10 Şubat 2024 Cumartesi

besettelse

 


Şubat geleli 10 gün oldu. Annemler evlerine döneli 8 gün. Gittiklerine sevinmiyorum ama seviniyorum. Çünkü onlar buradayken neredeyse her gün abim, çocukları kapıp, evime geldi. Her gün sabahın köründe çıkıp işe gidip, tüm gün türlü saçmalıkla uğraşıp, kendime bir saniye bile - kafamın içinde bile - ayıramayıp, akşam evime geldiğimde annemin babamın yüzünü görüp, sadece huzurla bir iki saat oturabilmek isterken, her akşam cehennem gibi bir yere geliyordum. 60 küsür yaşındaki annem evimde kaldığı 2 ay boyunca bir gün huzur içinde dinlenerek oturamadı. Sevgi çok kötü bir şey çocuklar. Cidden. Sevgi adı altında insanların birbirine yaptıkları eziyet. Ölçülemez.

Neyse. Evim yine bana kalınca böyle yanardağ patlaması gibi bir şey oldu bende. 2 aydır sanki dikenli telli kafeslere kapatılmışım gibi, üstüme kalın betonlar dökülmüş gibi bir boğulmuşluk hissediyordum sanırım (yine, annemler yüzünden değil, irili ufaklı malum şahıslar yüzünden). Böyle içimde inanılmaz bir onu da yapayım bunu da yapayım oraya da gideyim buraya da gideyim şunu da göreyim bunu da edeyim diye bir patlama belirdi. Neyse ki bir haftanın sonunda yavaş yavaş söndü de kendime gelebildim. Yine o "of aman bu ülkedeyim hala, ne yapacağım ki burada, saçma sapan her şey" halime dönüyorum yavaştan.

Ev topluyorum bir haftadır. Annemlerin gideceği son güne kadar bendeydi haşereler. Evde kırılmadık, bozulmadık, kurcalanmadık, kirletilmedik, sökülmedik hiçbir şeyim kalmadı. Böyle bir yıkıntının içinde kalakaldım. Bir haftadır sadece çamaşır yıkayıp, asıyorum. Elimde bezle çamaşır suyu, lekeli siliyorum. Temizlik yapıyorum, eşyaları topluyorum. Çocuklar sırf çocuk oldukları için neden masum sayılıyor? Bence bazı çocuklar masum ya da iyi değil. Bu kadar her eşyama, her bir sahip olduğum şeye sistematik bir şekilde zarar veriyorlarsa içlerinde zehirli bir kötülük var bence. Bazı çocuklar kötü. Tıpkı yetişkinler gibi. Hiçbir fark yok. Sırf çocuklar diye kötü olmayacaklar diye bir şey yok.

İşe gidiyorum, geliyorum ev topluyorum. Neyse en azından iki aydır hiçbir şey izleyememiş olmamın acısını çıkarabildim biraz. Annemler cuma sabahı gitti, cuma akşamı başladım "Marry My Husband" izlemeye, 12 bölümü nefes almadan azimle bitirdim. Haftalığa yetiştim. Bu sene başlayan Kore dizilerinden ilkiydi. Öyle abartılacak bir yanı da yokmuş bu arada, izleniyor sadece. Bu sayede sanırım bu dönemin temasının da belli olduğunu söyleyebiliriz: Geçmişe dönüp, ikinci şansı elde etmek. Neden uzay robotları falan değil ki.

İki günde de 3 film izledim. Bir ara, demiştim belki, izlemediğim MCU dizi-filmlerini izlemeye başlıyorum diye. Incredible Hulk(2008) vardı izlemediğim ilk sırada. Onunla başlamıştım ama devam edememiştim diğerlerine. The Marvels(2023)'ı görünce, sırayı unuttum, neyse dedim açtım izledim. Kötü demeye dilim varmıyor, kötü değil çünkü uygun kelime. Daha çok, hiçbir şey yok. Tam olarak film bu. Hiçbir şeyi yok. Ardından sıraya geri döneyim dedim, Thor:Love and Thunder vardı sıramda. Ama The Marvels öyle olunca, elim gitmedi. Aylarca listeme attıklarımdan bir tane açtım, My Norwegian Holiday(2023) diye bir Hallmark filmi (tv filmi). Gayet boş, gayet öylesine bir filmi izlerken hayatımla ilgili aydınlanmalar yaşadım tabi. Durup dururken. Bir saplantıyı başka bir saplantıyla ancak yok edebildiğimi fark ettim. Farkındaydım zaten de yıllardır, artık öyle yapmasam iyi olacak gibi olduğunu kendime kabul ettirmeye uğraştım en azından. Dışarıda kocaman bir dünya var diyorum kendi kendime. Her seferinde. Milyonlarca insan var. Neden hep bir şeye saplanıyorsun? Neden hep birine takılıyorsun? Basit ve hafif bir Noel filmini izlerken böyle kendime gelirim işte.

Bu sabah da kendimde Thor'u izleyecek hevesi bulabildim. Thor : Love and Thunder (2022) sadece 80lerin rock müzikleriyle dolu bir video klip derlemesi gibiydi. Müzik kliplerinin aralarında kendi aralarında eğlenen oscarlık oyuncuları, sanki güneşli bir öğleden sonra yolda rastlaşıp birbirlerine espri yapan eski dostları izler gibi. Ve birkaç filmdir, dizidir Marvel gözümüze gözümüze sokuyor bu çocuk olayını. Tamam anladık, bundan sonra yeni nesil gelecek. Anladık tamam mı Marvel? Yaşlıyız biz, bizim işimiz bitti, bizden umudu kestin.


Bir de bu sene ilk defa kendime doğumgünü hediyesi aldım. Kendim için iyi bir şey yapıyor olduğumu düşünerek aldım ama maaş gitti. Şimdiye kadar hep inat ediyordum ama biraz da dünyanın kurallarıyla oynamayı deneyeceğim bakalım. Bu sefer de olmazsa...Zaten kaybedecek neyim kaldı ki?

18 Ocak 2024 Perşembe

37 - "In the end she grew up of her own free will a day quicker than the other girls."


36.yaşımın son gününden, tutulmuş belimle ve pantolonumun düğmesini zorlayan göbeğimle ve ağrıyan sırtımla bildiriyorum. Hiç doğum günüm gelmiş gibi hissetmiyorum. Değişik bir sene oluyor. Değişik birkaç sene oldu. Ben çok değişik oldum. Bence.

Öğlende biraz yürüdüm ofisten çıkıp. Birazcık ya. Belim kazık gibi oldu geri dönünce. Dünden beri de sırtımda, tam kolumun arka tarafı gibi bir yerde ağrı var gene. Birkaç sene önce ahh galiba kalp krizi geçiriyorum ben diye acile gittiğimde doktor haa kulunç girmiş demişti hatırlarsanız. Ayakkabılarım da ayaklarımı sıkıyor zaten. Boyuna büyümemin 20 yıl önce durmuş olması gerekiyordu ama ayaklarım son bir senedir büyümüş gibi duruyor. Şaka gibi. Resmen son bir senede lönk diye yaşlanmışım gibi hissediyorum. Neredeyse 12-13 yaşından beri değişmeyen yüzüm, bir sabah kalktım, baktım ve değişmişti. Bir gecede sanki dudaklarımın yanında derin yarıklar oluştu. Gözlerimin kenarları çizgi çizgi oldu. Saçlarımı toplamak için kaldırdığımda her yanından beyazlar görünüyor. Bir anda olmuş gibi.

Kafamın içinde ise çok değişiklik olmuş gibi gelmiyor bir yandan ama öbür yandan...Aşırı değişiklik olmuş gibi. Artık içimdeki kötülüğü, biraz biraz dışarı çıkarabiliyormuşum gibi geliyor. Her gün biraz daha. Her gün azcık daha. Kendimi alıştıra alıştıra. Temelde düşündüklerim, hissettiklerim aynı. Ama artık dışımdan da görünebiliyor bu içimdeki. Biraz. Hala yapım aşamasında.

Çok şey öğrendim. Bunu not etmek istiyorum. Öğrenmem gereken şeylerin kitaplardakiler olduğunu düşünerek büyüdükten sonra hiçbir şey bilmediğimi fark etmemi sağlayan bir dünyanın içinde çok şey öğrendim. İşin kötüsü bunu 30 küsür yıl kendi korunaklı balonumda yaşadıktan sonra çözdüğüm için onca yıllık bilgiyi son birkaç senede kafam gözüm yamularak öğrenmiş oldum. 2006'nın sonlarında ilk defa duvara toslamıştım. Şimdi bakınca daha iyi anlıyorum. O toslamadan sonra, o duvarın önünde, o duvara çarpmış şekilde çok uzun süre geçirdim. 2019'da ise artık beklemeyi bırakıp, o duvara giriştim. Kafa göz daldım o duvara. Ben kırıldım, parçalandım ama o duvar da parçalanmaya başladı. Biraz daha işi var. Biraz daha moloz kaldı ayaklarımın altında, dizlerime kadar gelen.

