Yine kendi başıma nasıl hayatta kalabildiğime şaşırdığım ama kaldığım bir ayı daha geride bıraktık. Zamanın habire böyle fıldır fıldır geçiyor olması sinirime dokunuyor artık. Her akşam, haydee bir günü daha geçirdim ve hala hiçbir şey değilim diyerek umutsuzluk ve pişmanlık içinde benim gibi kararan gökyüzüne bakıyorum. Bu aralar zaman sanki ekstra hızlı geçmiyor mu sizce de? Eskiden, hadi bir an önce vakit geçsin de o yaşamam gereken hayatı yaşıyor olduğum döneme geçeyim diye bakardım. Artık olmayacağı için, zaman geçsin istemiyorum. Zaman beni bir başka pişmanlık duyacağım güne daha taşımasın istiyorum. Çünkü her günüm, bir öncekinden daha kötü olacakmış gibi geliyor. En azından bu içinde bulunduğum günde kalabileyim diyorum. Groundhog Day(1993) gibi oldu biraz değil mi? Oysa o tür filmler beni hep böyle boğazıma ellerini geçirmiş de film boyunca boğuyormuş gibi hissettirir. Uzayda geçen filmler de. O uzay boşluğunda olan benmişim de gidecek hiçbir yerim yokmuş, nefes alacak hiç havam yokmuş gibi. Oysa saçmalıklar yaşamam için illaki bir filmin içine düşmem gerekmiyor (Pleasantville? Lost in Austen? :D ). Kendi başıma da gayet güzel halledebiliyorum saçmalamayı ben.
Geçen gün ocağa süt koydum kaynamaya. Yoğurt yapacaktım. Kendimi bildiğimden, genelde ocağa bir şey koyunca - su bile olsa kaynaması için - bilgisayarı telefonu kitabı defteri toplayıp, mutfaktaki masaya otururum. Biliyorum çünkü. Ama bu sefer salona geldim. Tabi aradan saatler geçti. Tuvalete gittim, banyoda soğan kokuyor. Ama çiğ soğan. Pişmiş soğan olsa komşulardan yemek kokusu geldi diyeceğim. Ama bildiğiniz kuru soğan, hani pilav üstü kurunun yanına kırılır ya, hah işte o soğan. Aklıma zerre güvenmiyorum tabi, ilk düşündüğüm ben kesin buralarda soğan unuttum oldu. Banyoda soğanı nasıl unutmuş olabilirim diye düşünmedim, kesin unutmuşumdur getirdiğimi ve onu da ne zaman yaptığımı unutmuşumdur diye düşündüm. Etrafa bakındım, arandım durdum. Sonra vazgeçip salona geri dönüyordum ki mutfağa gözüm ilişti. Ocağın üstünde süt tenceresini görünce bende aydınlanma oldu. Baktım süt taşmış, her yere ulaşmış, ocaktaki ateşi söndürmüş, açık ocaktan gaz çıkmış da çıkmış. O gaz da banyoda kendini çiğ soğan kokusu olarak belli etmiş. Evin içi gaz. Tabi aklımda hemen gaz yayılma sahneleri olan filmler diziler akın etti. İzlediklerimi gözden geçirdiğim bir iki saniye bir orada öylece dikildim (Ocağı kapattım tabi canım ilk, o kadar da değil).
