Seungmin'in konuyla alakası yok ama bu bakışı, iki haftadır ruh halime uyuyor |
Nerede kalmışız? Hah 12 Aralık Perşembe. O perşembe ve cuma koordinatörüm izinliydi, o yüzden işyerinde rahattım. Tamam hatırladım. Ofiste rahattım belki ama alttan alttan kaynayan bir şeylerin fışkırmasına az kalmıştı. O hafta bitmeden T.'yi küstürdüm. Küsmek diyelim adına ama işte 30lu yaşlarımızda artık buna ne denirse. Tabi kafamda bir dolu başka şey, babam mr'a mı gelecek, yılbaşına ne olacak, onu mu yapacağım bunu mu edeceğim...Peki dedim içimden, sadece peki. O kafayla bir de bu konuya girişirsem kendim de dahil herkesin pişman olacağı şeyler söyleyeceğim. Peki. Dur. Şimdilik anlamıyormuş gibi yap ne olup bittiğini.
Cumartesi ya da pazar abim arabayı aldı gene. Kendi arabalarının üst camını mı değiştirteceklermiş bir şeyler, o arada araba lazım olur diye. Peki dedim. Ona da peki. Hafta içinde babam mr'a gelecek, bunu ikimiz de biliyoruz, babamın neyle geleceğini nasıl hastaneye gideceğini şunu bunu konuşmadık daha, ee o zaman insan bir önce bu durumlara açıklık getirmek istemez mi...Ihıh. Önce bir babamı aramış ve nasıl olacağını sormuş olsa, sonra ona göre arabanın bana lazım olup olmayacağını hesap edip, öyle istese mesela. Ihıh. Lazım olmadı sayılır sonuçta ama, olabilirdi de. Neyse. O hafta da ziyadesiyle keşke bir dağ başında öyle topraktan fışkırıp doğmuş olsaymışım dediğim bir hafta oldu.
O cumartesi-pazarı evde geçirdim tabiki. Cidden kocaman eve hem kira verip, hem ısıtmak için o kadar para harcayıp, sadece gelip uyuyup gitmek çok zoruma gidiyor. Bulabildiğim her fırsatta eve yapışıyorum bu yüzden. Hiç dışarı çıkmak istemiyorum. O kadar eşya alacağım seçeceğim kuracağım diye uğraştıktan sonra her gün dışarı fırlamak saçma geliyor. Hafta içi evimi göremiyorum. İşte bu yüzden yeniden arkadaş edinmemeliydim 2019'dan sonra. Arkadaşlar hep gezmek istiyor. Ben istemiyorum.
16'sında pazartesi annemler geldi. Babam annemi de alıp, kendi arabasıyla geldi. Ertesi gün, sabahın 5'inde evden çıktık, hastaneye gittik. Benim arabamla da gidebilirdik, böylece kapkara gece ayazında otoparktan hastane binası kilometrelerce yürümemiş olurduk. Ben onları direkt kapıda indirir, park etmeye giderdim. Bekleme süresi uzayınca işe giderdim veya off neyse işte. Oralara girmeyelim. Sabahın 5 buçuğundan saat 9'a kadar içeri almalarını bekledik. Gerçekten hasta olmak istemediğime karar verdim. Doktorlara ve hastanelere işim düşmesin istedim. Hiçbir şey elde etme ya da çözme şansınız yok çünkü. Bir sürü sorunum varken mesela şu an, hiçbir şekilde doktora gitmemeye çalışıyorum. Görmezden gelirsem hastalıklarım da belki kaybolur diyorum.
Annemler hemen ertesi sabah yola çıkıp, köye geri döndü. Benim de üstüme bir böyle bir bırakmışlık çöktü. T.'ye mesaj attım, özür diledim. Öğle arasında buluştuk, muhabbet ettik. Bilmiyorum, o gün içimden öyle geldi. Sanırım doğru zamanı beklemek gerekiyor. Hep ani bir şekilde öfkeleniyorum, daha önce de bahsettim herhalde, dışarı çıkaramadığım için öfkemi diğer insanlar gibi sağlıklı bir şekilde. Birden çok fazla, aşırı fazla öfkeleniyorum en ufak şeye bile. O öfkelenme anımda da her şeyi parçalıyorum, her şeyi herkesi siliyorum, yıkıyorum. Ama içimden. İçimde. Daha önce böyle kendimi bekletebildiğim pek olmamıştı, bu sefer başarabildim. Ve işe yaradı.
