23 Mart 2025 Pazar

“It is such a mysterious place, the land of tears.”


 Neredeyse 36 gün olmuş. Hiçbir şey düzelmiş değil ama en azından...Daha iyiyim de diyemiyorum ama en azından...Gerçekten sanırım zamanın her şeye biraz da olsa ilaç olabildiğini anlayacak kadar yaşadım. Bir şeylerin üstünden zaman geçtikçe - düzelmeseler bile - artık o ilk andaki kadar acıtmadıklarını anlayacak kadar "zaman" yaşadım sayılır.

Ne olduğunu tam anlatabilmem için, anlaşılabilir olması için tam olarak ne yaşadığımı, her şeyin en başına dönmem gerektiğini düşündüğüm için anlatamıyorum henüz. O kadar vaktim yok bu ara. Gerçi ne zaman var ki? Habire bir şeyler yapmam gerekiyormuş ve geride kalıyormuşum, yetiştirmem gerekiyormuş gibi hissetmeden yaşadığım tek bir saniye olmadığı için son 30 yıldır, sanırım bu "o kadar vaktim yok" hissi hiç geçmeyecek. Neyse. Anlatacağım bir ara.

14 Şubat'ta gittiğim ilk doktordan aldığım haber kötüydü, şimdilik bu kadarını söyleyebilirim. Onun açık açık başka yere git demesi üzerine gittiğim üniversite hastanesinde de daha da kötü şeyler duyunca son bir yıldır kaçtığım kendi doktoruma gittim mecburen başımı öne eğip. Doktorlardan istemediğim şeyler duyarsam kaçıyorum çünkü. Sadece doktorlardan da değil gerçi, genel olarak. Fikrimi açıklayamadığım, içimden geçeni dürüstçe söyleyemediğim için birden toz oluveriyorum. Doktoruma da yavaştan bunu yapmış gibiydim ama o noktada artık bu durumun kaçamayacağım bir hale geldiğini suratıma kocaman bir yumruk olarak yiyerek anlamış oldum. Sağlığımın çok büyük bir kısmını kaybettim. Diyebileceğim bu. Bir kere gidince geri gelmeyen bir kısmını. 90+5'te hasar kontrolü yapıyoruz şu an. İlaçlar verdi doktorum, ilk kutunun sonunda yeniden bir kontrol olacak ama kutu bitiyor ve bende o konuda bir düzelme pek yok. Durum biraz karışık. Bilmiyorum, sanırım yarın veya öbür gün gideceğim yine.

İşte demeye çalıştığım en başta o "zaman"la ilgili olarak, 36 gün sonra nihayet o ilk günkü haberi ilk aldığımdaki kadar acıtmıyor olduğunu düşünmem. Evet yine bunları yazarken boğazımdaki yumruyu yutkunarak geri itmeye çalışıyorum ve gözlerim gözyaşlarımdan ekranı zor görüyor ama en azından...O ilk iki hafta kafamın içinde olmak gibi değil. En azından...

Tüm bu sürede saçmasapan şeyler yaşamaya da devam ettim. T. ile sanırım tamamen yollarımız ayrıldı. Gerçi ben her durumda hemen en kökten şeyi düşünmeye eğilimliyim ama bence bu noktadan dönüş yok. Çünkü bu sefer geçen seferki gibi haklı olduğumu bile bile olgunluk yapıp, geri adım atmayacağım. Çünkü arkadaş olduğumuz bu 4 senede yaptığım tüm gözlemlerden çıkardığım, karşımda gerçekten ciddi içsel sorunlara sahip bir insan olduğu. Çok fazla insanla tanıştım, çok insan tanıdım diyorum hep ama öyle kızsal dramaların olduğu, çoğu insanın karşılaştığı o ortamlarda olmamıştım hiç. Bunu anladım. Tamam arada birkaç tane manyak insanla karşılaştım, gerçekten delilerle. Ama hiç böyle kız arkadaşlığı edinmemişim. Hele ki bu yaşta insan artık böyle şeylere takılmaz, birçok şeyi aşmış oluyoruz, mantıklı düşünen insanlarız, lisede değiliz diye düşünürken karşılaştığım duruma hala inanamıyorum.

İşin ilginci, rahatlamış hissediyorum. Ciddi anlamda kurtulmuş gibi hissediyorum. Yani...ne bileyim, böyle hissetmemem mi gerekiyor ona da bir kafam karışmıyor değil. İnsanlar - özellikle arkadaşım olarak yanımda olanlar - kötü insanlar olmasalar bile bana zarar veriyorlar artık diye herkesten kurtulduktan sonra kapımı açtığım ilk insandı T. İstekli değildim gene de ama...Bu 4 senede yine de her adım benim için bir tür mücadeleydi. Sanırım bu yüzden rahatlamış hissediyorum şu an. Bu beni kötü bir insan mı yapıyor? Kötü biri olmam gerçekten kötü bir şey mi peki?

Neyse. Dediğim gibi ya yarın ya da sonraki gün doktorda olacağım yine sanırım. Bundan sonrasında biraz uzun ve meşakkatli bir süreç var. Finansal olarak nasıl olacak henüz bir fikrim yok. Doktorla tam onları konuşamadım. Bir tür ameliyat gibi bir şey olacak ama ondan sonra da ilaçlarla yaşayacağım en iyi ihtimalle bir 20 yıl var önümde (en kötü ihtimalde bir 5 sene sonra ben de doktorum da vazgeçer). Bakalım ameliyat ne zaman olacak, sonrasında nasıl olacak her şey? Bu seneyi nasıl hayal etmiştim değil mi? Ülkede neler oluyor, umrumda olmayı bırakalı 20 yıl oldu gerçi ama neler olduğunu bile yeni öğreniyorum. O kadar ilgilenmeyi bırakmışım, o kadar Türkiye ile ilgili hiçbir şey düşmüyordu ki internette önüme, geçen akşam çalışma masamın başında otururken dışarıdan gelen sesleri duyunca bir ayıldım.

Nasıl olacak bilmiyorum. Her şey nasıl olacak hiç bilmiyorum.


***Fotoğraf Busan'daki Gamcheon Köyü'nden. Hani geçen sene temmuz'da gidip de hiç anlatmadığım gezimden.

“I am looking for friends. What does that mean -- tame?"

15 Şubat 2025 Cumartesi

 Doktora gittim sonunda. Bir süredir içten içe, açık açık hissettiğim şeyi görmezden geldikçe kaybolur belki diye düşünüyordum ama geçmedi. Sorunları görmezden gelmek onları yok etmiyormuş. Anladım.

Çarşamba günü kan verdim, tahlil için. Cuma günü de sonuçları doktora gösterdim. Bu sonuçlar hiç hoşumuza giden değerler değil dedi. Uzun süredir kafamda beliren ama görmezden gelmeye çalıştığım o kelimeyi söyledi. Yaşın genç, o yüzden...bir şeyler bir şeyler. Bir kağıda ...polikliniği yazıp, elime verdi, şu hastanede var, oraya gidip tetkikler yaptırmanda fayda görüyorum dedi. Tetkiklere göre tedaviye başlanıyor dedi. Tedavi olmazsa çünkü daha böyle genç yaşta bir sürü kalp damar kemik...sorunuyla karşılaşacaksın dedi. Elimde o kağıtla çıktım hastaneden. Nasıl yürüdüğümün, nereye doğru gittiğimin farkına varmadan. İçimden çok pis ağlamak gelirken kendimi tutmak zorunda kaldım çünkü annemi arayıp, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yokmuş gibi gülümseyerek konuşmam ve doktorun dediklerini en tertemiz, pembe haline getirerek anlatmam gerekiyordu.

Bir şekilde işe geri döndüm. Yolda hıçkırarak ağlamamak için zor tuttum kendimi, ağlamış suratla ofise girersem anlarlardı, açıklama yapmak zorunda kalırdım ve daha çok ağlardım. Kafam suyun altında gibi, dışarıda ne olduğunun ayırdına bile varamaz halde ofise yürüdüm. Tüm öğleden sonra masamda oturmaya, normal görünmeye çalıştım. Hiçbir şeye bakamıyordum halbuki, gözüm görmüyordu, kulaklarım duymuyordu, ellerim hiçbir şeyi tutmuyordu. Mal gibi bakıyordum sadece, bir an önce saatlerin geçmesini bekledim. Tek yapmak istediğim eve gidip, yere kıvrılıp ağlamaktı.

Bu arada doktora gideceğimi bildiklerinden kızlar aramaya başladı, mesajlar gelmeye başladı. Telefonuma öylece baktım sadece. Önümde duruyordu, mesajları görüyordum, aramaları görüyordum. Açıp da bir şeyler söylemeye başlarsam ağlayacaktım. Ağlamamı durduramayacaktım. Hiçbirine bakamadım. Sonra mesai saati bitmeden gidiyorum deyip, kalktım. Biraz yürüdüm, öylece. Sonra otobüse bindim, dolmuşa bindim. Eve geldim. Ağlamaya başladım. Ağladım.

Bu kadar etkilemesini beklemiyordum. Ama etkiledi. Neden bana oluyor deyip duruyorum. Bu neden bana oluyor? Neden kimseye olmuyor da bana oluyor? Neden hayatımda hiçbir şey ama tek bir şey ya tek bir şey yolunda gitmiyor? Tek-bir-şey. Yolunda gitmiyor. Normal olmuyor. Dün eve geldiğimden beri ağlama nöbetleri geçiriyorum. Bir an iyi oluyorum, tamam diyorum kötü bir şey yok gibi aslında, düzelebilir, yaşamaya devam edebilirsin.  İyi gibi oluyorum, ağlamam duruyor, bir şeyler yiyebiliyorum. Sonra yine geliyor düşünceler. Boğulurcasına ağlıyorum. İstifa edip, köye gideyim diyorum. Annemlerin yemeği bana da yeter herhalde. Ölene kadar sessizce yaşarım. Hiçbir yere çıkmam, bahçe çitlerinden ötesine geçmem. İnternet de doğru düzgün olmadığından diğer insanları, mutlu insanları, istediklerime sahip olan insanları görmem. Mutsuz da olmam. Kemiklerim erir, her yerim ağrır, yatağa düşerim. Sonra da ölürüm. Olması gerektiği gibi.

