11 Mayıs 2024 Cumartesi

어리석음과 상실

Bu seferki yumurtadan da
Charlie Brown çıktı

 En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks yazısını uykumda yazmışım gibi hissediyorum). Böyle bir şeylerin başlangıcı pazartesi gününe denk gelince insan gereksiz bir motivasyonla doluyor değil mi? Köşeli masa, odanın tam köşesine tam oturunca ya da yolda yürürken tam ışıklara geldiğinizde ışık yeşil yanınca falan böyle bir, bir şeylerin tam olması hissi işte.

Öyle bir motivasyonla dedim ben bu ramazanda çılgınca oruç tutarım. Yaparım. Hem dışarıdan yemek istemiyorum artık, hem her gün evden bir şeyler hazırlayarak getirmenin yükünden kurtulurum. Ofiste de diğerleri tuttuğu için tüm ramazan boyu, bir şeyler yemek içmek de zaten insana bir tuhaf geliyor, onun psikolojisinden  kurtulurum. Ama her zamanki gibi kendimi çok abarttım. Nasıl bu 1,5 metrelik boyumu unutarak kafamın içinde bu apartmanın çatısından öbür apartmanın çatısına atlayabileceğime dair senaryolar döndürüp, buna inanabiliyorsam, oruç da tutabileceğime inandım. O pazartesi, ben, ben değildim. Her gören neyin var dedi, ölüyormuşum gibi şaşkın ve acıklı gözlerle üstüme titredi. Öğleden sonra artık tamamen insanlıktan çıktım. Başımın ortadan ikiye yarılmasının yanında öğürmelerimi zor tuttum. Kusarsam bozulur diye kusmamı geri bastırmaya çalışmaktan içim dışıma çıktı. İftara da T bana gel bu halinle tek başına uğraşma, ben de yemek sofra var dedi. Yok dedim, ıhıh dedim ama dinletemedim. Çünkü o halde yemeği bile düşünmüyordum, sadece eve gidip, kendimi halının üstüne atıp, son nefesimi huzur içinde vermek istiyordum. Mecburen gittim. Evet eski ben'in değişmesi oldukça yol kat etti ama bazı şeyler hala nezaket ve iyi duygular içeriyor, onları da ayırt edebiliyorum. Neyse gitmeden önce tatlı alayım hemen caddeden de öyle geçeyim dedim. Tatlıcıda bir baktım kartım yanımda yok, naktim çıkışmadı, zombi gibiyim ayakta sallanıyorum, iftar oldu olacak, tatlıcı dedi ki al al önemli değil. Elimde tatlı paketi, yere çöküp ağlayacaktım ama abi ben ben...diye diye. Şimdi hatırladıkça sinirle gülüyorum. Hayatım kendi kendimi zor durumlara sokmakla, habire kendime yoktan yere sersefillik yaşatmakla geçti hakikaten. T'de yemeği zor yedim, artık kesinlikle kusmam gerekiyordu, kendimi eve zor attım. Saçma sapan bir şekilde durup dururken kendime zorluk yaşatmışım, kendimi hasta etmişim gibi hissediyorum vallahi.

O akşam Midnight Photo Studio (야한 사진관) dizisi başladı. Geçen hafta bitmiş olması lazım. O başladığı akşam bakmadım ama daha sonra bir ara ilk bölümüne baktım. Tee Joseon Dönemi'ndeki bir atası, ölüler dünyası ile anlaşma yapan Seo Ki Joo isimli esas kahramanımız, öldükten sonra ruhların son isteklerini yerine getiren bir fotoğrafçı gibi bir şey. Han Bom isimli başrol kızımız ise doğrucu davut bir savcıyken kovuluyor mu ne, avukatlık yapmaya çalışıyor. Tabiki yolları kesişiyor, oğlumuzun antik lanete göre son 100 günü mü ne kalmış yaşamak için falan filan. Başrollerde Joo Won ve Kwon Nara var, Joo Won'u severim de kız için hislerim karmaşık. Konu da böyle birçok başka fantastik dizinin orasından burasından birkaç bir şey alınıp, patchwork battaniye yapılmaya çalışılmış gibiydi. Çok çok boş, aşırı işsiz ve sıkılmış iseniz izlenebilir tabi. Bir bölüm bakıp, kapattım.


O hafta boyu artık ömrüm boyunca oruç tutamayacağımı anlamış olmanın yenilgi duygusuyla her öğle arasında bir kahveciye oturup kitap okudum. Gizli Bahçe'ye başladığımdan bir önceki yazıda bahsetmişim, Şubat'tı. İncecik kitap ama satır satır dikkat ede ede okumak istedim. O hafta bitti kitap. Ve filmi izlediğim yaşlarda okusam dikkat etmeyeceğim, beni etkilemeyecek şeyleri böyle fark ederek okumuş oldum.


15'inde cuma akşamı haftayı yine servisteki kızlarla iftar yaparak bitirdik (tek birimiz oruç tutuyordu ama olsun adı iftar). O gün telefon hattımı da değiştirdim. İşe başladığımdan beri Vodafone'du sanırım, Turkcell'e geçtim. Numarayı değiştirdim çünkü artık o icra olacak, fatura borcunuzu bize ödeyin diye taciz edip duran avukatlık bürosundan kurtulmam gerekiyordu. Şikayet edebileceğim her yere ettim, numaran değil de isimden geldiği için de engelleyemiyordum. Koskoca ülkenin adalet sistemi böyle bir şeye bile engel olamadığı, dahası bunu illegal bile bulmadığı için kendim çözüm bulmaya çalıştım. Artık hiçbir yere numaramı vermiyorum, satarsa bir Turkcell satar. (Gelen mesajlarda benim olmayan bir numara ve benim olmayan bir isim bulunuyordu bu arada, en üst düzeyden sinir bozucu.)


Gizli Bahçe bitince Kelt Mitleri ve Efsaneleri'ni aldım elime hevesle. Şubat'taki kitap siparişimle gelmişti o da. Evet hevesle okumaya başladım ama doğru düzgün 20-30 sayfa bile okuyamadım. Kafam allak bullak oldu. Tabiki Kelt mitolojisi ile ilgili bilgim sınırlı ve her şey yabancı geliyordu ama bu derece, bu kadar aşırılıkta bir yabancılık beklemiyordum. Yine ne de olsa bir kulak dolgunluğum var diyordum. Okuma benim için hiç keyifli olmamaya başladığı noktada tamam dedim, bir kenarda dursun onun da zamanı gelir herhalde.

O günlerde tvde yayınlanan bir diziye sardım ister istemez: Kızıl Goncalar. Youtube'da habire önüme düşüyordu videoları. Hımm bu neymiş o neymiş diye bakarken bir baktım izliyorum. İzleyebiliyorum, izlenebilir bir şey yani dedim. Sardı, cidden sardı. Özcan Deniz'den hoşlaşmayışımızda hepimiz birleşiyoruz evet ve bence Özgü Namal gerçekten rol yapamıyor (konuşma telaffuz tarzı ve ses rengiyle ilgili bir çiğlik var, kendi gerçek hayattaki sınıfından çıkamıyor bir türlü, her ağzını açtığında Adıyaman gibi bir yerlerden gelmiş, 14 yaşında evlendirilmiş, kaskatı bir cemaatin içinde büyümüş, dünya görmemiş bir kadın değil de şen şakrak bir Özgü'nün benliğini alttan alttan duyuveriyorum.). Ama hikaye sarıyor, diğer oyuncular çıtayı yükseltiyor - özellikle Sadi Hüdayi'yi oynayan Erkan Avcı ve Müyesser'i oynayan Asiye Dinçsoy'u ekranda her görüşümde kilitleniyorum - ve bir bakmışım merakla yeni bölüm bekliyorum.


Ekinoksta yazdım ama hey be kafam nasıldı dedim ya, işte baharın gelişinin ertesi günü kar yağdı burada. Şaşırdık mı hayır. Çünkü sonraki gün de 22'sinde de yağmaya devam etti. O haftasonu - 22'si ve 23'ünde - açıköğretim vizeleri vardı. Varmış yani, ben takvimime nedense daha sonraki bir tarihi işaretlemişim dönem başında. Instada Anadolu Üniversitesi'nin hesabında vizelerle ilgili bir gönderi görünce haftanın başında hayıııır olamaaaz diyerek ders çalışmaya başladım. Bir hafta çalışıp, vizelere girdim. Nedense - benim kaplumbağa hayatıma göre - aşırı hareketli bir haftasonu oldu o. Cumartesi tüm gün sınavlara girdim, çıktım T ve E ile alışverişe gittim, yemeğe tatlıcıya derken gecenin bir yarısı eve döndüm. Yorucu ama iyi hissettiren bir cumartesiydi. Üçümüz oturup tatlıcıda, güneşin batışını izleyerek muhabbet ettik. Hava aşırı soğuktu bana göre, sabah arabanın üstünde ince bir kar tabakası vardı mesela. Pazar günü de yine sabahtan sınava gittim, sınav çıkışı yine T ile Kızılay'da dolaştık.

Tatlı konusunda ne kadar abarttığımın kanıtı

25'i 26'sı 27'si güneşli ama buz gibi ve rüzgarlı olmaya devam etti. 28'inde çöl tozları geldi buldu bizi, hava yaz gibi oldu. 29'unda cuma akşamı eve geldikten sonra otururken aklıma esti, T'yi aradım gel gidip creme brulee yiyelim dedim. Aşırı güzeldi o creme brulee yalnız. 40'ıma varmadan bir arada bu tatlı işini kesmem gerekiyor biliyorum, ama nasıl olacak. Çünkü bazen - değil neredeyse her zaman - hayatta ilgimi çekip beni mutlu eden tek şeyin tatlılar olduğunu düşünmüyor değilim.

Aşırı güzel ama çok az gelen Creme Brulee

O haftasonu ise seçim zamanıydı. 30'unda cumartesi güneşin de etkisiyle balkondaki saksılara ne bulduysam ektim. Tüm gün balkonda iki büklüm maydanoz, salatalık, domates, çilek, çiçekler...ne bulduysam ektim. Arada bir bazı seneler böyle heves geliyor, azimle bir şeyler yapıyorum. Sonra güneş ve kuşlarla (ve tembellikle) olan mücadelemi kaybedip, vazgeçiyorum. Bakalım.


31'inde seçim günü hiçbir şey yapmadım. O kadar umutsuz, o kadar bezmiş halde, bu sefer sabah erkenden bile gitmedim oy vermeye. Akşam en son artık biterken gittim bir koşu. Amaaan diyerek. Tüm gün tv açmadım, hiçbir habere bakmadım netten. Sonra whatsapp gruplarından bir şeyler gelmeye başladı akşam. Neler oluyor diye bir açtım tvyi...Sanırım ilk defa 22 Temmuz 2007'deki genel seçimlerde oy kullanmış oluyorum, 18'i geçtikten sonra karşılaştığım ilk seçim o olmalı. En erken hatırlayabildiğim siyaset görüntüleri de Turgut Özal'ın gözlüklü halini içeriyor. Ben hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım.

Nisan başlarken açtığım şans kurabiyesi falı
- Ama yalan -

Nisan da yine bir motivasyon hissiyle başlamadı değil, 1 Nisan pazartesiydi çünkü. Ramazan son sürat devam ediyor olduğundan yine her öğlen kendimi odadan dışarı atıyordum. Ama her gün her gün bir kahvecide oturamazdım, hava da parklarda oturabilmek için yeterli durumda değildi o günlere dek. Nisan'ın ilk günlerindeyse 26lara kadar çıktı. Aklım havalarda dolaşmaya başladı. Ve o akılla bu senenin de salaklıklarını yapmaya başladım. Nette dolanırken takip ettiğim sanatçıların, grupların konserlerini turlarını görüyordum. Oraya bak buraya bak, onu araştır buna tıkla derken bir baktım bir yerden çok da dinlemediğim bir tanesinin tee Kuala Lumpur'daki konserine iki katı fiyatına bilet alıyorum. İşte böyle hayatımın bazı aşamalarında bazı şeylerde akıl tutulması yaşıyorum ya hani. Burada kaç kere de yazdım bunları, kaç kere böyle salaklıklar yaptığımı. Gene de yapıyorum.