Taa 2012'deki doğum günümde "Sizi sadece siz olduğunuz için sevmelerinin ne kadar bulunmaz, ne kadar büyük, ne kadar akıl almaz bir şey olduğunu anlıyorsunuz. İşte o anda farkına varıyorsunuz "özel" olduğunuzun." diye yazmışım. Devamlı eleştirildiğim ve sadece çok başarılı, çok uslu, çok akıllı, çok sevimli, çok güzel olduğum için sevildiğimi düşünerek büyüdüğüm bir çocukluk geçirdikten sonra seviliyor olmanın, birilerinin arkadaşı olabiliyor olmanın şaşkınlığıyla. "Ne oldun? Ne uğruna oldun? Ne yaptın dedim yine kendime. Çok, çok güzel birşeyler yapmışım ki...bana "onları" vermiş, hiçbir şeyi vermese bile." demişim sonraki yıl. Yine aynı hislerle. Kendi kendimi sevildiğime ikna etmeye devam edercesine. 2014'teki doğum günümde ise...Aralık 2013 ile Temmuz 2014 arasında ne düşünüyor olduğuma dair hiçbir fikrim yok. 7 aylık koca bir boşluk. Buraya ara veriyorum yazdıktan sonra başka hiçbir yere bir şeyler karalamamış olmanın sonucu. Bir de sosyal medyanın olmaması o zamanlar. Fotoğraflar var tabi, düzgünce klasörlediğim, kronolojik olarak dizdiğim. Ocak klasöründe yeğenimin doğumu var. İlk kez hala olduğum zaman, en dip depresyonlarımdan birindeymişim şansa bakın. Bir de iki ayrı yerde, iki ayrı kişiyle olduğunu düşündüğüm iki doğum günü kutlama fotoğrafı. Öyle kalabalıklar değil, belli ki ayrı ayrı iki arkadaşımla buluşmuşum, oturup bana iyki doğdun demişler, ayrılmışız. 2015'in Ocak'ında işten istifa etmiş, geleceğin bana mükemmel şeyler getireceğini düşündüğüm bir doğumgünümde "Ben de mutluyum. Bugün doğum günümdü çünkü. 28 yıl önce soğuk bir İzmir sabahında başladığım yolculuğun bu noktasında, ben de bir gece vakti durmuş, uzağımdaki dostlarımdan gelen doğum günü mesajlarını okuyor, benim için yaptıkları videoları izliyorum ve Harry ile aynı şeyleri hissediyorum. Diğer günlerden hiç bir şekilde farklı geçmeyen bu gün, doğum günüm olduğu için gene de mutluyum." yazmışım. Ahh canım benim. Canım kendim. Zavallıcık.

2016'nın Ocak'ında ise evdeydim. İşsiz. Abimler yeğenimle birlikte bana taşınmıştı. Bir senedir arkeolojide yüksek lisans yapıyordum ve gecem gündüzüme karışmıştı. "artık kendimle ilgili daha çok şey biliyorum. Öte yandan, herşeyi daha da karmaşıklaştırdım. Hayatımı tepetaklak ettim. Şu yaşımda, hayatımın şu noktasında olabileceğim en saçma yerdeyim. Şu ülkede her bir bahtsız gencin kendini parçaladığı "memur" olma halinden "devlet işinden" adeta kaçarak istifamı vermiş bir işsizim. Sıfır gelirle üzerine 5 senemi çürüttüğüm alanın tamamen tersi yönünde bir alanda yüksek lisans yapmaya başladım. Bit kadar bir evde abim yengem ve yeğenimle yaşıyorum, kirada. Şöyle iki adım geriye çekilip tabloma baktığımda içler acısı. Hiçbir şeyim, hiçbir başarım, hiçbir yeteneğim, hiçbir özelliğim yok. Elimde hiçbir şey yok. Bugün 29 yılı geride bıraktım, 30.yılın içindeyim ve şu hayatta olabilecek en saçmasapan yerdeyim. Ne işim var, ne birikimim, ne evin ne katım yatım arabam. Ben kurdum diyebilecek bir ailem bile yok, olanın direklerine destek misali tutunuyorum. Kendim de dahil kimseye bir faydam da yok. Önceki duygularımı, amaçlarımı, isteklerimi çöpe atmak zorunda kaldığım bir noktadayım. Çok istediğim herşeyi aslında hiç de istemediğimi fark ettiğim bir dönemdi bu ve artık ne istediğimi zerre kadar bilmiyorum. Ki bu hayatım boyunca yüz yüze kalmadığım bir durum. Hep ne istediğimi biliyordum, her zaman birileri birşeyler engel oluyordu ondan ulaşamıyordum, bahanem oydu mutsuzluğum için. Ama artık ne istediğimi de bilmiyorum. En ufak bir fikrim yok bundan sonrası için. Hiç bu kadar plansız, bu kadar amaçsız kalmamıştım. Bugün 29 yaşımdayım ve hayatımla ilgili ne yapacağımı hiiiç bilmiyorum." yazmışım.

2017'de Roma'da buruk bir doğum günü geçirmiştim: "Her bir paragrafın arasında önümdeki camdan gökyüzüne bakıp kalıyorum. Bulutlarla kaplı çoğunlukla, gri ve beyaz. Ama aralarda mavilikler görünüyor. Arada bir kuşlar uçuyor, görüş alanıma giriyorlar. Burada martı sesleri duyuluyor dışarı çıkınca biliyor musunuz. İlk geldiğimde ilginç gelmişti. Sonra tam karşımda, apartmanların arasında devasa uzunlukta bir ağaç var, o sallanıyor. Acayip rüzgar var bugün Roma'da çünkü. O devasa ağaç bile sallanıyor şiddetinden. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Belki bir tür çamdır. Kuşların da türünü bilemiyorum. Kötü olduğum bir konu da bu benim. Kuşların, ağaçların, balıkların falan türünü bilmiyorum, ayırt edemiyorum. Belki hiç adamakıllı öğrenmediğim içindir. Belki de hiç önem vermediğim için ya da öyle bir yerde büyümediğim için. Ya da belki bu "gözümle bakmamam" saçmalığı yüzündendir. Bilmiyorum. Doğaya bıraksalar kendi başıma, ölmem iki günü bulmaz herhalde. Açlıktan susuzluktan vahşi hayvanlardan zehirli bitkilerden soğuktan sıcaktan falan değil de gerçi, allah kahretsin burasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne mal bir insanım ben diye oturup ağlamaktan helak olduğum için kahrımdan ölürüm ama, neyse."

2018'de "Oğlu Christopher Robin'in yanına ayıcık Winnie'yi, domuzcuk Piglet'i, kaplan Tigger'ı, eşek Eeyore'u, kanguru Roo'yu, Tavşan'ı, Baykuş'u ve tüm diğerlerinin hikayesini bize armağan eden adam A.A.Milne gibi umarım ben de bir gün herkesin ruhuna dokunabilecek böylesi bir şeyler yapmış olabilirim." 2019'da ise okuyunca hatırladım neler olduğunu, doğum günümü - bu sefer azimle planlayarak - annemlerle gezi yaparken geçirmiştim. "Oysa hayat artık çok güzel. İstediğim her şeyi yapabilirim. Yeni seyahatler planlayabilirim, yeni maceralar yaşayabilirim, evimi yeniden dekore edebilirim, yazmaya vakit ayırabilirim, çok güzel kitaplar okuyabilirim, hep denemek istediğim kursları deneyebilirim, Cey için çok güzel şeyler oluyor-olacak, bahar güzel umutlarla geliyor...Ama içimdeki karanlık bir türlü gerçekliğini algılamama izin vermiyor. O kadar uzun zaman böyle biri olmuşum ki öbür türlüsünü nasıl olacağım bilemiyorum." diye yazmışım ancak bir hafta sonra. 2020'de ise doğum günümden birkaç gün sonra olacağım lazer ameliyatının heyecanıyla hiçbir şey dememişim.

2021..."Tam bir haftadır 34 yaşındayım. "34". Böyle yazınca bu iki rakam neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Daha önce de yazmıştım, kısa bir süre önce (şurada). Hiç hayal etmediğim yaşlardayım. Hiç hayalini kurmadığım bir dönemindeyim hayatımın. Çocukken kurduğum hayallerin hepsi, şu an olduğum yaşa gelmeden yapacaklarımla ilgiliydi. En son nokta 32'ydi. Kitaplıkta, dosyaların içinde sıkı sıkı kapatılmış duran bir karakalem çizimdeki 32 yaşım. 32 yaşındaki bir ben, saçları omuzlarına yayılmış, bir ağacın dalında rahatça oturmuş, boynunda hiç çıkarmadığı kolyesiyle, uzaklara bakıyor."

Geçen sene ise "Henüz neler öğrendim diye yazmalı mıyım emin değilim. 30'ları yarılayıp, diğer yarısına geçtim görünürde ama sanırım bu ikinci yarıda öğreneceğim daha çok şey olacak. 20'lerimde 30'larımda, 40'larımda neler öğrendim diye anlatıyorlar ya hani, benim 20'ler için diyecek bir şeyim yok. 0'dan 30'a kadar sanki kocaman bir çocukluk geçirmişim gibi. Bir çocuk neler yaşarsa ortaokula liseye gelene kadar, onun uzun, çok uzun, bitmeyen bir versiyonunu yaşamışım gibi. Daha doğrusu tüm o, hayatın oyun kısmını, ilk dostlukları, ilk heyecanları, kalp kırıklıklarını, takıklıkları, aksiyonları maceraları, hayalleri, seyahatleri, ergenliği,...30'a kadar yaşamışım gibi. 30 koca yıl süren bir çocukluk-ergenlik. Ergenlik nihayet bittiğindeyse bu sefer gençlik geldi. Normalde 20 yaşından itibaren ya da işte lise bitip, üniversiteye gelindiğinde, genç bir insan ailesinin evinden paldır küldür başka bir şehirdeki üniversiteye, kendi kendine var olmaya başlayacağı bir hayata adım attığı o dönemi de 30'umdan itibaren yaşamaya başladım. Kim olduğumu anlamaya, kim olduğumu inşa etmeye başladım. Önceki 30 yıl olan şeyin yıkılıp, içindeki gerçek şeyin çıkmasını izlemeye başladım. Acılı bir izlenceydi bu gerçi. Savaşarak oldu. Her adımda yere yıkılıp, geri doğrularak. Önceki 30 yılda elde ettiğim hemen her şeyi ve herkesi hem kaybederek, hem de üstüne koyarak." demiştim.

