25 Temmuz 2020 Cumartesi

la pazzia

Sanırım artık yazma vakti. Çünkü birkaç vakte kadar buralara ne olacağını hiç tahmin edemiyorum. İnternetimizi düzenlemeye giriştiler, bir sürü şey değişebilir. Bilmiyorum belki hiçbir şey de değişmez. Neyse, ben anlatacaklarımı anlatayım.
9 Haziran'dan beri şöyle adamakıllı, insan gibi bir uyku uyumadım çocuklar. 9 Haziran salı sabahı annem aradı ve biz senin eve girdik şimdi, doktora gittik de oradan geldik, kalbimde delik varmış hastaneye yatıracaklar beni, bilmiyorum yavrum dedi. O günün gecesinden beri bana normal bir uyku yok. O gün annem haberi verdikten sonra akşama kadar çalıştım, işten erken çıkmadım. Akşam eve gittim, annemle babamı sanki herşey bitmiş gibi, çok kötü bir havada buldum. Zaten annemi görünce şok oldum, 70 kiloluk kadın 59 kiloya düşmüş, üzerinde gram et kalmamıştı. Sadece kemikler ve derisi. Gözleri alabildiğine endişeli. Babam hep yere bakıyor. Ertesi gün anjiyoya girdi. Doğduğundan beri kalbinde taşığıdı delik 60 yılın sonunda 3 santimetreye ulaşmış. Üstüne kapaklardan biri bozulmuş ve damarlar daralmış. Kanlar birbirine karışıyormuş. Akciğer basıncı çılgın seviyedeydi ve tansiyonu düşmek bilmiyordu. Anjiyodan sonra ameliyat olabileceğine karar verdiler. Hafta başında ameliyat olması kararlaştırıldı. Ben işe gitmeye devam ettim. Yoksa kafayı yiyecektim. Bu sırada hastanede yattı annem. Yanında da babam duruyordu. Bir akşam işten hastaneye gittiğimde abimle babamı annemin karşısında hüngür hüngür ağlıyor halde buldum. Annem de boş boş bakıyordu. Doktor ameliyat öncesinde olabilecekler şeyler hakkında ve yapacakları işlemler hakkında bilgilendirme yapmış, yani olabilecek en kötü şeyleri söylemiş. Saatlerdir ağlıyorlardı odada. Baktım olacak gibi değil, babamdan eve gitmesini istedim, annemin yanında birkaç gün de ben kalayım diye. Çünkü ameliyat olacak hastanın yanında durmasını isteyebileceğiniz en son ruh halindeki insanlar bunlar. Haftasonu falan ben kaldım hastanede.
Pazartesi ameliyat gününde tüm hazırlıklar tamamken, en son odanın kapısından yatakla çıkarılırken haber geldi, ameliyat ertelendi. Yoğun bakımda virüslü hasta çıktığı ve temizlik falan yapılacağı için ameliyat bir hafta ertelendi. Eve gidebilirsiniz dediler. Ertesi gün eve geldik. Ve evdeki o bir hafta hayatımın en umutsuz haftasıydı sanırım. Ben bir saniye bile kötü bir şey düşünmemeye çalışıyordum delirmemek için. Ama annem kendini tamamen bırakmıştı, yatakta yatıyordu tüm gün. Kimse bana dokunmasın, kimse bir şey demesin, öyle yatayım istiyordu. Gücü kuvveti hiç yoktu. Babamsa habire yaşlı gözlerle elinde dualar, dua edip duruyordu. Bir saniye bile dua etmeyi bırakmadı, sanki cenaze evindeymişiz gibi insanın sinirini bozmaya devam etti. Bense annemi oyalamaya çalıştım. Youtubedan videolar açtım, habire konuştum, oradan buradan bahsettim, saçmasapan şeyler anlattım, dedikodu yaptırmaya çalıştım. Yani herşey normalmiş, kötü hiçbir şey yokmuş gibi. Çünkü kötü şeyler yokmuş, olmamış gibi yaparsam belki gerçekten de olmazlar diye düşünürüm ben hep. Gerçek dünya taşıyabileceğimden fazla gelirse, bir filmin, dizinin, bir hikayenin içindeymişim gibi hissederim. Öbür türlü hiçbir şeyle başa çıkamıyorum.