T. konusunda iyi olabilmeyi başardım ama o birkaç gün ofiste her şey çok kötüydü. Detayına girmeyeceğim. Sadece yine her akşam eve gelip, annemle telefonda konuşurken bir şey belli etmemeye çalışıp, uyanık olduğum her anı ağlayarak geçirdiğim o zamanlardan biriydi. Dışarıdan bakınca şanslı olduğumu düşünenler var biliyorum, herkese kendi ortamı daha kötü geliyor ama...diyecek bir şeyim yok. Ölüyorum. Biraz daha bu işte, bu meslekte, bu ülkede, böyle mesai yaparak çalışmaya devam edersem sadece ölüm kalacak ortada.
20'sinde cuma günü öğlene doğru mu öğlenden sonra mı neydi annem aradı. Yengem kayıp düşmüş, bacağının üst kısmındaki kemiği kırılmış. Hastanedeymiş, ameliyat olacakmış. İşteydim, arabam abimdeydi. Sadece arayabildim abimi. Neyse ki yengemin annesi babası geldi ertesi gün bakmak için. Haberi ilk aldığımda aklımdan geçen düşünceler...Ben kötü bir insan mıyım diye kendime kızmakla, beni bu hale getirenlerin suçu olmuyor mu böyle düşünmem diye başkalarına kızmak arasında gidip geldim. Neyse.
21'inde E.'lere gittik, "altın günü" sırası onlarda olduğundan. İnsan arkadaşlarıyla vakit geçirip, sohbet edip, pasta börek yediği için mutlu olmalı değil mi? Bense sadece tüm cumartesimi yediler, gene evimi göremedim hiçbir işimi halledemedim diye sinir püskürüyorum. Ben gerçekten kötü bir insan mıyım? Arkadaşlarımı sevmiyor değilim, bunu anlatabiliyor muyum ki. Sadece hiç vaktim yok, tüm zamanımı habire başkaları talep ediyor gibi hissediyorum. Zaten tüm günümü ofiste geçiyorum, elimde sadece haftasonları kalıyor. Kendim için, kendim olabilmem için. Daha önce de dediğim gibi, insanlar bunu söylesem sadece kendi üstlerine alınacaklar. Kişisel algılayacaklar. Beni sevmiyor diyecekler, istemiyor diyecekler. Susuyorum. Peki.
Pazar günü abim geldi, aldı beni evden, yengemi ziyarete gittim. Arabamı da alıp, geri döndüm. Yani geçen haftasonum tamamıyla puf oldu.
Bu arada annemler gittiğinden beri ocağımın iki gözünün düğmesi dönmüyordu. Çalıştırabildiğim iki gözden birisinin çakmağı ateşlemiyordu. Tabi anneme ocağı mı bozdunuz demedim telefonlarda. Ama bozmuşlar. Ben de anlamadım. Taş gibi düğmeler, dönmüyor. Ocak zaten uzatmalarını yaşıyordu ama işte her şeyde olduğu gibi bunda da "nasıl olsa gideceğim" diyen kafamın içindeki o saçma sesle yaşadığım için değiştirmeye kalkamıyordum. Mecbur kaldım.