Kafam karman çorman şu an. Ofisteyken yazmaya çalışıyorum. Çünkü evde de yazamam, annemler var. Son bir aydır kendime ait bir saniyem olmadı. Kendi başıma kalabildiğim, yalnız kalabildiğim bir tek an olmadı. Benim bir şeyler yapabilmem, bir şeyler ortaya çıkarabilmem için kendimle olabilmem gerekiyor. O yüzden şimdilik başka bir şey yazamayacağım. Sadece bugünü hatırlamak istedim, kendime hatırlatmak istedim.

Artık 37. Tekrar et. 37. Bir yerden aşağı hızla yuvarlanıyormuşum gibi. 37. Çok az kalmış gibi.

10 Ocak 2024 Çarşamba

Xena ile Mitoloji Saati 6 : Xena:TWP 102 - Chariots of War


Mitoloji Saatlerimizin bu altıncısında Xena:The Warrior Princess bölümlerinden 11 Eylül 1995'te yayınlanan "Chariots of War" isimli ilk sezonun ikinci bölümüne geldik. Bu bölümde Xena'nın günahlarından arınma, iyiliğe kavuşma yolculuğunda bir başka duyguyu yaşama aşaması. Bir ailesinin, bir evinin olmasının, bir eş ve çocuklara sahip olmanın nasıl bir duygu olabileceğine dair düşüncelere dalmasına dair bir hikaye. Aynı şekilde Gabrielle'in de aklına uyan, mantıklıca ve saygılı bir şekilde muhabbet edebileceği bir adama denk gelip, evlenmek gibi düşüncelere dalabileceğine dair minik bir öz-sorgulama hikayesi izliyoruz.

Bu bölümde Xena ve Gabrielle, nerede olduğunu bilmediğimiz bir han/taverna benzeri yerdeler. Tam olarak Ortaçağ'ı veya milattan sonraki ilk binyılı düşündüğümüzde aklımıza gelecek olan bir tablodalar aslında ama neyse. İlk sahnede Gabrielle'in her zamanki gibi bir hikaye anlattığını görüyoruz. Hikayenin sonuna gelmiş oluyor, "Zeus da takdir ettiği için iki aşığı meşe ağacına dönüştürmüş ve sonsuza kadar dalları birbirine dolanmış halde birlikte kalmışlar" gibi bir şeyler söyleyerek bitiriyor hikayesini. Bu hikaye Ovid'in Metamorphoses'ında anlattığı Baucis ile Philemon'un hikayesi.

Resimlerini pek sevdiğim Rembrandt'ın 1658 tarihli tablosu:
Jüpiter ile Merkür Philemon ile Baucis'in evinde.
Washington'daki Ulusal Sanat Galerisi'nde.

Hikayeye göre Zeus ile Hermes (tanrılar olduğunu biliyorsunuz değil mi onu söylemiyorum artık) köylü kılığına girip, Phrygia'da bir köye gidiyorlar. Evlerin kapılarını çalıp, yiyecek falan istiyorlar. Herkes gidin be diyerek yol ediyorlar iki yoksul köylüyü. Sadece yaşlı bir çift, Baucis teyze ile Philemon amca, onları buyur edip, zaten az olan yiyeceklerinden ve şaraplarından ikram ediyor. Şarap testisinin habire kendini doldurduğunu görünce teyze anlıyor, diyor ki bunlar tanrı. Zeus da diyor ki bu köydekiler hep çöp, bir siz iyisiniz. Burayı yerle bir edeceğiz, o yüzden siz toplanın, şu tepenin başına çıkana kadar arkanıza bakmayın. Teyze ile amca koşuyor, tepeye vardıklarında bir bakıyorlar ki köyleri darmaduman. Yalnızca kendi fakir kulübelerinin olduğu yerde süslü bir tapınak yükseliyor. Zeus'a rica ediyorlar, biz bu tapınağın bakıcıları olalım. Birimizden biri vefat edince diğerimizin de ölmesine izin verin ki birbirimizden ayrılmayalım. Zeus da Gabrielle'in anlattığı gibi, öldüklerinde ikisini de ağaca çeviriyor ve dalları birbirine dolanmış halde sonsuza kadar birlikte olmalarını sağlıyor. Ancak onun anlattığından bir miktar farkla. Birini meşe, birini de ıhlamur ağacına çeviriyor Zeus.
Ardından Xena, Meleatus Nehri'ni geçebilecekleri bir yol arayıp, Gabrielle'i almaya geri geleceğini söyleyerek yola çıkıyor. Antik haritalarda bu isimde bir nehir bulamadım. Önceki bölümde kaldığımız yerden ilerlersek coğrafi olarak, kahramanlarımız Xena'nın köyü Amphipolis'ten yola çıkmıştı diyebiliriz. Burası gerçek bir şehir demiştim, şimdiki haritamızda Yunanistan'ın kuzey batısında. Oradan yola çıkıp, güneye doğru gitmeleri olası. Hemen önlerinde Teselya bölgesi yer alıyor. Burada Melitaea isminde bir polis (şehir devleti) olduğunu biliyoruz. Enipeus isimli bir nehir uzanıyor yanında. Bu açıdan Xena'nın bu nehri geçmek üzere bir yol aradığını varsayabiliriz.
Thucydides'in Peloponez Savaşı'na dair yazdıklarında kentin ismi geçtiğine göre de en azından milattan önce 424 civarından itibaren kentin kurulu olduğunu söyleyebiliriz.

Amphipolis'ten Meliteae kentine 341 karayolu var, 3 gün 6 saatte yürünebilir
Kahramanlarımız da tek atları olduğundan yürümüş olmalılar

Yunan mitolojisine göre kurucusu Melitaea olduğu için kentin de ismi bu. Efsaneye göre burada yaşayan ve çok güzel bir kız olan Argaeus'un kızı Aspalis'i, kentin tiranı Tartarus benim olacak benim olacak diye zorlayınca eh kızımız da istemeyince tek kurtuluş yolu olarak kendini asıyor. Tiran o kadar zalim ki halk gerçek ismini dahi anmaya cesaret edemediğinden ona Tartarus diyorlar. Bu tiran, ne kadar güzel kız varsa zorla alıp, kendine cariye yapıyor. Aspalis'in kardeşi Astygites, kız kardeşinin giysilerini giyip, onun kılığına girip giysinin içine de bir kılıç saklıyor ve tirana yanaşıyor, öldürüyor. Tiranın cesedini halk nehre atıyor, o nehrin adı da Tartarus oluyor böylece. Aspalis'in cesedi de bulunamıyor bu arada. Tanrıların işin içine dalıp, cesedini aldığına inanılıyor. Bakire kızların koruyucusu Artemis'in üzülüp, acıdığından Aspalis'in cesedini aldığını düşünüyorlar. Kentteki bir Artemis heykelinin yanında da başka bir tahta heykel ortaya çıkınca kendiliğinden, diyorlar ki Aspalis'i tanrılar kutsadı da böyle Artemisvari bir heykelini de buraya koydular. Aspalis Amilete Hekaërge adı verilen bu yeni heykele, Aspalis'in bakire olarak kendini astığı gibi, şehrin bakireleri de her yıl bakire bir keçiyi kurban olarak Artemis'e adamaya başlıyor.

Bir Artemis Aspalis heykelinin başı
Şimdi geçici olarak kapalı olan Lamia Arkeoloji Müzesi'nden

Bölümde ilerleyince bu kez barışçıl bir çiftçi köyüne yolumuz düşüyor Xena ile birlikte. Xena uzaktan köye saldıranları görünce müdahale ediyor. Saldırganları püskürtürken karnına bir ok yiyor. Aslında burada müthiş bir Xena klasiği izliyoruz, atılan iki oku elleriyle yakalıyor ancak üçüncü ok karnına isabet ediyor çünkü üçüncü bir eli yok :) Neyse savaşçı prensesimiz yere yuvarlanıyor ve bir çocuklu ailenin evinde gözlerini açıyor. Ailenin annesi hayatını kaybetmiş, bu yüzden üç küçük çocuğuna tek başına bakan babamız var. Xena'nın yarasını tedavi ediyorlar.
Xena'yı evlerine alıp, tedavi eden ailemizin babası Darius, oğulları Argolis, Lykus ve küçük kız da Sarita isimlerini taşıyor.


