30 Eylül 2020 Çarşamba

biraz oradan biraz buradan azcık da şundan

Size de oluyor mu? Bir film, dizi, bir şey izliyorum. Böyle baya dikkatlice ya da uzun süre izledikten sonra mesela evin içinde dolaşırken, uyumak için yatakta tavana bakarak uzanırken, o izlediğim şeydeki bir karakterin - oyuncunun - suratına bürünmüşüm gibi oluyor. Yani o anda böyle aynaya baksam yüz hatlarımın, mimiklerimin aynen o karakteri gösterdiğini göreceğim. Böyle burnum uzamış gibi hissediyorum bazen mesela, bazen de alnım genişliyor, bazen gözlerim büyüyor. Yani bir yere bakmıyorum, aynadaki kendimi görmüyorum, sadece kendi bedenim içinde otururken dışım o görüntüdeymiş gibi hissediyorum. Önceki akşam, reklamlarını gördüğümden beri büyük heyecanla beklediğim bir diziyi izledim soluksuz. Tarihi diziler, özellikle de daha az bildiğim dönemlere ait hikayeler içimi manyakça bir mutlulukla dolduruyor. Britanya tarihine bu kadar hakim olmamın sebebi ilgilenmiş olmam değil mesela, izlemiş olmam. Deli gibi tarihi şey çekiyorlar, ne kadar kitapları varsa uyarlıyorlar ki zaten Britanya'da herhangi bir şey için iki dakika çekim yapsanız her şey tarihten fırlamış gibi duruyor - çünkü korunmuş. Neyse konumuz bu değildi, oraya doğru çemkirmeye başlamadan kesiyorum. Demeye çalıştığım son dönemde TRT bu işe el atmış gibi duruyor (tamamen başka motivasyonla ve başka düşüncelerle ama olsun buna da şükür), Ertuğrul'un başarısı, Abdülhamit'le hız kazandı gibi görünüyor. Tabi sonra Osman geldi, o ne kadar iyi gidiyor bilmiyorum, hakim değilim başarısına. Ertuğrul'u ilk gördüğümde de yine o dediğim çılgın mutluluğa kapılmıştım. En az bildiğim dönemlerden biriydi Osmanlı'nın kuruluşu. Bize okulda genelde yükselişini öğretirlerdi ihtimamla. Yani 20 yıl önce öyleydi, şimdiki tarih anlatımı çoook başka konuları, dönemleri, isimleri öne çıkarıyor büyük ihtimalle ama yok tamam, orası da konumuz değil. Nereye geldim ben gene ya? Ne diyordum? Hah işte yine de malzeme belliydi, Ertuğrul'u ara ara izledim. O kadarına dayanabiliyordum yani. Abdülhamit'inse sadece dekorlara, kostümlere falan baktım bir ara, zaten 10 dakikadan fazla izleyemedim bile. Osman'a da ilk birkaç bölüm baktım. Ama zaten başroldeki adam tüylerimi diken diken ediyor, alerjim var o adama kanımca. Görmeye bile dayanamıyorum. Bu yüzden pazartesi günkü dizi (Uyanış:Büyük Selçuklu) ilk tanıtıldığında önce obaaa ollleeey diye yerimden fırladım, sonra ama yaaa bunlar gibi olursaaa diyerek geri yerime oturdum. Neyse ki şimdilik, ilk bölümü izlediğim kadarıyla, baya baya hoşuma gitti. Manyak bir şey çıktı hatta. Bakın gerçekten Selçuklu tarihine sıfır hakimim. Kafamda gıyaseddinler keykubatlar uçuşuyor ama duman gibi, elimi uzatınca puuf hiçbir şey yok. Bu yüzden çok mutluyum. Malazgirt Savaşı'nın hemen ardından gelen o pek meşhur dönemi anlatıyor şimdilik. Neyse, asıl diyeceğim şuydu. Yaklaşık 3 saat yerimden kıpırdamadan, coşkuyla diziyi izledikten sonra o gece de yüzüm tamamen Melikşah'ı oynayan Buğra Gülsoy'unkine bürünmüş gibi hissettim. Ki zerre hoşlanmam, bana hep böyle boynu içerde, kafası önünde, böyle habire yaptığı bir p.ştluktan belli etmeden sıyrılan gıcık adam gibi görünür, oldu mu yüzüm onun yüzü! Heey yarabbim dedim, özellikle de ekranda ona odaklanmamaya çalıştım, başka yerlere baktım ama hak getire. Uykuya dalana kadar gözlerimi belerte belerte bakıyormuşum, burnum uzun uzun önümde gidiyormuş gibi hissettim.


Aslında var ya TRT de böyle BBC gibi mesela otursa, Çalıkuşu'nu Sergüzeşt'i falan aslına uygun mini diziler yapsa. Hani böyle klasikler serisi gibi. Eserleri aslına uygun güzelce uyarlasa. Tarihi dönemlere ait daha başka başka diziler yapsa. Yani tamam yapıyor diyebilirsiniz, hani şu ramazanlarda falan gösterdikleri işler var doğru. Ama çoğuna iki dakika bakmaya çalışsam başım öne düşüyor, içim bayılıyor. Çünkü yapanların düşünceleri çok başka, biz seyirci olarak çok başka şeyler bekliyoruz. Ama bakın her nasıl göstermiş olursa olsunlar, bir Muhteşem Yüzyıl sayesinde hepimiz Kanuni dönemine hakim değil miyiz şu an? Tamam haremi izleyip durduk diyebilirsiniz ama bakın gittiği savaşları, yaptığı anlaşmaları zaten okulda ezberleyip duruyoruz. Ama nedenini, bağlamını, ortamını zerre bilmediğimizden, anlayamadığımızdan, o ezberletmeye çalışılanları da gram aklımızda tutamıyoruz. Oysa yaklaşık 139 bölüm boyunca izleyerek tüm arkaplanda dönenleri, dinamikleri, o savaşlara nasıl girildiğini, o anlaşmalara nasıl ulaşıldığını anlayabilir hale geldik. Offf. Demeye çalıştığım ben niye VIII.Henry'nin kafasını vurdurduğu tüm eşlerini sırayla sayabiliyorum da IV.Mehmet'ten sonra on ikinci hasan mı vardı diye tamamen boşluğa bakıyorum? TRT'nin suçu.

Bir de takip ettiğim bir youtube kanalı var. Useful Charts diye. Yine hayallerimden birini yapıp, hayatını kazanan bir insan daha dedirten bir kanal kendisi. Hayallerim değil de, normalde kendi kendime merak edip, yapıp durduğum şeylerden birini yapıyor kanalın sahibi adam (Matt Baker - bu da twitterı). Tarihi çizelgeler hazırlıyor. Daha doğrusu aile ağaçları. Benim kafam bozuk olduğunda, canım sıkkın olduğunda moralim yerine gelsin diye yaptığım bir şeyi adam iş olarak yapıyor. Bu çizelgeleri hazırlayıp, anlattığı videoları youtube'a yüklüyor, çizelgelerin basılmış hallerini de internet üzerinden satıyor (UsefulCharts.com). Neyse işte, bayılıyorum bu kanala. Merak ettiğim pek çok şeyi bulabiliyorum. Hanedanların falan ağaçlarının yanında böyle arada ilginç şeylere de girişiyor. Misal Roma İmparatorluğu'nun varisi şimdi kim olurdu ya da Fransız İhtilali'nin zaman çizelgesi gibi. Beni pek mutlu eden bir kanal anlayacağınız. Söylemek istedim.

Youtube deyince aklıma geldi. Bir başka takip ettiğim kanal var Seul'de yaşayan Amerikalı bir kızın kanalı. Görüntüleri, videolarının havası falan çok hoşuma gidiyor, hem rahatlatıcı hem keyifli. Kızın kendisi beni o kadar çekmiyor gerçi, böyle hiç içim ısınmamıştı ama çok takılmıyordum, videolarında Seul'ü, başka Güney Kore kentlerini falan izlerken mutluydum yani. Ama işte, hep söylüyorum, ben insan tanıma konusunda adeta bir Vedat Milor'um. Ha tanıyabiliyorum da ne işime yarıyor, kötü olduğunu bildiklerimden kaçmamı sağlıyor mu, insanlara ağızlarının payını vermemi sağlıyor mu, herkese hak ettiği davranışı göstermemi sağlıyor mu, yoooooh. Kendi kendime, kendim ve ben, içimde fısır fısır dedikodu yapıyor beddua ediyoruz o kadar. İşte bu kızı da izlerken böyle içimde fisil fisil bir şeyler kıpraşmıştı ama amaaan bana ne canım, oğluma gelin almayacağım ya, haftada 20 dakika güzel güzel Seul'deki kafeleri izliyorum işte. Demiştim. Ama haklıymışım. Geçenlerde bir video koydu. Birinden özür diliyordu. Allah allah, nereden çıktı ki bu şimdi kime ne olmuş diye iki bakındım. Meğerse, birkaç yıl önce bu benim kız, kendisi gibi o şehirde yaşayıp youtuber olan başka bir kızın hayatını dar etmişmiş. Öbür kızın hakkında internette ne laflar etmiş, evinin adresini, özel fotolarını falan elde edip, ortalığa dökmüş, öbür kızın yaşamını tehlikeye bile atmış. Şoka girdim. Nassı lan, nasıl oluyor yani diye. Yeşil Vadi'yi mi paylaşamadınız, Behlül'e mi düştünüz diye bakakaldım. Tüm bunlar yüzünden öbür kız daha yeni yeni kendine zindan olan hayatını düzeltmeye başlamışmış. Hem de benimkisinin açıklaması ney? O zamanlar paranoyak kişilik bozukluğu mu öyle bir psikolojik rahatsızlığı varmış. Bu diğer kızın ve arkadaşlarının toplaşıp, kendisi hakkında konuştuklarını, dalga geçtiklerini zannediyormuş. Lisedeler sanki, sınıf kapıları önünde toplaşıp, birbirlerine öldürücü bakışlar atarak dedikodulaşıyorlar. Baksan herkes yetişkin, memleketleri dışında ülkelerde yaşayıp, kendi hayatlarını kazanıyorlar. Püüüh! O zamandan bu yana tedavi görüyormuş, yardım alıyormuş ve şimdilerde çok daha iyi halde olduğu için bu özrü diliyormuş, nihayet anlayacak durumdaymış yediği nanenin ehemmiyetini. Vay anam vay neler dönmüş serhat ya. ( Kendim 90 yaşında bir nene olarak) Ben de zannediyorum ki dışarıda dolaşıp iki çiçek böcek videoya alınıyor, arkadaşlarla bir kanepeye oturulup iki geyik çevrilip videoya alınıyor ya da odanda webcamin karşısına oturup iki harry potter filminden bahsediliyor da youtube'a yüklenip, para kazanılıyor.

Neyse işte. Bu ara ben 2 hafta evde 1 hafta iş yerinde çalışıyorum. Uzmanlık tezimi yazmam gerekiyor, neyime gerekse gidip kaydolduğum açıköğretim bölümünün derslerine çalışmam gerekiyor, gerizekalının önde gideni olduğum için yabancı dilden muaf olmayayım da Almanca'ymış oo iyi bu bahaneyle lisede azcık öğrendiğim Almanca'yı tekrar eder güzelce öğrenmiş olurum gibi bir düşüncesizlikle aldığım Almanca dersinin de aralarında olduğu bu derslerden, diğerlerini okumasam bile bir şekilde geçebileceğimi fark edip, Almanca'dan zerre anlamadığımı ve çalışmam gerektiğini gördüğüm için Almanca'yı yeni baştan öğrenmem gerekiyor, unutmamak için nafile çabalar gösterdiğim İtalyanca'ya bakıyorum, notaları tanıyamıyorum ben ne kadar salağım diye kendimden nefret ettiğim için 2 yıldır evin muhtelif köşelerinde sürünen kemanımı yeniden çalmaya çalışıyorum, yaş 30'u geçtiği için fotosentezle kilo almaya başladığımı (ve 10 yıllık kıyafetlerimin içine giremediğimi ki 10 yıldan daha yeni bir kıyafetim de yok) fark ettiğim için habire hareketler yapıp, kilometrelerce yürüyüşlere çıkmaya çalışıyorum. Ha bir de tabi sabah 8 buçuk, akşam 5 buçuk arası manyakça bir telefon ve mail trafiğinden ardakalan zamanda yapıyorum bunları. Ne kadar az kendimle baş başa kalırsam o kadar iyi galiba. Hadi bakalım. Yarın sabah yine Hintli tech engineer ile bulum bulum görüşmemiz var. Bir firewallla kafayı yedik ya, hayırlısı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...