Bu noktada nasıl devam edeceğim bilmiyorum. Edemiyorum çünkü. İnsanlara verdiğim sözler var. Cuma günü bir geziye çıkacaktık mesela. Oysa ben pazartesi işe nasıl gideceğimi düşünüyorum. Kimseyle konuşacak gücüm yok. Hiçbir şeye odaklanacak mecalim yok.

31 Ocak 2025 Cuma

Ocak '25 : It just has to be. In time. In place. In spirit.

 


Bu sene zamanın akışına yetişemeyişim ayrı bir seviyeye ulaştı sanırım. Biten yılın çetelesini ancak Şubat ayında yazabildim mesela. Ocak ayının bitmiş gitmiş olduğunun ayırdına da ancak şimdi, Şubat'ın içinde 8 gün uçmuşken varabiliyorum. Sosyal medyada Ocak çok uzun geldi diye baya bir geyik döndü birkaç hafta, şaka mı yapıyorsunuz diye bakakaldım. Ben ne ara Ocak başladı, ne ara bitti anlayamadım bile. Ellerimden öylece kayıp gitti Ocak ayı. Yetişemedim.

Uzun yıllardan sonra ilk defa tek başıma bir yılbaşı geçirdim bu sene. Onu bile anlayamadım mesela. O kadar çabuk geçti. İşten gelip yemek yapmaya koyuldum, bir baktım saat 8-9 olmuş. Oturup yiyeyim, annemle telefonda konuşayım derken de saatler geçti. Masayı, mutfağı toplayacağım derken en son kafamı bir kaldırdım, saat neredeyse gece yarısı olmuş. O yersiz refleksle bıraktım hepsini, kendimi attım kanepeye. Öyle ya yeni yıla mutfakta bulaşık toplarken girmeyecektim ya. Saat 12'yi geçtiği anda da gittim yattım zaten, sabahın köründe kalkmış işe gitmişim zaten.


Ocak'ın ilk gününde işe gitmek zorunda olmayışımın keyfini çıkarmaya çalıştım ama o da hemen geçti. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi'nde Ahmet Kamil Bey'in Günlükleri diye bir kitap almıştım, Yeditepe Yayınevi basımı,(şuradan inceleyebilirsiniz) ona başladım bir hevesle. İki hafta sonra finaller yokmuş gibi, 7 dersin hiçbirine vizelerden sonra bir satır bakmamışım gibi. Gerçek bir günlük bu arada bu kitap, gerçekten de Dünya Savaşı'nda ve Kurtuluş Savaşı'nda bir asker olarak görev yapmış Ahmet Kamil Bey'in tüm o süre boyunca tuttuğu günlüklerinin basımı. Tüm Ocak ayı boyunca okudum kitabı. Önce bir film izliyor gibi kaptırıp gittim ama sonra sonra kafama dank ettikçe tüm bu okuduğum satırların gerçekten yaşamış bir insanın kaleminden çıktığını ve bu okuduğum satırlarda meydana gelen şeylerin her birinin gerçekten de olmuş olduğu gerçeği, yutkuna yutkuna zor bitirdim günlükleri.

Ocak'ın bu ilk günlerinde biten yılda başladığım iki diziye devam ettim. Who Is She (수상한 그녀)'ye devam ettim ve When The Phone Rings (지금 거신 전화는) bitti. The Six Triple Eight (2024) diye bir film gördüm sonra, uzun bir aradan sonra film izlemiş oldum. Bir heveslendim, dedim böyle yeni yılın ilk haftası bir film izledim ya artık düzenli olarak her hafta bir film izlerim. Ha-ha-ha. Kendime ha-ha-ha. Ayın 3'üydü bunu düşündüğümde. Şu an Şubat'ın 8'i. Başka film izlemedim. Ha-ha-ha.

Ocak'ın 4'ünde Love Scout (나의 완벽한 비서) diye bir diziye başladım, yeni başlamıştı. Akşamüstü de  annemler geldi zaten. 6'sında babamın kolonoskopisi vardı çünkü. 5'inde yengemin doğumgünü olduğu için abimlere gittik. Fena değildi. 6'sında pazartesi günü iş yerinden öğlene kadar izin aldım, babamı hastaneye götürür getiririm diye. 8'deydi çünkü kolonoskopi, öğlene kadar hayda hayda biterdi. Ama burası Türkiye'ydi ve biz bir devlet hastanesine gitmiştik. Öğleden sonra, saat iki buçuktan sonra aldılar. Tüm gün orada öylece 30-40 kadar hasta ve yakını, hep beraber oturup sıramızın gelmesini bekleyerek, içeri sadece tanıdıkların alınmasını izleyerek zaman geçirdik. Kolonoskopi için günlerce gıdım gıdım bir şeyler yiyerek ve son gün de lağman yapıp, mideyi bağırsakları boşaltıp, aç bilaç bir şekilde gidiliyor. O kadar insan, neredeyse hepsi 50-60 yaşın üstünde, bayıldı bayılacak halde bekledi. Kendilerine doktor, hemşire artık ne diyorlarsa o insan müsveddeleri, sadece aa merhaba sen mi geldin diyerek kucakladıklarını içeri aldılar. Arkamızda oturan kadınla adam, sonunda beklemeye dayanamayıp, gidip bir tanıdıklarını alıp geldiler hastanenin başka bir köşesinden. O tanıdıkları da doktor muydu neydi işte, direkt daldı içeri, kolonoskopi yapan doktorlardan biriyle konuştu, sonra arkamızdaki kadına seslendi, o kadını hemen aldılar içeri işlem için. O tanıdıkları doktor da sonra göstere göstere gelip, kadının kocasına dedi ki bakın ne kadar kolaymış değil mi diyerek güldü. Herkesin içinde. O kadar aç bilaç bekleyen hasta insanın içinde. Herkes duymuş duymamış zerrre utanmayarak.


Ertesi gün işe gittim mecburen. Babam da ürolojiye sonuçlarını göstermeye gitmiş, tahlil ve biyopsi istemiş doktor. Akşam çılgınca kavga ettiler, gerçi annemle babamın durumunda pek kavga olmuyor. Babam öküz gibi bağırırken annem ağlıyor, sonra küsüyorlar. 40 yaşına geldim, hala bunu yaşıyor olmam şakadan başka bir şey olamaz.

8'inde abimlerle dışarıda yemek yedik akşam. Abim emekli olduktan sonra girdiği yeni işini kutlamak için herkesin bir arada olmasını beklemiş. Yengemin de annesi babası buradaydı çünkü. Medeni insanlar gibi oturup, muhabbetler edildi, yemekler yenildi. İlgincime gitti. Ailemin medeni olabileceğine dair hiçbir umudum yok çünkü. Neyse. Böyle durumlar anksiyetemi çok pis tetikler normalde ama üstüme bir hissizlik çökmüş gibiydi, o kadar da rahatsız etmedi. Aslında sanırım bu seneki Ocak ayımın özelliği buydu, bir salmışlık hissi ile kayıp gidiyormuşum gibi bir şey. Yani mesela Ocak ayından nefret ederdim ya (hala ediyorum o baki de), sebebi de herkesin (kendiminki de) doğum gününün bu aya denk gelmesi ve üstüme bir sürü "zorunluluk" yüklenmesiydi ya. Her Ocak'ta kaçmaya, bir şeyler bulmaya, yok olmaya çalışırdım ya. Hah işte bu sene bıraktım mesela. Amaan dedim. Ne olacaksa olsun. Ne olacaksa yine de oluyor zaten. Ben kaçmaya çalışırken daha çok yoruluyorum. Umrumda değil olsun bu sefer de dedim. Herkes diyeceğini der, düşüneceğini düşünür, küsen küser, üzülen üzülür. Ama ben hepsi için stres olmayacağım dedim. Öylece kuru yaprak gibi ortada duracağım, rüzgarla savrulup duracağım. Çünkü kendimi rüzgara bırakmaz da bir yerlere tutunmaya çalışırsam veya kımıldamamaya çalışırsam parçalanıyorum. Bıraktım o yüzden. Püfüüüü. Ne olacaksa olur dedim. Sanırım o yüzden böyle yemeklere gitmek, hasta ziyaretleri, doğumgünü kutlamaları çok da dokunmadı bu sene.

Ertesi sabah, dokuzunda annemler köye geri döndü. Ben de işe gittim haliyle, bir perşembe günü. Ama çok yorgundum. Kafamın içi de, tüm bedenim de yorgundu. Ama iş yerindeki kızlara söz vermiştim, pazar sabahı kahvaltıya geleceklerdi. Cuma akşamı biraz oturabildim, sonra tüm cumartesi evi topladım, temizledim. Çünkü annemler her gelişlerinde evden buldozer geçmiş gibi oluyor. Tüm cumartesim öylece temizliğe gidiverdi. Söz verdiğim için çok pişmandım. Hazır annemler gitmişken boylu boyunca yatıp, hem aklımı hem bedenimi dinlendirmek istiyordum. Yeniden kendime arkadaşlar edinmeyi başardığım için kendimi küfürlerle kutladım durdum tüm gün. 2019'dan sonra ne güzel herkesten kurtulmuştun, kafanı dinliyordun, bunu ne demeye yaptın yine kendine dedim.

Pazar gününü de öyle kızlarla geçirmiş oldum işte. İnsanlarla bir aradayken mutlu oluyorum, iyi geliyor o ayrı ama sonrasında ya da öncesinde hep kendime ait vaktimden çalıyorlarmış hissi içime çörekleniyorum, engel olamıyorum. Zaten vaktim çok az, nefes aldığım her günü iş denen saçmalıkla harcıyorken geri kalanını da başka insanlara harcıyormuşum gibi hissetmekten kendimi alamıyorum. Halbuki arkadaşlarla vakit geçirmek iki taraflı bir şey, öyle olmalı. Yani bir aradayken alınan keyif, benim de aldığım bir şey. Sadece karşımdakine kendi vaktimi verip, ben elimde hiçbir şey almadan öylece kalmış olmuyorum. Ben arkadaşlarıma bir şeyler verirken onlar da bana veriyor, sosyal etkileşimlerin, iletişim kurmanın doğası bu. Ama ben gene de her seferinde ben vaktimi başkalarına vermişim de, giden benden gitmiş gibi hissedip duruyorum. Böyle hissetmemeliyim. Yanlış bu, seviyorum çünkü mesela kendimce, arkadaşlarımı. İnsan sevdikleri ondan zaman çalıyormuş gibi hisseder mi? Hissetmemeli. Lanet olsun işe, iş yerine, o lanet işte çalışmak zorunda kalmama.

Neyse ki o hafta ilk iki gün iş yerinde odada yalnızdım, diğerleri hastaydı gelmediler. İki gün biraz kafamı dinleyebildim. When The Stars Gossip (별들에게 물어봐) başlamıştı, ona başladım. Motel California (모텔 캘리포니아)'ya baktım ama bıraktım. Haftanın geri kalanında herkes işe geldi. Cuma günü abimin doğum günüydü, dışarıda yemeğe davet ettiler abimler ve yengemin annesi babası ile. Dedim ya kafam amaan ne olacaksa olur modunda, olur dedim, tabiki geliyorum.


Cumartesi de benim doğum günümdü. Finaller vardı. Cumartesi sabah ve öğlende, pazar da sabah. Doğum günüm olduğu için iş yerindeki kızlar o gün kutlamaya gidelim demişlerdi. Sabahtan T. arabayla beni ve A.'yı sınava götürdü, sabah sınavlarından çıkışta önce File'ye gidip bir market alışveriş yaptık, sonra Atakule'ye gidip, biraz dolaştık. Oyuncakçıdan kendime Barbie'nin özel serisi Dia De Muertos bebeğini aldım. Dükkana girer girmez gördüm, aşık oldum ve artık bunu alamayacaklarını bildiğim ailemle yaşamıyorum dedim. Bakıp, iç geçirip, yetişkin olduğum, kendime istediğim her şeyi alabildiğim bir zamanın hayalini kurarak, kös kös eve geri döndüğüm o yaşlarda değilim dedim. Aldım. Baya da pahalıydı. Çoktu. Bana ne. Aldım. Şimdi kitaplığımda duruyor. Öylece duruyor. Arada karşısına geçip, gülümsüyorum. Belki çocukken yaptığım şeyleri yapamıyorum bu bebekle ama olsun. Burada, benimle. Kendime hediyem.

Öğleden sonraki sınavım Atakule'nin yakınındaydı. Beni beklediler sınav bitene kadar. Sınav çıkışı okulun bahçesinde bir demet çiçekle karşıladılar beni. Şaşırdım, mutlu oldum, bir ilginç bir şeydi. Çiçeklere alışık değilim. Sonra gidip, G.'yi de evden aldık, hep beraber yemek yemeye gittik. Yemeğin ardından bir kafeye oturup, doğum günümü kutlamak için tatlı yedik, mumlarımı üfledim. Gecenin bir vaktine kadar oturduk, muhabbet ettik. 11'i geçiyordu herhalde eve girdiğimde. Ertesi sabah da sınavım olduğu için abartmayalım demiştik ama. Böyle işte, nasıl geçtiğini anlamadığım bir günün sonunda, pantolonum olduğu gibi çamur içinde, üstüm başıma kombucha dökülmüş halde, yüzümün kuruluğundan fondötenin pul pul olmuş halimle, 38 oldum.


Pazar günü sabahtan sınava gidip, geldim. Şu yaşta bile bir sınav geçince insana tarif edilemez bir rahatlama geliyor. Öncesinde de çalışmış veya takmış değildim halbuki ama işte yüzyıllar süren öğrenciliğin beynime kazıdığı bir tepki olsa gerek. Eve gelir gelmez sanki o zamana kadar izlemiyormuşum gibi oturup, hiç kıpırdaman çayımla dizi izledim. XO Kitty'nin 2.sezonu gelmişti, onu bitirene kadar izledim. Dünyanın en salak saçma şeylerinden biri olabilir bu dizi. Yani fikir olarak fena değil ama yapım olarak cidden nasıl bu kadar oyuncak gibi olabiliyor her şey? Diyaloglar aşırı cringe, senaryo inanılmaz saçma ve oyunculuklar bu dünyadan değil (kötü anlamda). O kadar kötü ki izlemekten kendimi alamıyorum. (Minho karakterinin bundaki etkisini ben söylemedim, ben öyle bir şey demedim, hayır, hiç.)

Doğum günümden sonraki hafta koordinatörüm birkaç günlüğüne gelmediği için biraz rahat sayılırdım. Aslında o hafta izin almak istemiştim, yeni yıla bir sürü aile işi, sınav, şu bu diye bir dolu yorgunlukla başladığım için nihayet biraz dinlensem mi demiştim. İzin vermedi. Kendisi izin aldı. Ben de ayakta sallanarak işe gittim geldim. Yorgunluktan artık gerçekten olduğum yerde yığılmak üzereydim. O haftanın cuması sonunda sabahtan aile hekimine uğrayıp, kan verdim. Tahlil için. Bakıp da artık ne haldeyim bulsunlar diye. Aile hekimi karşısına geçip, biraz konuştuktan sonra bana direkt son zamanlarda ağır bir travma mı yaşadın dedi. Yaşamak zorunda kaldığım bu hayatı yaşıyor olmam zaten travma, diyemedim. O lanet işe gitmek, travma diyemedim. Babamla uğraşmak travma, hiç diyemedim.


O cuma akşamına da C. ve N.'ye söz vermiştim, bana gelin bir akşam yemek yiyelim oturalım diye. O yüzden perşembe akşamı işten gelip, hiç oturmadan saatlerce evi toplayıp, temizledim. En son ulan saat kaç oldu be diye bir baktım, 9'u geçiyordu. Tam o sırada N. mesaj attı, cumartesiye ertelemeye karar verdik. Kocaman bir nefes verip, kendimi yatağa attım. Bayılmak üzereydim. 25'inde cumartesi günü de C. ve N. ile oturduk, gnocchi risotto tiramisu üçgeninde konuştuk da konuştuk.

26'sında sınav sonuçları açıklandı. 7 dersin 6'sından geçmişim. Hiç fena değil. Aferin bana. Eğer şu lanet olası Osmanlıca'yı da sökersem, belki 5 yılda bitirebilirim Tarih'i.

Ocak'ın son haftası çok salaktı. Artık iş yerinde cidden hiçbir şeye dayanamıyor hale geldim. İçimde bir şeyler kaynıyor da kaynıyor, her bir olan şey üst üste üst üste binip, birikmeye devam ediyor. Patlamayayım diye kendimi daha ne kadar tutabilirim bilmiyorum. Arkama bakmadan koşup, kaçmak istiyorum. Kirayı ve faturaları ödemenin bir başka yolunu bulabilsem saniyesinde kaçacağım ama olmuyor, yok. O kadar bunaldım, o kadar nefret ediyorum ki, bir haddi hesabı yok. O hafta da artık sınırlarımı zorladım. Dayanabilmek için. Kan tahlili sonucundan demir eksikliği çıktı, doktor ilaç verdi. Bu kadar yorgun olmama bunun o kadar etkisi olacağını düşünmüyorum. İçim yorgun artık, tüm hücrelerim yorgun. İş yerinde aşırı salak günler geçirirken o hafta büyük yeğenimin doğum günü için de bir akşam yine abimlerle pasta kesmeye gittim. Başka bir çocuklu aile dostları da geldi. Yine bana anksiyeteler, yine bana insanlara katlanmak zorunda kalmalar diye düşünüp, amaan diyerek çıktığım yolda yine ne olacaksa olur'un güzelliğini yaşadım. Bir şekilde hallettim o akşamı da. Ama Ocak'ın son haftası, hatta son günleri gerçekten zulümdü.


Bu arada 20'sinde falandı sanırım, Xdinary Heroes'un official fan club üyeliğini satın aldım. Aslında geçen yıl lazımdı böyle bir şey ama. Çünkü sağladığı şeyler arasında konser biletlerini önceden satın alabilme gibi bir özellik var. Yani konser biletlerini normalde yarın satışa çıkaracaklarsa, bugün de official fan club üyeleri için satışa sunuyorlar. Böylece bilet kalmaması, arkalarda kalması gibi şeylerle uğraşmak zorunda olmuyor insan. Geçen sene bileti almak için bir saat başında oturup, habire dolu koltuklara tıklayıp durmuştum belki bir tanesi boşalır da alırım diye (ki tam olarak böyle bir şey oldu da alabildim). Bu sene yine konser olacak - kesinlikle. Yeni bir albüm de çıkaracaklar. Sonrasında turneye çıkmalarına kesin gözle bakılıyor ama işte sorun Türkiye'ye gelme olasılıklarının olmaması. Avrupa'ya gittiklerinde de vize ile uğraşmam gerekir. Ama yine onca yolu ekonomi sınıfında uçmak gözümde acayip büyüyor. THY'nin uçaklarında ekonomi koltuklarına ben bile sığmıyorum, bir buçuk metre boyumla. 10 saat uçmak tam bir eziyet haline geliyor. Gerçi ekonomiye bile maaşın hepsini yatırmak zorunda kalırken nasıl business'ın hayalini kurabilirim ki? Neyse üyeliğin sağladığı bir diğer şey de bir paketle bir şeyler yollayacak olmaları. Zaten üyelik ücretinden çok o paket için aldıkları kargo parası tuttu. Yine gümrükle saçma salak bir şekilde uğraşmak istemiyorum ama kısmet.

Evet her şey olacağına varır. Ne olacaksa olur. Amaaan.