Darius ismi esasında eski bir Pers ismi. Darayavaus'un kısaltılmışı olan Darayaus'un Yunan hali Dareois'un Latince hali. Darayavaus, iyiliğe sahip olmak, içinde iyilik bulundurmak gibi bir anlama geliyor Persçe. Bu açıdan karaktere iyi denk gelmiş bir isim olmuş. Lykus ismi de Yunanca Lykos'un Latince hali. Lykos Yunanca kurt demek. Minik erkek çocuklarından birine konulabilecek bir isim gibi görünüyor. Diğer erkek çocuğunun ismi Argolis ise Yunan anakarasında bir bölgenin ismi şu anda bile. Bazen 'Argolid' olarak da anılan ve adını Argos kentinden alan antik dönemlerdeki Argolis, Peloponnesus'un doğu kısmını, özellikle de Argolid yarımadasını, Arcadia'nın doğusu ve Laconia'nın kuzeyindeki kıyı bölgesini içine alan bir alanı kapsıyor. Argos, Yunanca parıldayan, parlayan demek. Jason ve Argonatlar'ın bindiği gemi Argo'yu inşa eden ustanın ismi de Argos/Argus olarak geçer ki bu isimle de ustanın bu Argos kentinden/bölgesinden geldiği belirtilir. Küçük kız kardeşin ismi olan Sarita ise senaristlerin tamamen elimizin altına ne gelirse yazalım demelerinin sonucu. Sanskritçe'de akıcı demek.
Argolis veya Argos da orada işte

Köylülerden birinin, savaş lordunun adamlarının bir önceki saldırışlarında ahırını yıktıkları köylünün ismi Tynus'ın ise hiçbir bağlantısı yok mitoloji veya tarih ile. Savaş lordunun oğlunun ismi olan Sphaerus, milattan önce 3.yy.da yaşamış Yunan bir Stoacı filozofun ismi aynı zamanda. Bu, karakterimizin durumuna uyuyor aslında. Karakterimiz de oldukça düşünceli, savaşmayı ve babasını sorgulayan, kendi doğruları olan bir kahraman.
Savaşmakla kafayı bulmuş olan savaş lordunun ismi Cycnus ise Yunan mitolojisinde çokça kendine yer bulan bir karakter ismi. Yani bu isimde birçok karakter var. Ama bizim hikayemize en uygunu, hatta senaristlerin direkt esinlenmiş olabileceklerini düşündüğüm, Savaş tanrısı Ares'in oğlu olan Cycnus. İsmin anlamı kuğu aslında Yunanca'da, çünkü mitolojide genellikle bir şekilde kuğuya dönüştürülen karakterlere veriliyor. Ares'in oğlu olan, Pagasae, Teselya'da ya da Makedonya'daki Echedorus nehrinin kıyısında yaşayan kana susamış ve zalim bir adam olarak geçiyor. Sonunda Herakles (bizim Hercules yani) tarafından öldürülüyor. Hatta Heracles onu kovalarken savaş arabasına (chariot'a) atlayıp, kaçmaya da çalışıyor ki bölümün ismine de bu ilham vermiş olabilir.

Bu seramik (aslında volüt krater dediğimiz bir tür) üzerindeki sahnede
en solda savaş arabasının üzerindeki figür zalim Cycnus
M.Ö.6.yy.dan ve tabiki British Museum'da.

Savaş lordumuzun büyük oğlunun isminin Stentor olduğunu öğreniyoruz. Stentor, Troya Savaşı'nda savaşan Yunanlardan birinin ismi mitolojide. Tanrıça Hera, Stentor'un kılığına girip, Yunanları savaşmak için cesaretlendirmiş. Bunu bağırarak yapmış, 50 adamın gücündeki sesiyle. Bu sebeple Stentor kelimesi oralardan yola çıkıp, günümüzde müzikteki stentorian terimine ilham vermiş.
Bu oğul Stentor'un Korinth yakınlarındaki savaşta öldüğünü öğreniyoruz bu bölümde. Korinth Savaşı (Nemea Savaşı da deniliyor) ise eğer bu bahsedilen, M.Ö.395-387 arasında oldu bu savaş. Sparta'ya karşı Thebai, Atina, Korinth ve Argos birleşmişti. Ancak Ahameniş İmparatorluğu Sparta'yı destekleyince, taraflar arasında Antalcidas/Kral Barışı denilen bir barış anlaşması yapıldı ve savaş öyle bitti. Bu kısım da aslında bölümdeki hikayemizle örtüşüyor. Kana susamış savaş lordumuzun bu büyük oğlunun, savaş sırasında barış yapmaya çalıştığı için kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz bölümün sonunda.
Köydeki ahırı yeniden inşa ederlerken Darius, Troya'daki savaştan kaçıp, barış ve huzur içinde yaşamaya geldiklerini söylüyor. Troya Savaşı genellikle mitolojik bir hikaye olarak görülmüş olsa da yapılan araştırmalar sonucunda Troya kentinin VII.tabakasındaki yangın ve yıkım izlerinin bu savaş anlatısına ilham olmuş olabilecek bir savaşın izleri olduğunu söyleyebiliriz. Troya'nın bu tabakası geç bronz çağına, milattan önce yaklaşık 1300lerden 950 civarına tarihlendiriliyor. Yani Darius ve ailesi bu savaştan kaçıp, Yunan anakarasına gelmişse bu bölümdeki hikayemizin M.Ö.950 civarında geçtiğini söylemeliyiz. Ancak karakterlerden birisinin de M.Ö.387'de anlaşma ile sona eren Korinth Savaşı'nda öldüğünü öğrendiğimiz için neresinden tutsak elimizde kalıyor kronoloji.
Geneline baktığımızda kronolojik olarak bir yere oturtamadığımız ama coğrafi olarak mantıklı giden, ortalamanın altındaki bir Xena bölümü Chariots of War. Ama mitolojik öyküler ve kahramanlar açısından oldukça doyurucu.

3 Ocak 2024 Çarşamba

The Matchmakers {혼례대첩} (2023)


Joseon Dönemi'nde bir zamandayız. Krallığın başkentinde Sim Jung Woo isimli kahramanımız, devlet sınavını en genç yaşta en birinci olarak geçen bir akıl küpü. Ailesi de krallığın en güçlü iki soyundan birine mensup. Tam hayalini kurduğu gibi bir kamu görevine başlayıp, zekasıyla basamakları birer birer tırmanacağını düşünürken kralın kızı ile evlenmesine karar veriliyor. Prenses de tam düğün töreni sırasında bayılıp, ölmesin mi? Geleneklere göre Sim Jung Woo'nun bir daha evlenmesi ve devlet içerisinde herhangi bir görev alması yasak olduğundan başrol erkeğimiz kocaman evinde, yalnız başına seneler geçirmeye başlıyor.
İktidardaki en güçlü ailenin (Left State Councilor'ın evi - bu councilorları daha önce bir yerde konuşmuştuk çocuklar) evindeki dul gelin Jung Soon Deok ise başrol kızımız. Onun da evlendiği kocası yazık, evliliklerinin ilk yılında zaten hasta olduğu için ölüvermiş. Jung Soon Deok da yine geleneklerden ötürü, gelin geldiği evde yaşamaya, evi çekip çevirmeye devam etmek ve hiç evlenmemek zorunda. Ama Jung Soon Deok'un bir sırrı var: Sabah ve akşamları olan ev işlerini halledip, tüm gün dışarıda, başkent Hanyang'ın sokaklarında bir "matchmaker" olarak çalışıyor. O zamanlar böyle bir gelenek var (ay allahım ne çok gelenek dedim daha iki paragraf oldu). Çöpçatan bizdeki adı ama öyle mi diyeyim? Bu çöpçatanlar, yaşı gelmiş gençleri birbirlerine uygun görüp, bulup, tarayıp evlendiriyorlar. Öyle flört etme, birbirini görme beğenme, birbirini tanıma şu bu bir şeylerin olmadığı zamanlar olduğu için tüm işi bu çöpçatanlar hallediyor. Aileler arasında gidip gelip, böyle niyet mektupları ya da anlaşma mektupları diye düşünebileceğimiz (aslında başka bir şey onlar da o kısmı derinlemesine araştırmam gerekiyor, not ettim) şeyleri değiş tokuş ediyorlar. Çeyiz tarzındaki şeyleri götürüp getiriyorlar falan. Hah işte başrol kızımızın işi de bu. Zevkine yapıyor. Kendisi sonuçta başkentin en zengin ve güçlü ailesinin ikinci gelini. Tanınmamak için de eski köle-yeni minik tüccar bir arkadaşının, Yeo Joo Daek hanımın kılığına giriyor. Üstüne daha alt tabakanın giydiği kıyafetlerden, parlak renkli, ben buradayım diyen kıyafetlerden giyip, yüzüne ağır bir makyaj yapıyor. Bir gözünün altına da esas Yeo Joo Daek'in olduğu gibi bir minik ben kondurunca kendi öz kardeşi bile tanıyamıyor oluyor (bunlar hep gözlük takıp tanınmayan clark kent'in başının altından çıktı hiç öyle göz devirmeyin benim gibi).
Evde kalmış 3 kız kardeş :)

Bu iki şahsına münhasır kahramanımız kaderin bir oyunu ile evde kalmış 3 kız kardeşi (en büyükleri 24 yaşında mı ne, o derece evde kalmışlar yani düşünün) iki üç ay içinde evlendirmek üzere iş birliği yapıyor. Ve maceraları sadece üç kızı evlendirmeye çalışmak olmaktan çıkıp, yıllar öncesine uzanan kraliyet komplolarını çözmeye, kaza gibi görünen cinayetleri ortaya çıkarmaya, veliaht prensi korumaktan, kralın iktidarını muhafaza etmeye kadar bin bir türlü şeye dönüşüyor. Tabi arada da birbirlerine aşık olmaktan geri kalmıyorlar.
The Matchmakers, orijinal adıyla 혼례대첩 (hunriye deçob diye okuyabiliriz) Güney Kore'nin KBS2 kanalında 30 Ekim - 25 Aralık 2023 tarihleri arasında 16 bölüm olarak yayınlandı. Orijinal adı düğün savaşı gibi bir şey demek. Rowoon'u Destined With You'da izleyip, sempatik bulduktan hemen sonra başka bir dizide, hem de bir tarihi romcomda başrol görünce atladım tabiki izlemek için. Böyle eğlenceli, komiklikli, aralarda romantiklikli, bol bol da saray entrikası, güçler arasındaki oyunlar serpiştirilmiş tarihi diziler benim yumuşak karnım artık. Saçlar sımsıkı toplanmış, altta geniş hanboklar giyilmiş kızları, çooonaa diyerek terennüm eden adamları görünce kendimi hoop aralarında buluveriyorum. Çok can sıkıcı bir şeyler olmadığı sürece izlemeye devam ediyorum. Neyse ki bu kez ne can sıkıcı bir şey vardı ne de izlememe engel olacak bir şeyler. Aksine aşırı eğlenceli, mantıksız da olsa gizemli aksiyonlu, tarihi gerçekliği olmasa da tarihi dokulu pek keyifli bir hikaye izledim. Baştan sona kendine has anlatım tarzını ve temposunu korudu. Kendince ters köşeler de yapmaya çalıştı. Oyuncuların hepsi bir şekilde kendini sevdirdi. Hikayenin kötüleri bile sevimli gelebiliyordu yani kötülükleri görünürken.