Köye doğru yola çıkmadan hemen önce gelen kitaplarım

Ertesi gün annem geldi köyden. Bayramda ben onların yanına gidecektim, ama arabayla geleceğim dedim. Bunun üzerine tek başına olmaz diyerek birimiz yanında gelelim bahanesiyle annem geldi bu sefer. Cuma günü de işe gittim, cumartesi yola çıktık annemle. Annem araba süremiyor, direksiyonunun yükünü almak için değil de hani yalnız olmayayım diye yanımdaydı. Yalnız daha iyi sürüyor olduğuma inandırmam mümkün değildi tabi. En saçma günde yola çıktık tabi. 551 kmlik yol 11 saat sürdü. Aşırı trafik vardı, her yerde yol çalışması vardı. Suyum çıktı.

Köyde bayram ziyaretlerinden ev baklavaları

Köydeki ilk günler elimi kolumu kaldıramaz haldeydim. Her yerimden et kesilmişti. Böyle günlerce spor yapmışım da hiç dinlenmemişim gibi. Hareketsiz yatmak istedim ama bir yandan da annem hiçbir şey yapmasın, ben varım en azından bu birkaç günde her işi ben yapayım diye uğraştım. Tüm temizliği yaptım, tatlıları almaya gittim, her şeyi düzenledim, mezarlık ziyaretine gittim. Bayram günlerinde de bayram ziyaretlerine götürdüm onları. Biraz bile olsun dinlenemeden 13'ünde de bu sefer geri dönüş yoluna koyuldum. Yine yan koltukta annem, bu sefer aynı yol 17 saat sürdü. Çünkü geri dönüş yolunda bu kez her şey çok daha kötü bir hal almıştı. Her yer kapalıydı, arabalar yol kenarlarında durmak zorunda kaldı. Bir santim ilerlemeden saatlerce dağların, bayırların, çorak arazilerin ortasında yüzlerce araba bekledik. Tuvaletler doluydu, yiyecek bir şey yoktu, kaldı ki saatlerce hiç benzin alacak yer bile görünmedi. Çıkmayacak canım varmış diyorum. O gün geceyarısını geçerken eve girdik. Ama bu hayata çile çekmek için gelmişim. Bitmemişti.

Bu arada köye gitmeden hemen önce kitap siparişlerim gelmişti, Kaan Murat Yanık'ın iki kitabı ile Erşc H.Cline'ın M.Ö.1177 kitabı. Bavula atıp, gitmiştim. Kaan Murat Yanık'ın kitaplarına birkaç zamandır denk geliyorum, baya da merak ediyordum, sonunda Kitap Yurdu'nda bir indirim görünce aldım. Yanlarına sepeti tamamlasın diye attığım kitaba onlardan önce başladım ama. M.Ö.1177 kitabı da alışveriş listemdeydi tabi, ne zamandır okumak istiyordum ama indirim olmuyordu. Neyse almış oldum ve köyde öyle bir an boş vakit bulunca bir açayım bakayım dedim. Kendimden geçtim. Cidden. Çok mutlu etti beni kitap. Bunu tabiki anlayamazsınız, anlatamam. Goodreads'te şöyle yazdım mesela:




M.Ö. 1177: Medeniyetin Çöktüğü YılM.Ö. 1177: Medeniyetin Çöktüğü Yıl by Eric H. Cline
My rating: 5 of 5 stars

Konuyu daha önce okulda gördüğüm ve bir derste birkaç haftalığına dinlediğim için belirli bir fikrim vardı kitabı elime alırken. Ki zaten elime almama sebep olan da buydu. Arkeolojinin en ilginç dönemlerinden biridir bu dönem. Geç Tunç Çağı'nda Akdeniz'in etrafındaki topraklarda şimdi hikayelerimize ve efsanelerimize konu olan o meşhur medeniyetler en şaşaalı dönemlerini yaşıyordu. Mısır, antik dünyanın o muhteşem imparatorluğuydu. Hititler onlara kafa tutan bir diğer muhteşem uygarlıktı. Kenan'da, Mezopotamya'da, Yunan anakarasında ve adalarda tüm o isimlerini bildiğimiz büyük krallıklar, imparatorluklar gelişmişti. Sonra bir anda, hepsi tarih sahnesinden silindi. Mısır ayakta kaldı ama artık o eski Mısır değildi. Büyük imparatorlukların yerini küçük şehir devletleri, tuncun yerini demir aldı. Dünya sanki birden karanlığa gömülmüş gibi oldu. Çok eskiden beri tarihçilerin ve arkeologların bu duruma açıklaması III.Ramses'in sözlerinden alıntıydı: Deniz insanları gelip, her şeyi yakıp yıkmıştı. Bu o kadar dilimize oturdu ki, arkeolojiyle ilk ilgilenmeye başladığımdan beri "deniz kavimleri" deyişi benim için de alabildiğine normal bir şey haline geldi.
Oysa durum bundan çok daha karmaşık ve çok daha farklıydı. İşte tüm bunları da Cline'ın yazdıkları sayesinde öğrenebildim. Cline aslında fikir belirtmekten çok bu konuda yüzyıllardır ne yazılıp, çizildiyse uzun uzun onları döküp, sayıyor. Aralara hımm belki de şöyle böyle diye sıkıştırıyor ama ekseriyetle kesin böyle düşünüyorum demiyor. Esasında kitabın sonlarına doğru içimde tamamen genişletilmiş bir tez okuyorum hissi uyanmadı değil. Okulda yazdığımız tüm o proje ödevleri ve tezlerin ana yapısına birebir uymuş. Önce tüm bu uygarlıkların o kocaman kocaman hallerine nasıl geldiğini bir anlatıyor, oyuncuların biyografilerini dizer gibi. Sonra en gelişmiş hallerindeki hikayeyi anlatıyor ki o dönemdeki kozmopolitliğin bu derece olduğunu bilmiyordum cidden inanılmaz boyutlarda bir global dünya oluşturmuşlar 3000 sene önce. Ardından sözkonusu nihai çöküşe getirip, böyle oldu diyor. En sonda da tıpkı tezlerde yaptığımız gibi, bir sonuca bağlamaya çalışıyor ki kendi düşüncelerini belki de en fazla bu kısımda açık ediyor.
Ben aşırı keyif aldım okumaktan. Çok severek, her bir satırında öğrendiğim bilgilerin mutluluğuyla dolarak taşarak okudum.

View all my reviews

O hafta boyu annem kalırım haftaya dönerim deyince sevinmiştim. Hem birlikte daha çok vakit geçirmiş oluruz hem de köyde pek bir şey göremiyor, gezeriz diye düşünmüştüm. Ama bayram dönüşü ofistekiler haydiiii çalışalııımm deliler gibiiii modundaydı. İki gün izin istedim, vermediler. Ya yazık günah, annemi azcık gezdireceğim, kendim için istemiyorum, ıhıh. Çalışacağız. Sanki atomu parçalıyoruz. Zaten bayramda da izin yapmışım. Bayramda? İzin? Zaten resmi tatil olan günler olduğu için hiçbirimiz ofise gelmedik ki. Nasıl yani dedim. Yok şehir dışına gitmişim. Herkes burada kalmış ben gitmişim yani izin yapmışım. Aklım dimağım almıyor. Almadı. Şaka mı dedim ya. Bu olsa olsa şaka olabilir böyle absürt bir şey. RESMİ TATİL. Evde oturup, bilgisayarı açıp güvenlik duvarına gözlerimi dikip, her an bir şey olur da ofise koşmam gerekirse diye arabanın anahtarı elimde durmam mı gerekiyordu?! 

Çocuklarla resim yapmak - aşırı rahatlatıcıymış!?

Salı gün öğleden sonra çıkabildim güç bela rica minnet. Annemi biraz gezdirdim. Abim hemen aradı tabi. Size geleceğiz diye. Dedim gelmeyin biz gelelim. Belki böyle yırtarız diye düşünmüşüm, ne kadar safım. 27'si çarşamba akşamı gittik tamam. Dedim artık daha görmemize gerek yok bir kere görüştük. Ama içimde hala sıkıntısı var. Hava 30 derecelere doğru yol alıyor. İşten bir türlü başka izin alamıyorum, annem evde, ben ofiste çılgınlar gibi çalışıyorum. Tabi bunların hiçbiri yine salaklıklarım için bahane değil ama işte bence haklıyım. Benim suçum değil. Her şey diğer insanların suçu. Herkes ve her şey üstüme aşırı baskı oluşturmasa, herkes ve her şey hayatıma karışmasa....Yeter artık diye bağırmak istedim ya. Bağıramadığım için bu sefer de başka bir grubun Hong Kong'daki konserine yine iki katına bilet aldım. Bunları hiç düşünerek yapmadım bu arada anlayabiliyor musunuz? Böyle kocaman bir topun içinde herkes beni bir tarafa sallıyormuş, yuvarlanıyormuşum gibi bir kafada geçen günlerde yaptım bu işleri. Bir yandan diyorum ben ne yapıyorum ama yapıyorum. Hong Kong'a da gitmek istemiyorum, Kuala Lumpur'a da. O kızı da dinlemiyorum öbür grubun müziğine de pek dayanamıyorum. Ofiste habire bir şeyler oluyor, ya bir saniye konuşmayın benimle bir saniye bir şey söylemeyin bir karışmayın bir beni bana bırakın da bir anlığına da olsa kafam bana kalsın ya. Yok. Çıldırmanın eşiğindeydim, bir yandan Hong Kong'a gidiş bileti aldım. Ama hiçbiri istediğim şeyler değil, kim yapıyor bunları diye ellerime bakıyorum. Zaten cuma akşamı da abim geldi, çocukları bize attı ve gitti. Cumartesi oldu, çocuklar duruyor. Cumartesi akşamı ofise gitmem gerekiyordu, çalışma yapacaktık. Bakın haftasonu bile işe gittim o hafta. Pazar sabahı oldu çocuklar hala bizde. Annem de yorgun, ben bitiğim. Bu arada anneme pazartesiye geri dönüş bileti aldık, ben durdukça bunlar senin başını yiyecek dedi kadın çünkü. Halime o daha da üzüldü. Pazar günü ancak öğleden sonra olduktan sonra annemle baş başa kalabildik. Biraz belki birkaç saat ayaklarını uzatabildi. 22'sinde de döndü zaten.

23'ünün tatil olması göklerden gelen bir iyilik gibiydi. Evin altı üstündeydi, kirlenmemiş, üstüne edilmemiş hiçbir eşya, hiçbir nokta kalmamıştı. Tüm gün temizlik yaptım. Evle birlikte ruhumu da temizlemeye çalışıyordum. Bu arada malum biletleri aldığım andan beri her dakika kafamın içinde şöyle dolaşıyordum: Gitmek istemiyorum, ne yapacağım, gideyim gideyim niye gitmeyeyim ki güzel macera hak ettim sonuçta taksit taksit öderim, hayır hayır istemiyorum o kadar para harcamak ne demek yarın öbür gün ülke iflas edecek ben ne yapıyorum hem hak etmiyorum etmiyorum işte istemiyorum,...ama her dakika. Her bir dakika. Kafamın içi. Yatıyorum, sabahlara kadar gözüme bir saniye uyku girmiyor. Gün içinde insanlarla konuşuyorum, kafamın içinde hep bu sesler. 23'ünde akşam boğazımın sol kenarına bir şey takıldı. Yediğim şey boğazımda kaldı ohh mükemmel diye küfrederek yattım. Elimi sokuyorum, kusmaya çalışıyorum, ekmek yiyorum, su içiyorum ıhıh gitmiyordu. Yine küfrederek ve tüm gece kafamda o seslerle yattım.

