8 Ağustos 2021 Pazar

F9 : The Fast Saga (2021)

 


Tam 20 yıl önce, 2001 yılının yaz aylarında (pek çok ülke için sonbahar ve kışın başlarında) The Fast and The Furios diye bir film gösterime girdi. Ken Li'nin Mayıs 1998'de Vibe'da yayınlanan "Racer X" isimli makalesinden ilham almıştı. Yönetmen Rob Cohen bu hikayeyi duyduktan ve Los Angeles'ta birkaç yarış izledikten sonra Universal'a gidip, haydi böyle bir film yapalım demiş. O zaman yayınlanmış olan makaleyi şuradan okuyabilirsiniz hatta. Filmde yasadışı sokak yarışları dünyasına gizli görevle gönderilen bir polisin, içine girdiği dünyada kendine bulduğu yeni dostlarla kurduğu ve içine adım attığı yepyeni bir hayatın hikayesini anlatıyordu. Hemen hemen tüm klişeleri barındırıyordu, ortada anlamsızca kalça sallayan seksi kadınlar dolaşıyordu, doğru düzgün içi dolu diyalog yoktu, aşırı düşünülmüş zeki bir gidişatı da yoktu. İlk bakışta, esinlendiği makaledeki gibi anormal yollarla hızlandırılmış, modifiye edilmiş arabalarla ölümüne yarışan tekinsiz tipleri, Los Angeles'ın suç dolu arka sokaklarını anlatıyor gibi görünüyordu ama filmi izledikten sonra, tıpkı gizli görevdeki polis Brian gibi biz de kendimizi gördüklerimize, yaşadıklarımıza kaptırmıştık. Dominic Torretto'yu ilk gördüğümüzde biz de Brian gibi, 1 saat 43 dakikalık filmin sonunda ailesinin bir parçası olmak isteyeceğimizi düşünmemiştik. İşte The Fast and The Furious'ı belki diğer suç, sokak yarışı, araba yarışı, aksiyon macera filmleri arasında kalbimize sokmayı başaran da buydu. Dom'un o kocaman, kaya gibi görüntüsünün, suratsız ifadesinin etrafında oluşan o sımsıkı güven verici aile hissi, hikayenin merkezine oturunca 20 yıl sürecek bir destan da başlamış oldu.


Sadece hikayenin kendisi değil, oyuncular da bizi bu hikayeye dahil eden büyük etkenlerdi. Vin Diesel ve Michelle Rodriguez'in suratsızlıkları bile onları ailemizin birer parçası gibi görmemizi engellemiyordu. Paul Walker henüz kariyerinin başında, klasik rüya adam tipindeydi zaten, tüm o serseri enerjisiyle filme kapılıyorduk.

Bu ilk filmde henüz Los Angeles sokaklarında, motor yağı ile kaplı halde dolaşmıştık. Sonradan "aile"yi oluşturacak pek çok karakter ile tanışmamıştık. Bu ilk film iki başrolü de dahil olmak üzere dublörlerine varana dek pek çok ödül aldı. Dünya çapında 207 milyon dolar hasılat da yapınca iki sene sonra ikinci film geldi: 2 Fast 2 Furious (2003). Miami merkezli bir uyuşturucu baronunu dize getirmeye çalışmalarını anlatan bu filmde şimdiki ailesinin iki üyesiyle tanışmıştık, Roman rolünde Tyrese Gibson ve Tej rolünde Ludacris. Ama kocaman bir eksik vardı, xXx(2002) çekiyor olduğu için bu filmde olmayan Vin Diesel'ın kaslı kütlesi kadar. Aslında stüdyonun bu ikinci film için oluşturduğu hikayeyi ve yaklaşımı beğenmediğinden reddetmiş Diesel filmde olmayı. Herhalde serinin en az beğenileni de bu filmdi. Bu filmin 3 yıl sonrasında ise ilginç bir deneme geldi, The Fast and The Furious:Tokyo Drift(2006). Filmin ismini ve yasa dışı sokak yarışı olayını alıp, neredeyse bir karate kid hikayesi ile buluşturan bu deneme, kendi başına keyifli bir film olarak görülebilse de tüm saga içinde biraz tuhaf bir yan kol olarak görünüyordu çünkü ilk iki filme bağlanan hemen hemen başka hiçbir şey yok gibiydi. Bir tek filmin sonunda Vin Diesel bir cameo ile yer alıyordu o kadar. Ama bu film de ailenin, sonradan önemli bir üyesi olan bir başka karakteri, Han'ı tanıştırmıştı.


Ama olayı bugün olduğu haline dönüştüren asıl film 2009'daki Fast & Furious'tı. İlk filmdeki ana kadro dönmüştü, Gal Gadot'un Giselle'i ile tanışmıştık, Han gelmişti. Hikaye olarak da F&F sagasının temel hikayesi bu filmde oluşturulmuştu, suçluları yine yarı suçlularla kovalayıp şehirden şehire patlamalı zıplamalı maceralara girişme. Bu film aslında hikayenin devamlılığı açısından ikinci filmin hemen ardında yer alıyor, bu filmdeki hikayenin devamı 5. ve 6. filmleri oluşturuyor. Tokyo Drift ise 6.filmden sonra yer alıyor hikaye açısından. Bu filmle birlikte her iki senede bir F&F filmi yapma geleneği de başlamış oldu ayrıca. 2011'de Fast Five, 2013'te Fast & Furious 6, 2015'te Furious 7 ve 2017'de The Fate of The Furious geldi. Hikaye her seferinde aynıydı aslında ama her iki senede bir hızlı arabalarla yapılanların limitleri biraz daha zorlandıkça ve oradan buradan sinirle ve taş gibi ifadeli suratlarla fırlayan yeni kaslı karakterler olaya dahil oldukça sanki heyecan her seferinde daha da artıyor gibiydi. Bu sene gelen F9 için neden 4 sene beklediklerini bilemiyorum, aslında 2019'da bir başka yan deneme de yaptılar: Fast & Furious Presents: Hobbs & Shaw.  Şimdi ise söylenenlere göre 10. filmi iki bölüm halinde yapıyorlarmış. Hani tüm o gençlik kitaplarının son kitaplarını filme iki parça halinde uyarladılar ya, hah işte onun gibi bir şey. Artık herhalde o noktada bırakacaklar diye. Öyle ya Vin Diesel tüm o kaslarına rağmen 54 yaşına geldi. Gerçi Helen Mirren kraliçemize 76 yaşında Londra sokaklarında drift attırdıklarına göre Vin Diesel'e de 90 yaşında el freni çekilmiş arabayla Mars'a ayak bastırmamaları tuhaf olur gibime geliyor.

Peki bu filmde ne mi anlatılıyor? Bunun bir önemi var mı hakikaten? Her filmin sonunda bir yerlere dağılan ekip, her yeni filmin başında yine, yeni bir iş için bir araya gelmek zorunda kalıyor ve yine arabalar havada uçuşmuyor mu? Gerçi bu kez biraz değişik bir şeyler denemeye de çalışmamışlar değil. Ya da artık ileriye gidebilecek çok yer kalmadığından biraz da geriyi, geçmişi anlatalım demiş de  olabilirler. Dom'un ve ailesinin gençliğine biraz giriyorlar hikaye içinde. Tam baba Torretto'nun yarış kazasında nasıl öldüğünü öğreniyoruz, hatta bu filmin alt yapısını da geçmişin o parçası oluşturuyor biraz. Hikayenin diğer parçaları da geçmişteki diğer noktalardan buraya ulaşmış oluyor, sadece Torretto ailesinin kişisel draması değil. Dom'un ve yeni tanıştığımız kardeşinin gençliklerini, ayrıca bir de Han'ın saga'nın toptan hikayesine arka plandaki katkısını izleyebiliyoruz. Yalnız Dom'un gençliğini oynayan arkadaş (Vinnie Bennett) Vin Diesel'ın gençliği gibi görünmektense tıpatıp Benicio Del Toro'nun bilgisayarda gençleştirilmiş hali gibi görünüyordu bana göre. Harbiden, çocukta acayip bir Benicio Del Toro havası var. Bakın hatta yan yana yaptım, aşağıya koyuyorum.