(Yayın tarihini 31 Ocak yapayım da en azından kendimi rahatlatayım:D)

2024'ün Çetelesi

Sanırım yine o "ben ne yapmışım" fonlu, senelik yazının zamanını iyice şaşırmış oldum. Yeni yılın ilk ayı bitti ama benim ancak vaktim oluyor. Neyse. Bu şekilde her sonu sonunda bir liste gibi dökünce ortaya her şeyi, hangi senemin daha saçma olduğunu, saçmalıkla dolu olduğunu anlayabilme çabamda yardımı dokunuyor diye sevinebilirim.
2024 nasıldı diye durup düşününce aklımda beliren taslak şöyle aslında, daha açıp da hatırlamak için hiçbir yazıya, fotoğraf klasörüne falan bakmadan evvel: Yılın ilk aylarında annemler ve abimlerle dramalar şeklinde hatırlıyorum sanki. İlk birkaç ay abimlerin yine canımı sıkmasıyla, allahım ben bu dünyaya neden geldim diye yakınmalarımla geçti gibime geliyor. Sonra ardarda, aralıksızca, peş peşe ve durmak bilmeksizin salakça kararlar ve hareketlerde bulunmaya başladığımı hatırlıyorum. Kış bitişinden yazın başlamasına kadar durmaksızın ben bu yazı nasıl geçireceğim, nereye gideceğim, bu senenin yazını da heba etmeden geçirmek istiyorum, hayatımda bir kere de olsun bir yaz iyi geçsin istiyorum diye ıkınmaktan bir dolu saçma şey yapıp, bir sürü de parayı çar çur ettiğimi biliyorum. Mart'ın ortaları ya da sonlarında ise yeniden aşık olduğumu (heyecan yapmayalım tabiki bir müzik grubuna, müziğe, yeniden müzik dinleyebilmeye, şarkıların o iyileştirici gücüne yeniden aşık olmayı kast ediyorum). O aşkla geçen ayların sonunda da Temmuz'un başında kendimi yeniden dünyanın öbür ucunda, bir konserde bulduğumu ise çok net bir şekilde hatırlıyorum (şu an düşününce hayal gibi gelse de). Kore'den ikinci kere döndükten sonrası ise çok hızlı geçmiş gibi. Yeniden kendimi insanlara açmaya başlamanın zorluklarına büründüğümü fark ediyorum. Saatimi sıfırlamamı sağlayan şeyleri, bu sefer başka insanlarla başka bir ortamda yeniden mi yaşıyorum diye düşünmeye başladığımı ama bu seferkinin başka bir ben olduğunu gördüğümü biliyorum. Geziler, hah tamam geziler. Yaz biterken ve sonbaharda arkadaşlarla geziler. Ve babamın hastalık hastalığı manyaklığının geldiği nokta. Yine iyi hatırlıyormuşum.
Toplamda 15 post görünüyor 2024'te. Gene hiç fena değil. Sayıyı görmesem bu sene hiç yazmamış olabilirim derdim. İnternetin, uygulamaların, tüm bu dünyanın geldiği noktayı düşünürsek hala bloga yazıyor olmam bile mucize gibi geliyor bana. Hala "yazıyor" olmam bile başlı başına mucize aslında.
Ocak ayını The Matchmakers {혼례대첩} (2023) dizisini anlatarak açmışım. 2023'ün son günlerinde bitmiş yayınlanması, o yüzden ancak yazmışım gibi. Sonra Ocak ayına özgü, artık gelenekselleşmiş (:p) iki yazı var: Biri her ocakta beliren Xena ile Mitoloji Saati projemi yazma perileriyle bir bölüm yazıp, sonraki seneye kadar bir daha yazamadığım o Xena bölümü incelemesi yazısı, diğeri de lanet olasıca doğum günümün yazılarından biri.
Şubat'ta bir yazı var durum güncellemesi gibi, Besettelse. Aslında bir de bir şey not alıp, taslakta bıraktığım bir yazı görünüyor. “Follow your inner moonlight; don't hide the madness.” diye bir sözü not almışım mesela, yanına Allen Ginsberg yazmışım ama bilmiyorum o mu demiş. “Too many of us are hung up on what we don't have, can't have, or won't ever have. We spend too much energy being down, when we could use that same energy – if not less of it – doing, or at least trying to do, some of the things we really want to do.” yazıyor sonra, Terry McMillan diye not etmişim. Kim, onu bile bilmiyorum. Bir de  en sonuna "Bir büyücünün her zaman tam vaktinde olması gereken yerde olduğunu, her altının parlamadığını ve her gezginin yolunu yitirmediğini çok iyi biliriz." diye yazmışım. Bu nereden, neden ve bunların hepsini neden boş bir sayfaya not edip, öylece bırakmışım bilmiyorum. Aklımdan neler geçiyordu acaba.
Mart'ta iki yazı var, umutlu. Biri Beatha ve Bahar Ekinoksu. Mart'ın birinde Dune'u izlemişim, sinemada. En son sinemaya o zaman gittim herhalde, öyle oluyor. Vay be. Mart'taki bu umutlu ve mutlu havam okuyunca bana bile ilginç geldi. Ama en yukarıda da dedim ya, sanki yine aynı kapana kısılıyormuşum da haberim yokmuş gibi. Mart'ın geri kalanında ramazanmış galiba, öyle görünüyor. Sonunda da seçim olmuş, tamamen silmişim kafamdan.
Nisan bomboş ama sonra, blog adına. Çünkü tam da işte o Nisan günlerinde başlamışım salaklıklarıma. Öyle anlıyorum sonraki yazdıklarımdan. Ofiste herkes oruç olunca her öğlen kendimi bir kahvecide kitap okurken bulduğum, bu arada da devamlı salakça planlar yapmaya çabaladığım o günler. Arabayla bayram tatili için köye gidip, gelmiştim doğru. İlkinde babamla gidip gelmiştim köye, ne zamandı acaba. Sonra bu sene Nisan'da annem geldi yanıma, onunla birlikte gittim. Yalnız araba kullanmayayım diye onca yolda, bir biri bir öbürü eşlik etmiş olmuştu yani bu ilk iki seferde. Ama haaa nasıl unutabilirim, gidişi 11 saat, dönüşü 17 saat süren 600 km yolu. Yani hakikaten ufak tefeğim, hastalıklıyım, ağlıyorum yerlere atıyorum kendimi falan ama çok güçlüyüm ben ya. Vallahi billahi ne çıkmadık canım varmış, ne güçlüymüşüm ben neleri başarmışım ya.
Nisan ayı bu yüzden boş belki de. Güçlü olmaya çalışmakla, manyaklar gibi Xdinary Heroes dinlemekle geçirmişim.
Mayıs'ta da iki yazı var, tüm bir Mart'ın yarısını, Nisan'ın tamamını ve Mayıs'ımın yarısını açıklayan. Nisan'ın sonundan Mayıs'ın yarısına kadar o dediğim salaklıklarımla meşgulmüşüm gibi görünüyor. Oraya mı bilet alsam buraya mı. O konsere mi gitsem bu konsere mi. Çok büyük bir ders almış oldum, size de öğreteyim: Karaborsa sitelerinden konser bileti almayın. Normal fiyatının 5 katına satıyorlar çünkü. Yani özetle Nisan boyu, önce konser bileti alıp, iade etmeye ve geri satmaya çalışmamla, bu arada uçak bileti alıp iade etmeye çalışmamla falan geçmiş.
Haziran'da tek bir yazı var (Mi Manchi), Mayıs'ımın geri kalanını anlatan. Sınavlarım varmış mesela, Lovely Runner'ın bittiği zamanlarmış. Cey'le bir onun evinde bir benim evimde buluşup, dizi izlemelere başladığımız zamanmış mesela.
Temmuz'um yazısız çünkü bir manyaklıkla aldığım konser biletinin peşinden hemen Temmuz'un birinde Kore'ye gitmiştim yine. Xdinary Heroes konserine. Ve birkaç günlüğüne Busan'ı da görmüştüm. Eskiden olsa giderken gidiyorum diye bir şeyler yazardım, döndüğümde gördüklerimi anlatmaya başlardım ama hayatım önümden son sürat akan otobüs camı görüntüsü gibi artık. Gözlerimi kırpıştırıyorum bir şeyler görebilmek için ama gene de yakalayamıyorum. Temmuz'un sonunda bir de Horma Kanyonu-Safranbolu gezisi yapmıştım arkadaşlarla. Onu bile anlatamadım, halbuki tek bir günlüktü. 
Ağustos'ta tek bir durum güncellemem var, Non So Cosa Sto Facendo. Ağustos'ta işte yukarıda bahsettiğim, hayatımın ilk tek başına uzun yolculuğunu, (arabayı kendim sürerek) yaptım. Rahattı, mutluydum. Daha çok korkacağımı, endişeleneceğimi, panik yapacağımı düşünmüştüm ama öyle olmadı hiç. Şaşkınım evet. Kendime. Neredeyse gurur duyacağım hani. İlginç. Kendime aferin demeye, kendimi takdir etmeye, kendimden memnun olmaya hiç alışkın değilim ya tuhaf geliyor. Pek de bir şey başarmışım gibi hissedemiyorum o yüzden. O günlerde annemlerin yanında bir dolu şey başardım aslında düşününce. Onu getir bunu götür, onu hallet bunu hallet. Evin hem büyük oğlu hem kızı oldum o günler. Hepsini tek başıma göğüsledim. Gerçekten de bu minik beden neler kaldırmış be.
Eylül ayında yazdığım tek yazıya (Eylülde) şimdi bakınca ne düşündüğümü hatırlıyor gibiyim ama saçmalık, çok takılmayın. Oysa eylülde bir dolu şey oldu. Hayatımın yine bir ilki. T.'nin yeni aldığı arabayı o taraftan Ankara'ya getirdim. 3 yıl boyunca sadece kendi arabamı sürdükten sonra bir gün hop ilk defa gördüğüm bir arabaya atlayıp, şehirlerarası yolda geldim. Kendimle gurur duyayım mı?
Tabi bu bahaneyle Balıkesir ve Bergama taraflarını da gezmiş oldum (bilin bakalım bunları da anlatabildim mi). Sonra Eylül'ün son günlerinde bir gün de Sivrihisar'ı gezdik, keyifliydi. Eylül'ün geri kalanını ise tamamen dişçi koltuğundaki saatlerimle hatırlıyorum.
Ekim'de de yazı yok. Oysa bir başka gezi yaptığım bir aydı. Eskişehir-Kütahya-Afyon yaptık, anlatacak ve söylemek istediğim pek çok şey var ama.
Şu kararlılığı ve karizmayı
 tam olarak
hangi noktada kaybettiğimi
 bilmiyorum ama geri bulacağım.
Kasım'da da tek bir yazı var: Vi odio Tutti. Bu kadar insanlarla vakit geçirmenin bir patlaması olacaktı haliyle ve Kasım'da artık patlama noktasına gelmişim. Ekim'in sonunda da zaten babamın saçmalıkları başlamış. Kasım hep sinir harpleri, saçmalıklar, patlamalar şeklinde içimde.
Bu yüzden Aralık'ta 3 yazı var. 2024'ün ilk ayı ve son ayı yılın en fazla yazı yazdığım zamanları olmuş, tesadüf mü, bilemedim. Neve e Gengis Khan, So many books so little time ve So Be It.

