Yeni gardrop aldım, bugün geldi. Akşamüstünden beri onu silip, yerleştirmekle uğraşıyordum. Şimdi yeni oturabildim. Yeni bir şeyler insana her zaman heyecan veriyor tabi ama benim aklımda hep aynı düşünceler vardı. Evdeki çoğu 20-25 yıllık olan eşyalardan, yıllardır uğraşmama rağmen bu sene ancak kurtulabilmeye başladım. Bu son yıllardır kafam böyle, kendimi bildim bileli benimle olan şeylerden kurtulabilirsem kendimden de - nefret ettiğim tüm mutsuzluğumun sebebi olarak gördüğüm kendimden de - kurtulabilecekmişim gibi geliyor. Şu an yanımda duran şu orta sehpası giderse mesela, insanlara hayır diyemeyen, herkesin karşısında ezilen, pısırık, ezik ben de puff kayboluverecekmiş gibi. Ya da şu duvardaki, son 20 yıldır önünde durup kendimi gördüğüm konsolun aynasından kurtulursam, o aynada 20 yıldır gördüğüm bir gram büyümeyen çirkin çocuk da bir anda parıl parıl, dikkat çekici bir güzelliğe sahip bir kadına dönüşecekmiş gibi. Ama işte tüm bu geçmişimden kurtulmak bir yandan da ayaklarımı, köklerimi yerden kesiyormuş gibi hissettiriyor. Bir temelim yokmuş gibi, bir başlangıç noktam, bir sabitim yokmuş gibi oluyorum git gide. Olduğum insandan nefret ediyorum evet, ondan kurtulmaya da çalışıyorum evet. Ama şimdi de kim olduğumu bilemiyorum. En son elime 28 Ağustos 2020'de kitap almışım mesela. Yüzyıllardır dergi almadım, bir iki satır bir şey okumuyorsam ben kimim? Kendimi bildim bileli tarihi merak ediyorum, tarihi okuyorum, tarihi araştırıyorum, tarihi izliyorum. Ama son birkaç yıldır hiç bakmadım o yana. Tarih beni heyecanlandırmıyorsa artık, ben kimim? Tüm o belgeselleri bir gün kesin arkeolog olacağım, tarihçi olacağım da o zaman lazım olur öğreneyim diyerek izlediğimi, tüm o kitapları tüm o bilgiler kafamda dursun olmam gereken kişi olduğumda biliyor olmalıyım diyerek okuduğumu fark ettim. Tamam keyif de alıyordum çoğu zaman öğrenirken ama bu hep sonraya sakladığım düşüncesi de dönüp duruyordu kafamda. Artık kesinlikle hiçbir şey olamayacağımı anladığımdan beri acı veriyordu görmek. Kitaplığımdaki tüm o tarih kitapları, bilgisayara kaydettiğim onca metin, izlediğim onca şey...bakamıyordum. Sonra geçen hafta evren bana yeniden bir şeyler söylemeye çalıştı.
İş yerinde su içtiğimiz, koridordaki sebil bozukmuş. Neredeyse bir aydır işe gitmediğimiz için bilmiyordum. Öbür koridordakini de kaldırmışlar. Musluktan içmeyi denemek yerine, üşenmeyip dışarı çıktım. Birkaç şişe alır, gelirim, bana hafta boyu yeter dedim. 3 yıldır önünden geçtiğim, göz ucuyla önündeki dergileri incelediğim büfenin önüne gelince bu sefer dedim buradan alayım suyu, markete kadar gitmeyeyim. Ve yıllardan sonra ilk defa bir dergi aldım. Böyle kanlı canlı kağıda basılı bir dergi! Kapağını, kapağındaki resimleri görünce uzun zaman sonra içimde yine bir şeyler kıpırdadı. Büfeci amcayla da bir iki muhabbet ettim hatta. Biriyle muhabbet etmek, öyle üç beş bir şeylerden bahsetmek çok tuhaf bir iyilik hissi getirdi bıraktı üstüme. Ofise hoplaya zıplaya, ağzım kulaklarımda döndüm. Elimde dergim, yine 15 yaşındaki o bir dolu hayali olan ben olmuş gibiydim. Ama kurtulmaya çalıştığım da o ben değil miydi diye düşünüyordum bir yandan. Mutsuz olmama sebep olan da o ben değil miydi? Hiçbir yere varamayan, hiçbir şey başaramayan, hiçbir şeye bir gram faydası olmayan?
