"Hastalık derecesinde sevgiye muhtaç yalnız bir adam; dağılmış bir aileden gelen ve duygusal çöküntüye uğramış bir deha; yoksulluk çeken, iyi öğrenim görmemiş dindar bir genç; çok tehlikeli bir dönemde yaşayan yumuşak sesli dul bir adam; ve liseden kovulmuş bir çokbilmiş." diye adlandırabileceği beş insanın hikayesini anlatıyor Michael Guillen. "Bu beş hikayede, içe dönük bir genç olan Isaac Newton'ın bir meyve ağacının altında sakin sakin oturduğu andan, tam tersine dışa dönük bir kişiliğe sahip olan genç Albert Einstein'ın İsviçre Alplerine tırmanırken neredeyse yaşamını yitirmek üzere olduğu ana kadar bilimin, o meşhur elmadan, kötü şöhretli atom bombasına doğru yaptığı yolculuğu görüyoruz. Başka bir deyişle, aynı zamanda, bir ışık ve umut kaynağı olan bilimin bir karanlık ve dehşet kaynağı haline gelişine de tanık oluyoruz."
Sizi bilmem ama ben eskiden, küçükken, bayılırdım okuldaki derslere. Hayır hemen korkmayın, öyle okula gitmeye, oturup o rahatsız sıralarda tahtaya bakarak uyuklamamak için kendini zor tutup da anlattığı şeyden kendisi bile sıkılmış öğretmenlerin dediklerini dinlemekten, tahtaya yazılan her şeyi önümdeki deftere geç kalmadan geçirmeye çalışıp sonra bir gecede hepsini ezberlemeye ve ertesi gün bir sınav kağıdına dökmeye çalışmaktan falan hoşlandığım yoktu. Birşeyler öğrenmeye bayılırdım. Hocaların anlattıkları değildi umrumda olan. Her sene başında büyük bir hevesle aldığım kitapların yazdıklarıydı, o yazılanların geçmişi, hikayesi, geleceğiydi. Sıralamış olurdu kitaplar bir ton formülü, sayıyı, sonucu, problemi. Herkesin azimle uğraştığı problemlerdi, onlar çıkacaktı çünkü sınavlarda, onlar sokacaktı çünkü bizi tüm diğer okullara ve nihayet bitmeyen trafik içinde heba olarak gidip gelmeye uğraşacağımız garantili, maaşlı işlerimize. Problem sayfalarına, örneklere kadar gelemezdim ben. İlk sayfalarda daha konuyu ilk anlatmaya başladıkları yerlerde hemen formülü dayayıp önümüze bitiriverirlerdi ya anlatmayı, hah işte ben o formülde durur kalırdım. Nasıl yani bu nerden geldi şimdi, kim buldu bunu, nasıl buldu, neden bu ikisini çarpıyoruz, neden bu şeye a değil de R demişler? Her şey ama her şey tesadüfen olmuş gibi görünürdü. Ve delirirdim, kafamın içinde dolanıp durur, oraya uçar buraya uçar, hayallerden hayallere atlardım. Hele çoğu formüle bulanın ismi verilmiş olurdu ya, değmeyin keyfime! O isimleri araştırdığım saatler en mutlu saatlerim olurdu (internetin evlere girmediği dönemlerden, cilt cilt ansiklopedilerden bahsediyorum sevgili romalılar!). O yüzden mesela, bir formülü anlatmaya "peki şimdi bakın kızakla kayarken bir yerden sonra yavaşlayıp dururuz değil mi neden ki acaba?" diye başlayan öğretmenler, bulunmaz nimetti benim için. Koşup boyunlarına atlayasım, iyki burdasın iyki geldin diye ağlayasım gelirdi (ki ne kadar az olduklarına, hatta hiç var olmadıklarına inanamazsınız).
Bir dönem ödevimde tüm güneş sistemini ve gezegenleri ayrı ayrı inceleyip yazmıştım, bir başkasında dünya dışı yaşam gerçek mi mümkün müydü konum. Tüm bir dönem tarih boyunca rapor edilmiş UFO vakalarını araştırmış, astrofizikle, SETI ile tanışmıştım (Contact ve Apollo 13'ü mutluluktan ağlarak izlediğim yıllardı, ahh 90lar.). Fen Bilgisi kitaplarını önüme açıp mutfak masasında deneyler yapışım ve defalarca başarısız oluşum hala içimde yara. Bunlar ve bir Biyoloji şenliğinde laboratuvarda göz bölümünden sorumlu olarak gelen ziyaretçilere bir inek gözünü (gerçek böyle kanlı falan yani) gösterip, anlattığım zamanlar okul hayatımın en güzel zamanlarıydı. Peki ne mi oldu? Ne çok zeki ne de çok zengin olmadığım için ezberleyip sınavlara girmem, maaşı düzenli bir memur olmam gerekiyordu. Mühendis olacaktım mesela, ama bir şey üretmeyecektim, keşfetmeyecektim. Kimse böyle bir şey beklemiyordu, sadece para kazanmam, düzenli bir işim olması yeterliydi. Çünkü bu ülkede, bu kültürde üretmeniz, keşfetmeniz, ilerlemeniz gerekmez. Hiçbir şeyi anlamanıza lüzum yoktur. Para kazanmamız, harcamamız, herkesten zengin olmamız, herkesten daha fazla şeye sahip olmamız önemlidir. Bu yüzden eğer çok da farklı koşullara, şansa falan sahip değilseniz, o deney yapan merak eden çocuktan her gün iki rapora imza bile atmaya üşenen bir memur haline gelirsiniz.
Dr.Michael Guillen, kendi web sitesinden. |
Oysa Michael Guillen'in anlattığı bu hikayeleri okuduğunuzda bu beş adamın çok da farklı ortamlara sahip olmadıklarını görüyorsunuz. Tamam belki artık öyle değil o ülkeler ama tarihin akışı içinde buralara ulaşırlarken bu insanların çektikleri de aynı. Isaac Newton'ın Evrensel Kütle Çekimi Yasası'na ulaşırken hissettiklerini okuyoruz mesela. "Newton birdenbire kendini normal hissetmenin nasıl bir şey olduğunu anladı. Bütün yaşamı boyunca kendini hep davetsiz bir misafir gibi hissetmişti, sanki bu dünyada ona ayrılmış bir yer yoktu." Sizin benim gibi "reddedilmekten ölesiye korkan" bir Newton ile karşılaşıyoruz. Daniel Bernoulli Hidrodinamik Basınç Yasası'nı keşfederken Bernoulli ailesinin de bizimkilerden hiç de farklı olmadığını görüyoruz. "Babalarının yalanlarını öğrendiği gün ise, onlar için hiç de güzel bir gün değildi. Nikolaus Bernoulli onlardan hemen iyi ücretli işler bulmalarını istedi. Artık ne tür iş bulacakları umrunda değildi, ama bundan böyle para getirmeyen matematik gibi bir uğraşla ilgilensinler diye onları paraca desteklemeyi de kesinlikle düşünmüyordu." Michael Faraday, Elektromanyetik İndükleme Yasası'nı burunları kaf dağında olan zengin İngilizlere anlattığında aslında hayatın bizi 3-0 geriden başlatmasının belki de bir şekilde bizim tırnaklarımızla kazıyarak 5-3 öne geçmemizi önleyemeyeceğine inanıveriyoruz. "Daha önce hiç kimse İngiliz toplumunun en alt tabakasından yola çıkıp Kraliyet Enstitüsü'nün başkanlığına kadar yükselmemiş ve başkalarının büyük ölçüden entelektüel zevk için yaptığı bir işten geçimini temin etmemişti: Bundan böyle bilim, hür zenginlerin hobisi olmaktan çıkıp hür düşüncelilerin yaptığı bir iş haline gelecekti." Rudolf Clausius'un Termodinamiğin İkinci Yasası'nı bulmasıyla, evine ve çocuklarına bağlı, yumuşak tabiatlı, acılı bir dul olmanın bilimle ilgilenmeye engel olmadığını görüyoruz. Ve Albert Einstein'ın, "İnsanların kaderi ve yaptıklarıyla ilgilenen bir Tanrı'ya değil, var olan herşeyin arasındaki uyumda kendini gösteren bir Tanrı'ya inanıyorum." diyen bir çocuk adamın Özel Görelilik Yasası'nı ortaya koyması ile hepimize yepyeni bir evren armağan edişine tanık oluyoruz. Ama bu kitap yine de sadece Newton'ın, Bernoulli'nin, Faraday'ın, Clausius'un ve Einstein'ın hikayesini anlatmıyor Guillen. Her bir yasaya giden yolu kendi içinde Veni-Vidi-Vici olarak alt bölümlere ayırıp, bu beyinlerin oraya ulaşmasını sağlayan olayları onlar doğmadan çok öncelerden başlatarak anlatıyor. Bir bakıyorsunuz ki bu artık aynı zamanda Maxwell'in, Oppenheimer'ın, Alexander Graham Bell'in, Arkhimedes'in, Samuel Morse'un, Jukovskiy'in, Galileo'nun, James Watt'ın yani tüm insanlığın hikayesi olmuş.