Başka bir gün de elime çamaşır suyuna batırıp çıkardığım bezi aldım, evin kapısının önündeki eşik taşını, kapının dış kolunu falan siliyorum.Sonra aklıma geldi, hemen kapımın yanında apartmanın penceresi var, onun kolunu da sileyim dedim. Arada inerken çıkarken açıyorum, kapatıyorum çünkü. Gerçi evin dışındaki hiçbir şeye dokunamıyorum hala çıplak elle ama üzerinde çalışıyorum o konunun. Neyse, kapının eşiğinde durdum, azcık ileri doğru uzandım, pencerenin kolunu bezle tuttum, silmeye başladım ki arkamdan kapı popoma ufak bir vurup, beni iki milim ileri ittirip, şılınkk kapandı. Elim pencere kolunda, ayaklarım kapı eşiğinde, ayağımda ev terlikleri, üstümde pijama (eşofman eski tişört falan da değil resmen yıldızlı mıldızlı pijama takımı), saçlarımda hiç toka yok tamamen salmışım ki bu da beni hobbit boyutunda bir Hagrid'e çeviriyor, ellerimde yeşil temizlik eldivenleri ile öylece kaldım. Anahtar içeride, ayakkabılıkta. Hayatımı bazen gerçekten de bir The Truman Showzannediyorum. Yukarıda oturmuşlar, ellerinde mısırlar cipsler, absürt bir traji-komedi izliyor, çılgınca eğleniyorlar diye düşünüyorum. Hele ağladığım kısımlarda ki hemen hemen her gün birkaç kere olduğu için hiç de az sayılmaz, reyting rekorları kırılıyordur sebepsiz dramın dibine vurduk yine diye. Evet dışarıdan bakınca sebepsiz görünüyor çünkü. Aşırı sebepsiz. Ama sadece dışarıdan. Mesela şu aşağıdaki şarkı var ya:
Bu şarkıyı ilk duyduğumdan beri o kadar tuhaf oluyorum ki, oturup loop'da saatlerce dinlemekle (youtube'da var bile :) ), ilk notasını duyduğum anda hemen kapatmak arasında karar veremiyorum. Cidden acayip tuhaf bir şey var bu şarkıda, Jungkook'un sesinde, sözlerinde, arkadan gelen seslerde. Hiç kimseyi, hiçbir şeyi düşündürtmüyor bana oysa ki. Yani diğer şarkıların aksine geçmişimden hiçbir sahneyi, hiçbir anıyı çağırmıyor gözümün önüne. Ama kendimi manyak gibi ağlarken buluyorum her dinleyişimde. Bağımlı gibi oldum, şarkıyı duyunca kendimden geçiyorum, başka bir yerlere gidiyorum ama nereye gittiğimi bilmiyorum, her gün duymadan da edemiyorum. (Bir de bunu, ağlamaktan çıkabilmek için.)
Neyse, geçende kitap fuarı vardı Ankara'da. Geçirdiğimiz seneden sonra böyle tanıdık, eskiden yaptığım bir etkinliği yeniden yapabilecek olmanın getirdiği şaşkınlıkla ilk günler sadece dışarıdan baktım. Bir türlü gidip de fuara, kitap bakmaya cesaret edemedim. Zaten o hakkı da göremedim kendimde. Öyle ya geçende dedim, kitap falan okumuyorum diye. Kitap okumuyorum ne zamandır, kitaplar hakkında hiçbir şey bakmıyorum, yazarlardan kitaplardan bihaberim. Tamamen uzaklaştım kitaplardan. Ne için gideceğim kitap fuarına diye kendime soruyordum. Sonunda geçen cumartesi günü, fuar bitmeden atladım gittim. Kalabalıktı, insanlardan kaçmaktan kitaplara doğru düzgün bakamadım bile. Panik içinde, histeri krizi geçirmemeye çalışarak bir iki turladım. Fotoğraftaki kitapları aldım, kendime de şaşırarak.
Mehmet Rauf'un Eylül'ünü ve Yakup Kadri'nin Yaban'ını bir sahafta gördüm, almayı düşünmemiştim, zaten ben bakınırken içerisi insan dolmaya, insanlar üzerime üzerime gelmeye başlayınca da son sürat kaçtım oradan. Sonra ikinci turumda hızla içeri girip, ani bir kararla ikisini de aldım. "Eylül"ü edebiyat derslerinden hepimiz hatırladığımız için, ben de hatırlıyordum ve eskiden çok merak ederdim. Ama yıllar var ki okumayı düşünmemiştim. Bilmem, şimdi aldım işte. "Yaban" ise benim için, tv'nin karşısındaki kanepede yattığım bir akşam ekranda denk gelip, çok azını izledikten sonra üstünden bir ömür de geçmiş olsa hep durup durup hatırladığım bir filmdi hep. Çocuktum gördüğümde filmi, 96 yapımıymış. Aytaç Arman'ı görünce durup, izlemeye başlamıştım çok iyi hatırlıyorum. Beni sebepsiz etkileyen oyunculardan biri olmuştur hep, çok yakışıklı çok seviyorum yok şöyle yok böyle gibi bir etki değil, sadece onu görünce durup izlerdim hep, nerede görürsem göreyim. 2 yıl olmuş vefat edeli, şu an öğrendim aratınca. İlginç. Neyse. Yaban'ın bir kitap olduğunu da lisede öğrenmiştim herhalde. Okumak istemiştim o zamanlar, sonra sevmeyeceğimi düşünüp, vazgeçmiştim. Onu da aldım böylece.