24'ünde sabah kalkarken bu sefer boğazımın her yanı acıyordu. Dedim iyi tahriş ettim akşam kalan şeyi çıkaracağım derken. Lanetler okuyarak işe gittim. Öğlende kafam bir milyon oldu, bir baktım ateşim çıkmış. Ben hala boğazımda bir şey kaldı zannediyorum. Allah allah dedim ne demek ateşim çıktı. Akşam evde otel-kalacak yer bakmaya başladım Hong Kong için. O kadar para gömdüm çünkü kaçarı yok artık işi ciddiye almam lazım dedim. Tüm akşam nette kalacak yer inceledim. Habire bir aksilik çıktı önce, en ufağından en büyüğüne. Liseden beri kullandığım kalem bozuldu mesela elimde. Kalakaldım. Otel bakarken bozuldu. Öylece. Kalem bile bozuldu. Okudukça, yer baktıkça moralim de bozuldu. Çok kötüydü. Her şey, her yer çok kötüydü. Ya bir aylık maaşımı verip, tamamen 4-5 yıldızlı bir otel tarzı bir yerde kalacaktım ya da sabahına tüm iç organlarımdan vazgeçeceğim tarzda bir yere razı olacaktım. Ki 4-5 yıldızlı oteller için bile neler yazıyordu. Sinirlerim alt üst oldu. Zaten gitmek istemiyorum bir de her şey kötüydü. Hong Kong da Çin'e dahil gibi bir şey olduğundan (bu konular teferruatlı) en son bir şey okuduktan sonra aklımda şey belirdi, e ben gidince annemi nasıl arayacağım whatsapptan diye düşünüp ağlamaya başladım. Zaten ateşim vardı. Sarhoş gibi bir şeydim.

25'inde perşembe sabahı bir gözümü açtım ölüyorum. Boğazım aşırı kötü, kafam sisin içinde. Hiçbir yerimi oynatamıyorum. İşe gidemedim, aile hekimine bari gideyim diye açılma saatinde asm'ye gittim. Bir soğuk algınlığı ilacı falan verir de öğleden sonra işe giderim diyordum, çünkü hala dünyayı biz kurtarıyoruz ya iş yerinde aman gitmemezlik etmeyeyim. Doktor boğazıma bakıp geri hopladı. Bu ne olmuş böyle dedi, ne olmuş dedim. Ben hala bir şey kaçtı ve tahriş oldu diyorum. Bir dolu ilaç, antibiyotik...verdi. Eve gidip, yattım. Ben nasıl hasta olurum diyordum kendi kendime. Yani midem rahatsızlanıyor evet son senelerde ama böyle hasta olmak...Gözlerim biraz açılır gibi olunca geçtim bilgisayarın başına ne olacaksa olsun dedim. Önce uçak biletini iptal ettim, bir kısmını kestiler tabi. Sonra konser biletlerini satışa çıkardım. Birkaç hafta içinde maaşımın yarısını öylece puf diye sokağa attım yani. Öylece. Sadece. Bir de işin detayları var ki şu anda da anksiyete krizleri geçirmeme sebep oluyor. Misal a ise b ise c veya d iken e gibi önermelerin sonucunda bir bakmışım şey olabilir, hem biletleri alırken ödediğim paranın benden çıkmasının yanında, hem yeni satacağım insanlara biletler ulaşmamış olacağı için onların ödediği paraları da benden alabilirler. Gitmesi gereken yere gitmeyip de bana gelirse biletin biri, bir de üstüne uluslararası kargo parası ve gümrük falan ödemek zorunda kalabilirim. Gibi gibi. Şeyler olabilir. Benim salaklığımla...hepsi olur valla. Havayolu şirketi de parayı yatırmadı zaten hala.

 

 26'sı cuma günü işe gittim tabiki. Çünkü, dedim ya ça-lı-şı-yo-ruz. Ama ölüyorum. İlaçlar bana mısın demedi. Güller açmaya başlamıştı, aklımda Candy'nin jenerik müziği, gördüğüm her güle üzgün üzgün baktım. Evde yatarken Queen of Tears'ı (눈물의 여왕) izlemeye geri dönmüştüm. Bayramdan önce annem geldiğinde izlemeyi bıraktığım için ve o zamandan bu yana da başım dağılmadığı için 7.bölümde mi ne kalmıştım. Sonra Lovely Runner'a (선재 업고 튀어) başladım. Byeon Woo Seok'u Strong Girl Namsoon (힘쎈여자 강남순) fiyaskosundaki tek elmas tanesi olarak izleyip, yeteri kadar düşmüştük hep birlikte hatırlarsanız. Buradan sonra ne yapacak artık bu acıklı gözlerimizden kendini mahrum mu edecek derken bu dizinin haberi gelmişti. Gerçekten kendime bu eziyeti etmemem gerekiyor ya. Yine bir geçmişe dönüp, geleceği değiştirmeye çalışma hikayesi. Gene bir pişmanlıklar, kaçırılan şanslar, yaşananamışlıklar...İzlemek istiyorum, kendimi alamıyorum ama içim eziliyor, göğsüme taşlar doluşuyor. Çok aşırı mutlu sona bitmezse kendimi nasıl toparlarım bilmiyorum. Minik kalbim daha fazla dayanamayacak gibi hissediyorum.

 

 27'si cumartesi olunca bu sefer de pikniğe gittim servisteki kızlarla. Çok önceden verilmiş bir sözdü, ayarlanmış bir şeydi, ben olmayınca da iptal olurdu, o yüzden ilaçlarımı içtim, kendimi iyi olabileceğime ikna ederek çıktım yola. İyi de geldi, temiz güneşli havada olmak, kızlarla muhabbet edip gülüşmek...Başka bir şey düşünmemek. Özellikle, düşünmemek. Gene de gün içinde zaman zaman olduğum yere yığılıp kalacakmışım gibi hissettim, hiçbir şey belli etmedim. O yüzden ertesi gün, pazar günü yattığım yerden kalkamadım, yine ateşim yükseldi. Hava da zaten delicesine bir fırtınaydı. Nisan'ın son günleri sırf o fırtınayla geçti zaten.


Mayıs'ın birinin de tatil olmasına gerçekten ağlayacaktım mutluluktan. Çünkü neredeyse bir aydır, Nisan'ın başından beri hayatım beni bir sürü kayayla çakılla dağın tepesinden yuvarlamış gibi hissediyordum. Her yerim yara bere içinde, etlerim sökülüyor ama duramıyorum, her durmaya çalıştığımda bir tekme geliyor dönmeye devam ediyordum. Yorgundum. Böyle bu kelime anlatmıyor hissettiklerimi. Yorgundum. Yopyorgun, yopusyorgun, yoryoryoryorgun. Hasta. Bitik. Bir türlü iyileşemiyordum. O gün evde olmak çok iyi geldi. Sabah kalkıp, ekmek almak için çıkınca hanımelilerin açtığını görünce de bir mutlu oldum (çünkü en çok sevdiğim çiçek).

Bu arada tam o günlerde instada bir grubun videolarına denk gelmeye başladım. Yıllardır k-pop'un hep aynı şeylerini dinleyip duruyorum, artık her yeni çıkan grup, her yeni çıkan şarkı tamamen aynı. Hiçbirinin birbirinden bir farkı olmuyor ya da müzikal anlamda bir şeyler ifade etmiyorlar. Olay tamamen konsepte dönmüş durumda. Bu sefer duyduğum şey pop değildi, rock müzikti. Sanki uzun yıllar önce arkamda bıraktığım bir arkadaşımla karşılaşmışım gibi hissettim. Yıllardır sadece kola içiyormuşum da şimdi elime su geçmiş ve ilk yudumla birlikte aslında suyun ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlamışım gibi oldu. Biraz daha dinledim, açtım şarkıların tamamını dinlemeye başladım. Sonra kim bunlar, ne bunlar diye bakındım, sadece kendi şarkılarını değil, yaptıkları coverların videolarını izledim. Xdinary Heroes diye bir gruptu bu. 6 çocuk. Bateri, bas gitar, iki elektro gitar ve keyboard, synthesizer vardı. Normalde k-popta önemli olan müzik gibi gelmiyor bana açık söyleyeyim. Hatta dediğim gibi, artık tamamen konsept için yapıyorlar her şeyi. Bu grubu dinlerken müziği duydum ya. Böyle basbaya müzik. Ben gençken ve müzik gerçekten müzikken canlı canlı duyduğum şeyleri duydum. Basın sesini duydum, müzikle birlikte hisseden bu çocukları gördüm. Tabi hiç fikrim yok değildi bu tür grupların varlığına dair. Şimdiye kadar The Rose dinliyordum mesela, Day 6 dinlemiştim, Hyukoh dinlemiştim, N.Flying dinliyordum. Ama hiçbirinin müziği bu derece "müzik" gibi gelmemişti. Gerçekten müzik duyuyordum. Sanki yıllarca mağarada kalıp, müzikle yeni tanışıyormuşum gibi hissediyorum. Son 10 gündür aralıksız Xdinary Heroes dinliyorum. Evet yine bir şeye takınca kendimi tüketene kadar takıyorum. Bu ara denk gelmemin sebebi de yeni albümleri çıktığı için sosyal medyanın onları önermeye başlaması.

Mayıs'ın 4'ünde ve 5'inde cumartesi pazar günleri kombiyi yaktım. Evet. Mayıs'ta. Çünkü buz gibiydi evin içi. Geçen hafta boyu dışarıdan yedim. Aslında iyi gidiyordum bu konuda. Sonra işte, geçen hafta ip söküğü gibi...Bir gün pizza, bir gün döner, bir gün dürüm, en son dün akşam yine pizza derken bu sabah da kahvaltı niyetine kalan pizzaları yedim. Çok yorgun ve bitiğim diye gram hareket de etmiyordum zaten. Sağlığımın zirvesindeyim şu an. Dün akşam C ve N gelmişti, aylar sonra buluşmuş olduk. Saatlerce astroloji muhabbeti yaptık. Arada böyle şarj olmak gerekiyor sanırım. Onları yolcu edip, kapıyı kapatıp boş eve bakınca içimi bir bomboş hissettim. Yaşlanmışım.

Bugün cumartesi güya ama habire pazarmış gibi hissediyorum. Bir pazar havası var üstümde. Yerimden kalkıp, bir an yarın işe gideceğim diye moralim bozuluyor sonra kendime hatırlatıyorum yarın pazar, işe gitmeyeceksin. Sabah güneşliydi ama şimdi yine karanlık, yağmurlu, şimşekli. Tam pencere kenarında battaniyeye sarınıp, Jane Austen okumalık.

20 Mart 2024 Çarşamba

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"


Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - Keşiş Bede, Eostremonath (Nisan ayının eski Anglo-Sakson isimleri) sırasında pagan Anglo-Saksonların onun onuruna düzenlenen festivallere yardım ettiğini belirtiyor. (İki yüz yıl sonra Almanya'da, Charlemagne'ın Hayatı adlı eserinde, Einhard adlı bir keşiş, Nisan ayının eski adını Ostaramonath olarak vermiş mesela.) Almanya'daki bazı yazıtlarda da ondan bahsediliyor ve modern Paskalya tatilinin ismi de ondan geliyor. "Eostre" (Eski Germen dilinde "Ostara") adı, Yunan şafak tanrıçası Eos'la ilişkili aslında ve her ikisinin de kökeni Proto-Hint-Avrupa kökenli bir şafak tanrıçasına kadar uzanabilirmiş, öyle diyorlar.