Ve tüm bunların hepsinin aslında nereden geldiğimizi, neden buraya geldiğimizi, ne yapmamız gerektiğini, nereye gideceğimizi anlamak için dünya üzerine düştüğümüzden beri uğraşıp durduğumuz şeyler olduğunu anlamamızı sağlıyor. Örneğin Clausius'un ifade ettiği termodinamik eşitsizliğinin "tarihi bir buluş ya da olaya zemin hazırlamamış, sadece, şaşırtıcı bir şeyin farkına varılmasını sağlamıştır: Yaygın inanışın tersine, canlı olmak doğaya aykırıdır; gerçekte yaşam, Evren'in bu en temel yasasına uyum göstermek yerine meydan okuyarak varlığını sürdürmektedir." Eğer böylesine her şeye inat okuyarak yaşıyor ve düşünmeye devam ediyorsak, öyleyse gerçek ne? "Gökyüzündeki yıldızlar gibi, bu gerçekler de oralarda bir yerde, olağanüstü bir algılamaya sahip hayal gücünüz tarafından saptanmayı bekliyor." diyor Harvard'da fizik ve matematik dersleri veren Guillen.
Ben de diyorum ki keşke her kitap böylesine muhteşem olsa.
Bende kitabın Tübitak tarafından 2010'da basılmış, Gürsel Tanrıöver çevirisi var. Arka kapağında 8 tl olarak belirlenen fiyatının altında basılı fiyatından farklı satılamaz yazıyor. Ama yine de netten sipariş edildiğinde 7,68'e kadar düşebilen fiyatlar var.
Kitabı öyle güzel anlatmışsın ki insanın hemen kitabı alıp okuyası geliyor bence herkesin rafinda bulunmasi gereken kitaplardan Eline Sağlik :))
YanıtlaSilteşekkür ederim çok sevindim böyle görünüyorsa yazdıklarım çünkü hakikaten çok sevdim ben bu kitabı ve herkese de anlatmak, ilan etmek, okutmak istedim böyle içimden taşa taşa :)
Sil^^ Bu bloga girince insan başka dünyaya giriyor sanki ^^
Silentropi ile ilgili bölümü okuduktan sonra (yanılmıyorsam 3. bölümdü) farklı kaynaklardan entropi ve diğer bilim dallarının (sosyoloji, ekonomi, psikoloji...) ilişkilerine göz atmanızı öneririm. yazar kötü anlatmış demiyorum ama bu konu öyle 20-30 sayfada anlatılıp bitirilecek birşey değil. isterseniz size birkaç kaynak sunabilirim, mail adresim o.f.alagoz@gmail.com
YanıtlaSilevet entropiden - şimdi bir daha kontrol ettim - iki sayfada falan bahsedip geçiyor, clausius'un enerjinin korunumu yasası'nı anlatırken bahsediyor. internette biraz daha araştırma yapayım bakalım, yeterli olmazsa kaynak isteyebilirim, teşekkürler.
Sil