Sahaftan son hızla kitapları alıp çıkınca gözüm ODTÜ'nün kitaplarına ilişti. O beyaz saçlı amcanın resmini görünce kitapların arasında (amca=Michio Kaku) bu sefer de oraya çekildim. "Olanaksızın Fiziği" tam da evdeki zaman yolculuğu ve fizik üzerine olan kitaplarımın arasına katılmaya can atıyor gibi görünüyordu, onu da aldım. Okul hayatım boyunca fizikten ölesiye nefret edip de kendi başıma keşfettiğimde aşık olmam da acaba hangi eğitim sisteminin ve onun çalışanlarının suçu? Michael Guillen'in "Dünyayı Değiştiren Beş Denklem"inden burada bahsetmiş miydim? Vaay bahsetmişim, şurada. Hem de 5 yıl olmuş okuyalı. Bayılmıştım o kitaba. O kitapla başladı zaten sanırım her şey. Zaman yolculuğu konusu için benim için çoook daha eski bir mevzu zaten, ona hiç girmeyelim şimdi. O kadar kitabı aldım okudum peki ne işime yaradı, akım kapasitörünü orta sehpama monte edebildim mi, yoo.
Asıl bu H.A.Rey'in Takımyıldızları Bul kitabını görünce hele bir de içini açıp iki göz atınca dünyalar benim oldu. İşte yıllardır aradığım şey bu dedim. Vallahi bakın. Kendimi bildim bileli yıldızlara bakıyorum, gökyüzüne bakıyorum. Kendi kendime defterlere gece gördüğüm yıldızları çiziktirip duruyorum. Ama bir türlü şöyle bir anlayamıyordum, çözemiyordum, olaya ortasından daldığım için bir türlü nereye bakmam gerektiğini, ne görmem gerektiğini anlayamıyordum. Kitaplar genelde yetişkinler içindi, oysa ben bu işe yetişkin olmuş yaşım ama büyüyememiş aklımla girişiyordum. Hah işte bu kitap hepsini çocuklar için anlattığından, ben de konuya girmem gereken yaştaki aklıma hitap eden bu anlatımla çok mutlu oldum. Görebileceğimiz başlıca yıldızları ve takımyıldızları, bazılarının hikayelerini anlatıyor. Gökyüzü haritaları ve çizimler var. Çok mutluyum ya bu kitabı elime her aldığımda.
Ahmet Ümit'i ise kıskanıyorum. Yalan yok. Ne yazdığından haberim bile yoktu eskiden. Biliyorsunuz Türk Edebiyatı'na animasyon filmlerle aynı şeyi hissediyorum, oraya da geleceğim. 7 yıl olmuş Patasana'yı Y. bana hediye edip, okumamı tavsiye edeli ve ben de şaşkınlıkla okuyalı. Haa tam benlik şeyler yazıyor olduğunu anlamam bir şey değiştirmiş miydi, yok. O kitabından sonra gene okumadım başka kitabını. Dedim ya, kıskancım ben biraz. Belki de fazlasıyla. Benim yapamadığım şeyleri yapanları kıskançlığımın kötücül enerjisiyle öldürebilirim diye korkuyorum bazen o derece (bazen gerçekten de o kıskandığım insanlara ufak tefek şeyler olabiliyor hani ne bileyim parmağını kesmek, bileğini incitmek gibi, artık ben mi yapıyorum bilemiyorum :p ). Bu kitabının, "Kayıp Tanrılar Ülkesi"nin çıktığını da geçenlerde bir yerde okumuştum, denk geldi işte. Fuarda görünce de iyi be dedim, bu sefer kıskançlığı bırakıp merakına yenik düşmenin zamanı.