Jakob Grimm, Teutonic Mythology adlı eserinde "Ostara, Eástre, baharın büyüyen ışığının tanrıçasıydı." diye yazar. Yılın bu zamanında çiy şeklindeki kutsal su veya derelerden toplanan su toplanıyordu; onunla yıkanmanın gençliği geri getirdiği söyleniyordu. Saf beyazlar içindeki güzel bakirelerin eğlenirken görüldüğünü yazar Grimm. Ayrıca Grimm'e göre, Osterrode'un beyaz bakiresi, kemerinde büyük bir anahtar yığınıyla ortaya çıkar ve Paskalya sabahı su toplamak için dereye doğru yürür.

Ostara genellikle genç bir bakire olarak belirtilir - Ember Cooke'un yazdığı gibi, "...çocuk doğurabilecek kadar yaşlı ama anne değil." Çiçeklerle veya yeni yeşilliklerle süslenmiştir ve sıklıkla dans eder. Çoğu zaman neşelidir, ancak aniden yağmura dönüşebilen bahar havası gibi kolaylıkla aniden ciddileşebilir. Baharın kendisi gibi o da kaprisli ama masumdur.

Günümüzde ise "Wheel of The Year"ın bayramlarından biri. Bahar boyunca kutlanan 3 bayram var, 2 Şubat'taki Imbolc, 20/21 Mart'taki Ostara ve 30 Nisan/1 Mayıs'taki Beltane.


Babil takvimi, Mart'taki bu bahar ekinoksundan sonraki ilk yeni ayla, Sümer tanrıçası İnanna'nın (sonraki İştar) yeraltı dünyasından dönüşünün ertesi günü başlıyordu mesela. İştar Kapısı'ndan Eanna tapınağına Akitu adı verilen bir seremoninin olduğu geçit törenleri ve Tammuz (Sümerlerdeki Dummuzi) ile evliliğinin canlandırıldığı ritüeller yapılıyordu.

Pers takvimi de her yeni yıla bahar ekinoksu ile başlıyordu. İran'da hala bu şekilde hatta bildiğim kadarıyla. Navruz olarak kutladıkları bu gün oldukça önemli onlar için. Roma'daki ev arkadaşlarım olan İranlı kızlar yılın bu zamanı hep eve gidiyorlardı kutlamalar için mesela. Hindistan'da da sanırım bu böyle. Japonya'da da bu gün tatil oluyor, insanlar aile evlerini ziyaret ediyorlar.

Kamboçya'daki Angkor Wat'ta ve Meksika'daki Teotihuacan'da bahar ekinoksunda güneşin doğuşu kutlanıyor her yıl.

Bahar ekinoksunda, Teotihuacan'da güneş doğduğunda sabah 7:15 ile 7:45 arasında, Quetzalcoatl Sarayı'nın batı duvarındaki mazgallı siper benzeri yapıya kazınmış ve kırmızıya boyanmış figürler boyunca bir gölge yukarı doğru hareket ediyor. Tasvir edilen figürlerden bazıları, karanlığın yanı sıra ışık ışınlarıyla da ilişkilendirilen bir kuş olan baykuşlar.

Ekinoks sırasında Angkor Wat'ta ise gün doğumunda, batı girişinin önünde duran biri güneşin doğrudan merkezi lotus kulesinin üzerinden yükseldiğini görebiliyor.

Ostara yeni başlangıçların ve büyümenin zamanı. Ostara'nın sembolleri yaşam döngüsünü, büyüme ve bolluk potansiyelini ve aydınlık ile karanlık arasındaki dengeyi temsil ediyor.


“Hail Ostara, white-clad maiden. Snow and ice melt at your gaze, flowers bloom with each soft step. We who late have longed for spring-time, we welcome you at winter's end. I praise you now, O bright Ostara: Earth's cold cover send from here!”

11 Mart 2024 Pazartesi

beatha


 Vay. En son tam bir ay önce yazmışım. Yuh bana. Oysa bu bir ay içinde çok defa yazmalıyım dediğim oldu. İçimden böyle yazma isteğiyle taşarak eve geldiğim oldu. Ama niyeyse her defasında bir şekilde başka işlere daldım. Evde iş bitmiyor ki. Eve girince ne ara gece yarısı oluyor anlamıyorum. İş yerinde de işler yavaş bu ara aslında. Çok meşgul değiliz. Ama ne hikmetse sekiz buçukta masama oturuyorum, ne ara akşam oldu, ne ara servise koşturuyorum anlamıyorum. Serviste eve doğru gelirken düşünüyorum ben bugün ne yaptım, bunca saat ne ile geçti, hiçbir fikrim olmuyor. Koca bir boşluk. Hafızam bomboş oluyor. Neyse. En son görüştüğümüzden bu yana neler hissettim, neler düşündüm, neler oldu?

Çin takvimine göre Ejderha yılına girdik. İlk o oldu evet. Kaplan yılı olan 2022'de hevesle, bir kaplan olduğum için mükemmel şeyler olacak diye düşündüğümde ve o yıl - yine - sihirli değnek ortaya çıkmadığı için, çok da sallamıyorum ama neyse. Kaplanlar için ejderha yılı fena değil diyorlar, hadi bakalım.

Ejderha yılına girmemizin ertesi gününde bir pazartesi akşamı, serviste, hepimiz eve doğru yol alırken konu ilerledi, muhabbet gelişti ve bir baktık, eh hadi inince avmye gidelim derken bulduk kendimizi. Bir arkadaşımızın yeni bebeği olduğu için ona hediye alacaktık. Bir ara almamız gerekiyordu, neden o akşam olmasındı ki? İndik, arabayı aldım, 4 kız akşam trafiğinde baya da uğraşarak (benim üstün araba kullanma becerilerim sayesinde) avmye gittik. Hediyemizi aldık, yemek yedik, tatlı yedik, çay içtik. Ama en önemlisi muhabbet ettik. Kahkahalarla, keyifle, merakla, coşkuyla muhabbet ettik. O akşamki kadar mutlu hissettiğim çok az akşam vardır, öyle söyleyeyim. Şimdi böyle her gün okuluna gidip, tüm gün arkadaşlarıyla dışarıda olan, tüm gün birilerini gören, konuşanlara çok tuhaf geliyordur böyle bir şeyi böylesine olağanüstü şekilde anlatmam. Yalnız bir hayat geçirmeyen herkes için tuhaf gelebilir. Tek başınıza yaşıyor olup, yalnız olmayabilirsiniz, o zaman da tuhaf gelebilir bu dediklerim. Öyle bir akşamın, enerjinin tuttuğu hemen hemen yakın yaşlardaki diğer 3 insanla yalnıza muhabbet edip, eğlenebilmenin benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu nasıl anlatabilirim ki? Yalnızca keyifle sohbet edebilmek, bir şeyler yiyebilmek, fikirler paylaşabilmek...Çok mutlu hissettim o akşam. Mutlu hissedebilmek de olağanın üstünde bir durumda benim için. Ben 2019'dan beri kendime ne yaptım, hayatıma ne oldu yeni yeni algılayabiliyorum böyle şeyler hissettiğimde. Ne kadar değiştiğimi fark ediyorum. Bu kadar değişebilmek için kaç kere ölüp geri dirildiğimi hatırlıyorum. O masada oturup, kızlarla sohbet ederken kendime baktım dışarıdan. Eskisi gibi değildim. Artık kimseye rol yapmıyordum. Başka biri, başka bir şey olmaya çalışmıyordum. Hissettiklerimi gizlemeye çalışmıyordum. Her hareketimi kontrol etmeye çabalamıyordum. En ufak bir şey belli etmemek için büyük büyük hareketler etmeye çalışmıyordum. Beni sevsinler diye uğraşmıyordum, sevimli olmaya çalışmıyordum, ilgi çekmeye, saçma bir şekilde de olsa ilgiyi kendimde toplamaya çalışmıyordum. Bendim artık. Sadece kendimdim. İçimden geldiği gibi muhabbet ediyordum. Değiş diye yazmıştı biri bir sabah bir kapının ardına yapışmış bir kağıdın üstüne büyük harflerle. Bu kadar zaman almasını ummuyordum.

O sabah aslında Nihan da öyle durup dururken haydi bu akşam buluşalım demişti. Sonra iptal olmuştu buluşmamız gün içinde. Akşamına serviste bu defa böyle bir anda haydi gidelim diye bir şey olunca vay dedim hayatın tesadüfü. Sonra ofiste oda arkadaşlarımla gün içinde Leo'nun ayıyla güreşip, Oscar almasından konuşmuştuk. Akşam kızlarla konuşurken konu yine Leo ve ayıya geldi. Allah allah dedim. Öğlende odadakilerin canı pide çekmişti, pide söyleyip yediler. Ben istemedim. Akşam da kızlar haydi pide yiyelim dedi. Güldüm, yedim. Yolda avmye giderken Çin burçlarından bahsettik, çünkü hani yani Çin yeni yılıydı. Sonra avmde alakasız bir şekilde kocaman peluş kaplanlarla karşılaştım. Büyü olayını çözmeme şu kadar kaldı.

14'ünde "The New Look" diye bir dizi yayınlandı. Christian Dior'la Coco Chanel'in II.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşadıklarından esinlenmiş gibi bir hikaye. Hem tarihi, hem moda devleriyle ilgili falan derken büyük bir hevesle açtım ilk bölümü. 15-20 dakika ancak dayanabildim sanırım. Hiç sarmadı. Hem de o kadar her şey benlikmiş gibi dururken.

15'inde bir otelde seminer gibi bir şey vardı. Ona gittim. Bir otel dedim ama, şimdiye kadar gördüklerimin en en en'iydi yani. Daha önce de yazdıklarımı okuduysanız çok da otel görmediğimi, oteller hakkındaki bilgimin sınırlı olduğunu biliyorsunuzdur. Bu defa gördüğüm en devasa olanıydı benim için. Böyle de hayatlar var dedim. Böyle de şeyler var. Kendimi yine 10 yaşında hissettim. Tek başıma orada olmamalıymışım, annemin elinden tutuyor olmalıymışım gibi. Üstüm başım, saçım, her şeyim bir yetersiz gibi geldi. Bir eğreti duruyor gibi hissettim yine. Sosyal sınıfların çizgileri çok kesin çocuklar. Çok derin.

O gün KitapYurdu'nda YKY kitaplarında indirim vardı. Yıllardır okuyacağım okuyacağım dediğim Amin Maalouf'un kitaplarından Doğunun Limanları ile Arapların Gözünden Haçlı Seferlerini ve Binbir Gece Masalları'nın ciltli halini, bir de Frances Hodgson Burnett'in Gizli Bahçe'sini sipariş ettim.(Amin Maalouf'un yazdıklarıyla tanışmamı şurada anlatmıştım.) Görünene göre yarı fiyatlarına aldım ama zaten en başında o kitapların fiyatları bu şekilde mi olmalıydı, orasını da bilemiyorum. Gizli Bahçe bu arada benim için ayrı bir yere ve öneme sahip. Neverland'de de bahsetmişimdir, çocukluğumu etkileyen filmlerden bir tanesiydi 1993 yapımı filmi. Neverland'e ilk başladığımda hevesle yaptığım listelerden "Ben Masumum" serisinde yazmıştım hatta. Hatta blogun sağ şeridine bir göz gezdirirseniz filmin üçlüsünün bahçedeki bir fotoğrafını da bulabilirsiniz. İşte taa o zamanlardan ruhumda olan hikayeyi ancak bu yaşta kitap olarak elime alıp, okumaya da başlayabildim. Ocak başladığında hevesle başladığım Elizabeth Kostova'nın Tarihçi'si aynı hevesle bitirebildim şükürler olsunki (bu ki birleşikti değil mi). Goodreads'te işaretlediğime göre 2015'te okumak istiyorum demişim Tarihçi'yi. Her şeyin bir zamanı var demek ki. Hemen ardından da elime Gizli Bahçe'yi aldım. Tarihçi'yi bitirebilmem bir buçuk ayımı aldı ama olsun.