Bu ocak taa ben üniversitedeyken diğer ocağımızın üstünde yemek yanınca alınan ocaktı. İkinci sınıftaydık herhalde, eylül ayıydı. Okuldayken bir gün annem aramıştı, dayım vefat ettiği için babamla yola çıktıklarını, merak etmememi söylemişti. Ders bitince C. ile G. de ben yalnız kalmayayım diye benimle birlikte gelmişti. Eve girdiğimiz anda kalın bir duman tabakasıyla karşılaşmıştık. Annem haberin şok ediciliğiyle (dayım daha 50li yaşlarında olmalı o zaman hatırlayamıyorum ama, hiçbir hastalığı ya da bir şeyi yokken birden böyle bir haber aldık yani) evden nasıl çıkmışsa, ocakta yemek tenceresi kalmıştı. O akşam saatlerce kızlar o ocağı ovaladı süngerle. Beyaz bir set üstü ocaktı. Kapkara olmuştu kömürden. Sonra her şey durulunca bu şimdiki ocak alınmıştı, gümüş rengi. Yine set üstü. O beyaz olandan da önce fırınlı o büyük ocaklardan vardı evimizde. Ama fırınını hiç kullanmazdık, hep ayrı başka minik bir fırınımız olmuştu. Sadece ocak kısmını kullanırdık. Anneme sorduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Neden bunu kullanmıyoruz diye. Çünkü filmlerde, dizilerde hep öyle fırın kullandıklarını görüyordum, ekran gördüğüm her şey benim için daha güzel (mutlu) bir hayatı ifade ettiğinden de heves ediyordum. Bozuk muydu, iyi mi değildi bir şeylerdi, hatırlamıyorum annem tam ne diyordu. Ömrümün bu noktasına kadar yani, hep set üstü ocakla yaşadım. Ne kadar saçma, ne kadar basit bir şey değil mi? Niye bu kadar taktıysam. O yüzden bu sefer tam da o heves ettiğim fırınlı ocaktan ya da ocaklı fırından neyse artık, ondan aldım. Bazen yaptığım her şeyi sanki büyüdüğüm yıllara, evlere, eşyalara inat yapıyormuşum gibi yaptığımı hissediyorum. Daha doğrusu babama. Tüm hayatıma karar veren, tüm o taşındığımız evlere, eşyalara, her şeye karar veren, her şeyin kararını veren babamın kararlarına inat etmeye, hep onların dışına çıkmaya çalışıyormuşum gibi. Tüm amacım büyüdüğüm yılların rövanşını almaya çalışmakmış gibi geliyor. Saçmalıyorum.
Pazartesi biraz baktım internetten modellere falan. Salı sabahı sipariş ettim bir tanesini, yılbaşına kadar gelir herhalde diye düşünerek. Öğleden sonra aradı bayi, yarın sabah getirelim dedi. Şaşkındım ama olurdu tabi, neden olmasın.
Salı akşamı da servisteki kızlarla yılbaşı yemeği yiyelim dedik. Ertesi sabah fırını takmaya geleceklerdi, mutfağı toplamak ve hazırlamam gerekiyordu ama olsundu. Bir de salı sabahı kabuslarla uyandım. Tüm gece kabus görüp, kötü bir uykudan uyanamadığım için işe geç kaldım, yüzüm gözüm şişti, gözlerim kan çanağı halinde ayakta uyuyordum. Gene de mutlu bir akşam oldu. Yemek yedik, sonra kahveciye geçtik. Güldük, muhabbet ettik.