Bu filmde bir de, artık onlar da kendilerinin ve tüm bu filmlerde neler olduğunun farkında olduklarını göstermeye başlıyorlar. Çoğu replikte ve olayda karakterlerin kendilerini ti'ye aldıklarını görebiliyoruz, hikayeye de aynı bizim gibi baktıklarını anlayabiliyoruz. Sanırım bu da yine tüm bu F&F hikayesini bize sempatik hale getiren şeylerden biri. Tüm o uzak olduğumuz sokak yarışlarının, arabayla helikopter düşürmeler,n, gökdelen vurmaların, nitrojenle 500 basmaların meydana getirdiği hikayeye bu kadar dahil hissedebilmemizi sağlayan da bu.

Neyse bakalım 10. film(ler)de Brian'ı CGI'yla nasıl getirecekler?

1 Ağustos 2021 Pazar

uccello e ritorno a casa

17 günlük "evden uzakta"lığımdan dün sabah döndüm. Köye gitmiştim, annemlerin yanına. Yıllık izinden 5 gün almıştım, gerisi zaten bayram tatili derken, durmaksızın ev temizliği yaptığım, sofra toplayıp, bulaşık makinesi yerleştirip, boşalttığım, yeğenlerimin peşinden koştuğum, yılın diğer günlerinde iş yerindeyken yorulduğumdan daha fazla yorulduğum bir 17 gün geçirip gelmiş oldum. Abimler tatile gittiklerinden muhabbet kuşunu bana bıraktılar, evime döndüm ama şimdi de kuşla uğraşıyorum. Bir minik kuş, ne uğraşması diyebilirsiniz. Sözkonusu ben olunca her şey bir uğraşıya dönüşüyor. Hayvanlarla ne yapacağını bilemeyen bir insanım ben. Uzun zamandır da kendi başıma yaşadığım için kendi rutinlerim, belli bir düzenim var. Bu düzeni başka birisi veya başka bir canlı için değiştirmeye başladığım an sinirlerim bozuluyor, birden tüm dünyanın yükünü taşıyormuşum gibi hissetmeye başlıyorum. Bir de bu kuş çok yapışkan. Habire başıma, omzuma konuyor. Evin içinde, kendi evimin içinde kocaman hasır şapkayla dolaşıyorum. Dün akşam yatmam gereken saatte salon avizesinin üstüne kondu, inmeyi reddetti. Ben de kapıyı kapatıp, odama gittim. Gece üç buçukta, zifiri karanlıkta patır patır uçup, ötüyordu. Neyse ki kafesine sokmayı başardım da küçük odaya koyup, ben de yatağıma gönül rahatlığıyla gidebildim. Bilgisayarı bile açamadım bugün sabahtan beri, ne yaparsam yanıma geliyor. Bilgisayarın tuşlarını dişliyor, mouse'taki elimi kemirmeye çalışıyor. Çocuklarla da böyleyim, ben onlardan kaçıyorum, onlar üstüme geliyor ve tepkilerimi sallamıyorlar. Jack Nicholson'ın As Good As It Gets(1997) diye bir filmi var, aynı oradaki karakteri gibi miyim diye kendimden bir tiksiniyorum ama neyse.

Bu 17 gün içinde aslında misafirlerimizi de gezdirmek için birkaç yere gittim bu arada. Ama hiçbiri öyle planlı programlı ve kapsamlı geziler olmadıkları için çok da anlatmalıyım emin değilim. Başkalarıyla gezerken hiçbir şeyi görüp, hiçbir şeyin keyfini çıkaramıyorum çünkü. Yine de sanırım ayrı bir yazı olarak hepsini derleyebilirim. En azından siz de adlarını sanlarını falan duymuş olursunuz. Genel bir fikir verir.

Ağustosun sonuna tez teslimi var. En son word'ü kapatıp, nasıl bıraktımsa öyle duruyor. Bir an önce en son haline getirip, danışmanıma göstermem gerekiyor aslında. Olmamış, şunu düzelt bunu düzelt derse vaktim kalmaz çünkü. Bir an önce bitsin gitsin istiyorum ya. Gözümü kapatayım, açayım puff yok olmuş olsun olmaz mı? Ben ne zaman gerçekten istediğim bir şeyler hakkında tez yazabileceğim ya? Ne zaman gerçekten içimden gelerek, merak ederek, bir şeyler yaratarak tez hazırlayabileceğim? Ömrüm bitti, ömrüm tükendi ama ben hala bu gereksiz, saçma sapan şeylerle uğraşıyorum. 35'ime gelmişim hala neymiş tez verecekmişim (sıfır merak edip sıfır anladığım bir şey hakkında) de, sınavı geçecekmişim de uzman olacakmışım da maaşım yükselecekmiş de...Eee sonra...SONRA? Offff...Gene kendimi yanımdaki duvara fırlatmak istediğim noktaya getirdim bu yazıyı. Aferin bana.

Bu kuşu niye kafese sokuyoruz ya? Sıkılmıyor mu bu hayvan bu evin içinde zaten? Eziyet ediyormuşum gibi hissediyorum vallahi. Dışarıdan kuş seslerini ben duyuyorum, o duymuyor mudur? Yazık günah valla. Açacağım balkon kapısını çık git diyeceğim yeminle.

7 Temmuz 2021 Çarşamba

ultimamente

 Yine kendi başıma nasıl hayatta kalabildiğime şaşırdığım ama kaldığım bir ayı daha geride bıraktık. Zamanın habire böyle fıldır fıldır geçiyor olması sinirime dokunuyor artık. Her akşam, haydee bir günü daha geçirdim ve hala hiçbir şey değilim diyerek umutsuzluk ve pişmanlık içinde benim gibi kararan gökyüzüne bakıyorum. Bu aralar zaman sanki ekstra hızlı geçmiyor mu sizce de? Eskiden, hadi bir an önce vakit geçsin de o yaşamam gereken hayatı yaşıyor olduğum döneme geçeyim diye bakardım. Artık olmayacağı için, zaman geçsin istemiyorum. Zaman beni bir başka pişmanlık duyacağım güne daha taşımasın istiyorum. Çünkü her günüm, bir öncekinden daha kötü olacakmış gibi geliyor. En azından bu içinde bulunduğum günde kalabileyim diyorum. Groundhog Day(1993) gibi oldu biraz değil mi? Oysa o tür filmler beni hep böyle boğazıma ellerini geçirmiş de film boyunca boğuyormuş gibi hissettirir. Uzayda geçen filmler de. O uzay boşluğunda olan benmişim de gidecek hiçbir yerim yokmuş, nefes alacak hiç havam yokmuş gibi. Oysa saçmalıklar yaşamam için illaki bir filmin içine düşmem gerekmiyor (Pleasantville? Lost in Austen? :D ). Kendi başıma da gayet güzel halledebiliyorum saçmalamayı ben.

Geçen gün ocağa süt koydum kaynamaya. Yoğurt yapacaktım. Kendimi bildiğimden, genelde ocağa bir şey koyunca - su bile olsa kaynaması için - bilgisayarı telefonu kitabı defteri toplayıp, mutfaktaki masaya otururum. Biliyorum çünkü. Ama bu sefer salona geldim. Tabi aradan saatler geçti. Tuvalete gittim, banyoda soğan kokuyor. Ama çiğ soğan. Pişmiş soğan olsa komşulardan yemek kokusu geldi diyeceğim. Ama bildiğiniz kuru soğan, hani pilav üstü kurunun yanına kırılır ya, hah işte o soğan. Aklıma zerre güvenmiyorum tabi, ilk düşündüğüm ben kesin buralarda soğan unuttum oldu. Banyoda soğanı nasıl unutmuş olabilirim diye düşünmedim, kesin unutmuşumdur getirdiğimi ve onu da ne zaman yaptığımı unutmuşumdur diye düşündüm. Etrafa bakındım, arandım durdum. Sonra vazgeçip salona geri dönüyordum ki mutfağa gözüm ilişti. Ocağın üstünde süt tenceresini görünce bende aydınlanma oldu. Baktım süt taşmış, her yere ulaşmış, ocaktaki ateşi söndürmüş, açık ocaktan gaz çıkmış da çıkmış. O gaz da banyoda kendini çiğ soğan kokusu olarak belli etmiş. Evin içi gaz. Tabi aklımda hemen gaz yayılma sahneleri olan filmler diziler akın etti. İzlediklerimi gözden geçirdiğim bir iki saniye bir orada öylece dikildim (Ocağı kapattım tabi canım ilk, o kadar da değil).