Bu arada "El Ministerio del Tiempo" diye bir diziye denk geldim. Zaman Bakanlığı olarak çevirebiliyoruz. İspanya yapımı, 2015'ten beri yayınlanıyormuş. Baya tutmuş, beğenilmiş ki 4-5 sezondur devam etmiş baksanıza. İspanya'da Madrid'de bir yer var, oradaki kapılar zaman geçitleri. Her bir kapıdan başka bir zamana çıkılıyor. İşte burası da bakanlık, devletin memurları zaman çizgisinde her şey olduğu gibi olsun diye gerekli şekilde zamanı koruyor, müdahale ediyor. 16.yy.dan bir asker, 19.yy.dan bir üniversite öğrencisi ve günümüzden bir ATT bir ekip oluşturup, bakanlığın işleri için zaman yolculuklarına girişiyor. Yuh dedim ilk görünce, tam benlik bu. Hemen izlemeye giriştim. Ama beklediğim gibi çıkmadı. Yani aslında her şey vadedildiği gibiydi. Ancak oyuncular, oynamaları, diyaloglar böyle sanki müsamere tarzındaydı. Bir dizinin içinde gibi değil de tiyatro sahnesinde gibilerdi, oradaki kadar bile profesyonel görünmüyordu. Oysa çok istedim izlemeyi, izleyemedim. İlk bölümü bile bitiremedim ilk oturuşta. Saatler sonra açıp, sırf bitirmiş olmak için izledim o bölümü. Halbuki ne çok beğenilmiş, başka ülkelerde versiyonları falan da yapılmış. Ne bileyim belki benim için zamanı değildi şimdi.
Bu zaman çizgisini koruma olayı bir yerde daha karşımıza çıktı bu ara. Loki başladı. Marvel, Endgame'den sonra bir dolu karakterin dizisini beklemeye koymuştu ya bizi, hah işte. Önce WandaVision'ı izledim neler oluyor yahu diyerek. Sonra The Falcon and The Winter Soldier geldi, hımm ben bu teraneleri daha önce izledim galiba dedim. Şimdi de Loki. Benim için bir numara Captain America'ydı hep, en çok onun filmlerini sevmiştim ama ondan sonra diğer filmleri izlerken hep Wanda'yı ve Winter Soldier'ı keşke daha çok ekranda görsem diye bakıyordum. Beni duyuyorlarmış gibi, ikisi için de dizi yaptılar. Loki'yi ise, hepimiz sevdik, yalan yok. Sevmemiş olanınız var mıydı önceki filmlerde? Yoktu tabiki. Ve şimdi de dizisi zaman yolculuğu hikayesiyle geldi. Hem de zaman yolculuğu! 4 bölüm oldu şimdilik. İzliyorum. İki bölüm daha yayınlanacak.
(Bu yazıya pazar günü başladım ama şu an çarşamba öğleden sonrası oldu ve ben hala şu yazıyı bitirsem de yayınlasam diye uğraşıyorum. Akıllara zarar yaşıyorum evet.)
Bu ara yine tvdeki sinema kanallarına bakmaya çalışıyorum. Çünkü hiçbir şekilde internetten açıp da şunu izleyeyim diye kendimi motive edemiyorum. Böyle önüme ne çıkarsa, kendisini izletecek kadar sararsa devam edip, izleyebilmiş oluyorum. En son In the Heart of the Sea (2015), How to Train Your Dragon (2010), Lethal Weapon (1987), Late Night (2019), Like for Likes (2016), The Walk (2015) izledim sinema kanallarında. Bir kere de internetten açıp, The Craft: Legacy (2020) diye bir filmi izledim ama ondan ve onu neden izlediğimden hiç bahsetmeyelim. How To Train Your Dragon'ı çok sevdim aslında, bahsetmek isterdim ama ne zaman vakit bulup da yapabileceğimi bilmiyorum. Çok sevdim, sadece bunu demek istedim.
Burada da daha önce bahsettiğim A Discovery Of Witches'ın 2.sezonu gelmişti tee ne zaman, ona bakmaya başlamıştım ama devam edemedim, içimden gelmedi. Şu Bridgerton saçmalığına baktım bir iki, sırf meraktan. Böyle rezalet görmedim. Keşke küfür edebilsem. The Nevers diye bir dizi gördüm, yeni, 2021 yapımı. İlk bölüme baktım. Aslında iyi ama devam etmek isteği olmadı içimde. Shadow and Bone dizisi gelmişti, hani Leigh Bardugo'nun aynı isimli üçlemesinden uyarlanan. O bari beni çeker diye düşünmüştüm, demek ki kafam o kadar bile rahat değil. Onu da izleyemedim.
Başka neyden bahsedecektim unuttum. Şimdilik bu kadar. İş yerindeyim ve işleri bitirmem gerekiyor gün bitmeden.
(E bu kadar filmi diziyi izlerken zamanı nasıl buldun derseniz vallahi aslında pek bir şey izlememişim. Eskiden, üniversitedeyken falan izlediğimin onda biri kadar izlemişim gene de.)
Zaman yolculuğu temasını, Aytaç Arman'ı, yıldızları ben de seviyorum :)
Aytaç Arman Yeşilçam'ın en güzel burunlu aktörü. Cici Kız'da çok severek izlemiştim. YouTube'a Cici Kız film müziği yazarsanız ilk sırada ikilinin dans sahnesi sırasında çalan müziği dinleyebilirsiniz. Çok nahiftir -nahifin böyle yazıldığını da ogreneli cok olmadı, her seferinde yadırgıyorum -
Paylaştığınız şarkıyı dinledim, amiyane tabirle 'havalı' buldum; enerjisini, jazz ile harmanlanıyor oluşunu çok sevdim. Araba kullanırken -henüz yeni öğreniyor olsam da- dinlemek çok keyifli olur diye düşündüm.Tam bir yol şarkısı gibi.
Henüz yirmilerimin başında olsam da hikayeleriniz çok yakın geliyor bana, yazılarınızı ilgiyle okuyorum.
Direkt burnuna dikkat etmemişim hiç, şimdi böyle deyince gözüm oraya kilitlendi :) Videoyu izledim şimdi, çocukken ne çok şey izlemişiz de hepsi sanki böyle sandığın en altında kalmış, gördükçe hatırlıyoruz gibi. Hakikaten "nahif" diye mi yazılıyormuş? Vallahi bir yaşıma daha girdim, bu zamana kadar hiç şüphe bile etmemiştim bu kelimenin naif olarak yazılıp, söylendiğinden. Yazdıklarımın, anlattıklarımın yakın gelmesine cidden sevindim. Dünya üstünde birazcık daha az yalnızmışız gibi hissettiriyor öyle olunca bana. Yorum için teşekkürler.
Rica ederim. Tüm bunların ne zaman başladığını hatırlamadığım kadar uzunca bir zamandır yalnız hissediyorum. Hayatımın geldiği noktadan hiç memnun değilim ne yazık ki. Her şey hayal ettigimden çok farklı, belki de en istemediğim şekilde gelişti. Blogunuzu okumak hakikaten bana da daha az yalnız hissettiriyor. Umarım iyileşebiliriz, olan biten bunca şeye rağmen. Paylaşımlarınız için teşekkür ediyorum.
Zaman yolculuğu temasını, Aytaç Arman'ı, yıldızları ben de seviyorum :)
YanıtlaSilAytaç Arman Yeşilçam'ın en güzel burunlu aktörü. Cici Kız'da çok severek izlemiştim. YouTube'a Cici Kız film müziği yazarsanız ilk sırada ikilinin dans sahnesi sırasında çalan müziği dinleyebilirsiniz. Çok nahiftir -nahifin böyle yazıldığını da ogreneli cok olmadı, her seferinde yadırgıyorum -
Paylaştığınız şarkıyı dinledim, amiyane tabirle 'havalı' buldum; enerjisini, jazz ile harmanlanıyor oluşunu çok sevdim. Araba kullanırken -henüz yeni öğreniyor olsam da- dinlemek çok keyifli olur diye düşündüm.Tam bir yol şarkısı gibi.
Henüz yirmilerimin başında olsam da hikayeleriniz çok yakın geliyor bana, yazılarınızı ilgiyle okuyorum.
Direkt burnuna dikkat etmemişim hiç, şimdi böyle deyince gözüm oraya kilitlendi :) Videoyu izledim şimdi, çocukken ne çok şey izlemişiz de hepsi sanki böyle sandığın en altında kalmış, gördükçe hatırlıyoruz gibi.
SilHakikaten "nahif" diye mi yazılıyormuş? Vallahi bir yaşıma daha girdim, bu zamana kadar hiç şüphe bile etmemiştim bu kelimenin naif olarak yazılıp, söylendiğinden.
Yazdıklarımın, anlattıklarımın yakın gelmesine cidden sevindim. Dünya üstünde birazcık daha az yalnızmışız gibi hissettiriyor öyle olunca bana. Yorum için teşekkürler.
Rica ederim. Tüm bunların ne zaman başladığını hatırlamadığım kadar uzunca bir zamandır yalnız hissediyorum. Hayatımın geldiği noktadan hiç memnun değilim ne yazık ki. Her şey hayal ettigimden çok farklı, belki de en istemediğim şekilde gelişti. Blogunuzu okumak hakikaten bana da daha az yalnız hissettiriyor. Umarım iyileşebiliriz, olan biten bunca şeye rağmen. Paylaşımlarınız için teşekkür ediyorum.
SilUmarım iyileşebiliriz...Kocaman, ortak bir dilek bu :)
Sil