Ayrıca pek çok açıdan daha "çağdaş" bir hikayeydi. Yani evet Joseon dönemi geleneklerini barındırıyordu hikaye ve zaten temelinde bu geleneklerin kısıtladığı şeylerden çıkan zorunluluklar ve engeller vardı ama tüm bunları, çok da tarihi bir noktaya konumlandırılmadığından belki, biraz daha çağdaş bir bakış açısıyla ele alır gibi davrandı tüm hikaye. Mesela önümüzde her zamanki, erkek egemen kraliyet ortamı ve entrikaları vardı ama tüm her şeyin merkezinde koskocaman bir güç sahibi kadın yer alıyor. Esas kızımız bile aslında tüm hayatını geleneklere ve zamanın ruhuna bir başkaldırı olarak yaşıyor. Hikaye boyunca tanıştığımız kadın karakterlerin hemen hemen hiçbirinin ay elime diken battı benim kurtarın ay gözlerim karardı beni tutun tarzında bir halleri olmadı. Hepsi kendi stilinde dimdikti, kendi hayallerinin peşinde, her durumda kendi kendilerine nasıl her şeyi halledebileceklerini düşünebilen, inisiyatif alabilen kadın karakterler izledik. Onların yanında erkek karakterlerimiz de öyle her şeyi vura kıra halleden, dediğim dedik, kadın karakterleri kurtarıp günü kurtaran kahramanlar şeklinde yer almıyor. Çoğu durumda daha zayıf kaldıklarına ya da yenildiklerine şahit oluyoruz.

Dedim ya Rowoon'u Destined With You'da sevmiştim ve o dizi o kadar kötü olmasına rağmen sonraki işlerine bakmam için motivasyon olmuştu. Burada da fena değildi. Az biraz da olsa oyunculuğuna bir şeyler katar haldeydi. Yine komedi dozu yüksek bir karakter ortaya koyuyor ki bu bence onun oldukça başarılı olduğu bir alan. Buradaki dışarıdan çok ukala ve güçlü, kocaman görünen ama fiziki hiçbir şeyde başarılı veya güçlü olmayan, her şeyi sadece kitaplardan okuyup öğrendikleriyle yapmaya çalışıp, hayata aşırı yabancı olan bu sakar, bilmiş hallerini izlemeyi çok sevdim mesela.
Bakın bu evin hanımı-gelini kılığındaki esas kızımız

Bu da çöpçatan kılığındaki esas kızımız
- hiç tanınmıyor değil mi :D

Esas kızımızı oynayan Cho Yi Hyun'u ilk defa görmüş oldum. 2017'den bu yana dizilerde oynuyor görünüyor ama tek bir dizisini bile izlememişim. Burada ilk defa tanıştığım hali böyle çıtı pıtı (gerçi kanımca Rowoon'un yanında herkes mi öyle görünüyor acaba ya da kız gerçekten minyon), bıcır bıcır, her şeye her yere koşturan, her işi halleden, elinden her iş gelen ama her davranışı da kurallara kaidelere uygun bir kız şeklindeydi. Ne olursa olsun kendi iyilik çizgisinden ve etik sınırlarından çıkmadı. İzlemesi keyifli bir karakterdi ama Rowoon'un canlandırdığı karakterle romantik olarak bir kimya oluşturamadı - bana göre. İzleyen hemen hemen herkesin ikisini birbirine yakıştırdığına eminim ama ince bir fark var, onu göremedikleri için olsa gerek. İki karakter olarak olayların içinde, bir arada, yan yana kimyaları çok iyiydi. Sadece romantik olarak bir yıldızlar ışık patlamaları yoktu ortada o kadar.
Mükemmel kral

Daha önce Hometown Cha Cha Cha'nın neşeli kafe sahibi olarak izlediğimiz Jo Han Chul'u oldukça fantastik bir kral olarak izledik burada. Fantastik diyorum çünkü tarihi bir dramada böylesi yumoş, anlayışlı, empatik, kafası çalışan, kimsenin tahttan indirmeye, suikast düzenlemeye çalışmadığı, her şeyi herkesi bir şekilde idare edebilen başka bir kral karakteri görmedim. Keşke her tarihi drama kralı Jo Han Chul olsa.
Hikayemizin güç timsali kadını rolündeki Park Ji Young'u izlemek de ayrı bir keyifti. Hareketleri bir an sinirinizi bozuyorsa öbür an ne kadar mantıklı davrandığını görebiliyordunuz. Kendisi dizilerin ağır toplarından, sektörün eski ve önemli oyuncularından ama buraya kadar hiç gördüğümü hatırlamıyorum. Denk gelmemişim demek ki. Moon Lovers: Scarlet Heart Ryeo (2016)'da üçüncü kraliçeymiş mesela, hiçbir fikrim yok hafızamda.

Yan karakterleri oynayan oyuncuların hemen hepsi çok iyiydi yaptıkları işte. Ama bence bunda, ellerine verilen metinde gayet üstüne düşünülmüş karakterlerin yer alıyor olmasının etkisi var. Herkes yer aldığı noktaya cuk oturuyor ve her sahne su gibi akıyor. 3.duvarın yıkıldığı, her bölümün başındaki sahneler de ayrıca eğlenceli şekerleme süsleriydi hikayeye.
Ben bu hikayeyi ve karakterleri gerçekten çok sevdim. Dediğim gibi sadece tarihi bir fonda olduğu ve Rowoon'u takibe aldığım için açmıştım ama hiç beklemediğim kadar iyi çıktı. Haftalık olarak izleyip, 2023'ün içinde başlayıp biten son diziydi benim için. İzlerken çok keyif aldım, çok mutlu oldum. Biliyorum 2023'ün favorisi olarak - benim favorim olarak - The Matchmakers'ı söylemedim çetelede ama sanki yılın son günü, koştura koştura, uykumdan feragat edip, bitirdiğimde ve şu an üstüne düşündüğümde sanırım en çok bunu sevdim diyebiliyorum.

31 Aralık 2023 Pazar

2023'ün Çetelesi



 Bu biten sene ile ilgili herkes orada burada yok şöyleydi böyleydi, ah bir bit artık 2023, yok bir kötüydü bir kötüydü vay efendim 2023 bana neler öğretti falan filan diyor yazıyor ya şimdi, şu aralar...Vallahi son bir haftadır düşünüyorum her boş kaldığımda, ben bu sene ne yaptım diye. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Şubat'ta hepimizin üstüne kocaman bir karabasan çöktü diye geliyor aklıma bir, ama o kadar büyük bir kabustu ki hemen bu sene miydi yoksa ben mi hayal ettim üstünden yüzyıllar mı geçti diye karar veremiyorum. İş yerinde bir dolu cihaz değişimi, kurulumu vs. olacağı için manyaklar gibi çalışmaya başladığımızı hatırlıyorum Ocak'tan itibaren. Nisan'da hayatımın en güzel maceralarından birini yaşadığımı biliyorum, Seul'deki 10 günümde. Seul'den döndükten sonra yaz bitene, sonbaharı yarılayana kadar köpekler gibi çalıştığımız aklıma geldikçe içim daralıyor yine. Bütün bir yaz, o sıcakta, klimasız bir ofiste suyumuz çıkana kadar çalıştık. Neden yaptım bunu bilmiyorum, ne zorum vardı ki. O bunalmışlığın üstüne de aylardır güney kore dizilerine gömüldüm. Bu kadar. 2023'te ne yaptım diye düşününce, bu kadar. Bir şey öğrendim mi? Yoo. Bir aydınlanma yaşadım mı? Belki. Kendi başıma seyahatten çok keyif alıyormuşum. Çok daha başarılı geziyormuşum ve mutlu oluyormuşum. İnsanlara daha fazla hayır diyebildiğim bir sene oldu gibime geliyor bir de. O yüzden de kendimi azcık tebrik ediyorum. Bunun da dışında bir şey hatırlayamıyorum. Ama işte tam da bu yüzden, hatırlayamamam yüzünden buraya yazıyordum ve instaya fotoğraf koyuyordum. O zaman hatırlama yolculuğuna çıkma vakti.

2023'te bu yazıya kadar toplamda 50 yazı/gönderi paylaşmışım Neverland'de. Aslında bir tane de taslak var, onu da bugün yetiştirebilirsem 51 olabilir bu sayı.


