29 Haziran 2022 Çarşamba

dipendenza

"Korkuların, şüphelerin ve aksi düşüncelerin seni yönettiği sürece, senin dışında bir başkasına ya da herhangi bir şeye bağımlı olman gerekecek. Kendini bundan kurtaramadıkça, bir şeye olan bağımlılığı başka bir şeye olan bağımlılıkla değiştirip duracaksın.. Ama buna ne özgürlük denir, ne de gelişme."

Stefano D'Anno'nun Tanrılar Okulu isimli kitabından-mış bu sözler. Kitabı okumadım ama bu sözlere günün birinde rastlayıp, kenara kaydetmişim. Şimdi karşıma çıktı. Göstermek ve birlikte okumak istedim kelimeleri.

27 Haziran 2022 Pazartesi

Well I know it gets harder every single day and I know my darkness will never go away

 Tamam sanırım biraz daha iyi gibiyim. Sınava 8 gün var. İyiden kastım, en azından ruh halimde dalgalanmalar yaşayabiliyor olmam. Her gün karanlıktan, hımm bazı günler bazı zamanlar birazcık güneş mi var ne'ye geçmiş olmam. Her gün tekrar tekrar en başından kanunların maddelerin üzerinden geçerken her şeyi biliyormuşum gibi geldiği anlar oluyor. Öyle bakarken kağıtlara, aslında çok basitmiş gibi görünüyor. Ama sonra önceki sınavda karşılaştığım sorular aklıma geliyor, imkansızlığı gözümü korkutuyor. O sınavda okuduğum hiçbir şeyi anlamamıştım. Dahası o sorularda, bu kanun maddelerinde yazan hiçbir şeyi sormamışlar gibiydi. O kadar anlamadım, o kadar kafam karıştı ki aklımdan tamamen vazgeçtim. Aklıma fikrime olan tüm güvenim gitti. Şimdi de yine aynı duyguya kapılıyorum çalışırken. Bir an her şey aklımda, her şeyi anlamışım ezberlemişim gibi geliyor. Öbür andaysa hiçbir kelimesini anlamadığım o sınav aklımın her köşesini dolduruyor ve yine umutsuzluğa kapılıyorum. Bu sınavı da geçemezsem işimi kaybedeceğim. İşimle birlikte akıl sağlığımı kaybedecek olmam gerçeğini geçtim, oturduğum evi yaşadığım şehri arabamı daha taksitlerini ödediğim şu an üstünde yazı yazdığım masayı her şeyi kaybedeceğim.

Bazı günler güneşli dedim ya işte o arada birkaç bir şeye bakabildim. Televizyonu açabildim, müzik dinleyebildim. Hala sınava kadar ders çalışmadığım her an kendimi çok aşırı suçlu ve kötü hissediyorum ama işte bazı anlarda görmezden gelebildim o duyguyu. Doktora gittim, gastroentrolojiye. Ocak'tan beri davul gibi şiş bir göbekle dolaşıyor olmamı sorguladım. Kilo almanın da ötesinde herhangi bir şey yeyip içtiğimde veya gün içinde öyle kendi kendine şişiyor. Sert ve top gibi oluyor, derimin gerildiğini ve yırtılacağını hissediyorum. Doktor bir mide ilacı bir de bağırsak ilacı verdi. Bir hafta dene dedi. İyileşme görürsem bir ay boyu ilaçları içebilirmişim. İyileşme görmezsem bir daha doktora gideceğim. Ve bilin bakalım ne oluyor? İlaçları içmeye başladığımdan beri hiç bir fark yok. Karnım yine önümde, kocaman bir basketbol topu. Bugün içtiğim ilaçları düşündüm de şimdi...Sabahtan itibaren önce mide ilacı, ardından ağrı kesici, sonra bağırsak ilacı, ikinci öğünde yine bağırsak ilacı, akşama doğru d vitamini eksikliği için d vitamini ilacı, akşam olunca reglimi düzenlemek için olan hormon ilacı. Şu an böyle kursağımın hemen altındaki yerde, içerde kocaman bir hava balonu sıkışmış gibi hissediyorum. Dışarıdan da sanki biri ayağını kursağıma, nefes boruma dayamış gibi. Neyse eninde sonunda doktora geri yol görünüyor.

"The First Lady" diye bir diziye baktım. Bu türü severim diye ve özellikle üç farklı dönemde geçtiğinden tarihten şeyler görebileceğimden. ABD'nin 3 farklı dönemden 3 "first lady"sinin hayatını anlatıyor gibi bir şey. 1933-1945 arasında first lady olan Eleanor Roosevelt'i, 1974-1977 arasında first lady olan Betty Ford'u ve 2009-2017 arasındaki hepimizin hatırladığı first lady Michelle Obama'yı anlatıyor. Tabiki şu mental sağlığımla ve sınav belasından ötürü hepsini izlemedim, şöyle bir baktım ama dizi biraz müsamere gibi görünüyor şimdilik. Gerçekten dizi olan kısmı Betty Ford'un kısımları gibi. Diğer iki karakterin kısımlarında sanki normal ekip gitmiş, yerine ilkokuldan çocuklar gelmiş çekmiş montajlamış gibi. Sınavdan geçebilir de hepsini görebilirsem eğer anlatırım.