16'sında Cey'e gittik. İş çıkışı, cuma akşamı, üç kız oturup ev yapımı pizza yedik nostaljik müzikler eşliğinde. Nihan doğum haritalarımızdan senelik çıkarımlar yaptı (bu sene gene hiçbir şey olmuyor hayatımda, kendi içime dönme senemmiş, hangi sene değildi ki). Pasta kestik, Neredeyse 1 ay olmuş olabilirdi ama hala doğum günümdü. O masada oturmak tuhaftı. Normalde o evde, salondaki masada yemek yemek için yetişkin olmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Hissediyorum yani. Ama yetişkin değildik. Öyle miydik? Üniversitedeymişim gibi oluyorum çünkü Cey'in evine gidince. Doğruca odasına gidip, yine ödev yapacakmışız gibi. Annesi yiyeceklerimizi odaya getirecek, biz de halının üstünde yiyecekmişiz gibi. Salondaki masada küçük kalıyormuşum gibi hissettim, boyum yetmiyormuş gibi. Oysaki annemin benim bu yaşımda olduğu yaşta, liseye giden bir çocuğu vardı. Bense 37 yaşında liseyi yeni bitirmişim gibi hissediyordum. Salondaki koltuklarda oturduk sonra. Gözümde hep Im Juli izlediğimiz gece vardı. Çünkü salondaki koltuklarda da oturmazdık öğrenciyken. Tek bir sefer, sabahına ne sınavı olduğunu hatırlamadığım bir sınav olduğu o gece, sabah 4'e kadar salonda oturup, o filmi izlemiştik.

17'si Neverland'in doğumgünüydü (Tam 13 yaşında artık) ama çok meşgul, pek sosyal bir hafta geçiriyordum. O cumartesi sabahı koştur koştur pasta aldım mesela, hayır Neverland'i kutlayabilmek için değil, Tuğba'ya sürpriz yapacaktık. Sonra bebek görmeye gittik, yeni doğan bir bebeğin doğumunu kutlamanın adı bu. Kısa sürmesi gereken oturma tüm günümüzü aldı. Saatlerce oturup, konuştuk çünkü Emrah'ların evinde. Çaylar doldu doldu boşaldı. Güldük, konuştuk, ben yine kendimi tuhaf hissettim. Çünkü yine mutluydum. Keyif alıyordum. İnsanlarla bir arada olmaktan. Muhabbet etmekten. Bir şeylerin parçası olmaktan. Yalnız olmamaktan.

Akşamüstü benim eve geçtik kızlarla. Bu sefer Tuğba'nın pastasını kestik. Kahve eşliğinde iş yerinden yakındık, insanlardan yakındık, dedikodu yaptık. Birbirimizin renk analizini yaptık, çok güldük, çok eğlendik. Sadece mutluydum. İlginç bir şekilde mutluydum. Saf bir halde. Bir yetişkinin ortamında ama gene de çocuk olarak. Bunun üzerine düşünmeyerek. Yine sadece kendim olarak. Kızlar gittikten sonra evin ortasında durup, bu değişik duyguyla ne yapacağımı bilemez halde dikildim.

18'inde pazar günü tüm gün bilgisayarın başında, yıllardır yazmaya çalıştığım bir şeyi yazmak için oturdum. Tüm gün. Sabahtan akşama. Gidip gelip yazdım. Çünkü perşembe günü, öylesine bakarken bir şey görmüştüm. Kader gibiydi. Tam benim düşündüğüm ama o kadar da olmayacak bir şeydi. Ona başvurabilmem için aylardır ertelediğim bu şeyi bitirmem gerekiyordu. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar motive bir halde tüm gün uğraştım. Sonunda bitirdiğimde o şeye başvurmamın bile bir önemi kalmamıştı. Çok uzun zamandır aklımda olan, benimle omzumun üstüne her yere gelen, ağırlığıyla süründüğüm bir şeyi yere bırakabilmişim gibi oldu. Sırf o sayfayı yazıp, kaydete basınca bile bir ferahlık geldi üstüme. Sanki o sayfanın yapacağı, o sayfanın bana açacağı yolun hepsi olmuş da hayatım istediğim gibi olmuş hissi geldi üstüme. Sadece o satırları yazabilmek bile yetti bana neredeyse yani. Gerçi az önce cevap geldiğini gördüm, olmamış ama olsun.

Marry My Husband bitti 20'sinde. Bu senenin ilk dizisiydi benim için. Başından sonuna iyi gitti, kararında bir hikaye anlatıp, bitirdi. Onu da yazacağım umarım bir ara.

Sonraki hafta tamamen Avatar The Last Airbender'la geçti. 22'sinde 8 bölüm birden yayınlanınca ve aylardır onu bekliyor olduğum için perşembeden pazara yemeden içmeden bölümleri izledim. Güldüm, eleştirdim, karşılaştırdım ama bolca ağladım. Evet. Bir çizgi filmden uyarlanan bir fantastik diziye, çocukların oynadığı bir diziye bakarak salya sümük ağladım. Çünkü hem çizgi filmin kalbimdeki yeri ayrı, hem de dizi için yer yer çok özenli, çok nokta atışı sahneler, monologlar yazmışlar. Off. Keşke çizgi filmi ilk defa görüyor olsaydım. Keşke ilk defa izliyor, ilk defa karşılaşıyor olsaydım.

24'ünde cumartesi günü Avatar izlemekten şaşılaşmış gözlerimi dinlendiririm hem, hem de güneş manyak parlıyor dışarıda diye çıktım kaleye gittim. Çook küçükken, Ankara'ya ilk geldiğimiz zamanlarda sanki bir annemlerle kale yoluna doğru gitmiştik arabayla. Çok bellli belirsiz bir görüntü gözümün önünde. O kadar. Sonraki 25 yıl boyunca hiç gitmedim. Çünkü ben büyürken kalenin olduğu yer biraz fazla tehlikeli, fazla ücraydı. Canına değer veren kimse yanaşmazdı. Sonra oraları da düzelttiler, kaleyi de. Hep doğru bir zaman, doğru bir fırsat oluşsun diye bekleyince de böyle oldu. Çıktım gittim o cumartesi. Pırıl pırıl güneş. Yeni makinemi de denedim. Hiç başarılı değilim ama olsun. Kalede de çok görülecek bir şey yok ama ona da olsun.

27'sinde salı akşamı "Mehmed Fetihler Sultanı" dizisi başladı. Trt'nin tarihi dizilerinin izlenemez olduğunu fark edeli yıllar oluyor. Ama her defasında aynı heyecana kapılıyorum, elimde değil. Hepsinin ilk bölümü izlemeye oturuyorum bir, böyle sanki her defasında aynı şeyi yaşamamışım gibi. Bir türlü akıllanmıyorum. İçimde hep o umut. Ama bu sefer biraz işe yaradı o umut. Bu dizi iyi başladı. Gerçekten iyi. Henüz ilk iki bölüm yayınlandığı için o kadar gözüme batmadı ama propaganda olayları herhalde bir 4-5 bölüm sonra bunda da kafayı yedirtir hale gelir. Şimdilik mutluyum. Sadece o kadar uzun ki haftaya yayarak izleyebiliyorum.

28'inde çarşamba akşamı bu sefer aynı ekip - 4 kız olarak - Korelee'ye gittik iş çıkışı. Çok lezzetliydi yine her zamanki gibi. Ne varsa yedik. İkramlar da başlamış, aylar oldu herhalde gitmeyeli oraya. Önündeki sıra her zaman insanı bir geri geri götürüyor, en lezzetlisi olmasına rağmen Kore yemeği yemek istiyorsam direkt bomboş olan diğer yerlere gidiveriyorum. Yemeklerle de birlikte yine çok güzel bir akşam geçirdim o akşam da. Deliler gibi yedik, sonra kahve içmeye oturduk, güle oynaya muhabbet ettik.


"The Impossible Heir" dizisi başladı 28'inde ayrıca. Lee Jae Wook'a artık Alchemy of Souls'dan sonra neredeyse tapıyor olduğumuz için (abartıyorum da demeye çalıştığımı anladınız) dört gözle ondan sonraki ilk dizisini bekliyorduk. Fragmanlar da acayip gaza getiriyordu zaten. İlk bölümü izledim. Çok iyi bir hikaye seçmiş tamam, ekip aşırı iyi o da tamam. Jae Wook zaten manyak görünüyor, daha ne olsun derken başrole uygun gördükleri kız hikayeye dahil oldu ve her şey bitti. Gözümde tüm dizi çöpe dönüştü. Çünkü kız çöp. Nasıl anlatabilirim ki. Yaşamanız lazım. Neyse.

Ocak'ın 26'sında başlayan "FlexXCop" dizisine bakabildim sonunda o hafta. Ahn Bo Hyun için daha önce de yazmıştım "Ondan da bahsetmişimdir, hep söylüyorum, daha bu kadar ünlü olmadan, başrollere taşınmadan evvel youtube'da kendi kendine kampa gidip, videolar çekerdi ve ben kaçırmadan izlerdim. O da mesela Shin Hye Sun gibi, öyle bakınca bence yakışıklı/güzel değil ya da bana çekici gelen bir yanı yok. Ama yine tıpkı onun gibi bana iyi hissettiriyor, görünce kanım kaynıyor, böyle bir dostumu görmüşüm gibi, oturup muhabbet ediyormuşuz gibi, derdimi paylaşabiliyormuşum gibi hissettiriyor. O videolardaki samimiyeti, o hali gönlüme yerleşen. Sonra oyunculuk ve ün anlamında patladığı Itaewon Class'ı izlemedim (ilk bölümün bir yerlerinde bırakmıştım), 2019'daki Her Private Life'taki yan rolünden beri hiçbir şeyini izlemedim esasında." diye. O yüzden severim, her yeni dizisine bakmak isterim. Bu dizi de değişik aslında. Böyle çekim görüntüsü de ilginç, hikayesi de değişik. Anlatım tarzı da. Aslında izlemek isterdim diye düşündüm ilk bölümü bitirirken. Ama sanki daha bir çok motivasyona ihtiyacım varmış gibiydi. Çok çok boş vaktim olsaydı belki dedim.

Mart'ın birinde Dune geldi. Benim Dune'um. Kitaplığımın köşe taşı, 20li yaşlarımın uzun gecelerinin sayfaları, korkularımın duası...İlk kitabın ikinci yarısının filmi nihayet geldi. 3'ünde pazar sabahı çıktım gittim sinemaya. İlk defa 4DX'i deneyeyim hem diye. Çok yanlış bir seçim olmuş. Ben Dune'u izlerken kendimden geçiyorum zaten. Ama koltuklar habire sallanıyor, etrafa tutunuyorum, kilo da aldım halbuki yetmiyor zıplıyorum koltuğun üstünde. Filme konsantre olamıyorum, yüzüme yüzüme rüzgar üflüyor, koltuk durmuyor. En kötüsü de koskoca salon neredeyse bomboşken hemen iki adım öteme düşen bir gencin, tüm film boyunca burnunu çekmesiydi foşur foşur. Ters ters baktım, üfledim püfledim ama anlamadı çünkü hiçbirinizin aklına gelmiyor burun çekmenin pis ve sinir bozucu ve hatta terbiyesizce bir şey olduğu. Hayır söylesem biliyorum ki iki dakika sonra gene unutup çekmeye devam edecek çünkü daha önce yaşadım. Bir daha sinemaya gitmeyeceğim ya. Valla. Çekmek zorunda değilim ben bu pisliği.

Filme gelirsek...Okurken hayal ettiğim tam olarak buymuş, izleyene kadar, önümde kanlı canlı bir şekilde görene kadar fark edememişim. Paul'ün ilk solucan çağırışını ve sürüşünü izlerken baştan ayağa titredim. Rahibe Ana Mohiam'a sesi kullandığı sahnede her şey tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Sanırım Timotee Chalamet, hayal ettiğimi bile bilmediğim Paul'müş.

Bu hafta da pek bir şey olmadı. 8'inde cuma günü, günün de bahanesiyle öğleden sonra izin aldım. Tuğba'yla çıktık dolaştık. Dizilerde izlediğim gibi "arcade" olan bir yer var Next Level'da, oraya gittik. Her yerimizi yara bere içinde bıraktık, ihtiyar bedenlerimizin her yanı tutuldu. İlk defa öyle bir yere gitmiş oldum (çünkü tüm okul hayatımı katıksız bir inek olarak geçirdim). Minik bir atış poligonunda bilye mermilerle hedeflere atış yaptık ondan da önce. Hiç de fena değilim bu arada, bu kadar iyi olmayı beklemiyordum. Tüfekle iyiydim en azından, tabancayı denemedim. Eğlenceli bir gündü, değişik bir gündü. Böyle günlerim daha çok olsa aslında ben de daha iyi olurdum diye düşündüm.

Kitapçıya da uğradık tabiki cuma günü. D&R'da ikinciye yüzde 60 indirim yazınca gaza geldik haliyle. Daha doğrusu Koridor Yayınları'nın bez ciltli Orhan Veli Bütün Şiirleri baskısını görünce kendimden geçtim, onun etkisi olabilir. Onu elime alınca yanına da haydi indirimden yararlanmış olayım diye bir kitap daha seçtim. Steven Roger Fischer'ın Yazının Tarihi kitabını kaptım. İnternetten daha mı ucuza gelirlerdi, evet. Olsun.

Yine Ocak'ın sonunda başlayan bir dizi var "Doctor Slump". Onu izliyorum birkaç gündür. Park Shin Hye ile Park Hyung Shik. Depresyon ve hayatta yolunu bulma ile ilgili bir alt metin dönüyor karşımda ama o kadar parmak ucunda izliyorum ki diziyi...Biliyorum bir an kaptırırsam kendimi, bir anlığına da olsa hikayeye girmeye karar verirsem salacağım kendimi. O yüzden hiç öyle kendimi kaptırmadan izlediğimden pek hafif geliyor. Park Shin Hye de ne güzel yahu diye bakıyorum, Park Hyung Shik'in komedik zamanlamalar konusundaki yeteneğine hayran hayran bakıyorum. Onu gördükçe aklıma Taetae geliyor, bir hüzün çöküyor ama silkeleniyorum.

10 Şubat 2024 Cumartesi

besettelse

 


Şubat geleli 10 gün oldu. Annemler evlerine döneli 8 gün. Gittiklerine sevinmiyorum ama seviniyorum. Çünkü onlar buradayken neredeyse her gün abim, çocukları kapıp, evime geldi. Her gün sabahın köründe çıkıp işe gidip, tüm gün türlü saçmalıkla uğraşıp, kendime bir saniye bile - kafamın içinde bile - ayıramayıp, akşam evime geldiğimde annemin babamın yüzünü görüp, sadece huzurla bir iki saat oturabilmek isterken, her akşam cehennem gibi bir yere geliyordum. 60 küsür yaşındaki annem evimde kaldığı 2 ay boyunca bir gün huzur içinde dinlenerek oturamadı. Sevgi çok kötü bir şey çocuklar. Cidden. Sevgi adı altında insanların birbirine yaptıkları eziyet. Ölçülemez.

Neyse. Evim yine bana kalınca böyle yanardağ patlaması gibi bir şey oldu bende. 2 aydır sanki dikenli telli kafeslere kapatılmışım gibi, üstüme kalın betonlar dökülmüş gibi bir boğulmuşluk hissediyordum sanırım (yine, annemler yüzünden değil, irili ufaklı malum şahıslar yüzünden). Böyle içimde inanılmaz bir onu da yapayım bunu da yapayım oraya da gideyim buraya da gideyim şunu da göreyim bunu da edeyim diye bir patlama belirdi. Neyse ki bir haftanın sonunda yavaş yavaş söndü de kendime gelebildim. Yine o "of aman bu ülkedeyim hala, ne yapacağım ki burada, saçma sapan her şey" halime dönüyorum yavaştan.

Ev topluyorum bir haftadır. Annemlerin gideceği son güne kadar bendeydi haşereler. Evde kırılmadık, bozulmadık, kurcalanmadık, kirletilmedik, sökülmedik hiçbir şeyim kalmadı. Böyle bir yıkıntının içinde kalakaldım. Bir haftadır sadece çamaşır yıkayıp, asıyorum. Elimde bezle çamaşır suyu, lekeli siliyorum. Temizlik yapıyorum, eşyaları topluyorum. Çocuklar sırf çocuk oldukları için neden masum sayılıyor? Bence bazı çocuklar masum ya da iyi değil. Bu kadar her eşyama, her bir sahip olduğum şeye sistematik bir şekilde zarar veriyorlarsa içlerinde zehirli bir kötülük var bence. Bazı çocuklar kötü. Tıpkı yetişkinler gibi. Hiçbir fark yok. Sırf çocuklar diye kötü olmayacaklar diye bir şey yok.

İşe gidiyorum, geliyorum ev topluyorum. Neyse en azından iki aydır hiçbir şey izleyememiş olmamın acısını çıkarabildim biraz. Annemler cuma sabahı gitti, cuma akşamı başladım "Marry My Husband" izlemeye, 12 bölümü nefes almadan azimle bitirdim. Haftalığa yetiştim. Bu sene başlayan Kore dizilerinden ilkiydi. Öyle abartılacak bir yanı da yokmuş bu arada, izleniyor sadece. Bu sayede sanırım bu dönemin temasının da belli olduğunu söyleyebiliriz: Geçmişe dönüp, ikinci şansı elde etmek. Neden uzay robotları falan değil ki.

İki günde de 3 film izledim. Bir ara, demiştim belki, izlemediğim MCU dizi-filmlerini izlemeye başlıyorum diye. Incredible Hulk(2008) vardı izlemediğim ilk sırada. Onunla başlamıştım ama devam edememiştim diğerlerine. The Marvels(2023)'ı görünce, sırayı unuttum, neyse dedim açtım izledim. Kötü demeye dilim varmıyor, kötü değil çünkü uygun kelime. Daha çok, hiçbir şey yok. Tam olarak film bu. Hiçbir şeyi yok. Ardından sıraya geri döneyim dedim, Thor:Love and Thunder vardı sıramda. Ama The Marvels öyle olunca, elim gitmedi. Aylarca listeme attıklarımdan bir tane açtım, My Norwegian Holiday(2023) diye bir Hallmark filmi (tv filmi). Gayet boş, gayet öylesine bir filmi izlerken hayatımla ilgili aydınlanmalar yaşadım tabi. Durup dururken. Bir saplantıyı başka bir saplantıyla ancak yok edebildiğimi fark ettim. Farkındaydım zaten de yıllardır, artık öyle yapmasam iyi olacak gibi olduğunu kendime kabul ettirmeye uğraştım en azından. Dışarıda kocaman bir dünya var diyorum kendi kendime. Her seferinde. Milyonlarca insan var. Neden hep bir şeye saplanıyorsun? Neden hep birine takılıyorsun? Basit ve hafif bir Noel filmini izlerken böyle kendime gelirim işte.

Bu sabah da kendimde Thor'u izleyecek hevesi bulabildim. Thor : Love and Thunder (2022) sadece 80lerin rock müzikleriyle dolu bir video klip derlemesi gibiydi. Müzik kliplerinin aralarında kendi aralarında eğlenen oscarlık oyuncuları, sanki güneşli bir öğleden sonra yolda rastlaşıp birbirlerine espri yapan eski dostları izler gibi. Ve birkaç filmdir, dizidir Marvel gözümüze gözümüze sokuyor bu çocuk olayını. Tamam anladık, bundan sonra yeni nesil gelecek. Anladık tamam mı Marvel? Yaşlıyız biz, bizim işimiz bitti, bizden umudu kestin.


Bir de bu sene ilk defa kendime doğumgünü hediyesi aldım. Kendim için iyi bir şey yapıyor olduğumu düşünerek aldım ama maaş gitti. Şimdiye kadar hep inat ediyordum ama biraz da dünyanın kurallarıyla oynamayı deneyeceğim bakalım. Bu sefer de olmazsa...Zaten kaybedecek neyim kaldı ki?

18 Ocak 2024 Perşembe

37 - "In the end she grew up of her own free will a day quicker than the other girls."


36.yaşımın son gününden, tutulmuş belimle ve pantolonumun düğmesini zorlayan göbeğimle ve ağrıyan sırtımla bildiriyorum. Hiç doğum günüm gelmiş gibi hissetmiyorum. Değişik bir sene oluyor. Değişik birkaç sene oldu. Ben çok değişik oldum. Bence.

Öğlende biraz yürüdüm ofisten çıkıp. Birazcık ya. Belim kazık gibi oldu geri dönünce. Dünden beri de sırtımda, tam kolumun arka tarafı gibi bir yerde ağrı var gene. Birkaç sene önce ahh galiba kalp krizi geçiriyorum ben diye acile gittiğimde doktor haa kulunç girmiş demişti hatırlarsanız. Ayakkabılarım da ayaklarımı sıkıyor zaten. Boyuna büyümemin 20 yıl önce durmuş olması gerekiyordu ama ayaklarım son bir senedir büyümüş gibi duruyor. Şaka gibi. Resmen son bir senede lönk diye yaşlanmışım gibi hissediyorum. Neredeyse 12-13 yaşından beri değişmeyen yüzüm, bir sabah kalktım, baktım ve değişmişti. Bir gecede sanki dudaklarımın yanında derin yarıklar oluştu. Gözlerimin kenarları çizgi çizgi oldu. Saçlarımı toplamak için kaldırdığımda her yanından beyazlar görünüyor. Bir anda olmuş gibi.

Kafamın içinde ise çok değişiklik olmuş gibi gelmiyor bir yandan ama öbür yandan...Aşırı değişiklik olmuş gibi. Artık içimdeki kötülüğü, biraz biraz dışarı çıkarabiliyormuşum gibi geliyor. Her gün biraz daha. Her gün azcık daha. Kendimi alıştıra alıştıra. Temelde düşündüklerim, hissettiklerim aynı. Ama artık dışımdan da görünebiliyor bu içimdeki. Biraz. Hala yapım aşamasında.

Çok şey öğrendim. Bunu not etmek istiyorum. Öğrenmem gereken şeylerin kitaplardakiler olduğunu düşünerek büyüdükten sonra hiçbir şey bilmediğimi fark etmemi sağlayan bir dünyanın içinde çok şey öğrendim. İşin kötüsü bunu 30 küsür yıl kendi korunaklı balonumda yaşadıktan sonra çözdüğüm için onca yıllık bilgiyi son birkaç senede kafam gözüm yamularak öğrenmiş oldum. 2006'nın sonlarında ilk defa duvara toslamıştım. Şimdi bakınca daha iyi anlıyorum. O toslamadan sonra, o duvarın önünde, o duvara çarpmış şekilde çok uzun süre geçirdim. 2019'da ise artık beklemeyi bırakıp, o duvara giriştim. Kafa göz daldım o duvara. Ben kırıldım, parçalandım ama o duvar da parçalanmaya başladı. Biraz daha işi var. Biraz daha moloz kaldı ayaklarımın altında, dizlerime kadar gelen.