2024 neydi nasıldı bana ne dedi diye düşündüm de bir an şimdi, bir dolu karmaşa. Hani bir kafeye girersiniz de bir dolu ses vardır, hiçbirinin ne dediği anlaşılmayan bir gürültü karmaşası olur, aynen onun gibiydi 2024. Oraya buraya dağılmak gibiydi, geçtiğimiz 20 yılda öğrendiklerimi öğrenebilmiş miyim diye evrenin kafama habire böyle yandan yandan vurduğunu hissetmek gibiydi. Sen hani bak böyle böyle dersler aldın, kendine şöyle şöyle şeyler dedin ya, hah işte şimdi bak yine aynı yola girer gibi yapacaksın ve bakalım farklı sonuca ulaşabilecek misin diye sorduğu bir yıl oldu. Çok başarılı bir sınav veremesem de, debelensem bocalasam da bir miktar öğrenmiş olduğumu fark ettim.

29 Aralık 2024 Pazar

So be it.

Seungmin'in konuyla alakası yok ama bu bakışı, iki haftadır ruh halime uyuyor

 Nerede kalmışız? Hah 12 Aralık Perşembe. O perşembe ve cuma koordinatörüm izinliydi, o yüzden işyerinde rahattım. Tamam hatırladım. Ofiste rahattım belki ama alttan alttan kaynayan bir şeylerin fışkırmasına az kalmıştı. O hafta bitmeden T.'yi küstürdüm. Küsmek diyelim adına ama işte 30lu yaşlarımızda artık buna ne denirse. Tabi kafamda bir dolu başka şey, babam mr'a mı gelecek, yılbaşına ne olacak, onu mu yapacağım bunu mu edeceğim...Peki dedim içimden, sadece peki. O kafayla bir de bu konuya girişirsem kendim de dahil herkesin pişman olacağı şeyler söyleyeceğim. Peki. Dur. Şimdilik anlamıyormuş gibi yap ne olup bittiğini.

Cumartesi ya da pazar abim arabayı aldı gene. Kendi arabalarının üst camını mı değiştirteceklermiş bir şeyler, o arada araba lazım olur diye. Peki dedim. Ona da peki. Hafta içinde babam mr'a gelecek, bunu ikimiz de biliyoruz, babamın neyle geleceğini nasıl hastaneye gideceğini şunu bunu konuşmadık daha, ee o zaman insan bir önce bu durumlara açıklık getirmek istemez mi...Ihıh. Önce bir babamı aramış ve nasıl olacağını sormuş olsa, sonra ona göre arabanın bana lazım olup olmayacağını hesap edip, öyle istese mesela. Ihıh. Lazım olmadı sayılır sonuçta ama, olabilirdi de. Neyse. O hafta da ziyadesiyle keşke bir dağ başında öyle topraktan fışkırıp doğmuş olsaymışım dediğim bir hafta oldu.

O cumartesi-pazarı evde geçirdim tabiki. Cidden kocaman eve hem kira verip, hem ısıtmak için o kadar para harcayıp, sadece gelip uyuyup gitmek çok zoruma gidiyor. Bulabildiğim her fırsatta eve yapışıyorum bu yüzden. Hiç dışarı çıkmak istemiyorum. O kadar eşya alacağım seçeceğim kuracağım diye uğraştıktan sonra her gün dışarı fırlamak saçma geliyor. Hafta içi evimi göremiyorum. İşte bu yüzden yeniden arkadaş edinmemeliydim 2019'dan sonra. Arkadaşlar hep gezmek istiyor. Ben istemiyorum.

16'sında pazartesi annemler geldi. Babam annemi de alıp, kendi arabasıyla geldi. Ertesi gün, sabahın 5'inde evden çıktık, hastaneye gittik. Benim arabamla da gidebilirdik, böylece kapkara gece ayazında otoparktan hastane binası kilometrelerce yürümemiş olurduk. Ben onları direkt kapıda indirir, park etmeye giderdim. Bekleme süresi uzayınca işe giderdim veya off neyse işte. Oralara girmeyelim. Sabahın 5 buçuğundan saat 9'a kadar içeri almalarını bekledik. Gerçekten hasta olmak istemediğime karar verdim. Doktorlara ve hastanelere işim düşmesin istedim. Hiçbir şey elde etme ya da çözme şansınız yok çünkü. Bir sürü sorunum varken mesela şu an, hiçbir şekilde doktora gitmemeye çalışıyorum. Görmezden gelirsem hastalıklarım da belki kaybolur diyorum.

Annemler hemen ertesi sabah yola çıkıp, köye geri döndü. Benim de üstüme bir böyle bir bırakmışlık çöktü. T.'ye mesaj attım, özür diledim. Öğle arasında buluştuk, muhabbet ettik. Bilmiyorum, o gün içimden öyle geldi. Sanırım doğru zamanı beklemek gerekiyor. Hep ani bir şekilde öfkeleniyorum, daha önce de bahsettim herhalde, dışarı çıkaramadığım için öfkemi diğer insanlar gibi sağlıklı bir şekilde. Birden çok fazla, aşırı fazla öfkeleniyorum en ufak şeye bile. O öfkelenme anımda da her şeyi parçalıyorum, her şeyi herkesi siliyorum, yıkıyorum. Ama içimden. İçimde. Daha önce böyle kendimi bekletebildiğim pek olmamıştı, bu sefer başarabildim. Ve işe yaradı.

T. konusunda iyi olabilmeyi başardım ama o birkaç gün ofiste her şey çok kötüydü. Detayına girmeyeceğim. Sadece yine her akşam eve gelip, annemle telefonda konuşurken bir şey belli etmemeye çalışıp, uyanık olduğum her anı ağlayarak geçirdiğim o zamanlardan biriydi. Dışarıdan bakınca şanslı olduğumu düşünenler var biliyorum, herkese kendi ortamı daha kötü geliyor ama...diyecek bir şeyim yok. Ölüyorum. Biraz daha bu işte, bu meslekte, bu ülkede, böyle mesai yaparak çalışmaya devam edersem sadece ölüm kalacak ortada.

20'sinde cuma günü öğlene doğru mu öğlenden sonra mı neydi annem aradı. Yengem kayıp düşmüş, bacağının üst kısmındaki kemiği kırılmış. Hastanedeymiş, ameliyat olacakmış. İşteydim, arabam abimdeydi. Sadece arayabildim abimi. Neyse ki yengemin annesi babası geldi ertesi gün bakmak için. Haberi ilk aldığımda aklımdan geçen düşünceler...Ben kötü bir insan mıyım diye kendime kızmakla, beni bu hale getirenlerin suçu olmuyor mu böyle düşünmem diye başkalarına kızmak arasında gidip geldim. Neyse.

21'inde E.'lere gittik, "altın günü" sırası onlarda olduğundan. İnsan arkadaşlarıyla vakit geçirip, sohbet edip, pasta börek yediği için mutlu olmalı değil mi? Bense sadece tüm cumartesimi yediler, gene evimi göremedim hiçbir işimi halledemedim diye sinir püskürüyorum. Ben gerçekten kötü bir insan mıyım? Arkadaşlarımı sevmiyor değilim, bunu anlatabiliyor muyum ki. Sadece hiç vaktim yok, tüm zamanımı habire başkaları talep ediyor gibi hissediyorum. Zaten tüm günümü ofiste geçiyorum, elimde sadece haftasonları kalıyor. Kendim için, kendim olabilmem için. Daha önce de dediğim gibi, insanlar bunu söylesem sadece kendi üstlerine alınacaklar. Kişisel algılayacaklar. Beni sevmiyor diyecekler, istemiyor diyecekler. Susuyorum. Peki.

Pazar günü abim geldi, aldı beni evden, yengemi ziyarete gittim. Arabamı da alıp, geri döndüm. Yani geçen haftasonum tamamıyla puf oldu.

Bu arada annemler gittiğinden beri ocağımın iki gözünün düğmesi dönmüyordu. Çalıştırabildiğim iki gözden birisinin çakmağı ateşlemiyordu. Tabi anneme ocağı mı bozdunuz demedim telefonlarda. Ama bozmuşlar. Ben de anlamadım. Taş gibi düğmeler, dönmüyor. Ocak zaten uzatmalarını yaşıyordu ama işte her şeyde olduğu gibi bunda da "nasıl olsa gideceğim" diyen kafamın içindeki o saçma sesle yaşadığım için değiştirmeye kalkamıyordum. Mecbur kaldım. 