Başka bir gün de elime çamaşır suyuna batırıp çıkardığım bezi aldım, evin kapısının önündeki eşik taşını, kapının dış kolunu falan siliyorum.Sonra aklıma geldi, hemen kapımın yanında apartmanın penceresi var, onun kolunu da sileyim dedim. Arada inerken çıkarken açıyorum, kapatıyorum çünkü. Gerçi evin dışındaki hiçbir şeye dokunamıyorum hala çıplak elle ama üzerinde çalışıyorum o konunun. Neyse, kapının eşiğinde durdum, azcık ileri doğru uzandım, pencerenin kolunu bezle tuttum, silmeye başladım ki arkamdan kapı popoma ufak bir vurup, beni iki milim ileri ittirip, şılınkk kapandı. Elim pencere kolunda, ayaklarım kapı eşiğinde, ayağımda ev terlikleri, üstümde pijama (eşofman eski tişört falan da değil resmen yıldızlı mıldızlı pijama takımı), saçlarımda hiç toka yok tamamen salmışım ki bu da beni hobbit boyutunda bir Hagrid'e çeviriyor, ellerimde yeşil temizlik eldivenleri ile öylece kaldım. Anahtar içeride, ayakkabılıkta. Hayatımı bazen gerçekten de bir The Truman Show zannediyorum. Yukarıda oturmuşlar, ellerinde mısırlar cipsler, absürt bir traji-komedi izliyor, çılgınca eğleniyorlar diye düşünüyorum. Hele ağladığım kısımlarda ki hemen hemen her gün birkaç kere olduğu için hiç de az sayılmaz, reyting rekorları kırılıyordur sebepsiz dramın dibine vurduk yine diye. Evet dışarıdan bakınca sebepsiz görünüyor çünkü. Aşırı sebepsiz. Ama sadece dışarıdan. Mesela şu aşağıdaki şarkı var ya:

Bu şarkıyı ilk duyduğumdan beri o kadar tuhaf oluyorum ki, oturup loop'da saatlerce dinlemekle (youtube'da var bile :) ), ilk notasını duyduğum anda hemen kapatmak arasında karar veremiyorum. Cidden acayip tuhaf bir şey var bu şarkıda, Jungkook'un sesinde, sözlerinde, arkadan gelen seslerde. Hiç kimseyi, hiçbir şeyi düşündürtmüyor bana oysa ki. Yani diğer şarkıların aksine geçmişimden hiçbir sahneyi, hiçbir anıyı çağırmıyor gözümün önüne. Ama kendimi manyak gibi ağlarken buluyorum her dinleyişimde. Bağımlı gibi oldum, şarkıyı duyunca kendimden geçiyorum, başka bir yerlere gidiyorum ama nereye gittiğimi bilmiyorum, her gün duymadan da edemiyorum. (Bir de bunu, ağlamaktan çıkabilmek için.)

Neyse, geçende kitap fuarı vardı Ankara'da. Geçirdiğimiz seneden sonra böyle tanıdık, eskiden yaptığım bir etkinliği yeniden yapabilecek olmanın getirdiği şaşkınlıkla ilk günler sadece dışarıdan baktım. Bir türlü gidip de fuara, kitap bakmaya cesaret edemedim. Zaten o hakkı da göremedim kendimde. Öyle ya geçende dedim, kitap falan okumuyorum diye. Kitap okumuyorum ne zamandır, kitaplar hakkında hiçbir şey bakmıyorum, yazarlardan kitaplardan bihaberim. Tamamen uzaklaştım kitaplardan. Ne için gideceğim kitap fuarına diye kendime soruyordum. Sonunda geçen cumartesi günü, fuar bitmeden atladım gittim. Kalabalıktı, insanlardan kaçmaktan kitaplara doğru düzgün bakamadım bile. Panik içinde, histeri krizi geçirmemeye çalışarak bir iki turladım. Fotoğraftaki kitapları aldım, kendime de şaşırarak.


Mehmet Rauf'un Eylül'ünü ve Yakup Kadri'nin Yaban'ını bir sahafta gördüm, almayı düşünmemiştim, zaten ben bakınırken içerisi insan dolmaya, insanlar üzerime üzerime gelmeye başlayınca da son sürat kaçtım oradan. Sonra ikinci turumda hızla içeri girip, ani bir kararla ikisini de aldım. "Eylül"ü edebiyat derslerinden hepimiz hatırladığımız için, ben de hatırlıyordum ve eskiden çok merak ederdim. Ama yıllar var ki okumayı düşünmemiştim. Bilmem, şimdi aldım işte. "Yaban" ise benim için, tv'nin karşısındaki kanepede yattığım bir akşam ekranda denk gelip, çok azını izledikten sonra üstünden bir ömür de geçmiş olsa hep durup durup hatırladığım bir filmdi hep. Çocuktum gördüğümde filmi, 96 yapımıymış. Aytaç Arman'ı görünce durup, izlemeye başlamıştım çok iyi hatırlıyorum. Beni sebepsiz etkileyen oyunculardan biri olmuştur hep, çok yakışıklı çok seviyorum yok şöyle yok böyle gibi bir etki değil, sadece onu görünce durup izlerdim hep, nerede görürsem göreyim. 2 yıl olmuş vefat edeli, şu an öğrendim aratınca. İlginç. Neyse. Yaban'ın bir kitap olduğunu da lisede öğrenmiştim herhalde. Okumak istemiştim o zamanlar, sonra sevmeyeceğimi düşünüp, vazgeçmiştim. Onu da aldım böylece.
Sahaftan son hızla kitapları alıp çıkınca gözüm ODTÜ'nün kitaplarına ilişti. O beyaz saçlı amcanın resmini görünce kitapların arasında (amca=Michio Kaku) bu sefer de oraya çekildim. "Olanaksızın Fiziği" tam da evdeki zaman yolculuğu ve fizik üzerine olan kitaplarımın arasına katılmaya can atıyor gibi görünüyordu, onu da aldım. Okul hayatım boyunca fizikten ölesiye nefret edip de kendi başıma keşfettiğimde aşık olmam da acaba hangi eğitim sisteminin ve onun çalışanlarının suçu? Michael Guillen'in "Dünyayı Değiştiren Beş Denklem"inden burada bahsetmiş miydim? Vaay bahsetmişim, şurada. Hem de 5 yıl olmuş okuyalı. Bayılmıştım o kitaba. O kitapla başladı zaten sanırım her şey. Zaman yolculuğu konusu için benim için çoook daha eski bir mevzu zaten, ona hiç girmeyelim şimdi. O kadar kitabı aldım okudum peki ne işime yaradı, akım kapasitörünü orta sehpama monte edebildim mi, yoo.
Asıl bu H.A.Rey'in Takımyıldızları Bul kitabını görünce hele bir de içini açıp iki göz atınca dünyalar benim oldu. İşte yıllardır aradığım şey bu dedim. Vallahi bakın. Kendimi bildim bileli yıldızlara bakıyorum, gökyüzüne bakıyorum. Kendi kendime defterlere gece gördüğüm yıldızları çiziktirip duruyorum. Ama bir türlü şöyle bir anlayamıyordum, çözemiyordum, olaya ortasından daldığım için bir türlü nereye bakmam gerektiğini, ne görmem gerektiğini anlayamıyordum. Kitaplar genelde yetişkinler içindi, oysa ben bu işe yetişkin olmuş yaşım ama büyüyememiş aklımla girişiyordum. Hah işte bu kitap hepsini çocuklar için anlattığından, ben de konuya girmem gereken yaştaki aklıma hitap eden bu anlatımla çok mutlu oldum. Görebileceğimiz başlıca yıldızları ve takımyıldızları, bazılarının hikayelerini anlatıyor. Gökyüzü haritaları ve çizimler var. Çok mutluyum ya bu kitabı elime her aldığımda.
Ahmet Ümit'i ise kıskanıyorum. Yalan yok. Ne yazdığından haberim bile yoktu eskiden. Biliyorsunuz Türk Edebiyatı'na animasyon filmlerle aynı şeyi hissediyorum, oraya da geleceğim. 7 yıl olmuş Patasana'yı Y. bana hediye edip, okumamı tavsiye edeli ve ben de şaşkınlıkla okuyalı. Haa tam benlik şeyler yazıyor olduğunu anlamam bir şey değiştirmiş miydi, yok. O kitabından sonra gene okumadım başka kitabını. Dedim ya, kıskancım ben biraz. Belki de fazlasıyla. Benim yapamadığım şeyleri yapanları kıskançlığımın kötücül enerjisiyle öldürebilirim diye korkuyorum bazen o derece (bazen gerçekten de o kıskandığım insanlara ufak tefek şeyler olabiliyor hani ne bileyim parmağını kesmek, bileğini incitmek gibi, artık ben mi yapıyorum bilemiyorum :p ). Bu kitabının, "Kayıp Tanrılar Ülkesi"nin çıktığını da geçenlerde bir yerde okumuştum, denk geldi işte. Fuarda görünce de iyi be dedim, bu sefer kıskançlığı bırakıp merakına yenik düşmenin zamanı.
Bu arada "El Ministerio del Tiempo" diye bir diziye denk geldim. Zaman Bakanlığı olarak çevirebiliyoruz. İspanya yapımı, 2015'ten beri yayınlanıyormuş. Baya tutmuş, beğenilmiş ki 4-5 sezondur devam etmiş baksanıza. İspanya'da Madrid'de bir yer var, oradaki kapılar zaman geçitleri. Her bir kapıdan başka bir zamana çıkılıyor. İşte burası da bakanlık, devletin memurları zaman çizgisinde her şey olduğu gibi olsun diye gerekli şekilde zamanı koruyor, müdahale ediyor. 16.yy.dan bir asker, 19.yy.dan bir üniversite öğrencisi ve günümüzden bir ATT bir ekip oluşturup, bakanlığın işleri için zaman yolculuklarına girişiyor. Yuh dedim ilk görünce, tam benlik bu. Hemen izlemeye giriştim. Ama beklediğim gibi çıkmadı. Yani aslında her şey vadedildiği gibiydi. Ancak oyuncular, oynamaları, diyaloglar böyle sanki müsamere tarzındaydı. Bir dizinin içinde gibi değil de tiyatro sahnesinde gibilerdi, oradaki kadar bile profesyonel görünmüyordu. Oysa çok istedim izlemeyi, izleyemedim. İlk bölümü bile bitiremedim ilk oturuşta. Saatler sonra açıp, sırf bitirmiş olmak için izledim o bölümü. Halbuki ne çok beğenilmiş, başka ülkelerde versiyonları falan da yapılmış. Ne bileyim belki benim için zamanı değildi şimdi.
Bu zaman çizgisini koruma olayı bir yerde daha karşımıza çıktı bu ara. Loki başladı. Marvel, Endgame'den sonra bir dolu karakterin dizisini beklemeye koymuştu ya bizi, hah işte. Önce WandaVision'ı izledim neler oluyor yahu diyerek. Sonra The Falcon and The Winter Soldier geldi, hımm ben bu teraneleri daha önce izledim galiba dedim. Şimdi de Loki. Benim için bir numara Captain America'ydı hep, en çok onun filmlerini sevmiştim ama ondan sonra diğer filmleri izlerken hep Wanda'yı ve Winter Soldier'ı keşke daha çok ekranda görsem diye bakıyordum. Beni duyuyorlarmış gibi, ikisi için de dizi yaptılar. Loki'yi ise, hepimiz sevdik, yalan yok. Sevmemiş olanınız var mıydı önceki filmlerde? Yoktu tabiki. Ve şimdi de dizisi zaman yolculuğu hikayesiyle geldi. Hem de zaman yolculuğu! 4 bölüm oldu şimdilik. İzliyorum. İki bölüm daha yayınlanacak.
 
