bulabildim ve oturdum. Bildiğiniz bir buçuk saat oturdum. Önce sıra geliyor, parmak izi veriyorsunuz. Oradaki abla pek hoş. Sonra gene oturup, görüşme sırasını bekliyorsunuz. Parmak izine bir buçuk saat, görüşmeye yarım saat bekledim. Görüşmemi o ilk sıradaki camlı bölmedeki sinir kadınla yaptım. Kendisi yabancı, Türkçe konuşamıyor belli. Bir de üstüne insanlardan nefret ediyor, tek başına mı gideceksin dedi. Arkadaşımla orada buluşacağım dedim. Nerede çalışıyorsun dedi. Söyledim. Anlamadı 3 kere bağırmak zorunda kaldım. Elini uzatıp savsaklar gibi bir hareketle maaş pusulan dedi. Verdim, baktı iki saniye bile olmadan geri verdi, onaylandı dedi yolladı beni. Manyağın teki o ya. Valla.
Ama çile bitmedi. Hemen arkanıza dönüp, ups mi nedir onun sırasına giriyor, pasaportu vize basılmış halde eve göndermeleri için kargo parası ödüyorsunuz. 15 tl falandı herhalde. Adresinizi verdiniz mi iş bitiyor. Bana iki gün sonra geldi pasaport. Her adımda da telefonuma mesaj attılar, gönderiniz şurada geliyor diye. Bir akşam işten gelip, bordomun içinde koskocaman abd vizesinin üzerinde parmaklarımı gezdirdiğimde dedim ki vizedeki insan kaçakçısı ifadeli yüzüme, bunun için miydi onca telaş, onca korku, onca para? Onun içinmiş, pek cafcaflı çünkü kendisi. Verdiğiniz paranın pasaport sayfası üzerine kabartmalı, renkli, pek değerli (olarak görülen) bir vize olarak geri döndüğünü görmüş oluyorsunuz. Vizem on yıllık. Bir daha ne zaman abd'ye giderim ama, onu bilmiyorum.


Bölüm II
Bölüm III
Bölüm IV
Bölüm V
Bölüm VI
Bölüm VII

6 yorum:

  1. O videdeki kadın bana denk gelen galiba, renkli gözlü zayıf gıcık birşeydi. Bir de şeye çok güldüm" bomba da patlat istersen" :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. zayıf da değildi sanki be,böyle renkli falandı gözleri ama eti butu yerindeydi kanımca.

      Sil
  2. Bomba şakası gerçek oldu, ne tuhaf...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. beni de sarsan o oldu ya zaten.ne denir bilmem.

      Sil
  3. vize,pasaport,randevu vs bütün bu sıcıkıcı bürokratik işlemlerin cangılda yaşanmoş serüvenler gibi hikayaleştirilebileceğini de öğrenmiş olduk. güzeldi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. eğlendirici olmasına ve beğendiğinize sevindim;) amacım oydu zaten sonuçta gezi yazısıdır bilgilendirme şeyidir herkes anlatıyor, ben biraz daha onların dışına çıkayım istemiştim. yalnız cangıl falan deyince kendimi böyle bir mowgli gibi hissettim:p

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...