Bu ocak taa ben üniversitedeyken diğer ocağımızın üstünde yemek yanınca alınan ocaktı. İkinci sınıftaydık herhalde, eylül ayıydı. Okuldayken bir gün annem aramıştı, dayım vefat ettiği için babamla yola çıktıklarını, merak etmememi söylemişti. Ders bitince C. ile G. de ben yalnız kalmayayım diye benimle birlikte gelmişti. Eve girdiğimiz anda kalın bir duman tabakasıyla karşılaşmıştık. Annem haberin şok ediciliğiyle (dayım daha 50li yaşlarında olmalı o zaman hatırlayamıyorum ama, hiçbir hastalığı ya da bir şeyi yokken birden böyle bir haber aldık yani) evden nasıl çıkmışsa, ocakta yemek tenceresi kalmıştı. O akşam saatlerce kızlar o ocağı ovaladı süngerle. Beyaz bir set üstü ocaktı. Kapkara olmuştu kömürden. Sonra her şey durulunca bu şimdiki ocak alınmıştı, gümüş rengi. Yine set üstü. O beyaz olandan da önce fırınlı o büyük ocaklardan vardı evimizde. Ama fırınını hiç kullanmazdık, hep ayrı başka minik bir fırınımız olmuştu. Sadece ocak kısmını kullanırdık. Anneme sorduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Neden bunu kullanmıyoruz diye. Çünkü filmlerde, dizilerde hep öyle fırın kullandıklarını görüyordum, ekran gördüğüm her şey benim için daha güzel (mutlu) bir hayatı ifade ettiğinden de heves ediyordum. Bozuk muydu, iyi mi değildi bir şeylerdi, hatırlamıyorum annem tam ne diyordu. Ömrümün bu noktasına kadar yani, hep set üstü ocakla yaşadım. Ne kadar saçma, ne kadar basit bir şey değil mi? Niye bu kadar taktıysam. O yüzden bu sefer tam da o heves ettiğim fırınlı ocaktan ya da ocaklı fırından neyse artık, ondan aldım. Bazen yaptığım her şeyi sanki büyüdüğüm yıllara, evlere, eşyalara inat yapıyormuşum gibi yaptığımı hissediyorum. Daha doğrusu babama. Tüm hayatıma karar veren, tüm o taşındığımız evlere, eşyalara, her şeye karar veren, her şeyin kararını veren babamın kararlarına inat etmeye, hep onların dışına çıkmaya çalışıyormuşum gibi. Tüm amacım büyüdüğüm yılların rövanşını almaya çalışmakmış gibi geliyor. Saçmalıyorum.

Pazartesi biraz baktım internetten modellere falan. Salı sabahı sipariş ettim bir tanesini, yılbaşına kadar gelir herhalde diye düşünerek. Öğleden sonra aradı bayi, yarın sabah getirelim dedi. Şaşkındım ama olurdu tabi, neden olmasın.

Salı akşamı da servisteki kızlarla yılbaşı yemeği yiyelim dedik. Ertesi sabah fırını takmaya geleceklerdi, mutfağı toplamak ve hazırlamam gerekiyordu ama olsundu. Bir de salı sabahı kabuslarla uyandım. Tüm gece kabus görüp, kötü bir uykudan uyanamadığım için işe geç kaldım, yüzüm gözüm şişti, gözlerim kan çanağı halinde ayakta uyuyordum. Gene de mutlu bir akşam oldu. Yemek yedik, sonra kahveciye geçtik. Güldük, muhabbet ettik.

Çarşamba sabahı işe gitmedim. 10'da getireceğiz dediler kurulum yapmaya. 11'de geldiler (çünkü burası Türkiye). Ustalardan gıcık olanı, eski ocağa bağlı gaz borusunu eline alıp çıkarmaya başlayınca dirsek kırıldı. Bir parçası borunun içinde kaldı. Çıkaramadı. Borunu değişmesi gerek dedi. Güya o boruyu bağlayanlar (eve taşındığımda başkent gazdan gelip bağlamışlardı ocağımı) dirsek kısmına da gaz kaçırmasın diye sıkılan spreyden sıkmışlar da, o madde de onu çürütmüş de. Yüzde iki yüz eminim ki benim yerimde başkası olsaydı, ben dışında herkes yani, adama senin suçun derdi. Sen kırdın, sen yapacaksın. Derdi. Derdiniz. Her biriniz. Ben diyemedim. Bir tane tesisatçı bulmanız gerek, boruyu değiştirip, ocağı bağlayabilir diyerek gittiler. Ben ücretsiz kurulum diye özellikle aldım, sonunda elimde kırılmış dirsek ve değişmesi gereken bir boru ile kalakaldım. Yeni fırınlı ocak bir kenarda. Bulaşık makinesi ortada. Bir de sabahın köründe kalkıp, tüm o etrafını cifle ovalamıştım. Üstüne yorgunluğum. Bir de normalde bulaşık makinesini fırının olması gereken yere koyup, üstüne set üstü ocağı koymuştum taşındığımda. Şimdi yeni fırınlı ocak geliyor diye mecburen bulaşık makinesini asıl olması gereken yerine taşımam gerekti ama borularını söküp, öbür tarafa almam gerekiyordu ve sökemedim. Sökemedim. Döndüremedim bağlantı yerlerini. Gücüm yetmedi. Bir şeye gücüm yetmeyince şoka giriyorum ben. Halbuki aynada şöyle bir iki saniye kendime baksam çok da normal olacağını anlayabileceğim. Ama işte kafamın içindeki ben çok farklı. Mesela şimdi şu kanepe merdivenlerden mi indirilecek, yaparım gibi geliyor. 35 bin parçalık giysi dolabı kurulacak mesela, hallederim gibi geliyor gayet, ne var ki bunda. Ata binip, dört nala giderken arkamı dönüp, ok da atabilirim. Hepsine dair kafamda başka bir ben var. Böyle saçma salak bir algım var. Düzeltemiyorum. Sonra da ufak bir boruyu yerinden oynatamayınca bakakalıyorum. Nasıl yani diyerek. Hani süper kahramanlar hikayenin bir noktasında mutlaka güçlerini bir süreliğine kaybederler de o arada bir kutuyu kaldıramazlar da şaşkınlıkla kalakalırlar ya. Tam olarak öyle oluyorum. Sanki hep tek elimle bir uçağı durdurabiliyormuşum da bunca yıl, şimdi o boruyu nasıl sökemiyorum diye ellerime bakakalıyorum.

Ustalar gidince o halde, ağlamaklı suratımla dışarı çıktım. Önce boruyu sorayım hırdavatçıya dedim, hem de bildikleri tesisatçı var mı derdim. Dükkanda ben bildiğiniz tesisatçı var mı diye sorunca kasada bir şey almak için bekleyen bir gözlüklü genç hemen atladı, biz tesisatçıyız, hemen şurada bir iş yapıyoruz gelelim dedi. Kartını çıkardı kendi dükkanlarının, baktım Keçiören yazıyor. Bir de yani moralim bozuk, böyle bir tesadüf sinir bozucu geldi. Bir de ısrarcıydı, yok diyebildim neyse ki allahım, çok  korktum hayır diyemeyeceğim diye. Dedim çok uzakmış yeriniz ben yakınlarda da bakayım olmadı ararım. Çocuk bozuldu, benim ayarlarım çok tutundu. Neyse ki çıktı dükkandan. Hırdavatçı bir  tane var şurada oturuyor dedi, bir kağıda isim ve telefon yazdı verdi. Dükkandan çıktım, kağıda baktım, bu da bir tuhaf geldi. Dükkan ismi vermedi, yer söylemedi, öylesine bir adam ismi ve telefonu. İçim zaten çok kötüydü, onu da aramadım. Annemle konuştum, annem ara sokakta vardı sanki dedi. Ben de sanki gördüm öyle bir şeyler dedim. Yürüdüm eve doğru, bakarak. Bir yer görüp girdim, yok biz teknik servisiz dedi adam. Başım önde, moralim eksilerde, bakkalın önünden geçerken bakkal abinin ikisine de sordum tesisatçı var mı bildiğiniz diye. Son bir tükenmişlikle. Az önce buradaydı bir tane dediler, kasanın oraya koymuşlar kartı varmış onu verdiler. Neyse ki bu kart biraz daha insanın içine sinen bir şekildeydi. Aradım, adam evinde yemek yiyormuş öğle arası diye. İki apartman ötede. Neyse ki geldi yarım saat içinde. Boruyu falan aldı, taktı ocağı. Bulaşık makinesini de yerine geçirdi, bağlantılarını yaptı. Ücretsiz kurulum diye aldığım şeyi bağlatmak için bir sürü para ve zaman vermiş olmamın yanında bir de kafam bozuldu, ruhum bozuldu, sinirlerim alt üst oldu. Bu dünya için fazla eziğim.

Tesisatçı ustanın işi bir buçuğu geçerken bitince, iş yerini aradım, gelmene gerek yok denilince peki dedim. Öğleden sonramı ustaların toz toprağa buladığı evi temizleyip, toplamaya ayırdım böylece.

Perşembe-cuma ofiste çılgınlar gibi çalışmaca ile geçti. Artık bir şey demiyorum. Neyse ki iki gündür evden çıkmadım. Gene de yetmedi. Yetmiyor. Haftasonu yetmiyor. Pazar akşamı saat on oldu, ben hala bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Daha neler yapacaktım halbuki. Tüm bir seneyi toplamam, nihayate erdirmem gerekiyordu.

Bu arada annemle önce benim yılbaşı için köye gitmem üzerine anlaşmıştık ama sonra dedi ki bu hafta konuşurken, kar falan yağar yollar buz olur boşver sen gelme. Biz zaten 2'sinde falan geliriz. Çünkü 6'sında da bu sefer kolonoskopi randevusu aldı babam. Peki dedim. Yılbaşında evimdeyim yani. Böyle söyleyince büyüsü bozulacak diye çok korkuyorum. Beni evimden çıkaracak bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Sadece şöyle sakince, kendi kendime birkaç gün geçireyim ya. Tek bir gün tatil zaten, önü arkası gene işe gideceğim. Sadece bir bırakın beni ya. Bir kendi halime bırakın. Bir ellemeyin. Bir hiçbir şey bozulmasın. Bir evden çıkmayayım.