(Bu yazıya pazar günü başladım ama şu an çarşamba öğleden sonrası oldu ve ben hala şu yazıyı bitirsem de yayınlasam diye uğraşıyorum. Akıllara zarar yaşıyorum evet.)
 
 Bu ara yine tvdeki sinema kanallarına bakmaya çalışıyorum. Çünkü hiçbir şekilde internetten açıp da şunu izleyeyim diye kendimi motive edemiyorum. Böyle önüme ne çıkarsa, kendisini izletecek kadar sararsa devam edip, izleyebilmiş oluyorum. En son In the Heart of the Sea (2015), How to Train Your Dragon (2010), Lethal Weapon (1987), Late Night (2019), Like for Likes (2016), The Walk (2015) izledim sinema kanallarında. Bir kere de internetten açıp, The Craft: Legacy (2020) diye bir filmi izledim ama ondan ve onu neden izlediğimden hiç bahsetmeyelim. How To Train Your Dragon'ı çok sevdim aslında, bahsetmek isterdim ama ne zaman vakit bulup da yapabileceğimi bilmiyorum. Çok sevdim, sadece bunu demek istedim.
Burada da daha önce bahsettiğim A Discovery Of Witches'ın 2.sezonu gelmişti tee ne zaman, ona bakmaya başlamıştım ama devam edemedim, içimden gelmedi. Şu Bridgerton saçmalığına baktım bir iki, sırf meraktan. Böyle rezalet görmedim. Keşke küfür edebilsem. The Nevers diye bir dizi gördüm, yeni, 2021 yapımı. İlk bölüme baktım. Aslında iyi ama devam etmek isteği olmadı içimde. Shadow and Bone dizisi gelmişti, hani Leigh Bardugo'nun aynı isimli üçlemesinden uyarlanan. O bari beni çeker diye düşünmüştüm, demek ki kafam o kadar bile rahat değil. Onu da izleyemedim.
Başka neyden bahsedecektim unuttum. Şimdilik bu kadar. İş yerindeyim ve işleri bitirmem gerekiyor gün bitmeden.
(E bu kadar filmi diziyi izlerken zamanı nasıl buldun derseniz vallahi aslında pek bir şey izlememişim. Eskiden, üniversitedeyken falan izlediğimin onda biri kadar izlemişim gene de.)

24 Haziran 2021 Perşembe

But sometimes I don't make sense

 Akşamüstü aklıma esti, çıkayım yürüyeyim dedim. Öyle aman kafam bozuldu yürüyüşe çıkayım, yok efendim aklımı boşaltmam lazım yürüyüşe çıkayım diyen bir insan değilim. Kafam bozuksa oturduğum yerde daha çok oturup, kafamı daha da bozarım genelde. Yürüyüş yapma amacım da kalori harcayayım, bacaklarım incelsin olur hep. Ama bu sefer, kafam hakikaten iyi değilken attım kendimi dışarı. İyi gelir mi ki diye. Gelmedi tabi. Yürürken sorunlarım üzerine düşünemiyorum ki. Karşıdan insan geliyor mu, şu grup çok kalabalık uzaklarından nasıl geçerim, ara sokakta yol çalışması için kocaman iş makinesi var onun yanından nasıl geçerim, off bu arabalar da geçip duruyor acayip toz kalktı zaten maske var nefes alamıyorum, maske de iyice terletti ne zaman bitecek bu,...diye diye yürüdüğüm için hani düşünceleri boşaltıp kafamdan rahatlamaya da eremiyorum yürürken.

Ondan önce, öğleden sonra saatlerinde internet hizmetini aldığım yerden aradılar. Temmuz'da taahhüt paketim bittiği için yeni bir taahhüt falan filan onun için. Aklımdaydı, bir süredir bakacaktım, arayıp halledecektim. Ama hiçbir şeye vaktim yetmiyor ki. Defterime habire notlar alıyorum, şu yapılacak buna bakılacak şu düşünülecek...Bakın "düşünülecek" diye bile not alıyorum, çünkü bir şeyin üzerine düşünmeye bile vaktim olmuyor. Tüm zamanımı ne alıyor diye dönüp bakıyorum akşam olunca. Ben ne ara akşam ettim diyorum. Ortada yaptığım hiçbir şey yokmuş gibi geliyor. Evden çalışıyorum yine bu ara. 1 Temmuz'da hepimiz iş yerine döneceğiz mecburen, nefesim daralıyor, sinirim çok bozuk. Sabah açıyorum bilgisayarı, ona cevap ver buna cevap ver, o niye bozulmuş o niye olmuyor o niye açılmıyor burası niye bağlanmıyor diye debelenip dururken bilgisayar başında akşam oluyor. Çok mu işim var benim diye bakıyorum, iş yüküm mü çok fazla, çok mu çalışıyorum diyorum. Ama iş için notlar tuttuğum deftere bakınca akşamları kapatmadan önce, not ettiğim sorunların hiçbirini de çözememiş oluyorum. Valla tüm zamanımı hiçbir işe yaramadan harcayıp geçiriyorum. En kötüsü de akşam olduğu anda bedenim sanki şalteri indiriyor, saat yedi buçuk sekiz oldu mu kanepeye yığılıp kalıyorum. Ne kafam çalışıyor ne gözlerim görüyor o andan itibaren. Hiçbir şeye zamanım kalmıyor. Off ne diyordum? Hah, internet şeyinden aradılardı. Azarladı beni resmen ya. Bir baktım, karşımdaki kadın resmen sinirle beni azarlıyor. Hem de sadece "ben bu ara bir araştıracaktım kendim de bakacaktım da işten güçten vakit kalmayınca bakamadım, ben bir bakayım yine paketlere şeylere öyle ben arayayım olur mu?" dedim. Gayet sevimli 10 yaş sesimle böyle dedim. İstemiyorum defol git kapaat sen beni kandırmaya çalışıyorsun bre gafiillll falan demedim. Neyse.

Yağmur başladı gene. Gökgürültüsüyle birlikte. Çılgınca yağıyor. Yürüme zamanımı iyi tutturmuşum. Off ama ne yağıyor. Zaten bir aydır yağıyor Ankara'ya. Hava bir deli. Sabah kalktığımda kapalıydı, sonra açtı, sıcacık oldu. Balkona taşıdım bilgisayarı masayı falan, birkaç saat orada çalıştım. Sonra rüzgar esmeye başladı, soğudu. İçeri girdim, yağmur attı. Sonra yine açtı, işte yürüyüşe falan çıktım. Şimdi yine sel götürüyor. Bir aydır hep böyle. Şaka gibi. Geçen sene de yağmıştı, çok iyi hatırlıyorum. Unutmam mümkün değil. Annem öğlene doğru ameliyat olmuştu o gün. Akşama doğru onu hastanede, yoğun bakımda baygın olarak bırakıp, eve dönmüştük. Akşam delice yağmaya başlamıştı. Balkondaki şemsiyenin uçtuğunu duyup, aşağı koşturmuştum. Diğer apartmanın bahçesinden alıp, yukarı çıkmıştım. Balkonun da su gideri tıkandığı için yağmur suyu birikmiş, balkon kapısından içeri sızmıştı. Odanın bir tarafa tamamen su olmuştu. Bir yandan da annem uyandı mı diye yoğun bakımı arayıp duruyorduk. Ama onun dışında geçen sene haziran bu kadar yağmurlu değildi. Bir de soğuk. Yani hava durumunda 20-30 derece arasında gösteriyor olabilir ama ben daha bu haftaya kadar kazak giyiyordum evin içinde. Şimdi de kısa kollu giyemedim hala. Hırkalarla duruyorum. Ev ısınmıyor sanki. Hani böyle insanın içinin ısınmaması gibi, evin de içi ısınmıyor bir türlü bu sene.

Yürüyüşten eve gelince az önce, telefonu çantamdan çıkarınca içimden müzik dinlemek geldi. Uzun zamandır dinlemiyordum çünkü. Müziğe haksızlık ediyormuşum gibi hissediyorum ama çoook uzun yıllardır ben müziği, diğer sesleri bastırmak için dinliyorum hep. Evdeyken komşulardan ya da dışarıdan gürültü geliyorsa onu bastırmak için, insanların arasındayken onların çıkardığı sinir bozucu sesleri bastırmak için, kafamın içindeki konuşmalar susmayınca onları bastırmak için...Aklıma Peyton Sawyer geliyor. One Tree Hill'deki. Bir bölümde şey demişti, küçüklükten beri evde hep tek başına kaldığı için, sessizliği ve yalnızlığını bastırmak için dinliyordu o da müziği. Ben sessizlik için dua ediyorum neredeyse. Oysa. Neyse. İşte bazen yaptığım gibi, açtım rastgele ilk ne çalarsa o bana cevap versin dedim. Bu çıktı:


Yüzyıllar olmuştur herhalde dinlemeyeli. Hep yeni şeyler keşfedeceğim diye koştururken, eskiye, geçmişe bakmıyorum bayadır. Şarkılar çünkü, anıların kendisinden çok daha fazla anıları hatırlatıyor bana. Geçmişimdeki hemen hemen her şarkının hafızamda bağdaştırdığım bir anısı var. Her bir şarkı bir mesajı taşımak için, iletişim kurmak için, bir şeyi anlatmak için hayatımın her bir anında kullanılmış gibi. Bu yüzden neredeyse 2019-2020'den önce dinlediğim hiçbir şeyi dinlememeye çalışıyorum. Ahh "Faint"...Linkin Park'ın yaptığı müziği ilk duyduğum zaman yaşadığım o şaşkınlık, o vaay duygusu,...onları keşke yeniden yaşayabilsem. Artık böyle müzik mi yapılmıyor yoksa o zamanlar liseye yeni başladığım için her şey bana çok yeni, çok inanılmaz, çok olağanüstü mü geliyordu? Şimdi de, saçma bir haziran günü, 30lu yaşlarımın ortasında, evren bana durup dururken bu şarkıyı öneriyor. "Faint" ne demekti? Zayıf, güçsüz, cesaretten yoksun, soluk, sönük, belli belirsiz, bitkin, halsiz...Chester'ın çığlıkları ne kadar yalnız hissettiğini, önemsenmediğini, umursanmadığını, kendine güvenmediğini anlatıyor. Evren bana, halimi anladığını mı söylemeye çalışıyor? Anlıyorsa yardım edeceğini mi ima ediyor? Saçmalıyorum. Öleli 4 sene olmuş. İnsan hiç tanımadığı ama her zaman bir şekilde hayatında yer ettiğini fark ettiği insanların ölümlerinin üzerinden yıllar geçmiş olmaya başladıkça yaşlandığını anlıyor sanırım.
Yağmur durdu gibi. Gök gürüldemeye devam ediyor ama. Gökyüzü, grinin üstüne çöl tozu serpilmiş gibi bir renkte. Aydınlık da değil, karanlık da. 

1 Haziran 2021 Salı

It's my party and I'll cry if I want to You would cry too if it happened to you

 Yeni gardrop aldım, bugün geldi. Akşamüstünden beri onu silip, yerleştirmekle uğraşıyordum. Şimdi yeni oturabildim. Yeni bir şeyler insana her zaman heyecan veriyor tabi ama benim aklımda hep aynı düşünceler vardı. Evdeki çoğu 20-25 yıllık olan eşyalardan, yıllardır uğraşmama rağmen bu sene ancak kurtulabilmeye başladım. Bu son yıllardır kafam böyle, kendimi bildim bileli benimle olan şeylerden kurtulabilirsem kendimden de - nefret ettiğim tüm mutsuzluğumun sebebi olarak gördüğüm kendimden de - kurtulabilecekmişim gibi geliyor. Şu an yanımda duran şu orta sehpası giderse mesela, insanlara hayır diyemeyen, herkesin karşısında ezilen, pısırık, ezik ben de puff kayboluverecekmiş gibi. Ya da şu duvardaki, son 20 yıldır önünde durup kendimi gördüğüm konsolun aynasından kurtulursam, o aynada 20 yıldır gördüğüm bir gram büyümeyen çirkin çocuk da bir anda parıl parıl, dikkat çekici bir güzelliğe sahip bir kadına dönüşecekmiş gibi. Ama işte tüm bu geçmişimden kurtulmak bir yandan da ayaklarımı, köklerimi yerden kesiyormuş gibi hissettiriyor. Bir temelim yokmuş gibi, bir başlangıç noktam, bir sabitim yokmuş gibi oluyorum git gide. Olduğum insandan nefret ediyorum evet, ondan kurtulmaya da çalışıyorum evet. Ama şimdi de kim olduğumu bilemiyorum. En son elime 28 Ağustos 2020'de kitap almışım mesela. Yüzyıllardır dergi almadım, bir iki satır bir şey okumuyorsam ben kimim? Kendimi bildim bileli tarihi merak ediyorum, tarihi okuyorum, tarihi araştırıyorum, tarihi izliyorum. Ama son birkaç yıldır hiç bakmadım o yana. Tarih beni heyecanlandırmıyorsa artık, ben kimim? Tüm o belgeselleri bir gün kesin arkeolog olacağım, tarihçi olacağım da o zaman lazım olur öğreneyim diyerek izlediğimi, tüm o kitapları tüm o bilgiler kafamda dursun olmam gereken kişi olduğumda biliyor olmalıyım diyerek okuduğumu fark ettim. Tamam keyif de alıyordum çoğu zaman öğrenirken ama bu hep sonraya sakladığım düşüncesi de dönüp duruyordu kafamda. Artık kesinlikle hiçbir şey olamayacağımı anladığımdan beri acı veriyordu görmek. Kitaplığımdaki tüm o tarih kitapları, bilgisayara kaydettiğim onca metin, izlediğim onca şey...bakamıyordum. Sonra geçen hafta evren bana yeniden bir şeyler söylemeye çalıştı.