All About History diye bir dergi, aldığım. Web sitesinde hemen hemen hiçbir şey yok. DoğanBurda'nın dergilerinden sanırım, öyle yazıyor. Ne zamandır Türkiye'de yayınlanıyor bilemiyorum, dediğim gibi ben yüzyıllardır dergi almıyordum. İlk bakışta bu bol resimli halinden ve yazıların puntosundan baskısından falan çocuk dergisi diye düşündüm. Ama içini biraz okudukça sanırım tam çocuk değil de biraz daha ergenliğe doğru olan yaş grubuna hitap ediyor olabileceğini düşünmeye başladım. Zaten bahsettiği şeylerden bahsetme şekli ve verdiği bilgi miktarı da pek öyle yetişkin seviyesinde değil. Ama benim için şimdilik iyi bir başlangıç oldu. O kadar zaman okumayınca zaten bu yaş grubunda gibi aklım şu an. Ahh ama okumayı unutmuşum. Vallahi nasıl önümdeki kağıttan bir şeyler okunacağını unutmuşum. Bir de hakikaten her an bir şeyler yapmaya, bir şeyler başarmaya çalışıyor olduğum için şu ara, elime alıp okuyamıyorum. Bu durumu tam olarak anlatabilir miyim bilmiyorum, ben de kendimden utanıyorum yapıyor olduğum şeyleri yapmaya çalıştığım için bu sıralar. Neyse.
(Yazının üstteki kısmını dün gece yazmaya başlamıştım ama çok uykum gelip, kafam klavyeye düşünce bu noktada kaldım. Şimdi bu sabah devam ediyorum.)
Gördüğünüz gibi bir blog postunu bile tek bir oturuşta yazamıyorum. Youtube aklımı okuyor sanırım bu arada ya da tüm bir internet. Hiç alakalı bir şey aratmamış, bakmamış, konuşmamış olsam bile karşıma düşündüklerimle ilgili şeyler çıkarıveriyor. Mesela atıyorum, ne telefonumda ne bilgisayarımda hiç "hayvan" ile ilgili bile bir şey olmamış oluyor. Günlerce tvyi bile açmamış oluyorum, hiçbir konuşmamda geçmemiş oluyor. Ama o gün sabah mesela gökyüzüne bakarken balkonda, koalaları düşünüyorum. Ne yerler ne içerler nasıl yaşarlar falan diye. Kendi kendime. Sonra akşam oluyor, koalalar aklımdan tümüyle çıkmışken telefonda karşımda koalalar ile ilgili bir reklam görüyorum. Bu çip olayı gerçek olmasın çocuklar? :D Neyse asıl şu aşağıdaki videoya denk geldim onu diyecektim:
Bu aralar bundan fazlasıyla yakınmış olabilirim, o yüzden bu tür bir video önermiş olması normal, yukarıda dediklerimi bu video için demiyorum. Bu videoda bu haşin abla kesin bir dille diyor ki hedef belirleyip o hedefe doğru aç susuz böyle manyaklar gibi ilerleyin. Tamam da sayın abla, gelmişim neredeyse 35'ime, bu noktada hedef belirlesem ne olacak? Belirlediğim hedefe gidene kadar kadar ömrüm bitecek zaten. Senin dediklerin 15-16 yaşında, yok sporcu olayım yok dansçı olayım yok bilim insanı olayım diyen gençler için. Nasıl olsa önünde koca bir ömür varken bir hedefe kilitlenip, diğer pek çok şeyden feragat etmek çok kolay. Gecelerce uykusuz kalmak, ağrıdan duramazken yine de antrenmana devam etmek, çok istediğin tatlıyı yememek, arkadaşların buluşmuş eğlenirken onlara katılmak yerine çalışmak falan bunlar hep gençken yapılabilecek şeyler. Şimdi oturup sabaha kadar yazmaya çalıştığım hikayeyi bitirsem ne olacak? Söyleyeyim, sabah iş yerinden telefonlarla maillerle uyanacağım. Gözlerim kuruluktan birbirine yapışmış olduğundan dayanılmaz acılar içinde ekranlara bakmak zorunda kalırken bir yandan da kendime kahvaltı hazırlamak, evi toplamak, klozeti temizlemek, çamaşırları yıkayıp asmak, bu arada aidatı ödemeyi unutmamak ve tüm bunların arasında dünden beri üstümü dahi değiştirmemiş ve yüzümü bile yıkamamış olduğum için kokarca gibi markete gitmemeyi hatırlamak zorunda kalacağım. Peki hepsine katlandım diyelim, o hikayeyi de yazıp bitirebildim. Sonra? Kimsenin okumayacağı bir şey yüzünden tüm bunları çekmiş olacağım. Kimse okumayacak çünkü twilight gerzekliğinde ve seviyesinde yazıyorum ne yazıyorsam ama o seviyenin cıvıklığını mıç mıçlığını da beceremediğimden hiçbir ergen okumayacak. Peki kimse okumayınca bu beni bir yere götürecek mi, başarıya ulaştıracak mı, bir yere varabilecek miyim? Hayır. 30'larımın ortasında yaşıtlarım profesör olmuşken (mecaz değil hakikaten akademik anlamda o yaşlardayım) ben geceleri uykusuz bir halde kimsenin okumadığı sıkıcı ergen hikayeleri yazıyor olacağım. Sonra da vay efendim bana tembellik etmeyin diye videolar geliyor. Neyin tembelliğini etmeyeyim ya? Ben zaten en büyük tembelliği etmişim, koca bir ömrü popomun üstünde oturarak ve her şeyden yakınarak geçirmişim. Daha neyin tembelliğini edebilirim ki?