Youtube'da da zaten bu ara hep böyle sıkıntımdan kaçış için tarihi dizi-film kostümleri, saç stilleri videoları izliyorum. Anladığım kadarıyla 1960'lardan 70'lere geçerken bir uzaylı istilası olmuş. Yukarıdan gelip, dünya üstündeki giyiniş, davranış, görünüş, anlayış biçimlerine bir tokat atıp gitmişler. Yoksa 1900'lerin başından 1950'ler de dahil olmak üzere yaşanan dönemdeki insanların zarifliğinden, klaslığından nasıl olup da o saçma sapan hale geçilebildiğini açıklamak mümkün değil. (Favorim 1910lar ve 20'ler, 40'lar da olabilir ama en çok 1910'lar, zengin boş gezen bir kaygısız olsaydım tamamen o formatta dolaşırdım etrafta)

Sonra yeni başlayan k-dramalardan "Jinxed At First"'e baktım. Tam izlemeyi sevdiğim tarzda bir romantik komedi. İçinde bol bol fantastik öğeler, saçmalıklar, şapşal anlar ve son bölümlerde büyük kavuşmadan hemen önce güzel bir ağlamaya sebep olacak gidişat var. İlk defa Mr.Queen(2020)'de gördüğüm ve vaay dediğim ve şimdilerde de Two Days and One Night programında her hafta izlediğim ponçik Na In Woo ile hala travmalarımı hoplatan, aklıma her geldiğinde sular sellere sebep olan Moon Lovers'da izlerken hiç de hazzetmediğim Seo Hyun başrollerinde. Dizi eğlenceli ve komik görünüyor şimdilik.

Bir de "Alchemy of Souls"'a baktım. Sırf Jung So Min'in yeri bende Because This Is My First Life(2017)'tan ötürü başka olduğu için. Yoksa dizi fantastik bir tarihi evrende geçiyor. Hani bu Çin'in herkesin havada uçuştuğu, kılıçlarını karizmayla salladıkları ve hiçbir mantık çerçevesine oturmayan filmleri dizileri var hani bildiniz mi, hah işte fazlaca onlara benziyor. Normalde sinirimi bozar, fantastikliği ben normal evren içerisine yedirildiğinde severim. Üstte dediğim diğer dizi gibi, yine bizim yaşadığımız evrende sihirli bir kız var mesela. Ya da şöyle diyeyim direkt fantastik evren hikayesi Yüzüklerin Efendisi, gerçek evren içinde fantastiğin yerleşimi Harry Potter. Hah işte bu dizinin türü de normalde hoşuma gitmezdi ama dediğim gibi So Min için şans verip baktım. Ve ilginç bir şekilde hoşuma gitti, sürükleyici geldi. Ayrıca prodüksiyon acayip, efektler o kadar iyi ki bir tv dizisinden beklenmeyecek iyilikte olmasını geçtim, bence ödüllük.

İlk sınavdan önce The Time Traveler's Wife'a başlamıştım. Onu izledim biraz daha. Ruh halim böyle olmasa aslında çok güzel mesajları olan bir senaryo yazmışlar, kitabı bilemiyorum tabi okumadığım için, oradan mı senaristler mi bu kadar başarılı, kim bilir. Ya da hayattan bu kadar nefret ediyor olmasam Theo James'in yunan heykeli misin be mübarek hallerini daha çok takdir ediyor olabilirdim. Heyhat. Bu günlerin geçeceğine inanmak istiyorum. Bu kadar kötü hissetmiyor olacağıma inanmak istiyorum.

Hala içimde minik bir şeyler konsere gitmek, zıplayarak ağlayarak bağırarak şarkı söylemek istiyor. Hala cılız da olsa sesini duyuyorum, şehirler görmek istiyor, insanlarla tanışmak istiyor, sulara dalmak istiyor, yağmurlarda ıslanmak istiyor, ağaçlara tırmanmak istiyor.


20 Haziran 2022 Pazartesi

“I want to drag knives over my skin, just to feel something other than shame, but I'm not even brave enough for that”

Saçma sapan günler yaşıyorum. Mayıs bitince her şey bitecek diye düşünmüştüm, her şeyden kurtulmuş olacağım, hayatımda ilk defa bir şey yapmak zorunda olmayacağım, artık sadece kendi istediğim hayata kavuşabilmek için gerektiğini düşündüğüm şeyleri yapmaya başlayabileceğim diye planlamıştım. Sonra güm! Her şey elime yüzüme patladı. Anlatmaya utandığım için bu kadar zaman yazamadım ama amaan. Her şeyden kurtulmamı sağlayacak olan son noktada, sınavdan kaldım. Tek ben kaldım. Bunu özellikle söylüyorum çünkü bir sınavdan kalmış olmanın en acı yanı belki de bu. 35 yaşında hala bir sınavdan geçmek zorunda olmanın saçmalığıyla birlikte, hala bir şeylerin insana hayatında bu kadar salak, bu kadar aşağılanmış, bu kadar rezil olmuş hissettirebiliyor olması. Herkesin kaldığı bir sınavda ya da birkaç kişinin birden kaldığı bir sınavda, insan azcık da olsa bir teselli bulabilir mesela. Ama diğerleri başarırken tek başaramayan olmak...Haberi aldıktan sonra benim için zaman durdu. Öylece duruverdi. Hala duruyor. Bir hakkım daha var gerçi, temmuzun ilk haftasında gireceğim bir daha ama o zamana kadar o kadar salak bir haldeyim ki. O sınavdan da geçeceğimin garantisi yok gerçi. Haberi aldıktan sonra sadece yok olmak istedim bu yüzden. Kendimi öldüremiyorum madem, bir anda puff yok oluvereyim. Nefes almak istemedim. Karşıdan karşıya geçmiştim, yolun kenarında, kaldırımın üstünde dikiliyordum elimde telefonla. Öylece durdum ve yok olmak istedim. Herkesin geçtiği bir sınavı bile başaramıyorsam niye yaşıyordum? Ne demeye nefes almaya devam ediyordum? O kadar başarısızlık, o kadar hayalkırıklığı sığdırdım ki bu 35 yıla, belki de en başından yaşamamam gerekiyordu. Dünya üstünde minicik bir fazlalık olarak gezinip duruyor gibi hissettim. Hiçbir anlamım yoktu, kimseye hiçbir şeye kendime bile bir faydam yoktu. Yaşamayı beceremiyordum. Yuvarlanıp duruyordum, yürürken oraya buraya çarpıyordum, yemek yaparken kendimi kesiyordum, mutfakta bir şeyleri düşürüp kırıp duruyordum, arabayı park edemiyordum, sınavlardan kalıyordum, denediğim hiçbir konuda başarılı olamıyordum, bir yetenek gösteremiyordum...Var olmamın bir anlamı yoktu. Bir gereği yoktu. Var olmayı bile beceremiyordum çünkü. Ahh nasıl da ölmek istedim o an. Arkamı dönüp, yola doğru arabalara doğru bir iki adım atsam başarabilirdim belki. Var oluşumda ilk defa bir şeyi başarmış da olurdum böylece. Ama onu da beceremezdim, arabalar yavaşlardı ben yola çıkınca, ölemezdim ama yine çılgınca acılar çekerdim.

Ne planlar yapmıştım. Uzun zaman sonra, bu hayatımın alt üst olduğu son birkaç yıldan sonra, cidden bu sefer plan yapabilirmişim gibi gelmişti. Yeniden umut var gibiydi, bir yerlerde, uzak da olsa, umut. Sınav sonrasındaki hayatım için bir dolu plan yaptım. Şu sınav bir geçsin, şu uzmanlığı bir alayım tamam, tamamen hayallerimi gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa ona başlayacağım diye. Şunu yapacağım, bunu yapacağım, onu hazırlayacağım, oraya bakacağım, buraya söyleyeceğim, onu deneyeceğim, şunu göreceğim...Benim için hala umut olduğunu sanıyordum salakça. Oysa yoktu. Tahmin etmem gerekirdi. Benim için hiçbir zaman umut olmamıştı. Hemen ertesi gün Cey'lere söz vermiş olmasam belki de büyük ihtimalle evde açlıktan ya da susuzluktan ölmüş olabilirdim. Sadece onların bir suçu olmadığını düşündüğümden, onları da üzmemek için ertesi gün ağlamayı kesip, oraya gittim. Yedim içtim, konuştum, güldüm, ağlamadım. Akşamında abimlere gittim, çocukları gördüm, ağlamadım. Ama sonraki 3-4 gün ne yaptığımı bilmiyorum. Sadece bir tür refleks gibi işe gittim, geldim, iş yerinde de ağlamaya devam ettim. İnsanlar beni neşelendirmeye, teselli etmeye çalıştı, sadece onları üzmemek için ağlamayı durdurdum. Eve döndüm, ağlamaya devam ettim. Kapıdan girip, kanepede oturup ağladım, sonra sabah yine işe gittim. Eğer yeteri kadar ağlarsanız nefesiniz kesilebiliyor ve bir süreliğine de olsa bilincinizi kaybedip bayılıyor gibi olabiliyorsunuz. Eğer anneniz yarım saatte bir arayıp, kontrol ediyorsa ve sırf onu üzeceğini bildiğiniz için ölemiyorsanız, idare ediyor.

Sonra beni bir kere daha sınava sokacaklarının haberi geldi. Umutlanmadım, mutlu olmadım, bir şey hissetmedim. Sadece etrafımdaki herkes o kadar heyecanlanıp, her şey düzeldi diye baktı ki mecburen dediklerine uymak zorunda kaldım. Haydi bu bir ay istediğin gibi çalış, işe istediğin zaman gelirsin, gelmeyedebilirsin dediler. Ben de eve gelip, çalışmaya başladım. İki haftadır falan doğru düzgün işe gitmedim, o sınava çalışıyorum. Önümde hemen hemen iki hafta daha var. Hayatım durmuş gibi. Böyle boyutlar arası yolculuk yapan kahramanımız çoklu evrenlerin arasındaki boşlukta kalır ya... Aynen öyle duruyorum. Dünyada değilim, hayatta değilim, canlı değilim. Sadece kalkıyorum ve ders çalışıyorum. Haftasonları dışarı çıkıyorum, insanlarla görüşüyorum, konuşuyorum. Ama hiçbir şey ilerlemiyor benim için. Hiçbir şey düşünmüyorum, hiçbir şey planlamıyorum, hiçbir şey hayal etmiyorum. Arada, böyle ufak ufak anlarda, içinde olduğum evrenler arası boşluğu unutuyorum. Sanki yine her şey normalmiş gibi, sınav yokmuş gibi, anlık da olsa yeniden düşünmeye başlıyorum. Arabaya biniyorum, bir yerlere gidiyorum, bir şeyler alıyorum, muhabbet etmeye başlıyorum. Eve geliyorum, haa şu diziye başlayayım diyorum, onu izlerken şunu yiyeyim diyorum. Tam elim gidecekken kalakalıyorum. Çünkü o boşluktayım. Hiçbir yerdeyim. Hiçbir şeyim. Burada hava yok, yer çekimi yok. Öylece sonsuz boşluk var ve süzülüyorum. 

9 Mayıs 2022 Pazartesi

Kendime Notlar - Yoğun Mayıs

Bu ay çok yoğun olacak. Bu bir. 21-22'sinde açıköğretim finalleri var. 27'sinde uzmanlık sınavı var. Uzmanlık sınavı için çalışmam gereken bir dolu kanun, yönerge, kararname, mevzuat var ve hiç bakmadım. Çünkü hiiiiç istemiyorum. Çünkü istemediğim, ilgimi çekmeyen şeylere çalışma kotamı üniversitede doldurmuştum ve üstüne bilgisayar mühendisliği yaptığım her gün zaten istemediğim bir şeyleri öğrenmeye çalışıyorum. Bir de bunlarla uğraşmak istemiyorum. Aksine açıköğretimden okuduğum Kültürel Miras ve Turizm'in çalışmam gereken derslerini çalışmak istiyorum, çünkü acayip merak ediyorum. Bu derslerin konuları inanılmaz keyifli benim için, (bu bölümün de şu zaman şu anlaşma yapıldı bu kanunla bu yürürlüğe girdi diye dolu olan bir kitabı da vardı ama onu atlattım çok şükür, bu dönem aldıklarım tam benlik) oturup her gün bunları çalışsam gık demem. Ama işte benim oturup her gün merak ettiğim tarihi konuları okumama kimse para vermiyor. Bir yolunu bulana kadar bu lanet olası işi yapmak zorundayım.

Daha önce de bahsetmiştim ya kilo alıyorum bu senenin başından beri durmaksızın diye. Göbeğim şiş falan filan. Doktora gittim. Her bir değerime baktı. Kafam dışında bozuk olan hiçbir şeyim yok. Olabilecek en sağlıklı değerlere sahibim. Biyoloji, kimya, matematik böyle diyor. Yani tıbben, yediğim için kilo alıyorum gibi bir şey. Sabah doktorla konuştuğumdan itibaren hiçbir şey yememeye karar verdim. Yoğurt yedim, kahve içtim. Öğlende haldur huldur yürüdüm dışarı çıkıp. Bir daha hiçbir şey koymayacağım ağzıma. Sağlıklıymışım! Peh! O zaman neden bu kadar sağlıksızım, bozuğum, çürüğüm, yamuğum? Peh!

Roaccutane tedavisinin bir yılı doldu 6 Mayıs'ta. Evet yüzümde sivilce kalmadı ama artık pala gibi bıyık izim var. Bıyığım yok ama kopkoyu bıyık lekem var. Evdeki kapatıcılar örtemiyor. Bu böyle duramaz değil mi? Olamaz yani böyle bir şey? Olmamalı. Kader benimle dalga geçiyor resmen. Lanetlisin sen, hiçbir zaman güzel olamayacaksın diyor. Bir şeyi düzeltsen öbür şeyi bozacağım diyor. Maskeleri de çıkarttık, ohh mis gibi bıyıkla geziyorum sokakta. Bıyığımın hemen altında da göbeğim başlıyor zaten. Ohh.

Önümüzdeki iki hafta her gün ders çalışmam gerek. Bir ona bir ona. Güya aylardır(yıllardır) yazmaya çalıştığım hikayeyi bitirecektim. Tezi teslim ettiğimden beri elimde sürünüyor. Tam bir ara hızımı almıştım ki zaman çizelgesinde işler sarpa sardı. Hangi olayın ne zaman olduğunu, nereye yerleştireceğimi, neyin neyden önce/sonra geldiğini karıştırmaya başladım. Hikaye kafamda ilk belirmeye başladığından beri iki kitap şeklindeydi çünkü, şimdi yaşlandım vaktim kalmadı bir an önce yazıp bitirmem gerekiyor kafasıyla tüm döngüyü tek bir kitaba boca etmeye çalıştım ve her şey birbirine girdi. Siz insanlar sadece yazarak nasıl geçiminizi sağlıyorsunuz? Yani demeye çalıştığım nasıl yazmalı bir iş edinebiliyorsunuz profesyonel olarak? Neye dayanarak sizi işe alıyorlar? Ben neden her gün 8'de evden çıkıp, 6'da eve girip, tüm ev işleriyle uğraştıktan sonra vaktim kalırsa yazabiliyorum? Kitapçıda koca koca kitaplarını gördüğüm benden 10 yaş küçük çocukların benden farkı ne ya? Zengin mi doğuyorlar, ne oluyor?

Off gene sinirim bozuk, telefon edip duruyorlar, bakmayacağım işte. Maillere de cevap vermek istemiyorum. D vitaminim eksikmiş yalnızca, hapı içtim şimdi. D vitamini eksikliği sinir yapar mı? Off ya yediler mayıs'ımı. Gitti koskoca mayıs ayım. Oturup ders çalışacağım ve ağzıma bir lokma birşey koymayacağım şahane bir mayıs. Bu kitabın hazirana yetişmesi gerekiyordu ya. Haziranda artık bir şeyler yapmış olmam, bir şeyleri değiştirmiş olmam gerekiyordu ya...Yetişemiyorum.



Bugün size Outro:Wings'i dinleterek bitirmek istedim. Çünkü diyor ki bu şarkı:

Because I didn’t have many worries,
 I was full of the belief and conviction that this little feather would become wings 
and that the wings would make me fly along with the sound of laughter.
Going down the path that others tell not to go,
doing things that others tell not to do,
wanting things that are not supposed to be wanted,
and getting hurt again,
You can call me stupid
then I’ll just smile back
I don’t want to succeed with something that I don’t want to do
I push myself
I believe myself and that my back’s hurting is
for the wings to sprout
I believe you and that though now it seems humble
in the end you’ll leap into a prosperous future
.....
This is the path you’ve chosen Kid, don’t get scared
This is only your first flight uh
I fly away
Higher than higher than
Higher than the sky

Bazen diyorum ki ben gençken, yani ne bileyim lisedeyken, üniversitedeyken falan var olsaydı BTS, yani bu şarkıları o zaman dinleyebilseydim, söylediklerini o zaman bilebilseydim, bir şeyler değişir miydi?
İlk albümlerini çıkardıklarında çoktan ilk işimde 2 yıldır çalışıyor olduğum için bunalımın dibine vurmamış olsaydım belki ha?






Tam yazıyı bitirmiş, kendimi kaptırmış bir yandan da wings'i dinleyip, yayınla düğmesine basmaya hazırlanırken bir yerden gelen bir paketi açtım ve bununla karşılaştım. Şaka. Şaka mı bu sevgili kader?! Kafama gözüme gelişine işaretler mi sallıyorsun?! Ama ben anlamıyorum haberin olsun. Ben öyle belli belirsiz şeylerden anlamıyorum. Bana böyle direkt, somut şeyler yap demen lazım. Çat çut! Bana böyle gelmen lazım. Ay allahım sinirim bozuldu. Sinirden gülüyorum şu an. Çikolata ya. Bir çikolata paketinde niye bu vaaar?

8 Mayıs 2022 Pazar

Uncharted (2022) - Biz ne zaman hazine avcısı olacağız ya?

 


Hazine avcısı (?!) Victor Sullivan, uzun zamandır peşinde olduğu Macellan'ın kayıp altınlarının yerini bulabilmek için ufak çaplı hırsız Nate Drake ile işbirliği yapıp, Amerika'dan Barselona'ya oradan da Filipinler'e falan uzanan bir maceraya atılıyor. Yanlarında güvenmedikleri ama birlikte çalışmak zorunda kaldıkları bir başka hazine avcısı Chloe ve peşlerinde de dünya zengini Moncado ailesi varken yüzyıllar öncesinden bırakılan ipuçlarını çözüp, hayal bile edilemeyecek çokluktaki altınları bulmaya çalışıyorlar.

İşte tam da sevdiğim, izlemeye bayıldığım film türü, film hikayesi. Tarih var, arkeoloji var, macera, aksiyon, kovalamaca, uçaklardan atlamaca, denizlerdeki mağaralara dalmaca, eski şeylerden ipucu çözmece, ülke ülke dolaşmaca, birbirine oyunlar oynamaca...Ve bunların hepsini eğlence ile harmanlamaca. Üzüntü yok, dram yok, mide bulandırmak yok. Hayatım zaten savaşlarla, üzüntülerle, çaresizlikle, umutsuzlukla doluyken kendimi içine atıp, bir iki saatliğine de olsa içinde olmaktan, macerasını yaşamaktan keyif alabileceğim bir hikaye var. Aynı isimli video oyunundan uyarlanmış olsa da ben oyun oynamayı sevmediğimden, böylesi bir film haline getirdiklerinde izlemekten çok mutlu oluyorum. Çünkü hakikaten çok keyifli oyun senaryoları yazıyorlar. Ama işte ben oyun oynamayınca öyle hayıflanarak bakıyorum kalıyorum sadece oyunlara. İlk oyun 2007'de playstation için yayınlanmış, sonrasında 8-9 tane falan daha gelmiş bu zamana kadar. Bir yandan kart oyunu, çizgi romanı ve romanı da yayınlanırken tabiki sıra filmini yapmaya gelmiş. 2018'de 15 dakikalık bir resmi olmayan, böyle fan yapımı sayılan bir uyarlama gelmiş (şurada) ama asıl oyunun şirketinin de desteklediği resmi film, pandeminin oyalamasından sonra nihayet bu sene gelmiş.


Oyunun tam hikayesini bilemeyeceğim ama filmin hikayesinin tarihi kısmını 1480-1521 arasında yaşamış Portekizli bir denizci-kaşif olan Ferdinand Magellan'ın 1519'da İspanyol kralının desteğiyle çıktığı Doğu Hint Adaları seferi oluşturuyor. Magellan genç yaştan itibaren deneyimli bir denizciymiş, Portekiz kraliyetinin emri altında uzun yıllar Hint Okyanusu'nun oralardaki ufak bölgelerde çalıştıktan sonra memleketine dönünce tutturmuş ben kimsenin gitmediği yerden gidip, batıya doğru gidip, bizim bu doğuya giderek ulaştığımız adalara, Baharat Adaları'na ulaşacağım diye. Portekiz kralı allah aşkına Magellan bir saçmalama ya diyerek kapıyı gösterince, Magellan da kendini hemen kapı komşusu İspanya'ya atmış. İspanya kralı artık Portekiz kralının göremediği neyi gördüyse he demiş bu deliye ve emrine 5 gemilik bir armada vermiş. Neredeyse 270 kişi taşıyan Magellan'ın bayrak gemisi Trinidad, San Antonio, Concepción, Victoria ve Santiago. 1519'da 5 gemi İspanya'dan yola çıkmış, ancak 1522'de yalnızca bir gemi Magellansız dönmeyi başarmış. Daha Arjantin'in o alt kısmından geçmeden San Antonio ve Santiago çoktan zayi olmuş. 3 gemiyle kocaman Pasifik'i geçtikten sonra da Filipinler'de bir ada olan Mactan'da yerli halkla yaptıkları bir savaşta Magellan ölmüş. Mürettebattan Juan Sebastian Elcano komutasındaki Victoria gemisi sonunda dünyanın etrafını dolaşıp gelen "ilk" olmayı başararak İspanya topraklarına geri dönebilmiş. Elcano (El Cano da olabilir artık İspanyolca'yı o kadar çözmüş değilim) aslında bir diğer geminin kaptanıymış ve yolun başlarında çıkan bir isyanda da payı varmış. Ancak sonunda kader onu ve Victoria'daki 17 Avrupalı denizci ile bir avuç Maluku Adaları sakinini dünyanın etrafını dolaşan ilk insanlar yapmış.

İşte bu meşhur seferin rotası.
Kaynak: National Geographic

Film işte bu tarihin içine kendi olaylarını yerleştiriyor. İzlediğimiz hikayede Magellan'ın bu seferini finanse eden ünlü bir İspanyol aile var, Moncadolar. Filmde, sefer boyunca Magellan'ın tayfasının bulduğu edindiği altınların Filipinler'den yola çıkan son 2 gemide olduğu ama bu altınların hiçbir zaman ele geçmediğini söylüyorlar. Elcano ve bu son kalan 17 adam, bu altınları bir yerlere sakladıkları ve sonra gidip alabilmek haritalara, ipuçları bıraktıkları için bizim maceracı hazine avcılarımız bu altınların peşine düşüyor. Tabi bu köklü Moncado ailesi de seferi asıl finanse eden bizdik, dolayısıyla seferin kazancı da aslında bizim hakkımız dediği için yüzyıllardır usanmadan, onlarda altınların peşine düşüyor.
Dediğim gibi oyunun kendisini bilmiyordum, filmin konusunu ve fragmanını gördüğüm anda tam benlik olduğunu anladığım için direkt izlemeliyim diye listeye almıştım. Taa şubatta vizyona girmesine rağmen ancak daha dün gece izleyebildim tabi. Başrolde Tom Holland var, bu ara peş peşe onun filmlerini izliyorum gibi oluyor ama (bir önce de 2015 yapımı In The Heart of The Sea'yi izlemiştim anlatacağım gerçi) bu durumdan rahatsız olmadığımı hatta memnun olduğumu fark ettim. Bazı oyuncuları izlemek, yalnızca çok keyifli oynadıkları ve güzel hikayeler ortaya koydukları için zevk veriyor. Aynı şekilde geçenlerde Timothée Chalamet'yi izlerken ne kadar hayran kaldığımı fark etmiştim. Yani demeye çalıştığım şu, bu benim ne kadar yüzeysel olduğumu mu gösteriyor bilemiyorm ama, genelde bir şeyleri izlemeye beni çeken görüntüdür. Oyuncuları o hikayenin, görsel olarak bana iyi geliyorsa izlemem kolay oluyor. Çok çok iyi bir hikaye bile olsa mesela, bakmaktan hiç keyif almadığım insanlar varsa gözümün önünde, çok zorlanıyorum. Çoğu zaman izleyemiyorum. İlla en yakışıklı, en güzel insanları kastetmiyorum. Bana göre güzel görünen diyorum. Misal James McAvoy çoğu insana göre yakışıklı bir adam değildir ya, bana iyi geliyor ve (çok iyi bir oyuncu olmasına rağmen) beni onun filmlerini izlemeye çeken ilk sebep de ona bakmaktan keyif alıyor olmam. Mesela Anna Taylor-Joy diye bir kız var (Queen's Gambit diyeyim işte), mümkünü yok kıza bakamıyorum. Oysa çok istiyorum oynadığı şeyleri izlemeyi, hep de merak ettiğim şeyler ama yok, ıhıh, kız bana göre çok kötü ve bakamıyorum. Bu belki de o kadar görünüş odaklı değildir ya, yani tamamen görüntüleri ile alakalı da değil gibi, daha çok bana verdikleri his, yaydıkları enerji ile ilgili. İşte demeye çalıştığım bu iki genç arkadaş, Tom Holland ve Timothée Chalamet bana yakışıklı, güzel falan gelmiyorlar ama onlara baktığımda, onları bir karakterin hikayesini anlatırken izlediğimde keyif veriyorlar, mutlu ediyorlar.