Ocak ayına Mona Lisa tablosu ile başlayıp, bol bol şarkı paylaşmışım. Her yeni yıl başladığında insana bir heves geliyor ya, o hevesle yine Xena ile Mitoloji Saati'me gireyim demişim, iki bölüm yaptıktan sonra yine, koca bir yıl unutup gitmişim. Yeni yaşım için geleneksel yazımı da yazmış, Ocak'ta toplamda 8 gönderi ile aslında umut vaat edici bir başlangıç yapmışım yeni yıla. Yılın ilk günlerinde elime Jane Austen'ın Sanditon'ını alıp, okumuştum. Yine, heves. Bu sene yeniden kitap okuyabileceğim diye düşünmüş olmalıyım. Hah. İlahi ben. The Crown'ın 5.sezonuna başlamışım. O arada The Last of Us'a bakmıştım, benlik değil diyerek bırakmıştım. Regl saçmalığım devam ediyormuş, aylardır gitmediğim doktorumun klinikten ayrıldığını keşfedince onu aramaya çıkmışım. Ocak'ın ortasında yine midem tutmuş bir ara. Son haftasında da ateşim çıkmış. Ayın başında bir kar yağar gibi olmuş ama asıl en son günü çılgınca yapmış.

Şubat'ta gönderi sayısı birden düşmüş. Çünkü çok kötüydü. Çok çok kötüydü. Şubat 2023, ömrümüzün en kötü Şubat'ıydı. Oysa ki başında bembeyaz karla başlamıştı. Ortasında Neverland'in 12.yaşını kutlamaya çalışmışım. Bir de film anlatmışım. O kadar. Şubat'ta bir Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ını almışım, okuyamamıştım. The Crown'ın 5.sezonuna devam etmişim, Run BTS'ten izlemediğim bölümleri izlemişim. BTS'in hep en kötü zamanlarda yanımda olması...Aralarda da film izlemişim bol bol. Şubat ayını bitirebilmek için filmlere ve Run BTS'e başvurmuş gibiyim.

Mart'ta yine bir heves. Bir toparlanma çabası, 7 gönderi. Şubat'ın tüm o karanlığından kaçmak için izlediğim filmleri dizileri yazmışım. Mart'ı 10'unda ilk çiçek tomurcukları belirmiş Ankara'da. Sonuna doğru ayın, köye gitmiştim. Nisan'daki Ramazan Bayramı tatilinde gidemeyeceğim için annemleri göreyim diye. Mart'ın son günlerinde tüm o ağaçlardaki tomurcukların üstüne kar yağmış. Mart boyunca ders çalışmışım, Nisan'da çalışamayacağım diyerek. "Sanditon'ın 2.sezonunu izledim, 3.sezonun yarısındayım. Akhilleus'un Şarkısı kitabı aylardır elimde dolanıyor, galiba yarısındayım. Mandalorian'ın 3.sezonu başladı, onu izliyorum haftalık. Özel bölümler haricindeki Run BTS bölümlerini bitirdim nihayet. Film izlemedim, gerçek anlamda kitap da okumadım. Sanırım sadece dizi izledim. Ve ders çalıştım. Ah evet, onu söylemeyi unutmuş olabilirim." diye yazmışım Nisan'da yazdığım Mart Çetelesi'nde.

Nisan'a tabiki heyecanla başlamıştım. O yüzden sadece iki gönderi var. Biri işte Mart Çetelesi, biri de yolculuğa çıkmadan öncesi yazısı. Gidene kadar, hatta uçağa binene kadar deliler gibi çalışıyordum. Haftasonları işe geldim, akşamları geç çıktım. Düşündükçe yine sinir oldum neyse. Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı izlemeye gitmişim. O bir değişiklik olmuş. Nisan'ın ortasında arabanın lastiği yarılmış, şimdi insta hikayelerime bakarken gördüm, o bu sene miydi diye şok oldum. Vay be. Nisan'da yolculuğun heyecanıyla ne kitap, ne film var.

Mayıs'ta 5 gönderi var, haliyle Seul maceralarımı anlatmaya başlamış, bitirememiştim. Tatilden döner dönmez yine ofiste aman sabahlar olmasın modunda çalışmaya geri dönmüştüm. O yüzden bir yandan Run BTS'e devam etmiştim, bir yandan da birkaç dizi film. Son haftası 2.Ankara Kore Film Festivali vardı, bir de arada bir seçimler vardı. Mayıs ayı iş, filmler ve yağmurlarla doluymuş.

Haziran'da 3 gönderi var, ikisi zaten Seul yazılarıma devam. Çünkü yine çalışmakla meşguldüm. Palaz isimli bir tiyatro oyununa gitmişim. Doktorum kistlerimin küçüldüğünü söylemiş, umutlanmışım. Bayramda yine köye gidip, abimlere ve çocuklara hizmet etmişim. Bu kabusum bitecek, kendime en büyük sözlerimden biri bu yeni sene için. Haziran ayında da haftasonları ofise gitmek zorunda kalmışım.

Temmuz'daki 3 gönderim de Seul yazıları. Ahahah. Çünkü işyerinde her şey çok çok çok durumdaydı. Aklımı nasıl yitirmedim bilmiyorum. 2023 yazında nasıl aklımı kaybetmedim? Caligula diye bir oyuna gitmiştim CerModern'de, ne saçmalıktı ama! Hilary Wilson'ın Hiyeroglifleri Anlamak kitabını okumuşum Temmuz'da, inanamıyorum. Kitabı Nisan'da havalimanında almıştım. Rumuz Goncagül diye bir müzikale gitmiştim, ilginçti. Mongoliad kitabına başlamışım.

Ağustos'ta 2 gönderi var, ikisi de artık dayanamıyorum diye yazdığım şeyler. Yılın başından beri iş yerindeki o dayanılmaz çalışma temposuna artık ne mental olarak ne de fiziksel olarak katlanamıyor hale geldiğimin canlı kanıtları. Çığlıklarım. Bitmiştim artık. Yine dayanılmaz bir mide bağırsak ne varsa hepsinin bozulmasıyla bir hafta başında çöktüm. Ağustos'un ikinci yarısında bedenim kendini kapattı. Şurada okuyabilirsiniz. Ayın başında Flapper Swing konserine gitmiştim, jazz dinleyebilir olduğumu fark etmemi sağladı ama sanırım sadece canlı jazz. Graeme Simsion'ın Rosie Projesi kitabını okumuşum, Dünya Mitolojisi'nde Kadınlar diye bir kitaba başlamışım. Tüm bu roller coaster gibi yuvarlandığım yılın yazının bitiminde güzelim canım saçlarımı kısacık kestirmiştim tabi bir de. Ruh sağlığınız iyi değilken kararlar vermeyin çocuklar.

Eylül'de iki tanecik Seul macerası yazısı var. Yağmurlar. Kore dizileri. Çılgınca Kore dizisi izlemeye devam etmek. Madeline Miller'ın Ben Kirke'sine başlamıştım ama bitiremedim. Hala duruyor rafta. Yapraklar sararmaya başlamış. Başkent Kültür Yolu Festivali vardı bir de Eylül'de, birkaç bir şeye gittim, güzel şeyler gördüm, iki eğlenmiş oldum. Yine bir jazz konserine gittim. Nasıl olduysa sonra gene ayın son günlerinde hasta oldum. Ateşim 38,5 olmuş halde, kendi başıma acile gidip, serum yedim.

Ekim'e hasta, baygın ve gözlerim kapalı girmiştim ama yine de 5 gönderi var. Seul maceralarım ve bol bol izlediğim kore dizilerini yazmışım. Hava kararsızmış, gün içinde her çeşit havayı görmekten kafam bulanmış.

Kasım'ın başında bu sefer daha da kötü bir karar vermiştim, zaten kısacık olan saçlarıma perma yaptırdım. İnanın yaz bittiğinden beri aynadaki görüntüme katlanamıyorum. Ve bunu kendime kendim yaptım. Kasım da Ekim gibi her gün işe gidip, çılgınca çalışıp, akşam evde bir iki bölüm kore dizisi izleyip, uyumak şeklinde geçti. 3 gönderi var, iki dizi bir durum bildirimi. Kasım'da, bunca yıllık çalışma hayatımda ilk defa evde oturabilmek için izin aldım. Durabilmek için. Durup, oturup, bir nefeslenebilmek için. Klasik müzik konserine gittim Kasım'da, Erimtan Müzesi'ne gittim. Biraz kendimle kalabilmek iyi geldi. Ve çılgınca kahve içmeye başladım. Kasım'ın 19'unda ilk kar yağdı. Ayın sonunda yine mide bulantısı ile buluştum. Günlerce hiçbir şey yiyemedim.

Aralık'ta 6 gönderi var. İzlediğim kore dizilerini anlatmayı bitirebilmeye çabaladığım için. İlk başta da dedim ya, bir tane kaldı, onu da yazmayı yetiştirebilirsem içimdeki el ele vermiş başak burcu ve oğlak burcu insanları yeni yıla girerken bir nebze rahatlamış olacak (yükselenim olan kova ise kanepede oturup gece yarısına kadar Percy Jackson izlemek istiyor, kitaplarını okumuştum yıllar önce, sonra bir ara 2010'da filmi de gelmişti, kitapları çok sevmiştim).

Bu sene 13 tane Güney Kore dizisi izledim. 2023 yapımı. Arada bir tane de eskilerden Descendants of The Sun'ı izledim ama onu yazmak biraz zaman alacak. Favorim hangisiydi diye düşününce ilk aklıma gelen Moving oluyor tabi ama izlemesi en keyifli ve bana en iyi gelen diziyi söylemem gerekiyor çünkü günün sonunda baktığımda Moving'i her ne kadar vooo ne işti ama diye anlatsam da beni mutlu eden ya da ruhuma iyi gelen bir şey değildi. Bu yüzden sanırım My Lovely Liar ve The Secret Romantic Guesthouse bana iyi gelen (tedavi edici manada iyi) dizilerdi bu sene.

Tam 23 film izlemişim. Gene iyi izlemişim. Böyle bir yılda. Sanırım en sevdiğim Matt Damon'lı Ben Affleck'li Air(2023) oldu şimdi düşününce. Güney Kore dışında 9 tane falan dizi izlemişim. Bazıları yeni diziler, bazıları eski, bazılarının yeni sezonları. The Mandalorian ile Loki arasında kararsızım ama sanırım en çok Loki'yi takdir ettim bu sene.

Kitaplarla yine, bu sene de, saçma sapan bir ilişkim olmuş evet. Birkaç kitabı elime alıp, okumaya çalıışp, sonra yavaşça gözümün önünden kaybolduklarına şahit oldum tüm sene. Bazılarını ıhıh olmaz mutsuz oldum deyip bıraktım. Bazılarını şimdi yapmam gereken başka işler var diyerek bıraktım. Tüm çocukluğumu ve gençliğimi kafam kitaplara gömülü halde geçirdikten sonra 30larımdaki bu halim hala tuhafıma gidiyor. İşin kötüsü gitgide aklımda, kitapların bana hiçbir fayda sağlamamış olduğu düşüncesi beliriyor. Onca kitabı okudum, ne elde ettim diyorum. Bana ne faydaları oldu ki? O kadar kitap okumasaydım da yine bir devlet kurumunda memur olabilirdim. Hatta olabileceğim ilk şeylerden biri bu olurdu. Şu yaşadığım hayatı elde edebilmek için hiç çaba sarf etmeye gerek yoktu çünkü. O yüzden diyorum ki ister istemez, kitap okumak o kadar söylenildiği gibi insana bir şey katıyor olsaydı, bu hayatı yaşıyor olmazdım. Çok daha iyi bir yerlerde, çok daha mükemmel bir hayat yaşıyor olurdum. Demek ki katmıyormuş. Üzgünüm.





Bir de çılgınca K-pop dinledim bu sene. Zaten dinliyordum ama bu sene sanki başka hiçbir şey dinlemedim. Çok kötü bir batağa düştüm çocuklar. Bu k-pop batağına girince insan başka bir şeye de bakamaz oluyor. Her yeni çıkan gruba, şarkıya, videoya, programa, gösteriye yetişmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. 2016'dan beridir dinliyordum bir oradan bir buradan ama katiyetle BTS'ten başka bir grubun hayranı olamam, öyle şarkılarını merak edemem diyordum mesela. Ama bu sene kendimi (G)I-DLE dinlerken buldum. RIIZE diye bir grubun çıkışına şahit olup, en başından grup destekleyip takip etmek deneyimini yaşadım. Bir de Hwasa'nın sesi ve şarkıları çok iyi.

29 Aralık 2023 Cuma

Castaway Diva {무인도의 디바} (2023)


 Seo Mok Ha kızımız 16 yaşında bir lise öğrencisi. Minik Chunsam Adası'nda yaşıyor. Hayali şarkıcı olmak, en sevdiği, çok büyük hayranı olduğu Yoon Ran Joo gibi çok başarılı olmak. Yoon Ran Joo'nun müzik şirketi bir yarışma düzenlediğinde de şarkı söylediği bir videosunu gönderiyor ve yarışmayı kazanıyor. Ama Seo Mok Ha'nın babası buna karşı olduğundan esas kızımız için işler biraz zor.

Jung Ki Ho oğlumuz da esas kızımızla aynı sınıfta. Sessiz, kendi işine bakan bir tip. Devamlı oradan buradan minik minik işler yapıp, para biriktiriyor ki yaşadıkları bu küçük adadan, babasının evinden gidebilsin. Ki Ho da Mok Ha gibi babasıyla yaşıyor. Ama onun annesi babasını terk etmiş, o da annesiyle yaşamaya gitmek istiyor ama babası bırakmıyor. Bu ikisi bir gece birlikte evlerinden, babalarından kaçıyor. Seo Mok Ha'yı Seul'deki müzik şirketine götürmek için. Ama bindikleri feribottan Ki Ho, onları takip edip engel olmaya çalışan Mok Ha'nın babasına engel olmak için inmiş oluyor, Mok Ha da babasından kaçarken feribottan düşüyor denizin ortasında.

Aradan 15 yıl geçiyor. Mok Ha bu 15 yıl boyunca ıssız bir adada mahsur kalıyor. Bir gün çevre gönüllüsü olarak adalardaki çöpleri toplayan Kang Bo Geol ile abisi Kang Woo Hak onu tesadüfen buluyor. Onların da yardımıyla Seo Mok Ha hem bir yetişkin bedenindeki çocuk olarak yeni dünyaya alışmaya çalışıyor hem de ünlü bir şarkıcı olma hayalini gerçekleştirmek için uğraşmaya başlıyor.

Castaway Diva, 28 Ekim - 3 Aralık 2023 tarihleri arasında 12 bölüm olarak Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) yayınlanan böyle bir diziydi. Bu sene hafta hafta takip ettiğim dizilerden biriydi. En başta, ilk bölüme başlamadan önce konusuna bakınca çok da heveslenmemiştim açıkçası. Başrollerden bir tek Park Eun Bin'i daha önce izlediğim için tanıyordum. Konusu da herhalde medeniyetten uzun süre uzak kalan bir kızın sarsak bir şekilde şarkıcı olmaya çalışma maceralarını izleyeceğiz diye düşündürmüştü. Biraz absürd bir komedi olur diyordum, bir de iki başrol erkek var göründüğü için araya da bol bol romantizm kaynardı. Sonra ilk bölümü açtım, izledim ve çok kötü oldum. Düşündüğüm komedi ile alakası yoktu izlediğim şeyin. İlk bölümde - spoiler olacak ama olsun - bol bol aile içi şiddet izledim. Seo Mok Ha'nın da Jung Ki Ho'nun babası da feci şekilde çocuklarını dövüyordu. İzlemesi çok rahatsız ediciydi. Bir de çocuk oyuncuların inanılmaz hissederek oynaması tuzu biberi oldu. Çok kötü oldum. Ben bunu izlemeyeceğim dedim. Jung Ki Ho'nun babasını oynayan Lee Seung Joon'u normalde hep iyi rollerde görmüştüm. Bir de bu diziyle aynı zamanda Strong Woman Gang Nam Soon'u izliyordum ve kendisi orada pamuk gibi bir babayı oynuyordu. Castaway Diva'daki rolü o kadar rahatsız etti ki beni. Halbuki karakteri çok iyi yazılmamıştı, büyük boşluklara sahipti. Ama o kadar iyi doldurup, o kadar iyi oynadı ki izlerken rahatsız olmayan, sokakta görünce tırım tırım ondan kaçmayacak çok az izleyici olmuştur.

Bu da bizi senaryonun olmamışlığına getiriyor tabi. Dedim ya ilk başta bir romantiklik dozlu komedi izleyeceğimi düşündürmüştü diye. İlk bölümde de böyle tokat yemiş gibi karanlık bir şey izleyince ne izliyorum diye bakınmaya başladım. İzlemeyeceğim deyip, ikinci bölümü uzun süre izlemedim ama sonra gene dayanamadım çünkü Hatice de çok güzel bulmuştu, izlemem için baya tavsiye etti. İkinci bölümden itibaren hikaye daha da odağını kaybetti. Yani bir odak vermedi elimize demek daha doğru olacak gibi. Tanıtımını, ıssız bir adada kalan bir kızın dünyaya geri dönüp, şarkıcı olma çabası olarak yapmıştı ama bölümler ilerlemeye başladıkça o konu odağımız olmaktan çıktı. Ünlü bir şarkıcı olan Yoon Ran Joo'nun nasıl gözden düştüğüne daldık, alzheimerlı annesiyle ilişkisine girdik. Müzik şirketi CEO'su ne işler karıştırıyordu? Albüm satışları ne olacaktı? Jung Ki Ho'nun babasından kaçıp, saklanabilmek için izini kaybettirmesinden ötürü kimin Ki Ho olduğuna ve nerede olduğuna bakmaya başladık. İki başrol erkek karakterden hangisi Ki Ho çıkacak sorusu etrafında döndük. Şarkı programında neler olacağına daldık sonra. Başka bir idol şarkıcı kızla uğraştık. Ki Ho'nun saplantılı babasından kaçtık, Seo Mok Ha'nın evlerinde kaldığı ailenin içine girdik. Bütün bunlar aslında normal bir senaryo döngüsünde ana hikayeyi destekleyen ve parlatan yan hikayelerdir. Hepsini izlememiz ve bunların kendilerine ayrılmış zamanları olması çok normaldir. Hatta bazen bazı dizilerde bu yan hikayeleri ana hikayeden daha çok sevebiliriz, olur yani. Buradaki sorun, dizinin ana mesajının ya da asıl anlatmak istediği şeyin, asıl derdinin tüm bu hikayeler arasında kayboluyor olması. Ki bir derdinin de olmaması esasında. Ya da varsa bile senaristin kafasında çok net olduğunu düşünmüyorum. Yani diziyi yazmaya başlarken bu hikaye ile ne demek istiyorum diye düşünmemiş gibi. Sanki ıssız adada kalan bir kız olsun, sonra da tüm zorluklara rağmen şarkıcı olsun diye düşünmüş ama bu yolculukta asıl konunun, asıl derdin ne olduğunu düşünmemiş gibi. Dizi ara ara böyle çok güzel hayat derslerine giriyor mesela, kahramanlarımızın o an içine düştükleri durumu, Seo Mok Ha'nın adadaki hayatıyla ilgili bir durumuna bağlayıp, çok güzel bir mesaj oluşturuyor. Ama bunlardan sonra yeniden odağımız kayboluyor. Yani asıl konumuz bu olmaktan çıkıyor. Aslında tüm hikayeyi bu çerçevede anlatmaya çabalasalarmış mesela, daha derli toplu bir şey de çıkabilirmiş.