İş yerinde su içtiğimiz, koridordaki sebil bozukmuş. Neredeyse bir aydır işe gitmediğimiz için bilmiyordum. Öbür koridordakini de kaldırmışlar. Musluktan içmeyi denemek yerine, üşenmeyip dışarı çıktım. Birkaç şişe alır, gelirim, bana hafta boyu yeter dedim. 3 yıldır önünden geçtiğim, göz ucuyla önündeki dergileri incelediğim büfenin önüne gelince bu sefer dedim buradan alayım suyu, markete kadar gitmeyeyim. Ve yıllardan sonra ilk defa bir dergi aldım. Böyle kanlı canlı kağıda basılı bir dergi! Kapağını, kapağındaki resimleri görünce uzun zaman sonra içimde yine bir şeyler kıpırdadı. Büfeci amcayla da bir iki muhabbet ettim hatta. Biriyle muhabbet etmek, öyle üç beş bir şeylerden bahsetmek çok tuhaf bir iyilik hissi getirdi bıraktı üstüme. Ofise hoplaya zıplaya, ağzım kulaklarımda döndüm. Elimde dergim, yine 15 yaşındaki o bir dolu hayali olan ben olmuş gibiydim. Ama kurtulmaya çalıştığım da o ben değil miydi diye düşünüyordum bir yandan. Mutsuz olmama sebep olan da o ben değil miydi? Hiçbir yere varamayan, hiçbir şey başaramayan, hiçbir şeye bir gram faydası olmayan?


All About History
diye bir dergi, aldığım. Web sitesinde hemen hemen hiçbir şey yok. DoğanBurda'nın dergilerinden sanırım, öyle yazıyor. Ne zamandır Türkiye'de yayınlanıyor bilemiyorum, dediğim gibi ben yüzyıllardır dergi almıyordum. İlk bakışta bu bol resimli halinden ve yazıların puntosundan baskısından falan çocuk dergisi diye düşündüm. Ama içini biraz okudukça sanırım tam çocuk değil de biraz daha ergenliğe doğru olan yaş grubuna hitap ediyor olabileceğini düşünmeye başladım. Zaten bahsettiği şeylerden bahsetme şekli ve verdiği bilgi miktarı da pek öyle yetişkin seviyesinde değil. Ama benim için şimdilik iyi bir başlangıç oldu. O kadar zaman okumayınca zaten bu yaş grubunda gibi aklım şu an. Ahh ama okumayı unutmuşum. Vallahi nasıl önümdeki kağıttan bir şeyler okunacağını unutmuşum. Bir de hakikaten her an bir şeyler yapmaya, bir şeyler başarmaya çalışıyor olduğum için şu ara, elime alıp okuyamıyorum. Bu durumu tam olarak anlatabilir miyim bilmiyorum, ben de kendimden utanıyorum yapıyor olduğum şeyleri yapmaya çalıştığım için bu sıralar. Neyse.

(Yazının üstteki kısmını dün gece yazmaya başlamıştım ama çok uykum gelip, kafam klavyeye düşünce bu noktada kaldım. Şimdi bu sabah devam ediyorum.)

Gördüğünüz gibi bir blog postunu bile tek bir oturuşta yazamıyorum. Youtube aklımı okuyor sanırım bu arada ya da tüm bir internet. Hiç alakalı bir şey aratmamış, bakmamış, konuşmamış olsam bile karşıma düşündüklerimle ilgili şeyler çıkarıveriyor. Mesela atıyorum, ne telefonumda ne bilgisayarımda hiç "hayvan" ile ilgili bile bir şey olmamış oluyor. Günlerce tvyi bile açmamış oluyorum, hiçbir konuşmamda geçmemiş oluyor. Ama o gün sabah mesela gökyüzüne bakarken balkonda, koalaları düşünüyorum. Ne yerler ne içerler nasıl yaşarlar falan diye. Kendi kendime. Sonra akşam oluyor, koalalar aklımdan tümüyle çıkmışken telefonda karşımda koalalar ile ilgili bir reklam görüyorum. Bu çip olayı gerçek olmasın çocuklar? :D Neyse asıl şu aşağıdaki videoya denk geldim onu diyecektim:

Bu aralar bundan fazlasıyla yakınmış olabilirim, o yüzden bu tür bir video önermiş olması normal, yukarıda dediklerimi bu video için demiyorum. Bu videoda bu haşin abla kesin bir dille diyor ki hedef belirleyip o hedefe doğru aç susuz böyle manyaklar gibi ilerleyin. Tamam da sayın abla, gelmişim neredeyse 35'ime, bu noktada hedef belirlesem ne olacak? Belirlediğim hedefe gidene kadar kadar ömrüm bitecek zaten. Senin dediklerin 15-16 yaşında, yok sporcu olayım yok dansçı olayım yok bilim insanı olayım diyen gençler için. Nasıl olsa önünde koca bir ömür varken bir hedefe kilitlenip, diğer pek çok şeyden feragat etmek çok kolay. Gecelerce uykusuz kalmak, ağrıdan duramazken yine de antrenmana devam etmek, çok istediğin tatlıyı yememek, arkadaşların buluşmuş eğlenirken onlara katılmak yerine çalışmak falan bunlar hep gençken yapılabilecek şeyler. Şimdi oturup sabaha kadar yazmaya çalıştığım hikayeyi bitirsem ne olacak? Söyleyeyim, sabah iş yerinden telefonlarla maillerle uyanacağım. Gözlerim kuruluktan birbirine yapışmış olduğundan dayanılmaz acılar içinde ekranlara bakmak zorunda kalırken bir yandan da kendime kahvaltı hazırlamak, evi toplamak, klozeti temizlemek, çamaşırları yıkayıp asmak, bu arada aidatı ödemeyi unutmamak ve tüm bunların arasında dünden beri üstümü dahi değiştirmemiş ve yüzümü bile yıkamamış olduğum için kokarca gibi markete gitmemeyi hatırlamak zorunda kalacağım. Peki hepsine katlandım diyelim, o hikayeyi de yazıp bitirebildim. Sonra? Kimsenin okumayacağı bir şey yüzünden tüm bunları çekmiş olacağım. Kimse okumayacak çünkü twilight gerzekliğinde ve seviyesinde yazıyorum ne yazıyorsam ama o seviyenin cıvıklığını mıç mıçlığını da beceremediğimden hiçbir ergen okumayacak. Peki kimse okumayınca bu beni bir yere götürecek mi, başarıya ulaştıracak mı, bir yere varabilecek miyim? Hayır. 30'larımın ortasında yaşıtlarım profesör olmuşken (mecaz değil hakikaten akademik anlamda o yaşlardayım) ben geceleri uykusuz bir halde kimsenin okumadığı sıkıcı ergen hikayeleri yazıyor olacağım. Sonra da vay efendim bana tembellik etmeyin diye videolar geliyor. Neyin tembelliğini etmeyeyim ya? Ben zaten en büyük tembelliği etmişim, koca bir ömrü popomun üstünde oturarak ve her şeyden yakınarak geçirmişim. Daha neyin tembelliğini edebilirim ki?

Öyle yazıyorum işte güya. İnsan eline kalemi alınca (somut anlamda kalemi alıp kağıtlara yazıyorum bu arada, gözlerim artık bilgisayar telefon ekranlarını hakikaten kaldırmıyor mahvolmuş durumdayım) zannediyor ki bir Kafka gibi yazacağım, bir Hemingway gibi cümleler kuracağım, bir Tolkien gibi hayal edeceğim, bir Austen gibi döktüreceğim. Ama ilk birkaç cümleden sonra bir bakıyorsunuz ki Bella, Edward'a göz kırpıştırıyor. Aman yarabbi bu cümleler benden mi çıktı, nasıl çıktı, niye bu cümleler çıktı diye kağıda bakıyorum. Ben gerçekten böyle mi düşünüyorum kafam böyle mi çalışıyor diye düşünüyorum. Sonra anlamaya başlıyorum, ulan zaten normalde de İlber Hoca gibi konuşmuyorum diyorum. Demek ki bu koca kafam iğne ucu kadar bile çalışmıyormuş diyorum. Kapağında birbirine dolanmış genç oğlanlarla kızların veya yarı çıplak erkeklerin olduğu kitapları yazan o ergen kızlardan, orta yaşlı 3 çocuklu teyzelerden ne farkım var o zaman? Yokmuş demek ki diyorum. Akıl olarak, mantık olarak yokmuş. Tüm yaşadığım o yıllar, gördüğüm şehirler kültürler, öğrendiğim şeyler, edindiğim deneyimler, tanıştığım insanların bana kattığını düşündüklerim...Sıfırmış demek ki. Hiçbir işe yaramamış. Son 20 yılı, kanepede oturduğum noktada geçirseymişim de zaten yine aynen böyle cümleler yazacakmışım diyorum. Bileydim o uçak biletlerine o kadar para vermezdim haa. Vallahi biriktirir, gider güneyden iki arsa alır, emekliliğimde çatacağım keyfin hayalini kuruyor olurdum şimdi. Oysa şimdi bomboş banka hesabıma bakarken nasıl bir bisiklet alırım da iki bisiklet sürebilirim diye düşünüyorum. Ne işime yaradı şu an Broadway'de Jessica Chastain'le Dan Stevens'ın oyununu izlemiş olmak? Ne katkısı oldu Viyana'da The Lumineers konserinde yüzlerce insanla birlikte bağıra çağıra şarkıları söylemiş olmak? Ne kattı bana Roma'da Forum'da Julius Caesar'ın bastığı taşların üstünde yürümüş olmak? Ben hala "Bir vampiri sevdiğinizde, seçim şansınız kalmaz. Bunun sevdiğiniz kişiyi inciteceğini bile bile nasıl kaçar, nasıl savaşırdınız? Sevdiğinize verebileceğiniz tek şey hayatınızsa, nasıl vermemezlik ederdiniz? Ya onu gerçekten seviyorsanız?". Hay benim aklıma.

Yeteri kadar kafanızı ütüleyemediysem bir de alın bunu dinleyin. Günlerdir dilime dolandı, gitmiyor, evin içinde benimle birlikte oradan oraya sürükleniyor. Size de takılsın, bana ne.

18 Mayıs 2021 Salı

Ne mi yapıyorum? Tabiki saçmalıyorum. ("Tabiki" böyle mi yazılıyordu?)

 Sanırım kendi içime kapandıkça daha kötü oluyorum. Kendimi hep içe kapanık, çekingen, insanlarla bir arada olmayı sevmeyen biri olarak görmüştüm. Oysa öyle değilmişim. Büyük ihtimalle yetiştirilme tarzımdan ve ailemden dolayı öyle davrandığımı için öyle olduğumu düşünüyordum. Yıllar boyu süren insanları kendimden uzaklaştırma, tek başıma kalma çabalarım son birkaç yıldır başarıya ulaştığı için bu durumu da anlama şansım oldu. İnsanlarla olmayı seviyormuşum meğerse, ilgi görmeyi, ilginin merkezi olmayı, iletişim kurmayı, böyle şeyleri seviyormuşum. O şekilde ve o aile tarafından yetiştirilmemiş olsam bu halde olmayabilirmişim de. Hayır yine sefil hayatım ve başarısızlıklarım ve mutsuzluklarım için başkalarını suçlama yoluna girmiyorum. Sadece durum bu. Ortadaki bariz gerçek bu.

Evde durdukça ve kendimi insanlardan soyutladıkça da daha kötü olduğumu fark ettiğimden beri oturduğum yerden nasıl yine dünyayla iletişim kurabilirim diye bakındım durdum. Hayatımdan çıkardığım ve hayatlarından çıktığım insanlara geri dönemem, sildiğim tüm geçmişimi geri hatırlayamam. O yüzden şimdiye kadar burun kıvırdığım, algılayamadığım, yavru bu mesaj nasıl yazılıyor diye torununa cep telefonunu gösteren nineler gibi baktığım dünyaya bir şans vereyim dedim. 16 yıldır bilgisayar mühendisi sayılırım artık ama hala azimle yeni hiçbir şeye bakmıyor, teknolojik her şeye o neymiş yahu öyle miymiş vay anam neler yapıyorlar görüyor musun diyorum. Yine de tam olarak z kuşağı çocuklarına dönmesem de, biraz çabalamaya karar verdim.

Açtım önüme ne kadar sosyal medya varsa, hesap oluşturdum. Oralara baktıkça da aklımda hep aynı düşünceler belirdi. Ben yıllarca neler yaşadım, nereler gezdim, ne manyaklıklar ne deneyimler yaşadım, bunların hepsi sırasında elimde şimdiki gibi bir telefon ve internet olsaymış, bu şimdi gördüğüm insanlardan biri olabilirmişim. İyidir kötüdür anlamında demiyorum ya da eleştirmiyorum. Sadece yaşadığım koca bir hayatın sadece kafamda kalmış olmasına üzüldüm biraz. Artık teknoloji alerjimden mi içten içe farkında olmadan cimri miydim, bilmiyorum ama elimde ne doğru düzgün telefon vardı, ne fotoğraf makinesi ne internet. Cimri değildim de orta gelirli ailenin sorumluluk sahibi çocuğu rolü çok yerleşmiş demek ki beynime. Neyse. Demeye çalıştığım şu, böyle sosyal medyaya yüklemektir falan o değil derdim. Yaşadığım onca şeye dair elimde pek de bir şey yok açıp hatırlamak istediğimde. Bulanık, karanlık, odaksız çektiğim 3-5 fotoğraf var. O anıma eşlik etmiş benden daha "zengin" biri varsa ondan aldığım fotoğraflar var bazen (zenginden kastım yine yukarıda bahsettiğim durum, benim alabilecekken almadığım makineleri almış insanlar falan). Boğuk seslerin duyulduğu, yine karanlığından bir şey görünmeyen birkaç video da var bazen, elimdeki tost makinesi ile çekmeye çabalamışım zamanında. İlla fotoğrafın ya da videon mu olması lazım anılarını hatırlamak için diyebilirsiniz. Fotoğrafların değerini yaşınız ilerledikçe anlıyorsunuz derim ben de. Yaşınız ilerledikçe aklınıza olan güveniniz de azalıyor ayrıca. Nereden nereye geldim. Ne diyordum asıl?

Hah, şeyi diyordum. eğer hala burayı okuyorsanız şuraları da kontrol etmek isteyebilirsiniz diye aşağıya linkleri koyuyorum. Ya da işte siz benim gibi değilseniz ve zaten yüzyıllardır oralarda takılıyorsanız diye. Ayrıca artık çok düşünmeden de buraya yazacağım. Yazmaya devam edeceğim yani. Kafam kötü diye habire kendi kendime...Fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış gibi devam etmeyeceğim. Öyle miydi o atasözü ya. Ne kadar yabancılaşmışım dünyaya.

Bir yandan da mutsuzluğumun bir diğer yönünü incelemeye aldım. Aslında burada daha önceki yazılarda bahsetmiştim, kendimden memnun olabilmemin yolu benim için görüntümü düzeltmekten geçiyor. Hiiiç öyle yok beden olumlaması mı nedir onlardan bahsetmeyin bana. Ya da neydi, hah vay efendim kendini her halinde seveceksin. Hadi oradan! Kendini olduğun gibi sevebilmen için beğenmen lazım, beğenmen için de iyi görünmen lazım. Temelde kusurlu bulduğum noktaları düzeltiyorum işte, hem kafada, hem dışarıda. Gözlükleri atmakla başlamıştım, geçen seneden bu yana da kilo verme işinde başarılı oldum. Şimdi sivilce konusuna eğildim. Nihayet adamakıllı bir tedaviye başladım, bakalım nası olacak? Bir de boyumu uzatabilseydim. Tıp o kadar da ilerlememiş demem ki. Neyse.

Bu instagram, evin içinde dolaşıp, balkondan camdan gökyüzüne bakıyorum.

Bu twitter, kendi dünyamda önemli şeyler görüp, şaşırıyorum.

Bu youtube, evde oturup, habire yemek yapmaya uğraşıyorum.

Bu da spotify, eşsiz(?!) müzik zevkimle çalma listeleri oluşturuyorum.


Mutsuzum diye hep içime kapanmayı seçtim bu zamana kadar. Bir kere mutsuzum diye dışıma açılmayı denesem bir şey değişir mi ne dersiniz?

25 Mart 2021 Perşembe

hiçlik

 Bazı günler böyle çok kötü ama aşırı kötü hissediyorum. Bazı günlerse azcık, birazcık iyi olabiliyorum. Ama çoğunlukla neden hala devam etmem gerektiğini, nefes almaya yürümeye oturmaya ekranlara bakmaya telefonda konuşmaya sorulanlara cevap vermeye, bilemiyor oluyorum. Neden hala uğraşıyorum? 30 küsür yıl olmuş hala bir yere gelememişim, hala hiçbir şey elde edememişim, hiçbir şey başaramamışım, hala neye uğraşıyorum? İnsanlara bakıyorum, herkes genelde bir noktada işlerine yarayacak şeylere el atıp, o konuda bir şeyler yapmışlar. Kendime bakıyorum, bunca yıl ne yaptıysam serseri mayın gibi oradan oraya. Hiçbir şekilde net bir ne hayat planı ne kariyer planı hiçbir şey yok. Yani daha doğrusu hep bir istediğim şeyler var, hayal ettiğim şeyler var her an, onları yapacağım da yapacağım diye tutturmalar var, plan yapmaya çalışmalar var ama sonra o planların tek tek tutmadığını, hayal ettiğim hiçbir haltı yerine getirip, elde edemediğimi yüzüme çarpa çarpa görmelerim var. Yaptığım hiçbir şey, hayal edip de istediğim şeyler için bir basamak oluşturan şeyler değil. Senelerce İtalyanca öğrendim misal. Ne işime yaradı? Hangi hayalimi gerçekleştirmemi sağladı? Bir amaca hizmet etmedi, bana bir şey katmadı. Gittim tarih bölümüne girdim, yarım dönem okudum, çıktım arkeolojide yüksek lisansa başladım, yarım bıraktım. Aradan yıllar geçti, bir daha başladım yarım bıraktım. Bunlarda geçirdiğim günler, aldığım dersler, yaptığım ödevler sunumlar hiçbirisi hayatım için bir şey elde etmemiş sağlamadı sonunda. Boşa zaman kaybından başka bir şey olmadı. Demeye çalıştığımı anlayabiliyor musunuz? Yani şöyle bir şey demeye çalışıyorum. Mesela lisedeyim diyelim. Bahçede uğraşmayı seviyorum, yetiştirmeyi seviyorum falan. Kendi kendime de diyorum ki ben avokado yetiştiricisi olacağım, hayalim bu, bağlarım bahçelerim olacak, yetiştireceğim. Bununla ilgili kitaplar okuyorum habire, bir yaz bir çiftliğe gönüllü çalışmaya falan başvuruyorum, gidiyorum öyle orada takılıyorum. Başka bir yaz sırt çantamla başka ülkelere gidiyorum, gezerken avokado bahçelerine gidiyorum falan. Bir yandan da işte oradan buradan ticaret yapmayı, şunu bunu öğrenmeye çalışıyorum. Seneler boyu böyle şeyler yapıyorum diyelim. Sonunda da 20li yaşlarım biterken artık bir bahçem ve avokadolarım oluyor, yetiştiriyorum, satıyorum, böyle yani. İşte benim durumumda, gerçek ben'in durumunda, 30 küsür yıldır yaptığım hiçbir şeyin, hayal ettiğim, karar verdiğim hiçbir şeye hiçbir faydası olmadı diyorum. Yaptıklarımın, öğrendiklerimin hiçbiri beni bir yere getirmedi. Ancak her gün sabahın köründe nefret ettiğim ve hiçbir fikrimin olmadığı bir işi yapmak için bir ofise geliyorum. Tüm gün burada debelenip, o günü kazasız geçirmeye çalışıyorum. Her akşam saat daha on olmadan uyuyakalıyorum. Ertesi sabah yine karanlıkta yataktan sürünerek çıkıp, buraya gelmek için. Her gün yaptığım işle ilgili ne kadar daha az şey bildiğim yüzüme çarpıyor. Her gün yine ne kadar daha az kafamın bu işe basmadığı gerçeği üstüme dağ gibi yığılıyor, eziliyor da eziliyorum. Yaptığım işle ilgili en ufak bir heyecan, heves, istek duymuyorum. Hiçbir şekilde bu işte bir gelecek hayal edemiyorum, istemiyorum, bir kariyer düşünmüyorum. Bir hayat düşünmüyorum. Düşünemiyorum.

Son birkaç yıldır, bu zamana kadar kurduğum tüm hayalleri tek tek yıkışımı izledim. Her zaman en azından ufak da olsa bir umudum oluyordu, tamam şimdi olmadı ama bir şekilde döndürür müyüm acaba bu maçı buradan diye içimde kıvılcımlar oluyordu. Bu birkaç yıldır o kıvılcımların tek tek söndüğüne şahit oldum. Gerçekten sevdiğim düşündüğüm her şeyi, tek tek nasıl sevmeyi bıraktığımı gördüm. Bir yandan çok şaşırdım, çok ilginçti, bir şeyi hayatınız boyunca sevdikten sonra, hayatınız boyunca istedikten ve hayal ettikten sonra nasıl artık o sevginin kaybolabileceğine akıl sır erdiremedim. Durup bakıyorum ve artık sevmiyorum diyorum. İçimde kalmamış, artık kesinlikle olamayacağını, kavuşamayacağımı bildiğim için mi acaba? Off bunları yazarken bile çok kötü oluyorum, yazmak iyi gelmeliydi halbuki, içinden atmak gibi olmalıydı halbuki.

Hiçbir şey elde edememiş gibi hissediyorum. Bundan sonra da etmemin yolu yok. Her şey bitmiş gibi. Her şansım, her yol, tüm zamanım. Hiç zaman kalmamış gibi. Hiç zamanım kalmadı. Hayatımın bitiş noktası bu galiba. Bundan sonra hiçbir şey olacağı yok. Ama neden bir türlü duramıyorum o zaman? Beynim neden durmuyor, neden bırakmıyor habire yeni bir şey istemeyi? 30 yıldır hayal ettiğim şey olamayacağımı anladığım andan beri bu sefer tamamen başka bir şeyin hayalinin içinde yüzüyorum şimdi. Ama aslında onun için de zaman yok, o hayalin gerçekleşmesi için de zaman yok. 34 yaşındayım. 34 yaşından sonra olacak hiçbir şey yok. O zaman neden bana hayal ettiriyor? Neden habire her gün işaretler gördürtüyor? Tüm hayatım boyunca yaşadıklarımın, gördüklerimin, denk geldiklerimin her birinin beni ona çıkardığını işaret ediyor her şey? Neden her şey ona bağlanıyor? Oysa çok geç, her şey için çok geç bir vakitteyim, biyolojim bile çöküyor, o kadar geç. Hiçbir şey olmayacaksa, elime hiçbir şey geçmeyecekse, maç 90+5'ten dönmeyecekse, neden o zaman 90+1'de içimdeki taraftarlar ayağa kalkıp tezahürata girişiyor? Gene en olmayacak şeyleri hayal ediyorum. Gene en yapamayacağım şeyleri hayal ediyorum. Tam da yok olduğum noktada, artık tam olarak mutluluğun ne olduğunu anladığım ve ona sahip olmadığımı, olamayacağımı anladığım noktada, yine kendime hayallere kaptırıyorum.

Oysa diyorum ki neden bırakmıyorsun peşini? Neden bırakamıyorsun? Bırak artık bunları. Sen de herkes gibi işe gel, git, internetten alışveriş yap, maaşının üçünü beşini hesapla, buzdolabı özelliklerini karşılaştır, çayını eline al dedikodu yap,...olduğun noktada olmaktan mutlu ol yani. Düşünme yani bu noktayı. Sadece burada ol. Şimdi, burada. Dur burada. Zaten duruyorsun hep de, gidebilmeyi hayal etme. Kıpırdamayı düşünme. Sadece burada ol. Var ol. Diğerleri gibi. İşinde yükselmenin peşinde ol, ufak tilkiliklerin peşine düş. Habire bir şey yapmaya çalışma. Habire bir şey, başka bir şey, olmanı gerektiğini düşündüğün şey olmaya çalışma. Belki bu kadarsındır hakikaten de. Bu kadar. Hiçbir şey. Ortalama. Ne batan ne çıkan. Ne boğulan ne de birinci gelen. Neyi denesem olmuyor çünkü, ne işe el atsam başarılı olamıyorum, ne yapsam bir yere varmıyor. Neye başlasam bitmiyor. Ama isteme duygumun önüne geçemiyorum. Hep istiyorum, hep ulaşamayacağım bir şeyi istiyorum. Madem ulaşamayacağım tüm bunlara, neden gösteriyor? Neden görüyorum? Hiç haberim olmamış olsa tüm bunlardan, daha mutlu olurum. Neden elde edemeyeceğim şeyleri istememi sağlıyor?

34 yaşındayım ve bir hiçim. Bunca yıl debelenmenin sonucunda böyle yok olup gideceğim. Bazı günler sadece annem için nefes almaya devam ettiğimi fark ediyorum.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...