Diğer rollerde Mark Wahlberg'ü (onu da bayadır görmemiştim, eskiden her filmde var gibi gelirdi), Sophia Ali diye ilk defa gördüğüm bir kızı ve yine ilk defa gördüğüm Tati Gabrielle diye bir başka kızı izliyoruz. Mark Wahlberg'ü tam oturtamadım kafamda bu role izlerken. Bir türlü karar verememiş gibiydi nasıl oynayacağına ya da çaba göstermemiş gibiydi. Hemen hemen hiç çabası yoktu karakter ortaya koymak için. Öyle dümdüz, dışarıda kendisi markete gitmiş gibi, repliklerini söyleyip devam ediyordu. Ayrıca hikayenin kötü adamı olarak zengin Moncado ailesinin varisi rolünde Antonio Banderas abiyi de görüyoruz ki o da oynarken baya eğlenmiştir. Böylesi filmlerden bekleyebileceğimiz üzere yer yer mantıksız şeylere takılabiliyoruz tabi ama işin keyfi orada (Chloe'nin çantası her aksiyon sahnesinde yok olup, sonra sihirli bir şekilde hep yanında bittiği için mesela film boyunca çantanın peşindeydim ben). Hikayeyi - oyunlar da devam eden bir hikaye dizisi olduğu için - devam ettireceklerini gösterir şekilde sahnelerle bitiriyorlar ayrıca. Açıkçası benim böyle filmlere hemen hemen her sene ihtiyacım oluyor, bir itirazım yok.


Filmin resmi web sitesi: Sony Pictures 

IMDB'de film: Uncharted(2022)

6 Mayıs 2022 Cuma

귀가 - Eve Dönüşler

 Ahh yine yazmaya ara vermiş gibi oldum. Oysa bunu yapmayacaktım. Yazmak bana iyi geliyor, yazdıkça kendime geliyorum, var olabiliyorum gibi geliyor. Neredeyse bir ayı bulacak gene. Neyse. Bayramdan önceki hafta köye gittim. İki haftadır falan köydeydim. Böyle köy köy dediğimde kastettiğim şey için şu aşağıdaki iki videoya bakabilirsiniz, bir fikir verecektir :)



Dün sabah uçakla dönecektim ama hava çok kötüydü (nerede değildi ki ya da şu an nerede değil ki), sefer iptal oldu. Dün öğleden sonra otobüse bindim mecburen, gece bir buçukta evdeydim. Sabah da kalkıp işe geldim. Duş alamadım, yüzümü yıkamadım, saçlarımı taramadım, dişlerimi fırçalayamadım. Zombi gibiyim şu an ama masamdayım :) Bu yazıya da burada başlıyorum ama ne zaman bitirebileceğim acaba? Aklımda bir dolu şey vardı çünkü bahsetmek istediğim. Keşke aklıma geldikleri anda defterime not alsam. Köyde geçirdiğim bu iki haftada bir dolu şey düşündüm mesela. İnsan bir dağın başında, iki metre öteyi göremediği bir sisin ve camları döven fırtınanın içinde otururken baya düşünecek zamanı oluyor çünkü.
Neyse en iyisi şimdilik burada kesmek. Aklıma geldikçe yazarım. Döndüm. Herkes nasıl?

19 Nisan 2022 Salı

Tatlılığından yenmeyen 12 bölümlük A Business Proposal (사내 맞선) (2022)

 


Aslında izleyecekler listemdeydi. Ama başladığı haftaya yetişememiştim, sonradan da canım istemedi. Bölümleri birikti, ben hiç başlamamaya, izlememeye karar verdim. Sonra ne olduysa oldu, JK falan bahsetti, orada burada karşıma çıkmaya başladı. Ben de açıp, izlemeye başladım.

Herkesin başlarken de devam ederken de söylemelere doyamadığı gibi, bu alabildiğine klişe bir romantik komedi hikayesiydi. Tamam da klişe olması neden bu kadar sorun olsun ki? Ortada inanılmaz sevimli ve eğlenceli bir klişe vardı çünkü. Esas kızımız Shin Ha Ri, çokça karşılaştığımız yeni dönem fakir kızlarındandı. Küçük dükkanlarıyla borç harç tutunmaya çalışan ailesine köstek olmamak için yıllarca hem okumuş hem çalışmış, bir kere bile ıhh etmemiş, sonunda büyük bir şirkete girmiş. Temelinde hazır yemek üreticisi gibi bir şey olan şirkette yeni yemekler geliştirme ekibinde, işini de tabiki çok iyi yapıyor, habire en iyi eleman seçiliyor, projeleri ödül alıyor falan. Esas kızımızın kankası ve hikayenin ikinci aşk çiftinin kız tarafı olan Jin Young Seo ise zengin bir ailenin, tabiki sevgisizlikle büyüdüğü için fakir kankasının sevgi dolu ailesine sığınan kızı. Aile şirketinde çalışıyor ama o da pek başarılı işinde tabiki ya, reklam falan çekiyorlar orayı tam bilemedim ne iş yapıyorlar. Esas oğlanımız Kang Tae Moo ise esas kızımızın çalıştığı o kocaaaman şirketin sahibi olan ailenin çocuğu. Uzun yıllar Amerika'da çalıştıktan sonra nihayet memleketinin bereketli kollarına dönüyor şirketin başına geçmek üzere. Şirketimizin Hulusi Kentmen kontenjanındaki 할아버지'si (dedesi yani) ise tabiki beu genç, yakışıklı ve başarılı torununu bir an önce baş göz etme niyetiyle habire görücü usülü randevular ayarlatıyor. Ama bu tür bekar ve yakışıklılarımız siz de bilirsiniz ki işlerinden başka bir şeye bakmazlar, evlenmeyi geçtim, dişi sineğe bile yanaşmazlar (gözlerimi deviriyorum burada ama eğleniyorum gerçekten). Bu randevuların birini de işte esas kızımızın kankası ile ayarlamıyorlar mı? Ama tabiki kanka kızımız da adeta bir Jane Austen karakteri, aşık olacağımı adamı bekliyorum diye şimdiye kadar aristokrat kafalı babasının ayarladığı hiçbir randevuya gitmemiş mi? Hepsine de esas kızımızı gönderip, ona manyak numarası yaptırtmış, oğlanları kaçırtmamış mı? Hah işte şimdi bu esas oğlanımızın randevusuna da esas kızımız gidiyor ve ne kadar deli taklidi yapsa da işte kader, esas oğlanımız esas kızımıza aşık oluyor. Bu arada esas kızımızın kankası da esas oğlanımızın sağ kolu ve çocukluktan beri kankası olan Cha Sung Hoon oğlumuza ilk görüşte aşık oluveriyor. Yani iki taraflı zengin kız fakir oğlan, fakir kız zengin oğlan aşklarımızın arasında hep beraber hoplaya zıplaya, mutlulukla tatlılıkla koşturduğumuz 12 bölümlük sevimli mi sevimli bir hikaye izliyoruz. 




Sanırım Netflix'te de yayınlanmış  ama esasen SBS kanalında 28 Şubat-5 Nisan arasında yayınlandı dizi. Birer saatlik bölümleri bahsettiğim sevimlilikle nasıl geçti anlamadım her defasında. Hikaye aslında Hae Hwa'nın 12 Aralık 2018'de 사내 맞선 isimli "internet romanı"ından uyarlanmış. Yani bunları ne diye çevirebiliriz başka bilemedim. Kitap değil de internette yayınlanıyor böyle ama sanırım resimli değil. Emin değilim neyse. Esas oğlanı canlandıran Ahn Hyo Seop'u 2018 yapımı Thirteen But Seventeen'de evin komik ufak oğlu olarak yan rolde izlemiştim (Allahım 4 sene mi olmuş?! Zaman gerçekten bana gıcık mısın acaba?). Ahh o diziyi de anlatamadım 4 senedir ya...Orada bile insanın kanı hemen ısınıveriyordu, onun yüzünden aslında diziyi ilk gördüğümde aaa çocuk büyümüş de başrol romantik komedi erkeği mi olmuş diyerek izlemeye karar vermiştim. Esas kızı oynayan Kim Se Jeong'dan ise haberim bile yoktu, ilk bölümlerde de hemen hemen her yeni izlediğim oyuncuya baktığım gibi kim bu çirkin minik beee diyerek baktım. Ama sonradan hikayenin ve karakterin de etkisiyle, eh tabi kendisinin başarısıyla da, kanım kaynadı, güzel bulmaya başladım. İnsan o kadar fazla kötü, idolden devşirme oyuncu izliyor ki aralarda böyle mücevherler görünce şaşırıyor. Kanka kızımızı oynayan Seol In Ah'yı da ilk görünce bir ben seni nereden tanıyorum hımm dedim, ama bir türlü anlamlandıramadım. Filmografisine bakınca 2020'nin bombası Mr.Queen'de izlemiş olduğumu fark ettim ama yahu geleneksel giysiler ve saç başın ardından 21.yy.halinde kız bu kadar mı değişmiş?! Bir de orada herkesi tiksindirmişti, burada sarılıp, birlikte karaokelere gidesim, kanka olasım geldi. Meğer onda da ne oyunculuklar varmış da tarihi-fantastik dizi ortamında gösterememiş. Kanka erkeğimizi oynayan Kim Min Gue ise resmen bu dizi ile parlamış olabilir, bundan sonra baya iş alacak gibi görünüyor. Ben onu şu hatırlamak bile istemediğim 2020 yapımı Backstreet Rookie saçmalığında (burada anlatmıştım) ufaktan bir izlemiştim. Orada hatları ve duruşu daha sert gelmişti, burada onu bile çok sevimli buldum. Esas çiftlerimiz dışında şirketteki ekip arkadaşları, kanka kızın deli manyak aile bireyleri, esas kızın olmazsa olmaz koreli çekirdek ailesi ve pek tabiki arabojimiz, izlerken bizi yormayan hatta izlemek için can attığımız oyunculuklara ve yan hikayelere sahiplerdi.



Hikaye dediğim gibi tamamen bildiğimiz, daha önce izlediğimiz pek çok olayı ve durumu içeriyor. Ama onu yine de keyifle izlenebilir kılan ve izlerken bizi o kadar eğlendiren yönü de işte bu klişeliğinden geliyor. Öyle ki bunları yaparken ne kendini aşırı ciddiye alıyor ne de klişeliği abartıyor. Oyuncular da karakterleri alabildiğine doğallık içinde oynuyor, bir yandan ise bu anlattıkları hikayenin saçma şeyler barındırdığını bildiklerinden ve bizim de bildiğimizi bildiklerinden onlar da eğleniyor. Onların eğlencesi de bize geçiyor haliyle. Sonunda iyi ki izlemişim, iyi ki akşamları eve geldiğimde o birer saatlerimi böyle bir hikaye ile geçirmişim dedirtti bana. Mutlu oldum, eğlendim, kafamı dağıttım, hayatıma devam edebilmem için keyif aldım. Bu bile yeterli diziyi sevmem için.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...