Taa 2012'deki doğum günümde "Sizi sadece siz olduğunuz için sevmelerinin ne kadar bulunmaz, ne kadar büyük, ne kadar akıl almaz bir şey olduğunu anlıyorsunuz. İşte o anda farkına varıyorsunuz "özel" olduğunuzun." diye yazmışım. Devamlı eleştirildiğim ve sadece çok başarılı, çok uslu, çok akıllı, çok sevimli, çok güzel olduğum için sevildiğimi düşünerek büyüdüğüm bir çocukluk geçirdikten sonra seviliyor olmanın, birilerinin arkadaşı olabiliyor olmanın şaşkınlığıyla. "Ne oldun? Ne uğruna oldun? Ne yaptın dedim yine kendime. Çok, çok güzel birşeyler yapmışım ki...bana "onları" vermiş, hiçbir şeyi vermese bile." demişim sonraki yıl. Yine aynı hislerle. Kendi kendimi sevildiğime ikna etmeye devam edercesine. 2014'teki doğum günümde ise...Aralık 2013 ile Temmuz 2014 arasında ne düşünüyor olduğuma dair hiçbir fikrim yok. 7 aylık koca bir boşluk. Buraya ara veriyorum yazdıktan sonra başka hiçbir yere bir şeyler karalamamış olmanın sonucu. Bir de sosyal medyanın olmaması o zamanlar. Fotoğraflar var tabi, düzgünce klasörlediğim, kronolojik olarak dizdiğim. Ocak klasöründe yeğenimin doğumu var. İlk kez hala olduğum zaman, en dip depresyonlarımdan birindeymişim şansa bakın. Bir de iki ayrı yerde, iki ayrı kişiyle olduğunu düşündüğüm iki doğum günü kutlama fotoğrafı. Öyle kalabalıklar değil, belli ki ayrı ayrı iki arkadaşımla buluşmuşum, oturup bana iyki doğdun demişler, ayrılmışız. 2015'in Ocak'ında işten istifa etmiş, geleceğin bana mükemmel şeyler getireceğini düşündüğüm bir doğumgünümde "Ben de mutluyum. Bugün doğum günümdü çünkü. 28 yıl önce soğuk bir İzmir sabahında başladığım yolculuğun bu noktasında, ben de bir gece vakti durmuş, uzağımdaki dostlarımdan gelen doğum günü mesajlarını okuyor, benim için yaptıkları videoları izliyorum ve Harry ile aynı şeyleri hissediyorum. Diğer günlerden hiç bir şekilde farklı geçmeyen bu gün, doğum günüm olduğu için gene de mutluyum." yazmışım. Ahh canım benim. Canım kendim. Zavallıcık.

2016'nın Ocak'ında ise evdeydim. İşsiz. Abimler yeğenimle birlikte bana taşınmıştı. Bir senedir arkeolojide yüksek lisans yapıyordum ve gecem gündüzüme karışmıştı. "artık kendimle ilgili daha çok şey biliyorum. Öte yandan, herşeyi daha da karmaşıklaştırdım. Hayatımı tepetaklak ettim. Şu yaşımda, hayatımın şu noktasında olabileceğim en saçma yerdeyim. Şu ülkede her bir bahtsız gencin kendini parçaladığı "memur" olma halinden "devlet işinden" adeta kaçarak istifamı vermiş bir işsizim. Sıfır gelirle üzerine 5 senemi çürüttüğüm alanın tamamen tersi yönünde bir alanda yüksek lisans yapmaya başladım. Bit kadar bir evde abim yengem ve yeğenimle yaşıyorum, kirada. Şöyle iki adım geriye çekilip tabloma baktığımda içler acısı. Hiçbir şeyim, hiçbir başarım, hiçbir yeteneğim, hiçbir özelliğim yok. Elimde hiçbir şey yok. Bugün 29 yılı geride bıraktım, 30.yılın içindeyim ve şu hayatta olabilecek en saçmasapan yerdeyim. Ne işim var, ne birikimim, ne evin ne katım yatım arabam. Ben kurdum diyebilecek bir ailem bile yok, olanın direklerine destek misali tutunuyorum. Kendim de dahil kimseye bir faydam da yok. Önceki duygularımı, amaçlarımı, isteklerimi çöpe atmak zorunda kaldığım bir noktadayım. Çok istediğim herşeyi aslında hiç de istemediğimi fark ettiğim bir dönemdi bu ve artık ne istediğimi zerre kadar bilmiyorum. Ki bu hayatım boyunca yüz yüze kalmadığım bir durum. Hep ne istediğimi biliyordum, her zaman birileri birşeyler engel oluyordu ondan ulaşamıyordum, bahanem oydu mutsuzluğum için. Ama artık ne istediğimi de bilmiyorum. En ufak bir fikrim yok bundan sonrası için. Hiç bu kadar plansız, bu kadar amaçsız kalmamıştım. Bugün 29 yaşımdayım ve hayatımla ilgili ne yapacağımı hiiiç bilmiyorum." yazmışım.

2017'de Roma'da buruk bir doğum günü geçirmiştim: "Her bir paragrafın arasında önümdeki camdan gökyüzüne bakıp kalıyorum. Bulutlarla kaplı çoğunlukla, gri ve beyaz. Ama aralarda mavilikler görünüyor. Arada bir kuşlar uçuyor, görüş alanıma giriyorlar. Burada martı sesleri duyuluyor dışarı çıkınca biliyor musunuz. İlk geldiğimde ilginç gelmişti. Sonra tam karşımda, apartmanların arasında devasa uzunlukta bir ağaç var, o sallanıyor. Acayip rüzgar var bugün Roma'da çünkü. O devasa ağaç bile sallanıyor şiddetinden. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Belki bir tür çamdır. Kuşların da türünü bilemiyorum. Kötü olduğum bir konu da bu benim. Kuşların, ağaçların, balıkların falan türünü bilmiyorum, ayırt edemiyorum. Belki hiç adamakıllı öğrenmediğim içindir. Belki de hiç önem vermediğim için ya da öyle bir yerde büyümediğim için. Ya da belki bu "gözümle bakmamam" saçmalığı yüzündendir. Bilmiyorum. Doğaya bıraksalar kendi başıma, ölmem iki günü bulmaz herhalde. Açlıktan susuzluktan vahşi hayvanlardan zehirli bitkilerden soğuktan sıcaktan falan değil de gerçi, allah kahretsin burasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne mal bir insanım ben diye oturup ağlamaktan helak olduğum için kahrımdan ölürüm ama, neyse."

2018'de "Oğlu Christopher Robin'in yanına ayıcık Winnie'yi, domuzcuk Piglet'i, kaplan Tigger'ı, eşek Eeyore'u, kanguru Roo'yu, Tavşan'ı, Baykuş'u ve tüm diğerlerinin hikayesini bize armağan eden adam A.A.Milne gibi umarım ben de bir gün herkesin ruhuna dokunabilecek böylesi bir şeyler yapmış olabilirim." 2019'da ise okuyunca hatırladım neler olduğunu, doğum günümü - bu sefer azimle planlayarak - annemlerle gezi yaparken geçirmiştim. "Oysa hayat artık çok güzel. İstediğim her şeyi yapabilirim. Yeni seyahatler planlayabilirim, yeni maceralar yaşayabilirim, evimi yeniden dekore edebilirim, yazmaya vakit ayırabilirim, çok güzel kitaplar okuyabilirim, hep denemek istediğim kursları deneyebilirim, Cey için çok güzel şeyler oluyor-olacak, bahar güzel umutlarla geliyor...Ama içimdeki karanlık bir türlü gerçekliğini algılamama izin vermiyor. O kadar uzun zaman böyle biri olmuşum ki öbür türlüsünü nasıl olacağım bilemiyorum." diye yazmışım ancak bir hafta sonra. 2020'de ise doğum günümden birkaç gün sonra olacağım lazer ameliyatının heyecanıyla hiçbir şey dememişim.

2021..."Tam bir haftadır 34 yaşındayım. "34". Böyle yazınca bu iki rakam neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Daha önce de yazmıştım, kısa bir süre önce (şurada). Hiç hayal etmediğim yaşlardayım. Hiç hayalini kurmadığım bir dönemindeyim hayatımın. Çocukken kurduğum hayallerin hepsi, şu an olduğum yaşa gelmeden yapacaklarımla ilgiliydi. En son nokta 32'ydi. Kitaplıkta, dosyaların içinde sıkı sıkı kapatılmış duran bir karakalem çizimdeki 32 yaşım. 32 yaşındaki bir ben, saçları omuzlarına yayılmış, bir ağacın dalında rahatça oturmuş, boynunda hiç çıkarmadığı kolyesiyle, uzaklara bakıyor."

Geçen sene ise "Henüz neler öğrendim diye yazmalı mıyım emin değilim. 30'ları yarılayıp, diğer yarısına geçtim görünürde ama sanırım bu ikinci yarıda öğreneceğim daha çok şey olacak. 20'lerimde 30'larımda, 40'larımda neler öğrendim diye anlatıyorlar ya hani, benim 20'ler için diyecek bir şeyim yok. 0'dan 30'a kadar sanki kocaman bir çocukluk geçirmişim gibi. Bir çocuk neler yaşarsa ortaokula liseye gelene kadar, onun uzun, çok uzun, bitmeyen bir versiyonunu yaşamışım gibi. Daha doğrusu tüm o, hayatın oyun kısmını, ilk dostlukları, ilk heyecanları, kalp kırıklıklarını, takıklıkları, aksiyonları maceraları, hayalleri, seyahatleri, ergenliği,...30'a kadar yaşamışım gibi. 30 koca yıl süren bir çocukluk-ergenlik. Ergenlik nihayet bittiğindeyse bu sefer gençlik geldi. Normalde 20 yaşından itibaren ya da işte lise bitip, üniversiteye gelindiğinde, genç bir insan ailesinin evinden paldır küldür başka bir şehirdeki üniversiteye, kendi kendine var olmaya başlayacağı bir hayata adım attığı o dönemi de 30'umdan itibaren yaşamaya başladım. Kim olduğumu anlamaya, kim olduğumu inşa etmeye başladım. Önceki 30 yıl olan şeyin yıkılıp, içindeki gerçek şeyin çıkmasını izlemeye başladım. Acılı bir izlenceydi bu gerçi. Savaşarak oldu. Her adımda yere yıkılıp, geri doğrularak. Önceki 30 yılda elde ettiğim hemen her şeyi ve herkesi hem kaybederek, hem de üstüne koyarak." demiştim.

Kafam karman çorman şu an. Ofisteyken yazmaya çalışıyorum. Çünkü evde de yazamam, annemler var. Son bir aydır kendime ait bir saniyem olmadı. Kendi başıma kalabildiğim, yalnız kalabildiğim bir tek an olmadı. Benim bir şeyler yapabilmem, bir şeyler ortaya çıkarabilmem için kendimle olabilmem gerekiyor. O yüzden şimdilik başka bir şey yazamayacağım. Sadece bugünü hatırlamak istedim, kendime hatırlatmak istedim.

Artık 37. Tekrar et. 37. Bir yerden aşağı hızla yuvarlanıyormuşum gibi. 37. Çok az kalmış gibi.

10 Ocak 2024 Çarşamba

Xena ile Mitoloji Saati 6 : Xena:TWP 102 - Chariots of War


Mitoloji Saatlerimizin bu altıncısında Xena:The Warrior Princess bölümlerinden 11 Eylül 1995'te yayınlanan "Chariots of War" isimli ilk sezonun ikinci bölümüne geldik. Bu bölümde Xena'nın günahlarından arınma, iyiliğe kavuşma yolculuğunda bir başka duyguyu yaşama aşaması. Bir ailesinin, bir evinin olmasının, bir eş ve çocuklara sahip olmanın nasıl bir duygu olabileceğine dair düşüncelere dalmasına dair bir hikaye. Aynı şekilde Gabrielle'in de aklına uyan, mantıklıca ve saygılı bir şekilde muhabbet edebileceği bir adama denk gelip, evlenmek gibi düşüncelere dalabileceğine dair minik bir öz-sorgulama hikayesi izliyoruz.

Bu bölümde Xena ve Gabrielle, nerede olduğunu bilmediğimiz bir han/taverna benzeri yerdeler. Tam olarak Ortaçağ'ı veya milattan sonraki ilk binyılı düşündüğümüzde aklımıza gelecek olan bir tablodalar aslında ama neyse. İlk sahnede Gabrielle'in her zamanki gibi bir hikaye anlattığını görüyoruz. Hikayenin sonuna gelmiş oluyor, "Zeus da takdir ettiği için iki aşığı meşe ağacına dönüştürmüş ve sonsuza kadar dalları birbirine dolanmış halde birlikte kalmışlar" gibi bir şeyler söyleyerek bitiriyor hikayesini. Bu hikaye Ovid'in Metamorphoses'ında anlattığı Baucis ile Philemon'un hikayesi.