En son evden çıkmak istemiyorum, hiç kimseyi görmek istemiyorum,, kimseyle konuşmak istemiyorum dediğimde 2019'un son aylarıydı ve Mart'ta pandemi başlamıştı. Bir şey demek gibi olmasın ama bence beni hayattan ve insanlardan bıktırmasanız iyi olurdu yani.

12 Aralık 2024 Perşembe

So many books, so little time

Mesela.

 En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk bir sistemi, mailleri kontrol ettikten sonra ofiste ders çalışmaktı. Çünkü bir önceki hafta özellikle oturup, birçok işi önden yapmıştım. Pazartesi manyakçaydı. Planım çalışmamaktı evet, birlikte çalıştığım iş arkadaşım benim yapabildiğim her şeyi yapabiliyor, o bakacaktı, baktı da işlere. Ama nasıl olduysa bir şekilde ben de çalıştım. Bir yandan iş yaptım, bir yandan önümdeki ders notlarına baktım. Kafam çorba oldu. Tükendim. Eve gidip ders çalışmaya devam edecektim güya, eve girdiğimde öylece yığılıp kaldım. Salı günü daha da beter geçti. Çorba çamura döndü, beynimden eser kalmadı ortada. Akşama doğru artık dedim ki ben niye kendimi böyle zorluyorum ki. Zorum ne yani? Bir dolu iznim var, niye almıyorum? Niye izin alamıyorum? Zorla, söylene söylene, bastırarak izin alabildim (hatta ertesi gün öğleden sonra onaylandı iznim). Haftanın geri kalanında evde, sınavlara çalıştım.

Evde olmak mükemmel. Söylemiş miydim daha önce? Belki yeteri kadar söylememişimdir diye tekrar ediyorum. MÜKKEMMELL. Yüzüm değişiyor, sağlığım düzeliyor, karnımın şişliği iniyor, kırışıklıklarım gidiyor, gözlerimin yanması geçiyor, her şey ama her şey düzeliyor evde olunca. Çarşamba günü sakin sakin ders çalıştım, dinlendim. Böyle olursa belki diğer günler yürüyüşe bile çıkarım diyordum ki kendi kendime, Perşembe sabahı elektrik gitti. Başkentin ortasında. Sabah öylece, kahvaltımı bitirmişim duş alacağım, şak elektrik gitti. Kombi çalışamıyordu haliyle. Ev buz gibi oldu. Modem çalışmıyordu, internet yoktu. Telefonunkine bağlayayım bilgisayarı dedim, telefon hattı da çekmemeye başladı (elektrik kesintisi baz istasyonlarını da etkiliyor sanırım, evet bu da başkentin ortasında). Öylece kalakaldım buz gibi bir evin içinde. Evimin keyfini çıkarayım diye aldığım zar zor izinde evim bu halde. Duş alamamış o berbat halde, dedim ki şöyle insan olmayan bir kafeye falan gidip, çalışayım o zaman. Ben evden çıkana kadar yüz kere elektrik gitti geldi. Oynayıp durdular.

Çıktım bir avmnin dış tarafındaki bir kafeye. İçeri girip, bir süre bakındım. İçimden hiç oturmak gelmedi. Ne bileyim. İçimin bir bildiği vardır belki dedim. Cey'i aradım. Belki o da gelmek isterse muhabbet ederiz diye düşündüm. Sen gel dedi, peki dedim. Tam arabaya dönecekken komşum olan arkadaşım elektriğin bu sefer temelli geldiğini haber edince, koşturarak eve döndüm, duş aldım, Cey'e gittim. O günün olması gereken gidişatı buydu çünkü, öyle gibime geldi, evrenin mesajlarını görmezden gelemezdim. Cey'de akşama kadar oturup, muhabbet ettik. Çin yemeği söyledik, bir ondan bir bundan konuştuk. Gece evde döndüğümde direkt yatağa girip, bir şeyler izledim, telefona bakındım. O gün öyle bir gün olmalıymış demek ki.

Cuma günü, son izin günümde neyse ki yine tüm gün evde ders çalışabildim. Haftasonu 7 dersten birden sınava girecek olmak biraz zorlayıcıydı tabi. Ama asıl sorun sınavlara girecek olmam değil. O sınavlarda sorumlu olduğum konular hakkında ne varsa okuyabilmek istiyorum aslında. Ama tüm zamanım ofise gitmek ve çalışmakla dolduğu için oturup da ne ders kitaplarını okuyabiliyorum, ne merak ettiklerimi araştırabiliyorum. İşe gitmek zorunda olmasam, bu aldığım derslerde ne anlatılıyorsa satır satır ezberleyebileceğime, hatta üstlerine daha da fazlasını öğrenebileceğimi eminim. Çünkü merak ediyorum, ilgimi çekiyor, mutlu oluyorum. Oysa şu halimle ancak sınavlardan önce bir iki hafta çıkmış sınav sorularına bakıp, haa bu derste bunlar mı varmış o zaman diye bakınabiliyorum. Susuzluktan ölüyor haldeyim ama önümdeki habire leblebi tozu var, ağzıma tıkıştırıp duruyorlar ve ben elimi uzatıp, o kocaman su dolu bardağa parmağımın ucunu değdirip, dudaklarımı ıslatabiliyorum.

Cumartesi sabahı iki dersin sınavı vardı, T. götürmek istedi arabayla, karşı çıkmayayım dedim. Meğerse tüm gün için plan yapmış. Öğleden sonra da 4 dersten sınavım vardı, kahvaltı yaparız, yemek yeriz, o sınavlara da götürüp, eve getirir beni diye planlamış. Kalp kırma dedim kendime, sorun yok, kendi kafamdaki plan bu değildi-olabilir, duruma uyum sağla dedim. Yani bunlar ufak şeyler belki ama benim tam olarak da kurtulmaya çalıştığım benliğim-kişiliğim buydu ya hani, o yüzden kötü. Yani o anda yok ben eve gitmeyi düşünüyordum, kendi kendime youtube izleyerek kahvaltı yapmak ve sonraki sınava kadarki birkaç saatte notlarımın üstünden geçmek istiyordum...desem ne oluyor biliyor musunuz? KÜSÜYORLAR. Koskocaman, yetişkin insanların suratı düşüyor, küsüyorlar. Küsmedim diyorlar, yok sorun değil diyorlar ama küsüyorlar. Sonraki birkaç hafta pek iletişim kurmuyorlar mesela. Belli oluyor hallerinden tavırlarından. Nereden biliyorum biliyor musunuz? Birkaç kere denedim çünkü. Bir yere gelmek istemedim mesela ya da o gün arabayla gitmek istemedim, onların istediği bir şeyi istemedim en basiti. Yaptım bunu. Sonucu hep böyleydi. İnsanlar, onların istediği bir şeyi yapmadığınızda, onların kafalarındaki plana uymadığınızda, kendinize ait bir hayata sahip olduğunuzda neden bunu kendilerine bir saldırı gibi algılıyorlar? Aşırı tuhaf değil mi? Bu istememezliğimin seninle bir ilgisi yok diye bağırmak istiyorum böyle durumlarda. Bir şeyi istemiyor olmamın seninle hiçbir ilgisi yok. O durumda yanımda başka biri de olsa istemeyeceğim çünkü, kişiden bağımsız bir istememezlik bu. Algılayamıyorlar. Olmuyor. Yani çocukça diyeceğim ama çocukluk da böyle kötü bir şey değil ki. Neyse. Cumartesi tüm gün sınav sınav okul okul yokuş bayır çık in buz gibi hava terle soğu şeklinde planımın ve düşündüğümün çok dışında bir gün geçirdim.

Cumartesi akşamı film izledim. Aylar yıllar sonra gibi gelen bir zamandan sonra. Film izleyebildim. Komik görünüyor diye kenara kaydettiğim Freelance (2023) diye bir filmi. John Cena eski bir askeri oynuyor. Bir operasyonda yaralanıp, emekli oluyor.  Yıllar sonra eski bir arkadaşının güvenlik şirketi için bir gazeteciyi koruma görevi alıyor. Kariyerinin kötü bir noktasındaki gazeteciyi de Alison Brie oynuyor. Eski askerimiz, bu gazetecinin bir Latin Amerika ülkesinin diktatörüyle röportaj yaparken korunmasından sorumlu. Ama tam onlar gittiğinde muhalifler diktatörü devirmeye çalışıyor. Aşırı sarmadı, durdurup, evin içinde birkaç iş yapıp, geri açıp bakıp, sonra döngüyü tekrarlayarak bitirdim ama kötü de değildi. İlginçti. Yani saçma bir komedi beklerken ciddi şeylerden bahsetti. Çok ciddi politik şeyleri anlattı mesela. Ama komediydi de. Daha doğrusu tam olarak şöyle hissettirdi: Biraz daha yapsalar iyi bir komedi olacakmış ya da biraz daha ciddileşse güzel bir politik drama olacakmış. Hatta biraz daha üstüne düşseler eğlenceli bir aksiyon olacakmış. İşte hep "olacakmış". Mesela filmin açılışı çok iyiydi. İnsanın hayattaki amacını bulması ve onu gerçekleştirmesi, hayallerin mutluluğu üzerine çok iyi yazılmış bir monologla açılıyordu, çekim tarzını da beğendim ayrıca. Ama ne o olmuş ne bu. Ara ara haa diyerek ekrana bakıyorsunuz, tam öyle dediğim şeylerden biri olacakmış gibi geliyor ama olmuyor.