Çarşamba sabahı işe gitmedim. 10'da getireceğiz dediler kurulum yapmaya. 11'de geldiler (çünkü burası Türkiye). Ustalardan gıcık olanı, eski ocağa bağlı gaz borusunu eline alıp çıkarmaya başlayınca dirsek kırıldı. Bir parçası borunun içinde kaldı. Çıkaramadı. Borunu değişmesi gerek dedi. Güya o boruyu bağlayanlar (eve taşındığımda başkent gazdan gelip bağlamışlardı ocağımı) dirsek kısmına da gaz kaçırmasın diye sıkılan spreyden sıkmışlar da, o madde de onu çürütmüş de. Yüzde iki yüz eminim ki benim yerimde başkası olsaydı, ben dışında herkes yani, adama senin suçun derdi. Sen kırdın, sen yapacaksın. Derdi. Derdiniz. Her biriniz. Ben diyemedim. Bir tane tesisatçı bulmanız gerek, boruyu değiştirip, ocağı bağlayabilir diyerek gittiler. Ben ücretsiz kurulum diye özellikle aldım, sonunda elimde kırılmış dirsek ve değişmesi gereken bir boru ile kalakaldım. Yeni fırınlı ocak bir kenarda. Bulaşık makinesi ortada. Bir de sabahın köründe kalkıp, tüm o etrafını cifle ovalamıştım. Üstüne yorgunluğum. Bir de normalde bulaşık makinesini fırının olması gereken yere koyup, üstüne set üstü ocağı koymuştum taşındığımda. Şimdi yeni fırınlı ocak geliyor diye mecburen bulaşık makinesini asıl olması gereken yerine taşımam gerekti ama borularını söküp, öbür tarafa almam gerekiyordu ve sökemedim. Sökemedim. Döndüremedim bağlantı yerlerini. Gücüm yetmedi. Bir şeye gücüm yetmeyince şoka giriyorum ben. Halbuki aynada şöyle bir iki saniye kendime baksam çok da normal olacağını anlayabileceğim. Ama işte kafamın içindeki ben çok farklı. Mesela şimdi şu kanepe merdivenlerden mi indirilecek, yaparım gibi geliyor. 35 bin parçalık giysi dolabı kurulacak mesela, hallederim gibi geliyor gayet, ne var ki bunda. Ata binip, dört nala giderken arkamı dönüp, ok da atabilirim. Hepsine dair kafamda başka bir ben var. Böyle saçma salak bir algım var. Düzeltemiyorum. Sonra da ufak bir boruyu yerinden oynatamayınca bakakalıyorum. Nasıl yani diyerek. Hani süper kahramanlar hikayenin bir noktasında mutlaka güçlerini bir süreliğine kaybederler de o arada bir kutuyu kaldıramazlar da şaşkınlıkla kalakalırlar ya. Tam olarak öyle oluyorum. Sanki hep tek elimle bir uçağı durdurabiliyormuşum da bunca yıl, şimdi o boruyu nasıl sökemiyorum diye ellerime bakakalıyorum.
Ustalar gidince o halde, ağlamaklı suratımla dışarı çıktım. Önce boruyu sorayım hırdavatçıya dedim, hem de bildikleri tesisatçı var mı derdim. Dükkanda ben bildiğiniz tesisatçı var mı diye sorunca kasada bir şey almak için bekleyen bir gözlüklü genç hemen atladı, biz tesisatçıyız, hemen şurada bir iş yapıyoruz gelelim dedi. Kartını çıkardı kendi dükkanlarının, baktım Keçiören yazıyor. Bir de yani moralim bozuk, böyle bir tesadüf sinir bozucu geldi. Bir de ısrarcıydı, yok diyebildim neyse ki allahım, çok korktum hayır diyemeyeceğim diye. Dedim çok uzakmış yeriniz ben yakınlarda da bakayım olmadı ararım. Çocuk bozuldu, benim ayarlarım çok tutundu. Neyse ki çıktı dükkandan. Hırdavatçı bir tane var şurada oturuyor dedi, bir kağıda isim ve telefon yazdı verdi. Dükkandan çıktım, kağıda baktım, bu da bir tuhaf geldi. Dükkan ismi vermedi, yer söylemedi, öylesine bir adam ismi ve telefonu. İçim zaten çok kötüydü, onu da aramadım. Annemle konuştum, annem ara sokakta vardı sanki dedi. Ben de sanki gördüm öyle bir şeyler dedim. Yürüdüm eve doğru, bakarak. Bir yer görüp girdim, yok biz teknik servisiz dedi adam. Başım önde, moralim eksilerde, bakkalın önünden geçerken bakkal abinin ikisine de sordum tesisatçı var mı bildiğiniz diye. Son bir tükenmişlikle. Az önce buradaydı bir tane dediler, kasanın oraya koymuşlar kartı varmış onu verdiler. Neyse ki bu kart biraz daha insanın içine sinen bir şekildeydi. Aradım, adam evinde yemek yiyormuş öğle arası diye. İki apartman ötede. Neyse ki geldi yarım saat içinde. Boruyu falan aldı, taktı ocağı. Bulaşık makinesini de yerine geçirdi, bağlantılarını yaptı. Ücretsiz kurulum diye aldığım şeyi bağlatmak için bir sürü para ve zaman vermiş olmamın yanında bir de kafam bozuldu, ruhum bozuldu, sinirlerim alt üst oldu. Bu dünya için fazla eziğim.