Resimlerini pek sevdiğim Rembrandt'ın 1658 tarihli tablosu:
Jüpiter ile Merkür Philemon ile Baucis'in evinde.
Washington'daki Ulusal Sanat Galerisi'nde.

Hikayeye göre Zeus ile Hermes (tanrılar olduğunu biliyorsunuz değil mi onu söylemiyorum artık) köylü kılığına girip, Phrygia'da bir köye gidiyorlar. Evlerin kapılarını çalıp, yiyecek falan istiyorlar. Herkes gidin be diyerek yol ediyorlar iki yoksul köylüyü. Sadece yaşlı bir çift, Baucis teyze ile Philemon amca, onları buyur edip, zaten az olan yiyeceklerinden ve şaraplarından ikram ediyor. Şarap testisinin habire kendini doldurduğunu görünce teyze anlıyor, diyor ki bunlar tanrı. Zeus da diyor ki bu köydekiler hep çöp, bir siz iyisiniz. Burayı yerle bir edeceğiz, o yüzden siz toplanın, şu tepenin başına çıkana kadar arkanıza bakmayın. Teyze ile amca koşuyor, tepeye vardıklarında bir bakıyorlar ki köyleri darmaduman. Yalnızca kendi fakir kulübelerinin olduğu yerde süslü bir tapınak yükseliyor. Zeus'a rica ediyorlar, biz bu tapınağın bakıcıları olalım. Birimizden biri vefat edince diğerimizin de ölmesine izin verin ki birbirimizden ayrılmayalım. Zeus da Gabrielle'in anlattığı gibi, öldüklerinde ikisini de ağaca çeviriyor ve dalları birbirine dolanmış halde sonsuza kadar birlikte olmalarını sağlıyor. Ancak onun anlattığından bir miktar farkla. Birini meşe, birini de ıhlamur ağacına çeviriyor Zeus.
Ardından Xena, Meleatus Nehri'ni geçebilecekleri bir yol arayıp, Gabrielle'i almaya geri geleceğini söyleyerek yola çıkıyor. Antik haritalarda bu isimde bir nehir bulamadım. Önceki bölümde kaldığımız yerden ilerlersek coğrafi olarak, kahramanlarımız Xena'nın köyü Amphipolis'ten yola çıkmıştı diyebiliriz. Burası gerçek bir şehir demiştim, şimdiki haritamızda Yunanistan'ın kuzey batısında. Oradan yola çıkıp, güneye doğru gitmeleri olası. Hemen önlerinde Teselya bölgesi yer alıyor. Burada Melitaea isminde bir polis (şehir devleti) olduğunu biliyoruz. Enipeus isimli bir nehir uzanıyor yanında. Bu açıdan Xena'nın bu nehri geçmek üzere bir yol aradığını varsayabiliriz.
Thucydides'in Peloponez Savaşı'na dair yazdıklarında kentin ismi geçtiğine göre de en azından milattan önce 424 civarından itibaren kentin kurulu olduğunu söyleyebiliriz.

Amphipolis'ten Meliteae kentine 341 karayolu var, 3 gün 6 saatte yürünebilir
Kahramanlarımız da tek atları olduğundan yürümüş olmalılar

Yunan mitolojisine göre kurucusu Melitaea olduğu için kentin de ismi bu. Efsaneye göre burada yaşayan ve çok güzel bir kız olan Argaeus'un kızı Aspalis'i, kentin tiranı Tartarus benim olacak benim olacak diye zorlayınca eh kızımız da istemeyince tek kurtuluş yolu olarak kendini asıyor. Tiran o kadar zalim ki halk gerçek ismini dahi anmaya cesaret edemediğinden ona Tartarus diyorlar. Bu tiran, ne kadar güzel kız varsa zorla alıp, kendine cariye yapıyor. Aspalis'in kardeşi Astygites, kız kardeşinin giysilerini giyip, onun kılığına girip giysinin içine de bir kılıç saklıyor ve tirana yanaşıyor, öldürüyor. Tiranın cesedini halk nehre atıyor, o nehrin adı da Tartarus oluyor böylece. Aspalis'in cesedi de bulunamıyor bu arada. Tanrıların işin içine dalıp, cesedini aldığına inanılıyor. Bakire kızların koruyucusu Artemis'in üzülüp, acıdığından Aspalis'in cesedini aldığını düşünüyorlar. Kentteki bir Artemis heykelinin yanında da başka bir tahta heykel ortaya çıkınca kendiliğinden, diyorlar ki Aspalis'i tanrılar kutsadı da böyle Artemisvari bir heykelini de buraya koydular. Aspalis Amilete Hekaërge adı verilen bu yeni heykele, Aspalis'in bakire olarak kendini astığı gibi, şehrin bakireleri de her yıl bakire bir keçiyi kurban olarak Artemis'e adamaya başlıyor.

Bir Artemis Aspalis heykelinin başı
Şimdi geçici olarak kapalı olan Lamia Arkeoloji Müzesi'nden

Bölümde ilerleyince bu kez barışçıl bir çiftçi köyüne yolumuz düşüyor Xena ile birlikte. Xena uzaktan köye saldıranları görünce müdahale ediyor. Saldırganları püskürtürken karnına bir ok yiyor. Aslında burada müthiş bir Xena klasiği izliyoruz, atılan iki oku elleriyle yakalıyor ancak üçüncü ok karnına isabet ediyor çünkü üçüncü bir eli yok :) Neyse savaşçı prensesimiz yere yuvarlanıyor ve bir çocuklu ailenin evinde gözlerini açıyor. Ailenin annesi hayatını kaybetmiş, bu yüzden üç küçük çocuğuna tek başına bakan babamız var. Xena'nın yarasını tedavi ediyorlar.
Xena'yı evlerine alıp, tedavi eden ailemizin babası Darius, oğulları Argolis, Lykus ve küçük kız da Sarita isimlerini taşıyor.


Darius ismi esasında eski bir Pers ismi. Darayavaus'un kısaltılmışı olan Darayaus'un Yunan hali Dareois'un Latince hali. Darayavaus, iyiliğe sahip olmak, içinde iyilik bulundurmak gibi bir anlama geliyor Persçe. Bu açıdan karaktere iyi denk gelmiş bir isim olmuş. Lykus ismi de Yunanca Lykos'un Latince hali. Lykos Yunanca kurt demek. Minik erkek çocuklarından birine konulabilecek bir isim gibi görünüyor. Diğer erkek çocuğunun ismi Argolis ise Yunan anakarasında bir bölgenin ismi şu anda bile. Bazen 'Argolid' olarak da anılan ve adını Argos kentinden alan antik dönemlerdeki Argolis, Peloponnesus'un doğu kısmını, özellikle de Argolid yarımadasını, Arcadia'nın doğusu ve Laconia'nın kuzeyindeki kıyı bölgesini içine alan bir alanı kapsıyor. Argos, Yunanca parıldayan, parlayan demek. Jason ve Argonatlar'ın bindiği gemi Argo'yu inşa eden ustanın ismi de Argos/Argus olarak geçer ki bu isimle de ustanın bu Argos kentinden/bölgesinden geldiği belirtilir. Küçük kız kardeşin ismi olan Sarita ise senaristlerin tamamen elimizin altına ne gelirse yazalım demelerinin sonucu. Sanskritçe'de akıcı demek.
Argolis veya Argos da orada işte

Köylülerden birinin, savaş lordunun adamlarının bir önceki saldırışlarında ahırını yıktıkları köylünün ismi Tynus'ın ise hiçbir bağlantısı yok mitoloji veya tarih ile. Savaş lordunun oğlunun ismi olan Sphaerus, milattan önce 3.yy.da yaşamış Yunan bir Stoacı filozofun ismi aynı zamanda. Bu, karakterimizin durumuna uyuyor aslında. Karakterimiz de oldukça düşünceli, savaşmayı ve babasını sorgulayan, kendi doğruları olan bir kahraman.
Savaşmakla kafayı bulmuş olan savaş lordunun ismi Cycnus ise Yunan mitolojisinde çokça kendine yer bulan bir karakter ismi. Yani bu isimde birçok karakter var. Ama bizim hikayemize en uygunu, hatta senaristlerin direkt esinlenmiş olabileceklerini düşündüğüm, Savaş tanrısı Ares'in oğlu olan Cycnus. İsmin anlamı kuğu aslında Yunanca'da, çünkü mitolojide genellikle bir şekilde kuğuya dönüştürülen karakterlere veriliyor. Ares'in oğlu olan, Pagasae, Teselya'da ya da Makedonya'daki Echedorus nehrinin kıyısında yaşayan kana susamış ve zalim bir adam olarak geçiyor. Sonunda Herakles (bizim Hercules yani) tarafından öldürülüyor. Hatta Heracles onu kovalarken savaş arabasına (chariot'a) atlayıp, kaçmaya da çalışıyor ki bölümün ismine de bu ilham vermiş olabilir.

Bu seramik (aslında volüt krater dediğimiz bir tür) üzerindeki sahnede
en solda savaş arabasının üzerindeki figür zalim Cycnus
M.Ö.6.yy.dan ve tabiki British Museum'da.

Savaş lordumuzun büyük oğlunun isminin Stentor olduğunu öğreniyoruz. Stentor, Troya Savaşı'nda savaşan Yunanlardan birinin ismi mitolojide. Tanrıça Hera, Stentor'un kılığına girip, Yunanları savaşmak için cesaretlendirmiş. Bunu bağırarak yapmış, 50 adamın gücündeki sesiyle. Bu sebeple Stentor kelimesi oralardan yola çıkıp, günümüzde müzikteki stentorian terimine ilham vermiş.
Bu oğul Stentor'un Korinth yakınlarındaki savaşta öldüğünü öğreniyoruz bu bölümde. Korinth Savaşı (Nemea Savaşı da deniliyor) ise eğer bu bahsedilen, M.Ö.395-387 arasında oldu bu savaş. Sparta'ya karşı Thebai, Atina, Korinth ve Argos birleşmişti. Ancak Ahameniş İmparatorluğu Sparta'yı destekleyince, taraflar arasında Antalcidas/Kral Barışı denilen bir barış anlaşması yapıldı ve savaş öyle bitti. Bu kısım da aslında bölümdeki hikayemizle örtüşüyor. Kana susamış savaş lordumuzun bu büyük oğlunun, savaş sırasında barış yapmaya çalıştığı için kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz bölümün sonunda.
Köydeki ahırı yeniden inşa ederlerken Darius, Troya'daki savaştan kaçıp, barış ve huzur içinde yaşamaya geldiklerini söylüyor. Troya Savaşı genellikle mitolojik bir hikaye olarak görülmüş olsa da yapılan araştırmalar sonucunda Troya kentinin VII.tabakasındaki yangın ve yıkım izlerinin bu savaş anlatısına ilham olmuş olabilecek bir savaşın izleri olduğunu söyleyebiliriz. Troya'nın bu tabakası geç bronz çağına, milattan önce yaklaşık 1300lerden 950 civarına tarihlendiriliyor. Yani Darius ve ailesi bu savaştan kaçıp, Yunan anakarasına gelmişse bu bölümdeki hikayemizin M.Ö.950 civarında geçtiğini söylemeliyiz. Ancak karakterlerden birisinin de M.Ö.387'de anlaşma ile sona eren Korinth Savaşı'nda öldüğünü öğrendiğimiz için neresinden tutsak elimizde kalıyor kronoloji.
Geneline baktığımızda kronolojik olarak bir yere oturtamadığımız ama coğrafi olarak mantıklı giden, ortalamanın altındaki bir Xena bölümü Chariots of War. Ama mitolojik öyküler ve kahramanlar açısından oldukça doyurucu.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...