Karakterlerimizin gençliklerini oynayan çocuklar çok iyiydi ama ya

Bu yüzden de çok içe dokunabilecek, keyifli bir hayat hikayesi olabilecek bir şeyi böyle hiçbir şeye tam anlamıyla dokunduramadan, oradan oraya savrulan ve oyuncuların tek tek performanslarına hayran kaldığımız öylesine bir şey olarak bırakmışlar. Oyuncular cidden ayrı ayrı bakıldığında çok iyi. Yukarıda da dediğim, hikayemizin kötü adamını oynayan Lee Seung Joon elinde mantıklı ve çizgileri belli bir karakter olmamasına rağmen tüyleri ürpertiyor. Sevimli ailemizin anne ve babasını canlandıran Seo Jung Yeon ve Lee Joong Ok, çok ama çok iç ısıtıcılar. Çok rahatlatıcı ve mutlu edici bir aile beliriyor onlar ekranımıza çıkınca, hem de hikayenin çıkışı öyleyken (spoiler söylemiyorum). Annemiz Seo Jung Yeon bu sene 8 dizide yer almış mesela ve ben içlerinden izlediğim 3 tanesinde hep bambaşka biri olarak gördüm onu. My Lovely Liar'da bencil bir anne, bu Castaway Diva'da acılar çekmiş sevgi dolu bir anne olarak izledim ve devam eden My Demon'da da soğuk katı ama mükemmel bir yönetici sekreteri olarak izliyorum.

O yaşta şöyle görünebilsem

Gıcık ama sevimli eski şarkıcımızı oynayan Kim Hyo Jin'i  ise ilk defa izliyor olmam şaşırtıcı değil mi bunca yıldır Güney Kore dizisi izlemiş olduğum için (tam da benim kore dizileri izlemeye başladığım yıllarda hiç dizi çekmemiş çünkü mesela). Kendisi hem çook uzun yıllardır bu işin içindeymiş hem de pek sevdiğm Yoo Ji Tae'nin eşiymiş. Sanırım izleyenlerin en çok eleştirdiği karakterdi (ve oyuncuydu haliyle) dizide. Ben karakterinin çok da iyi yazılmamış olduğundan ötürü böyle hissettirdiğini düşündüm izleyip bitirdikten sonra. İzlerken de o kadar sinir bozucuydu ki onun hikaye örgüleri, ana hikayeye dahil oluşları, keşke biraz ekranda görünmese diye diye izledim yalan yok. Dediğim gibi ancak bitirince fark ettim, karakter yazımında boşluklar var, Yoon Ran Joo'nun çizgilerinde, sınırlarında, olaylarında bol bol tutarsızlıklar var.

Aynı şey Kim Joo Heon'un canlandırdığı - kötü adam numara 2 - eski menajer/yeni CEO Lee Seo Joon karakterinde de gözümüze parmak sokulurcasına ortadaydı. Sanki en başta ceo'muz hikayenin lawful evil'ı olarak tasarlanmış (dayakçı babamız da chaotic evil'ıydı mesela) ama yolun sonuna kadar gitmekten vazgeçmiş senarist arada. Ayy ben de hepimiz de Lee Seo Joon'a ölüp bitiyoruz zaten demiş, bu aslında gri bir karakterdi bana ne bana ne demiş. Tabi yolun yarısında plan değişince her şey sallanmış. Lee Seo Joon elinden geleni yapıyor, gözleriyle mimikleriyle, vücut diliyle falan ama elinde güzel bir metin yok.


Başroldeki Park Eun Bin'i ise son yıllardaki, son yıllardaki de değil gerçi direkt 2022'deki Extraordinary Attorney Woo'daki patlayışının ardından herkes çok beğeniyor biliyorum ama ben kendisinden o kadar etkilenmiyorum sanırım. O diziyi izlemedim, yalan yok. Sanırım böyle acayip hype yapan, herkesin izlediği şeylere zamanında elim gitmiyor. Çok sonraları belki. Neyse. Burada da yazmıştım, 2020'de Do You Like Brahms'ta izlemiştim ilk olarak (Bir de şimdi burada). Buradaki karakteri ele alışı biraz rahatsız ediciydi açıkçası. Fazla karikatürizeydi. Onca yıllık adada mahsur kalmışlıktan sonra hayata farklı bir gözle bakıp, içinden geldiği gibi yaşayan, içi hala 16 yaşındaki halini koruyan ve o saflıkla, o kafayla hareket eden birini canlandırmak için bu kadar sarsak olmasına gerek yoktu mesela.


Sanırım en beğendiklerim - sevimli ailemiz dışında elbette ama bunlar o aileye de dahil sonuçta - iki başrol erkeğimiz, ailemizin iki oğlunu canlandıran Chae Jeong Hyeop ve Cha Hak Yeon oldu tüm diziyi izleme serüvenim içinde. İkisini de ilk defa izledim. Cha Hak Yeon'un canlandırdığı Woo Hak karakterini görür görmez sevdim zaten, tanıştığım anda sevdim çünkü her şeyiyle tam benlik karakterlerdendi. Yılların idol şarkıcısı olarak (2012'de çıkan VIXX grubunda, sahne ismi N) kötü bir oyunculuk da çıkarmıyordu, temiz bir şekilde Woo Hak oldu, kendini sevdirdi. Bo Geol'u canlandıran Chae Jong Hyeop ise beklemediğim anda, hiç ummazken sızdı aklıma. Yine ona da çok iyi yazılmış bir karakter vermediklerine eminim ama o kadar doldurdu, o kadar güzel bir şey ortaya çıkardı ki sessiz sessiz, sadece bakarak, izleyerek, ilgilenmezken. Diziyi unutacağım belki yıllar sonra ama onun hissettirdiklerini hep hatırlayacağım gibi.


Demem o ki boş vaktiniz varsa ya da ne bileyim o kadar da seçici bir izleyici değilseniz, Park Eun Bin hayranı da falansanız izleyebilirsiniz tabi. Ama bence gereği yoktu. Ben kendim için öyle düşündüm şimdi. Keşke izlemese miymişim? Chae Jeong Hyeop ile tanışamazmışım. Tamam neyse, o kadar da pişman olmadım şimdi.

26 Aralık 2023 Salı

ciarpame

 

Instagram'da hayranlıkla takip ettiğim Zac Illustration'un Nature'ı.

Yıl biterken en son ne halde olduğumu yazmak istedim. Sonra dönüp, hatırlamak istersem diye. İyi veya mutlu günler olduğundan değil elbette. Kafamda her şeyi kronolojiye oturtarak yaşadığım için. Kronolojimin ipinin ucunu kaçırınca dengem de bozulduğundan.

Annemler geldi geçen hafta. Kışı geçirmeye. Onlar bana kalmaya gelince abimler ve çocuklar da geliyor haliyle. Normalde cumartesi yemeğe geleceklerdi. Cuma akşamı oldu, eve gittim, tüm haftayı bitirebildim ohh bir oturayım nasıl olsa ertesi gün eve haydutlar doluşacak diye düşünürken abim aradı. Cuma akşamı da geldiler. Neyse birkaç saat dayanacağım gidecekler, yatarım dedim. Gece oldu, çocuklar kalalım diye tutturdu. Açıkça istemediğimi söyledim (hello new and improved lorelai :D ). Çocuklar ağlaştı, abim küstü, gittiler. Cuma gecesi hepimiz kalbimiz kırık halde yatağa gittik. Kendim için kendimi düşünerek yaptığım bir şeyin beni iyi hissettirmesi gerekmiyor muydu?

Cumartesi gene geldiler. Öğleden sonra. Bu sefer de akşam olunca çocuklar yine kalmak istedi. İki gün içinde iki kere hayır diyemedim haliyle. Çocukları bize bırakıp, abimle yengem evlerine döndü. Bu arada cumartesi akşam üstü babam yüzüklerini aramaya başladı. Bir havlu peçetenin içine sarıp, ayakkabılığa bırakmış elini yıkarken sabah. Anneme sen kesin çöpe attın demeye başladı. Annem de hatırlamıyordu yani. Peçeteye sarmak nedir ya. Etraftaki kirli peçetelerden biri gibi görünür, çok normal değil mi? Tabi babam bir kere suçlayıcı olmaya ve söylenmeye başladı mı annem panik atak geçirerek etrafta uçmaya başlıyor. Annem ağlamaklı, babam sinirli sinirli söyleniyor. Annem tutturdu çöpe inip bakacağım bulacağım. Babam hayır diyor, sinirle koltuğa oturdu kalkmıyor. Annem kapıdan fırladı, ben de peşinden. 63 yaşında, açık kalp ameliyatı geçirmiş ve o anda da sinir krizi geçiren yaşlı bir kadın, sokaktaki boyundan büyük çöp konteynırının içinde sabah atılan çöp poşetini bulup, içinden de yüzüklerin sarılı olduğu peçeteyi bulacak. Öbürü de öylece yerinde oturuyor. Sanki 40 yılı bir arada geçirmiş insanlar değil de kanlı bıçaklılar, kan davalılar. Aşağıya koşturdum. Çöp konteynırının içine ben daldım, tüm poşetlerin arasından bizimkini bulup, bir de tüm atılmış peçetelerin içine baktım. Sırf annem tek başına bunu yapmak zorunda kalmasın diye. Sonunda buldum da eve çıkabildik.

Biten yılın çetelesini de yapacağım bir sonraki yazıda. Ama bu da böyle, bir haftasonu çöp karıştırdığım bir gün de oldu diye not düşmek istedim.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...