Öyle yazıyorum işte güya. İnsan eline kalemi alınca (somut anlamda kalemi alıp kağıtlara yazıyorum bu arada, gözlerim artık bilgisayar telefon ekranlarını hakikaten kaldırmıyor mahvolmuş durumdayım) zannediyor ki bir Kafka gibi yazacağım, bir Hemingway gibi cümleler kuracağım, bir Tolkien gibi hayal edeceğim, bir Austen gibi döktüreceğim. Ama ilk birkaç cümleden sonra bir bakıyorsunuz ki Bella, Edward'a göz kırpıştırıyor. Aman yarabbi bu cümleler benden mi çıktı, nasıl çıktı, niye bu cümleler çıktı diye kağıda bakıyorum. Ben gerçekten böyle mi düşünüyorum kafam böyle mi çalışıyor diye düşünüyorum. Sonra anlamaya başlıyorum, ulan zaten normalde de İlber Hoca gibi konuşmuyorum diyorum. Demek ki bu koca kafam iğne ucu kadar bile çalışmıyormuş diyorum. Kapağında birbirine dolanmış genç oğlanlarla kızların veya yarı çıplak erkeklerin olduğu kitapları yazan o ergen kızlardan, orta yaşlı 3 çocuklu teyzelerden ne farkım var o zaman? Yokmuş demek ki diyorum. Akıl olarak, mantık olarak yokmuş. Tüm yaşadığım o yıllar, gördüğüm şehirler kültürler, öğrendiğim şeyler, edindiğim deneyimler, tanıştığım insanların bana kattığını düşündüklerim...Sıfırmış demek ki. Hiçbir işe yaramamış. Son 20 yılı, kanepede oturduğum noktada geçirseymişim de zaten yine aynen böyle cümleler yazacakmışım diyorum. Bileydim o uçak biletlerine o kadar para vermezdim haa. Vallahi biriktirir, gider güneyden iki arsa alır, emekliliğimde çatacağım keyfin hayalini kuruyor olurdum şimdi. Oysa şimdi bomboş banka hesabıma bakarken nasıl bir bisiklet alırım da iki bisiklet sürebilirim diye düşünüyorum. Ne işime yaradı şu an Broadway'de Jessica Chastain'le Dan Stevens'ın oyununu izlemiş olmak? Ne katkısı oldu Viyana'da The Lumineers konserinde yüzlerce insanla birlikte bağıra çağıra şarkıları söylemiş olmak? Ne kattı bana Roma'da Forum'da Julius Caesar'ın bastığı taşların üstünde yürümüş olmak? Ben hala "Bir vampiri sevdiğinizde, seçim şansınız kalmaz. Bunun sevdiğiniz kişiyi inciteceğini bile bile nasıl kaçar, nasıl savaşırdınız? Sevdiğinize verebileceğiniz tek şey hayatınızsa, nasıl vermemezlik ederdiniz? Ya onu gerçekten seviyorsanız?". Hay benim aklıma.
Yeteri kadar kafanızı ütüleyemediysem bir de alın bunu dinleyin. Günlerdir dilime dolandı, gitmiyor, evin içinde benimle birlikte oradan oraya sürükleniyor. Size de takılsın, bana ne.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder