30 Eylül 2020 Çarşamba

biraz oradan biraz buradan azcık da şundan

Size de oluyor mu? Bir film, dizi, bir şey izliyorum. Böyle baya dikkatlice ya da uzun süre izledikten sonra mesela evin içinde dolaşırken, uyumak için yatakta tavana bakarak uzanırken, o izlediğim şeydeki bir karakterin - oyuncunun - suratına bürünmüşüm gibi oluyor. Yani o anda böyle aynaya baksam yüz hatlarımın, mimiklerimin aynen o karakteri gösterdiğini göreceğim. Böyle burnum uzamış gibi hissediyorum bazen mesela, bazen de alnım genişliyor, bazen gözlerim büyüyor. Yani bir yere bakmıyorum, aynadaki kendimi görmüyorum, sadece kendi bedenim içinde otururken dışım o görüntüdeymiş gibi hissediyorum. Önceki akşam, reklamlarını gördüğümden beri büyük heyecanla beklediğim bir diziyi izledim soluksuz. Tarihi diziler, özellikle de daha az bildiğim dönemlere ait hikayeler içimi manyakça bir mutlulukla dolduruyor. Britanya tarihine bu kadar hakim olmamın sebebi ilgilenmiş olmam değil mesela, izlemiş olmam. Deli gibi tarihi şey çekiyorlar, ne kadar kitapları varsa uyarlıyorlar ki zaten Britanya'da herhangi bir şey için iki dakika çekim yapsanız her şey tarihten fırlamış gibi duruyor - çünkü korunmuş. Neyse konumuz bu değildi, oraya doğru çemkirmeye başlamadan kesiyorum. Demeye çalıştığım son dönemde TRT bu işe el atmış gibi duruyor (tamamen başka motivasyonla ve başka düşüncelerle ama olsun buna da şükür), Ertuğrul'un başarısı, Abdülhamit'le hız kazandı gibi görünüyor. Tabi sonra Osman geldi, o ne kadar iyi gidiyor bilmiyorum, hakim değilim başarısına. Ertuğrul'u ilk gördüğümde de yine o dediğim çılgın mutluluğa kapılmıştım. En az bildiğim dönemlerden biriydi Osmanlı'nın kuruluşu. Bize okulda genelde yükselişini öğretirlerdi ihtimamla. Yani 20 yıl önce öyleydi, şimdiki tarih anlatımı çoook başka konuları, dönemleri, isimleri öne çıkarıyor büyük ihtimalle ama yok tamam, orası da konumuz değil. Nereye geldim ben gene ya? Ne diyordum? Hah işte yine de malzeme belliydi, Ertuğrul'u ara ara izledim. O kadarına dayanabiliyordum yani. Abdülhamit'inse sadece dekorlara, kostümlere falan baktım bir ara, zaten 10 dakikadan fazla izleyemedim bile. Osman'a da ilk birkaç bölüm baktım. Ama zaten başroldeki adam tüylerimi diken diken ediyor, alerjim var o adama kanımca. Görmeye bile dayanamıyorum. Bu yüzden pazartesi günkü dizi (Uyanış:Büyük Selçuklu) ilk tanıtıldığında önce obaaa ollleeey diye yerimden fırladım, sonra ama yaaa bunlar gibi olursaaa diyerek geri yerime oturdum. Neyse ki şimdilik, ilk bölümü izlediğim kadarıyla, baya baya hoşuma gitti. Manyak bir şey çıktı hatta. Bakın gerçekten Selçuklu tarihine sıfır hakimim. Kafamda gıyaseddinler keykubatlar uçuşuyor ama duman gibi, elimi uzatınca puuf hiçbir şey yok. Bu yüzden çok mutluyum. Malazgirt Savaşı'nın hemen ardından gelen o pek meşhur dönemi anlatıyor şimdilik. Neyse, asıl diyeceğim şuydu. Yaklaşık 3 saat yerimden kıpırdamadan, coşkuyla diziyi izledikten sonra o gece de yüzüm tamamen Melikşah'ı oynayan Buğra Gülsoy'unkine bürünmüş gibi hissettim. Ki zerre hoşlanmam, bana hep böyle boynu içerde, kafası önünde, böyle habire yaptığı bir p.ştluktan belli etmeden sıyrılan gıcık adam gibi görünür, oldu mu yüzüm onun yüzü! Heey yarabbim dedim, özellikle de ekranda ona odaklanmamaya çalıştım, başka yerlere baktım ama hak getire. Uykuya dalana kadar gözlerimi belerte belerte bakıyormuşum, burnum uzun uzun önümde gidiyormuş gibi hissettim.


Aslında var ya TRT de böyle BBC gibi mesela otursa, Çalıkuşu'nu Sergüzeşt'i falan aslına uygun mini diziler yapsa. Hani böyle klasikler serisi gibi. Eserleri aslına uygun güzelce uyarlasa. Tarihi dönemlere ait daha başka başka diziler yapsa. Yani tamam yapıyor diyebilirsiniz, hani şu ramazanlarda falan gösterdikleri işler var doğru. Ama çoğuna iki dakika bakmaya çalışsam başım öne düşüyor, içim bayılıyor. Çünkü yapanların düşünceleri çok başka, biz seyirci olarak çok başka şeyler bekliyoruz. Ama bakın her nasıl göstermiş olursa olsunlar, bir Muhteşem Yüzyıl sayesinde hepimiz Kanuni dönemine hakim değil miyiz şu an? Tamam haremi izleyip durduk diyebilirsiniz ama bakın gittiği savaşları, yaptığı anlaşmaları zaten okulda ezberleyip duruyoruz. Ama nedenini, bağlamını, ortamını zerre bilmediğimizden, anlayamadığımızdan, o ezberletmeye çalışılanları da gram aklımızda tutamıyoruz. Oysa yaklaşık 139 bölüm boyunca izleyerek tüm arkaplanda dönenleri, dinamikleri, o savaşlara nasıl girildiğini, o anlaşmalara nasıl ulaşıldığını anlayabilir hale geldik. Offf. Demeye çalıştığım ben niye VIII.Henry'nin kafasını vurdurduğu tüm eşlerini sırayla sayabiliyorum da IV.Mehmet'ten sonra on ikinci hasan mı vardı diye tamamen boşluğa bakıyorum? TRT'nin suçu.

Bir de takip ettiğim bir youtube kanalı var. Useful Charts diye. Yine hayallerimden birini yapıp, hayatını kazanan bir insan daha dedirten bir kanal kendisi. Hayallerim değil de, normalde kendi kendime merak edip, yapıp durduğum şeylerden birini yapıyor kanalın sahibi adam (Matt Baker - bu da twitterı). Tarihi çizelgeler hazırlıyor. Daha doğrusu aile ağaçları. Benim kafam bozuk olduğunda, canım sıkkın olduğunda moralim yerine gelsin diye yaptığım bir şeyi adam iş olarak yapıyor. Bu çizelgeleri hazırlayıp, anlattığı videoları youtube'a yüklüyor, çizelgelerin basılmış hallerini de internet üzerinden satıyor (UsefulCharts.com). Neyse işte, bayılıyorum bu kanala. Merak ettiğim pek çok şeyi bulabiliyorum. Hanedanların falan ağaçlarının yanında böyle arada ilginç şeylere de girişiyor. Misal Roma İmparatorluğu'nun varisi şimdi kim olurdu ya da Fransız İhtilali'nin zaman çizelgesi gibi. Beni pek mutlu eden bir kanal anlayacağınız. Söylemek istedim.

Youtube deyince aklıma geldi. Bir başka takip ettiğim kanal var Seul'de yaşayan Amerikalı bir kızın kanalı. Görüntüleri, videolarının havası falan çok hoşuma gidiyor, hem rahatlatıcı hem keyifli. Kızın kendisi beni o kadar çekmiyor gerçi, böyle hiç içim ısınmamıştı ama çok takılmıyordum, videolarında Seul'ü, başka Güney Kore kentlerini falan izlerken mutluydum yani. Ama işte, hep söylüyorum, ben insan tanıma konusunda adeta bir Vedat Milor'um. Ha tanıyabiliyorum da ne işime yarıyor, kötü olduğunu bildiklerimden kaçmamı sağlıyor mu, insanlara ağızlarının payını vermemi sağlıyor mu, herkese hak ettiği davranışı göstermemi sağlıyor mu, yoooooh. Kendi kendime, kendim ve ben, içimde fısır fısır dedikodu yapıyor beddua ediyoruz o kadar. İşte bu kızı da izlerken böyle içimde fisil fisil bir şeyler kıpraşmıştı ama amaaan bana ne canım, oğluma gelin almayacağım ya, haftada 20 dakika güzel güzel Seul'deki kafeleri izliyorum işte. Demiştim. Ama haklıymışım. Geçenlerde bir video koydu. Birinden özür diliyordu. Allah allah, nereden çıktı ki bu şimdi kime ne olmuş diye iki bakındım. Meğerse, birkaç yıl önce bu benim kız, kendisi gibi o şehirde yaşayıp youtuber olan başka bir kızın hayatını dar etmişmiş. Öbür kızın hakkında internette ne laflar etmiş, evinin adresini, özel fotolarını falan elde edip, ortalığa dökmüş, öbür kızın yaşamını tehlikeye bile atmış. Şoka girdim. Nassı lan, nasıl oluyor yani diye. Yeşil Vadi'yi mi paylaşamadınız, Behlül'e mi düştünüz diye bakakaldım. Tüm bunlar yüzünden öbür kız daha yeni yeni kendine zindan olan hayatını düzeltmeye başlamışmış. Hem de benimkisinin açıklaması ney? O zamanlar paranoyak kişilik bozukluğu mu öyle bir psikolojik rahatsızlığı varmış. Bu diğer kızın ve arkadaşlarının toplaşıp, kendisi hakkında konuştuklarını, dalga geçtiklerini zannediyormuş. Lisedeler sanki, sınıf kapıları önünde toplaşıp, birbirlerine öldürücü bakışlar atarak dedikodulaşıyorlar. Baksan herkes yetişkin, memleketleri dışında ülkelerde yaşayıp, kendi hayatlarını kazanıyorlar. Püüüh! O zamandan bu yana tedavi görüyormuş, yardım alıyormuş ve şimdilerde çok daha iyi halde olduğu için bu özrü diliyormuş, nihayet anlayacak durumdaymış yediği nanenin ehemmiyetini. Vay anam vay neler dönmüş serhat ya. ( Kendim 90 yaşında bir nene olarak) Ben de zannediyorum ki dışarıda dolaşıp iki çiçek böcek videoya alınıyor, arkadaşlarla bir kanepeye oturulup iki geyik çevrilip videoya alınıyor ya da odanda webcamin karşısına oturup iki harry potter filminden bahsediliyor da youtube'a yüklenip, para kazanılıyor.

Neyse işte. Bu ara ben 2 hafta evde 1 hafta iş yerinde çalışıyorum. Uzmanlık tezimi yazmam gerekiyor, neyime gerekse gidip kaydolduğum açıköğretim bölümünün derslerine çalışmam gerekiyor, gerizekalının önde gideni olduğum için yabancı dilden muaf olmayayım da Almanca'ymış oo iyi bu bahaneyle lisede azcık öğrendiğim Almanca'yı tekrar eder güzelce öğrenmiş olurum gibi bir düşüncesizlikle aldığım Almanca dersinin de aralarında olduğu bu derslerden, diğerlerini okumasam bile bir şekilde geçebileceğimi fark edip, Almanca'dan zerre anlamadığımı ve çalışmam gerektiğini gördüğüm için Almanca'yı yeni baştan öğrenmem gerekiyor, unutmamak için nafile çabalar gösterdiğim İtalyanca'ya bakıyorum, notaları tanıyamıyorum ben ne kadar salağım diye kendimden nefret ettiğim için 2 yıldır evin muhtelif köşelerinde sürünen kemanımı yeniden çalmaya çalışıyorum, yaş 30'u geçtiği için fotosentezle kilo almaya başladığımı (ve 10 yıllık kıyafetlerimin içine giremediğimi ki 10 yıldan daha yeni bir kıyafetim de yok) fark ettiğim için habire hareketler yapıp, kilometrelerce yürüyüşlere çıkmaya çalışıyorum. Ha bir de tabi sabah 8 buçuk, akşam 5 buçuk arası manyakça bir telefon ve mail trafiğinden ardakalan zamanda yapıyorum bunları. Ne kadar az kendimle baş başa kalırsam o kadar iyi galiba. Hadi bakalım. Yarın sabah yine Hintli tech engineer ile bulum bulum görüşmemiz var. Bir firewallla kafayı yedik ya, hayırlısı.

27 Eylül 2020 Pazar

"Who would have known how bittersweet this would taste?"


Bir arkadaşım için video hazırlarken eski fotoğrafların arasına dalmış bulundum.
Gece gece.
Fotoğraflarca. Klasörlerce.
Gülümsediklerim. Utandıklarım. Saçma sapan göründüklerim.
Söyleyebildiklerim. Söyleyemediklerim.
Milyonlarca pişmanlık.
Fotoğraflarca pişmanlık.
Hayatım kocaman bir pişmanlık.
Bence bu kelimeyi benim için icat etmiş insanlık: Pişmanlık.
Fotoğrafları silsem, şarkıları silsem, hafızamı nasıl sileceğim?
Onca yıllık "an"ları nasıl sileceğim?
Herkes hayatına devam etmişken, ben gene bunca yıl sonra bile fotoğraflara bakakalıyorum bir gece vakti.
Kendimi nasıl sileceğim?

 

26 Eylül 2020 Cumartesi

Sherlock bile Sherlock değil : Enola Holmes (2020)


1900 yılında İngiltere'nin o yemyeşil kırsalında, güzel bir mülkte, Ferndall Hall'dayız. Efsane dedektifimiz Sherlock Holmes'un aile evi burası. Ama tabi Sherlock Londra'da kendine şan şöhret edinirken, meymenetsiz abisi Mycroft da devletin içerisinde basamakları hızla tırmanırken aaa o da ne? Bizim zeka küpü Holmes kardeşlerin bir küçük kız kardeşleri daha varmış, onu öğreniyoruz. Çünkü bu müthiş manzaralara hayran hayran bakakaldığımız geniş plan çekimlerin ortasında ergen bir Holmes kardeş konuşuyor bizimle: Enola. Ağabeyler evden ayrılıp, kendilerine isim edinirken Enola koskoca mülkte ilginç annesi ile birlikte kalmış meğerse. 16 yıl boyunca anne Holmes, kızını adeta tablolarından biri gibi ilmek ilmek işleyerek büyütmüş. Dış dünya dışında her şeyi - uzak doğu dövüş sanatlarından tutun da kılık değiştirmeye kadar - öğrenen Enola 16.doğumgününün sabahında bir de bakıyor ki annesi ortada yok. Hiçbir şey söylemeden öylece ortadan kayboluyor anne Holmes. Ee zeki dedektiflerin aile bu, hemen anne nerede diye ağabeyler geliyor. Ama nedense çok da aramıyorlar, bu deli kadın gittiyse zaten bulunmak istemiyordur gibi rahat bir sonuca ulaşıyorlar. Ama yatılı zarafet okuluna gönderilmek istemeyen Enola, annesinin peşine düşüyor. Yolda kendi yaşlarında evden kaçan bir Markiz (ülkenin asil ailelerinin birinin varisi yani) ile de türlü maceralara bulaşırken, Sherlock ve Mycroft da onun peşine düşüyor tabi. (IMDb)
hikayenin yazarı Nancy Springer teyze
Bu ilginç ama sevimli hikayenin kaynağı Nancy Springer isimli Amerikalı bir yazarın (kendi web sitesi) 2006 tarihli The Case of the Missing Marquess kitabıymış çocuklar. Yazarın sanırım 6 kitaplık Enola Holmes serisinin (Goodreads) ilk kitabı bu. Film ise Netflix'te geçen günlerde yayınlandı. Tabiki bir çocuk/gençlik filmi gibi birşey oluyor. İçinde Sherlock Holmes geçmesine bakmayın, daha önce gördüğümüz, okuduğumuz hiçbir Sherlock gibi değil bu önümüzdeki. Hikaye öyle, orası tamam, pek keyifli, pek eğlenceli, aksiyonlu, maceralı, gizemli, dedektifçilikli tam bir Holmes hikayesi. Ama ne Sherlock ne de Mycroft, bizim bildiğimiz gibi. Zaten Henry Cavillciğim daha ilk göstediğinde bakın ben Sherlock oldum diye instagramında, yoook artııııık demiştim. Haklıymışım. Böyle bir adamdan elinde Cumberbatch'inki gibi bir senaryo bile olsa bizim Sherlock'umuz çıkmazdı, çıkmamış zaten. Hatta sanırım nette şey haberlerine rastladım, çok bakmadım ama, Sir Arthur'un ailesi/varisleri dava mı açmış, çıngar mı çıkarmış ne Sherlock'un böyle ortaya konmasına. Haksız da değiller hani, Henry Cavill Sherlock Holmes'ten başka her bir şey olmuş yani. Hatta kendisi olmuş direkt. Enola'yı canlandıran Millie Bobby Brown'a normal hayatta nasıl abisi olarak davranıyorsa öyle oynamış. Bu noktada MBB'ye hayran kaldığımı söylemeden geçemem. Ben kendisini ilk defa görüyorum, o peeeek meşhur diziyi hiç izlemedim evet. Ama kör de değilim, orada burada görüp duruyordum bacak kadarlığından beri. Filmde resmen hayran kaldım. Hem koskocaman, güzel, sağlık ve gençlik fışkıran bir genç kadın olup çıkmış, hem de çok ama çok iyi oynuyor. Her bir bakışı, her bir hareketi, duruşu, nefes bile alıp verişi tamamen filmin içinde. Yani sıfır oyunculuğa gerek duyan bir çocuk filminde bile bu derece oynuyorsa kim bilir bundan sonra neler yapacak. Filmi benim için bu kadar keyifli hale getiren büyük oranda oydu diyebilirim. Tamam senaryo da çok eğlenceli ve boşluksuzdu, görüntüler şahaneydi (İngiltere kırsalının romantize edilmiş güzelliği diyorum başka bir şey demiyorum, ha bir de Henry Cavill ve Sam Claflin :) ). Ama başrolde başka biri olsaydı bu kadar sarmayabilirdi film.


Sam Claflin demişken. Kendisi en az Sherlock kadar tuhaf bir Mycroft olmuş. Baştan ayağa sinir ve gıcık küpü olarak arz-ı endam ediyor ekranda. Herhalde senaryodaki karakter böyle. Görüntüsüne diyecek bir şeyim yok Henry Cavill gibi, Claflin'in karakterleri üstüne giymede bir sorunu yok çünkü. Ama sinir bozucu bir Mycroft olmuş ki Mycroft öyledir evet ama sadece sinir bozucu değildir. Onun dışında Helena Bonham Carter, anne Holmes'ümüz. O da nereye koysanız kendi yorumunu koyan (kendisi olan diyemedim de şimdi koskoca oyuncuya laf etmiş gibi olurum diye ama öyle napayım) bir insan olduğu için gene kendisi gibi burada da. Ama yazılan karakter çok iyi, rüyalardaki anne adeta (bilemedim gerçi sizin rüyalarınızda daha değişik olma ihtimali yüksek). O yüzden tabiki HBC da şahane görünüyor bu rolde. Hepimiz kızlarımızı anne Holmes gibi yetiştirmeliyiz çocuklar. Oyuncuların yanında hikaye de öyle eften püften değil. Olabildiğince hem o dönemde olan hem de bugüne etkisi bariz şeyler üzerine kafa yormuşlar, işleyerek, dokuyarak bize bu sevimli dedektiflik hikayesi içerisinde anlatmaya çalışmışlar.

Açıkçası ben filmi pek sevdim. Öyle çok sıkıcı bir günün sonunda ya da ne yapacağımı bilemediğim renksiz bir öğleden sonrada açıp ekranda iki üç sahnesini izleyip, mutlu olabilirim. Bir de müzikleri çok eğlenceli. Henry Cavill dışında her şeyine tamamım yani filmin de ahh işte ona da iyi ki varsın Henry diye bakacağız, sorun yok.


Ayrıca Neverland'de çılgınca Sherlock Holmes okuduğum zamanlar için:

25 Eylül 2020 Cuma

Alfa ve Yanomi'den Cin Cin

Non è un black friday, ogni giorno qua è un blue monday.
Hava bugün kapalı burada evet. Bir de cuma.

Zırhımızın altında biz kimiz? --> Mulan (2020)


Bu yazıyı yazmak benim hem çok zor, hem de bir o kadar mutluluk verici olacak. Başlığa baktığınızda bir film, bir Disney filmi anlatacakmışım gibi görünüyor evet, ama bende yeri çok ayrı olan bir hikayeden ve böyle hikayelerin bendeki yerinden bahsedeceğim aslında. Neverland'de daha önce pek çok kez rast geldiniz esasında. Her yazdığım şeyde, çocukluğumla ilgili söylediğim hemen hemen her şeyde, ipuçlarını görebilirdiniz. Tam olarak demek istediğim durumun açık bir tarifini nasıl yapabilirim bilmiyorum. Deneyeceğim. Artık kaç günde biter bu yazı bilemem.
Mulan ismindeki genç bir kızın babası yerine savaşa gitmesinin hikayesi Çin folklorunda oldukça bilinen bir hikayeymiş, önce oradan başlayayım. Gerçi daha önce 1998 yapımı çizgi film versiyonunu yazarken de anlatmışım bir güzel ama olsun, yeni gelenler vardır. İlk olarak, 4.-6.yüzyıllar arasında bestelendiği düşünülen bir halk şarkısı olarak kayıtlara geçmiş. Ballad of Mulan'da bahsedilen bu hikayenin o zamanlar Kuzey Wei Krallığı olarak geçen bölgeden geldiği kabul ediliyor. Şimdiki Çin'in kuzey doğusunda bir bölge burası. Batıdan gelen göçebe Rouran kağanlığının saldırılarına karşı ordu toplayan krallık, her evden bir erkeği askere çağırıyor. Bu balada göre Mulan'ın evinde yaşlı babası ve bebek yaştaki erkek kardeşi olduğu için Mulan, ailesine de ben gidiyorum diyor ve savaşa katılıyor erkek kılığında. Büyük kahramanlıklarla evine dönüyor, krallıktan yüksek bir askeri pozisyonda bir mevki teklif ediliyor, bunu kabul etmiyor. Köyüne dönüp, ailesi ile yaşamaya devam ediyor baladdaki Mulan. Ve bir efsane oluyor. (The Society of Classical Poets'ta Ballad of Mulan)
Efsanedeki Mulan, çizgi filmdeki ve bu en son yapılan "live-action" filmdeki portrenin tersine bizi nasıl kandırırsın'larla, sen kız başına nasıl erkek kılığına girer savaşa gidersin'lerle falan karşılaşmıyor. Birinci yüzyıl Çin kültüründe cinsiyet rollerinde benim bilmediğim bir modernlik olsa gerek, orasına bir şey diyemeyeceğim.

Çizgi film için yazdıklarımı yine buralara linkliyorum. Daha önce sanıyorum Moana da dahil olmak üzere Moana'ya kadar olan bu Disney prenses çizgi filmlerini bir seri halinde izleyip, yazmıştım. Aralara denk geldikçe bu "live-action" versiyonları da katmaya çalışıyorum. Çizgi filmleri izledikten sonra Mulan'ın hikayesi çok ayrı bir yere yerleşmişti gözümde. Bir numaram, gönlümün birincisi Belle gibi, o da ailesinin yerine kendini feda ediyor temelde. Ailelerini, sevdikleri insanları korumak için hiç düşünmeden, içlerinde olduğunu bile bilmedikleri bir güçle kendilerini siper ediyorlar bu kahramanlar. Evet bu dönemin kahramanları hep savaşçı, hep cesur, siz bunlara hep alışıksınız artık. Ama hep beyaz atlı prensler tarafından kurtarılmasına alışık olduğumuz masalların dünyasına doğan benim gibiler (yani önceki nesiller için) 90larda böyle şeyler görmek inanılmaz büyük bir şeydi. Taa Snow White ile başlıyordu hikaye çünkü. Kendi canını kurtarma peşinde kaçıyordu Snow White ormana ve prensi onu kurtarana kadar salaklık üstüne salaklık geçiriyordu. Cinderella zaten prens onu gelini olarak seçene kadar kendine eziyet edenlere gıkını bile çıkarmıyordu. Uyuyan Güzel'den bahsetmiyorum bile - çünkü sadece uyuyordu. Denizkızı Ariel ise gidip başkası ile evlenecek/evlenen bir salak için kendini feda ediyordu. Pocahontas ise yakışıklı bir yabancı uğruna ailesini, kabilesini bir kenara atıyordu. Bunların arasında Belle gelmişti karşımıza bir değişiklik olarak. Kitap okumaya bayılıyordu ve babası için kendini bir canavarın önüne atmıştı. İşte tüm bunların üzerine gelmişti Mulan. Belle gibiydi, herkes onu olduğu kişi için tuhaf buluyordu, bir türlü insanlarının arasına uyamıyordu. Ve ailesi için kendini feda ediyordu yine Belle gibi ama daha da fazlasını yapıyordu. Savaşıyordu. Hem kendiyle hem dünyayla.

Bu yüzden ayrıca önemli Mulan'ın hikayesi bizim için, benim için. Bulunduğunuz yere bir türlü uyum sağlayamamanın hikayesi de olduğu için. Hep "onlar" gibi olmadığımız için bizi sindirmeye, kendilerine benzetmeye çalışan, hepsi aynı olduğu için bir arada durup, aralarındaki en ufak bir değişikliği, farklılığı karşılarına almaya çalışan insanların ortasına doğan bizlerin hikayesi olduğu için.
Ama bu hikaye bile live-action filmin tam oturmamış, izlerken ama bir şeyler olmamış mı ki sanki dedirten taraflarını görmemize engel olamıyor. Senaryoda bir şeylerin teklediğini fark ediyor ama bir türlü parmağınızı tam yaranın yerini bulup, üstüne koyamıyorsunuz. Diyaloglarda oturmamışlığı fark ediyor, amaan canım neyse deyip geçiştirebiliyorsunuz. Ya da koskoca Jet Li'yi benim gibi "bu amcayı bir yerden tanıyorum ben ama nereden" diye diye saatlerce seyredip, bir türlü hatırlayamayabiliyorsunuz. Çünkü öylesine eğreti duruyor, öylesine pööh film mi çekiyoruz şimdi diye ortada kazık gibi duruyor ki, yok yok böyle bir yeteneksizliği, böyle bir boşvermişliği daha önce hiçbir yerde izlemiş olamam diyerek tanımadığınızı düşündürtüyor.
Çizgi film versiyonuna göre hikayede değişiklikler olduğu gibi karakterlerde tabi baya değişiklikler var. Çizgi filmde Mulan'a dövüşmeyi öğreten ve bir anlamda hem dostu hem ustası gibi olan Shang karakteri yerine filmde iki ayrı karakter yazılmış. Biri birlikte çarpıştığı Honghui karakteri, diğeri de Commander Tung. Hem ayrıca filmdeki Mulan'ımız dövüşmeyi zaten biliyor olarak geliyor orduya. Çizgi filmde daha çok kafasını çalıştırarak başarıyordu her şeyi Mulan. Bir de filmin hikayesinde Asya/Çin kültüründen daha çok şeyler katılmış. Hikaye "chi" kavramının etrafında örülüyor mesela. Bir de düşmanın kadın büyücüsü ile Mulan arasındaki hikaye arkı ile günümüz popüler kadın dayanışması/dışlananların kaderi temasına kucak açılmış. Çizgi filmde yanlış hatırlamıyorsam Hunlar'dı düşman, burada tarihsel olarak daha doğru bir seçim olarak düşman Rouran kavimleri (wikipedia'ya bakabiliriz). Filmdeki kavmin başındaki karakteri de film boyunca ama sana neden kızamıyorum, neden o kadar kötü bir adam olarak göremiyorum neden neden diye görmemin de bir sebebi olduğunu oyuncu listesine bakarken anladım bu arada. Böri Khan'ı oynayan Jason Scott Lee'yi tee küçüklüğümün Mowgli'si olarak izleyip, kalbime kazıdığım içinmiş. O da ayrı bir iyiydi tabi. Gerçek karakterler dışında çizgi filmdeki haliyle çocuklara daha yakın hissettirmesi için çizilmiş hayalet ruhlar, ailenin koruyucu ruhu gibi elementler filmde bir başka mitolojik simgeye toplanmış, Anka kuşu. Aslında Time'da Mulan efsanesinin kökenlerine dair oldukça doyurucu bir yazı var tavsiye ederim, şurada.
Ama Christina ablanın sözleri yine de insanın ciğerine ciğerine saplanıyor: "Should I ask myself in the water/What a warrior would do?/Tell me, underneath my armor/Am I loyal, brave and true?/Who am I without my armor?Standing in my father's shoes/All I know is that it's harder/To be loyal, brave and true."


9 Eylül 2020 Çarşamba

Dune


Where the fear has gone there will be nothing. Only I will remain.

Aklımı kaçırıyorum!

2 Eylül 2020 Çarşamba

Jan Wallentin'den Strindberg'in Yıldızı

 

Sanırım bir konuda ilk olmak, o işi yapan ilk kişi olmak değil önemli olan. O işi yapmış en popüler insan olmak ya da o işi popüler kültüre bangır bangır yollayan insan olmak önemli. Mesela kitap dünyasında rahatlıkla bir Dan Brown öncesi ve sonrası gibi bir ifade kullanabiliriz. Oysa bu tür hikayeler yazan ya da bu şekilde yazan ilk insan değil DB. Ama artık ne zaman böyle ucu tarihin gizem dolu koridorlarına uzanan, öğle yemeğini yerken kendini bir anda olayların içinde bulan genç olmayan kahramanımızın neredeyse iki soluk almadan dünya üzerinde ne kadar kıta ve şehir varsa, sonradan mutlaka ulan bunda zaten vardı bir bit yeniği deyip deyip durduğumuz bir yardımcı kadın oyuncu ile dolaşıp durduğu ve neredeyse bir şekilde dünyayı, insanlığı kurtardığı bir hikayeye denk gelirsek aaa DB gibiiii diye düşünüyoruz.
Evet gene öyle dediğimiz bir hikayedeyiz anlayacağınız. İsveç'in buzlu bir maden kuyusunda, amatör dalgıç Erik Hall tuhaf bir şeyler ve bir ceset buluyor. Polisler, basın falan akın ediyor olaya tabi ama nasıl oluyorsa oluyor, bu gizemin peşinde sürüklenmek Don Titelman adında 50-60 yaşlarında bir üniversite hocasına kalıyor. Esas branşı semboller (bakınız bunlar hep tesadüf), dini semboller falan filan diyor ama sembol işte. Yanına avukat Eva'yı da katıyor Titelman, peşlerinde eski örgütler mi istersiniz, ne idüğü belirsiz güçlere sahip çılgınlar mı istersiniz...Hikayemiz oldukça merak uyandırıcı ve maceralı başlıyor aslında. Titelman tabiki kalıpların dışında bir esas kahraman, böyle bir hikayede bunu bekliyoruz çünkü. Hikayenin çıkış noktası iyi, adım adım açıkladıkları da vay be dedirtebiliyor. Ama tüm bu yükselen beklentileri ortalarından sonra karşılayamamaya başlıyor. Aslında aksiyon ve macera sürüyor, sadece insan daha somut bir şeyler bekliyor bu kadar yükseldikten sonra. Yazarımız ise soyut şeylere yöneliyor. Höh, bu mu yani, bu muymuş dedirtiyor. Işıklar içinde, önemli olan bilgiye sahip olmaktır yeğen diyerek pembe baloncuklara sona eriyor.
Yazarımız Jan Wallentin
Oysa kitabın ilk yarısında acayip heyecanlanmıştım ben. İlk defa karşılaştığım bir fonda geçen (İskandinavya vay vay da hey), tarihin pek de bilmediğim ayrıntılarına giren detaylı bir hikaye ile karşılaştığım için içim içime sığmıyordu. Gerçi kahramanlarımızla birlikte bizi de oturtup karşısına bak bunlar bunlar olmuştu diye tarih anlattığı uzuuunca kısımlarda pek çok insan sıkılabilir diye düşünüyorum ama gene de objektif bakmaya çalışırsam o kısımları da sıkıcılığa veya tekdüzeliğe düşmeden başarıyla oluşturabilmiş gibime geliyor Jan Wallentin. Yolculuğumuzda ilerlerken de hemen her adımda bir sonraki adımı merak ettirecek şekilde ilerletiyor bizi. Ama işte dedim ya, bir noktada azcık kim necidir hangi karakter hangi yöne meyledecek onları tahmin etmeye başlamamızla birlikte hikayeyi koparacak, uçuracak böyle manyak bir vuruculuk katacak gizem çözümleri umarken her şey bir toz bulutuydu'ya bağlıyor. (Goodreads'te kitap) Yazarımız Jan Wallentin, 1950 doğumlu bir İsveçli. Bu kitaba kadar, 2010 yılına kadar, İsveç'te bir tv kanalında haberci olarak çalışıyormuş. Sonra bu kitabı bir yazmış, birden büyük başarı. Ama ikinci kitabı ancak geçen sene gelebilmiş gibi görünüyor. "Den tyngdlöse Jesper Fock" ismini taşıyan kitap için çığır açan bir roman diye yazmış bir kitap sitesi (bokforlagetpolaris). (İsmi İsveççe, çevirince ağırlıksız Jesper Fock gibi bir şey oluyor)
Ben kitabı geçen senenin sonunda KitapYurdu'ndaki bir Pegasus indirimi kampanyasında almıştım. Kapağını görünce, konusunu okuyunca hoop diye atladım üstüne tabi. Bittiğinde pek tatmin etmiş olmasa da okuduğuma memnunum. Hem her zamanki atmosferden farklı bir yere götürdü beni, hem de araştıracak merak içinde okuyacak yeni tarihi konular verdi elime. Mesela tüm o anlattığı keşif gezisindeki isimler, o küçük kasabada savaş sırasında olanlar falan tarihi gerçekler mi yazar mı uydurdu tüm bunlara bakmam lazım (kendimi tuttum çocuklar, kendimi tutmayı başarabildim, araştırmadım). Neyse, ben kampanya ile 29,99 tl'ye almışım, şimdi yine indirimde 32,99 görünüyor KitapYurdu'nda. Bendeki bu baskı kasım 2019 tarihli ilk basımı, 452 sayfa. Yazarın İsveçli olmasını ve kitabın orijinal adının da "Strindbers stjarna" olmasını göz önüne alırsak orijinal dili İsveççe'den çevrilmemiş. İngilizcesinden Elif Scheibe çevirmiş. Çevirisi konusunda okurken bir sıkıntı yok gerçi.


Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...