Tesisatçı ustanın işi bir buçuğu geçerken bitince, iş yerini aradım, gelmene gerek yok denilince peki dedim. Öğleden sonramı ustaların toz toprağa buladığı evi temizleyip, toplamaya ayırdım böylece.
Perşembe-cuma ofiste çılgınlar gibi çalışmaca ile geçti. Artık bir şey demiyorum. Neyse ki iki gündür evden çıkmadım. Gene de yetmedi. Yetmiyor. Haftasonu yetmiyor. Pazar akşamı saat on oldu, ben hala bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Daha neler yapacaktım halbuki. Tüm bir seneyi toplamam, nihayate erdirmem gerekiyordu.
Bu arada annemle önce benim yılbaşı için köye gitmem üzerine anlaşmıştık ama sonra dedi ki bu hafta konuşurken, kar falan yağar yollar buz olur boşver sen gelme. Biz zaten 2'sinde falan geliriz. Çünkü 6'sında da bu sefer kolonoskopi randevusu aldı babam. Peki dedim. Yılbaşında evimdeyim yani. Böyle söyleyince büyüsü bozulacak diye çok korkuyorum. Beni evimden çıkaracak bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Sadece şöyle sakince, kendi kendime birkaç gün geçireyim ya. Tek bir gün tatil zaten, önü arkası gene işe gideceğim. Sadece bir bırakın beni ya. Bir kendi halime bırakın. Bir ellemeyin. Bir hiçbir şey bozulmasın. Bir evden çıkmayayım.
En son evden çıkmak istemiyorum, hiç kimseyi görmek istemiyorum,, kimseyle konuşmak istemiyorum dediğimde 2019'un son aylarıydı ve Mart'ta pandemi başlamıştı. Bir şey demek gibi olmasın ama bence beni hayattan ve insanlardan bıktırmasanız iyi olurdu yani.
Uçakların bir bir infilak etmelerinin sebebi anlaşıldı gibi.
YanıtlaSilŞaka bir yana, hayatınızda kolaylıklar diliyorum. Yazılarınızı okurken sanki zihnimde dönüp duran ama inatla halının altına süpürdüğüm şeylerle beni yüzleştiriyormuşsunuz gibi geliyor. Sanki beynimin kara kutusunu ele geçirmişler de onları okuyorum. Ve neden herkes gibi akışa kapılıp gidemiyoruz anlayamıyorum gerçekten. Şöyle bir genele bakınca hemen herkes dünyaya geldiği rolü, içinde bulunduğumuz yüzyılı ve bize dayatılanları benimsemiş, onunla iyi kötü uyum içinde yaşıyor gibi. Bizdeyse bitmek bilmeyen çatışmalar var. İçinde hiç var olmayacağım devirleri, hiç yaşamayacağım hayatları özlüyorum hep. Sanki o kafamda kurguladığım hayatlar bir zamanlar benimdi de benden çekip almışlar gibi. Beni de böyle kocaman bir yoksunluk krizinin ortasında bırakmışlar, debelenip duruyorum. Ne bileyim, şöyle kırlar, balolar, beş çayları, at arabaları, geceleri kızlarla mum ışığında kıkırdamalar falan lazımdı bana, ama böylelisi denk geldi.
yani demem o ki, öylesi bir hayat şimdikinden çok daha az pişmanlık ve çatışma getirirdi gibi geliyor. Sade, basit ama tatminkar bir şeyler düşlüyorum işte. Her şeyin bu kadar karmaşık ve bunaltıcı hissettirmediği bir zaman diliminde. Hiçbir şey düşünmeden kitap falan okuyalım mum ışığında sadece.
YanıtlaSil