Pazar da öğleden sonra tek bir dersten sınav vardı. Evin biraz yukarısında (yarım saatlik yürüme mesafesinde) görünüyordu okul. Çıkıp yavaş yavaş yürüyeyim, aklım da boşalır belki dedim. Çoook yukarıdaymış, aşırı aşırı bir tepenin başındaymış. Son anda yetiştiğim gibi kayboluyordum da ara sokaklarda. Eve dönünce sanki bundan sonra hiç ders çalışmam gerekmiyormuş gibi bir rahatlama gelir ya hani, ondan gelince üstüme dışarıdan yemek söyledim. Açıp, bir süredir baya tavsiye ettikleri bir diziyi izlemeye başlayayım dedim. Diziye yeni başlamıştım ki T. mesaj attı. Bilgisayarındaki bir sorunu soruyordu, dedim getir evde bakayım. Bir saat falan o oturdu, sorunu düzelttim, çay içtik. Çayın yanına irmik helvası yapacaktım mesela, o geldiği için yapamadım çünkü yemiyor. Gelmesinde sorun yok tabiki, onu demeye çalışmıyorum. Bu kafamdaki plan olayı için diyorum. Her zaman istemsiz bir şekilde plan yapıyorum, hayatımın her dakikasında. Ve bu planlara hep insanların müdahalesi olmuş oluyor. Gelmesinden keyif aldım, oturup çay içip muhabbet etmekten de keyif aldım. Ama plan...Hani kafamdaki bu değildi ve duruma uyum sağlamaya çalıştım ya...Beni biraz zorluyor.

O gittikten sonra yaptım irmiği, geç bir saatte yemiş oldum. Ama irmiğe sıra gelene kadar nedense yemekten de hemen önce karnım şişmişti gene. Davul gibiydim yani yine. Sabah kahvaltı yapıp, öğleden sonra sınava giderken iyiydim halbuki. Tek fark edebildiğim, sınavdan dönerken markete girdim, eve dönüş yolunun geri kalanında elimde hindistan cevizli bir çikolatayla aheste aheste yürürken karnımın şişmeye başladığıydı. Açken. Durup dururken. Bu durumu ilk fark etmeye başladığımdan beri neredeyse 2 yıl olacak ama artık gerçekten aşırı aşırı can sıkıcı olmaya başladı. Canımı yakıyor bu şişlik. Fiziksel olarak. Psikolojime yaptıklarından bahsetmiyorum. Karnım içeriden patlayacakmış gibi oluyor. Giydiğim hiçbir şeyi üstümden istemiyorum, karnıma bıçak saplayıp kesip atmak istiyorum o hale geliyorum.

Pazar akşamı dediğim gibi dizinin ilk iki bölümünü izledim. When The Phone Rings dediğim dizi.  Romantik komedilerden öğk gelmişti, zaten 2 aydır da kdrama izlemiyordum ya, dedim açıp beş on dakika bakıp en azından merakımı gideririm. Zaten sıkar, izlemem. Öyle olmadı. Özlemişim de. Bir de aksiyon gerilim macera gizem...İkinci bölümü de izledim. 4 bölüm yayınlanmıştı, hepsini izleyemedim ertesi sabah işe gideceğim için tabi. Dün izledim herhalde dördüncü bölümü ancak. Şimdilik çok keyifli, bölümler gelse de izlesem diye bakınıyorum. Daha önce hiç izlemediğim Yoo Yeon Seok, cumhurbaşkanlığı sözcüsü. Daha önce Rookie Cops (2022)'ta, I'm Not A Robot (2017)'ta ve Love in The Moonlight (2016)'ta izlediğim Chae Soo Bin de onun eşi rolünde, duyabiliyor ama konuşamıyor. İşaret dili tercümanı olarak çalışıyor. CB sözcümüz eşini kamuoyundan gizli tutuyor, işte politik şeyler karımı basın tanırsa bana şey olur falan filan. Sonra birisi kadın üzerinden onu tehdit etmeye başlıyor, olaylar olaylar. Görünen bu, görünenin gerisinde bir dolu hikaye var. Heyecanlı.

Bu arada perşembe günü Kitapyurdu'nda Yeditepe Yayınları'nda indirim vardı, uzundur biriktirdiğim listedekilerden sipariş ettim hemen. Yeditepe'nin birçok kitabını işaretlemiştim çünkü en merak ettiğim şeyler hakkında kitaplar yayınlıyorlar : Tarih. Bir dolu kitap almış oldum. Ne zaman okuyacağımı bilmiyorum. Kısmet artık.


5 gün sonra babamın yine mr randevusu var. Ne zaman gelecek, ne zaman gidecek, neyle gelecek gidecek, annem de gelecek mi bu sefer falan hiçbir fikrim yok. Belki izin alabilirsem onunla köye gider miyim, yılbaşını orada geçirip gelir miyim...Bakalım. Bir şeyler önceden belli olmayınca da zorlanıyorum.

1 Aralık 2024 Pazar

Neve e Gengis Khan


 Geçen hafta cumartesi akşamı kar yağmıştı. Her kış mevsiminin ilk kar yağışında aklıma (ve gözümün önüne) Gilmore Girls'teki o sahnelerin gelmesi biraz hastalıklı bir durum gibi değil mi? Günün birinde bir şey izliyorsunuz ve izlerken hiç farkında olmuyorsunuz sonraki 20-25 yıl boyunca her "ilk kar"da kafanıza kazınmışçasına o sahneleri hatırlayacağınızın. Özellikle aklımıza kazınsın diye uğraştığımız şeyler kalmaz da böyle hiç dikkat etmediğimiz şeyler öylesine, öylece...kalıverir.

Pazar gecesi bir daha yağdı. Önce böyle bir hevesle, bir azimle yağınca sevindim, iyi bir kar olacak yüzyıllar sonra bu berbat şehirde düşündüm. Umutlandım. Uzun sürmedi.

Salı sabahı lastikleri değiştirmeye götüreyim arabayı dedim sabah erkenden. İşe oradan geçerim, pazartesi yağmadı zaten bir şey yoktur yerlerde dedim. Bir kalktım salı sabahı, her yer yine kar. Arabanın yanına indim, olduğu yerden çıkarabilmek için üstündeki tüm karı indirmem gerekti. Süpürgeye, şu buz kazıma şeyiyle yarım saat uğraştım. Boyum yetişmediği için üstteki karları süpürgeyle çekerken tamamen kar yığınının içinde kaldım. Sonunda arabayı yerinden çıkarabildiğimde planladığım saati epey geçirmiştim. Ustaya varabildiğimde önümde 7 araba daha vardı. Arabayı oraya bırakıp, taksiyle işe gideyim dedim. Kar yine yağıyordu. Taksi durağına yürümek zorunda kaldım, taksi yoktu, gelmez dedi görevli bu saatte. Otobüs durağına yürüdüm. Dolmuşlar dolu geçti. Sonunda bir otobüse binip, Kızılay'a gittim. Orada bir daha dolmuş yakalayıp, ofise ancak geçebildiğimde saat 11'e geliyordu sanırım. Her şeyle uğraşmak çok yorucu.

Çarşamba akşamı A. ve G.'nin yakınlardaki doğumgünlerini kutlayalım diye dışarı çıktık işten sonra. Bir süredir huysuz şirin gibi dolaştığımdan o akşam bana gerçekten keyifli geldi. Eğleneceğimi ve keyif alacağımı düşünmemiştim tabi çıkmadan önce, malum ruh halimden ötürü, bir tür görev gibi çıktım yola yine. Ama güzeldi. Arada lazım.

Perşembe akşamı annemler geldi. Babamın cuma sabahına mr randevusu var diye. Bakım varmış diye ertelendi gerçi de. Cumartesi de abimlere gittik (haliyle). Çocuklar odanın duvarlarındaki Blackpink resimlerini çıkarıp, yerine BTS doldurmuşlar. Görünce şoka girdim. Olamaz dedim ya. Olmamalı. Aramızda 30 yaş var. Odaya girer girmez Tae'nin yan bakışıyla karşılaşmak çok koydu. Ne yapıyorum ben hayatımla ya acaba?

Bu sabah da annemler geri döndü köye. Ders çalışmam gerekiyordu ama rollercoaster gibiydi geçirdiğim hafta. Önce bir oturup, boş boş youtube izledim. Instagrama baktım saatlerce. Günlerdir telefonuma bakamamıştım bir kere bile. Bakıyorum diğer insanlara böyle olmuyor. Ben başka birileriyle birlikteyken kesinlikle telefonuma bakamıyorum. Telefon ve internet, sosyal medya falan sadece yalnızken yapabileceğim bir şeymiş gibi geliyor bana. Buradaki "yapabilmek"ten kastım gerçek anlamıyla "-ebilmek". Yanımda başka biri veya birileri varken onlara konsantre olmam gerekiyor yoksa ortamdan soyutlanıveriyorum. İki saniye whatsapptan gelen mesajı bile okusam aklım uçup gidiyor, ne o mesaja odaklanabiliyorum ne de karşımdaki insana. Böyle mal gibi bir arafta kalakalıyorum. İkisini bir arada yapamıyorum. Annemlerleyken bir an geliyor, böyle bu ikisi oturmuş, ikisinin de elinde telefonları, acayip dalmışlar, kimse konuşmuyor, ben de yanlarında oturmuş onlara bakıyor oluyorum. Onlar telefonlarına ben onlara. Ama ben telefonuma bakamıyorum.

Son bir aydır yeni çıkanlardan hoşuma gidenleri size de dinleteyim dedim. Yaşım bunlar için de çok mu büyük acaba ya, neyse.


















Bir de NOT : Ya tarayıcının ya blogger'ın bir şeylerin ayarlarıyla oynamıştım, şimdi yorumlara yanıt yazamıyorum. Oturum açmamı istiyor. Ulan zaten ben yazıyorum oturum açıkken blog yazısını yazarken. Neyse yine Sarah Connor'a hak verdiğim bir başka teknoloji ile imtihan zamanım demek ki. Bunu da çözerim. Seni de yenerim skynet!

“It is such a mysterious place, the land of tears.”

 Neredeyse 36 gün olmuş. Hiçbir şey düzelmiş değil ama en azından...Daha iyiyim de diyemiyorum ama en azından...Gerçekten sanırım zamanın he...