Neyse ki ameliyat başarılı geçti. Ama annemi ameliyatta oturup beklemek o kadar tuhaftı ki. Bu son birkaç yıldır artık hep böyle zamanlar geçiriyorum gibime geliyor artık. Hani olaya dışarıdan bakıyormuşum, izliyormuşum da "bu benim hayatım değil" diyormuşum gibi dedirten zamanlar. Benim annem şu an ameliyatta olamazdı. Biz böyle saçma sapan bir şekilde oturmuş, onu bekliyor olamazdık. Bu benim hayatım olamazdı. Benim hayatım olsaydı, tv başında çay içip, survivor izliyor olurduk annemlerle.
En tuhafı da o gün annem ameliyattan çıktı, yoğun bakıma aldılar haliyle ve biz onu orada bırakıp, eve geldik. Annem sanki köydeki evdeymiş, babam da yanıma gelmiş, ertesi gün dönecekmiş onun yanına gibi. Çamaşırları topladım, yağmur yağdı, yemek yedik, tv izledik.
Ertesi gün işe gittim, sonraki gün de. Annem yoğun bakımdaydı, yapabileceğim bir şey yoktu. Sonra odaya çıkardılar, abimler sen gelme dedi. Bir hafta kadar daha hastanede odada kaldı. Ben yine işe gittim. Akşamları hastaneye gitmeye çalışarak, işten çıkıp. Eve gelip, aralıksız youtube videoları, dizi izledim. Bir saniye bile aklıma başka bir şey getirmedim. Getiremezdim. Ağlamaya başlarsam duramayacaktım. Ağlamadım.
Eve çıkardığımızdan itibaren ise refakatçi raporlu olduğum için işe gitmiyorum. Ama oda arkadaşımın da işleri olduğu için durum biraz karışıktı. Raporlu olsam bile evden de işlere bakayım dedim. Aman yarabbi, kalp ameliyatı olmuş hastaya bakmak nasıl bir şeymiş hiç tahmin edememişim! İlk hafta bilgisayarı açıp masada, gelip gidip bakmaya çalıştım. Ama bir yandan anneme bakıp, bir yandan maillere telefonlara bakmak hiç mümkün olmuyordu. Sonunda pes ettim. İşi mecburen işyerindekilere bıraktım tamamen. Çünkü çok zormuş. Hakikaten çok zormuş. Yeni doğmuş bir bebeğe bakıyormuşsunuz gibi düşünün. Ama daha kötüsü. Bebek konuşup, dolapta şu yaprak var onları çıkartalım da dolduralım bozulmasın demiyor. Ya da buzluktaki sütü çıkar da yoğurt mayalayalım demiyor. Ya da hepsini birden aynı anda demiyor. Bir yandan da terini kontrol edip, üstünü değiştirip durmam gerekiyor. Ya da su içip içmediğini, ilaçlarını içip içmediğini kontrol etmem gerekiyor. Her gün emboli çoraplarını giydiriyorum, çıkarıyorum. Giysileri toptan giydirip, çıkarıyorum. Banyo yaptırıyorum. Saçlarını kestim, boyadım. Tırnaklarını kesiyorum. Yarasına pansuman yapıyorum. Çamaşırları yıkıyorum, asıyorum. Bulaşıkları doldurup, boşaltıyorum. Mutfağı topluyorum, banyoyu topluyorum, evi süpürüyorum. Yatağa yatırıyorum, kaldırıyorum. Şu yazıyı bile dört gündür yazıyorum. Gelip gidip, iki kelime iki cümle. Ama bunların hiçbirisi zor gelmiyor. Annemin iş söylemesi de yormuyor. Tüm gün iki dakika oturamamak, gece yatakta ayaklarımın sızlaması da koymuyor.  En zoru annemin iş yapmasına engel olmaya çalışmak. En zoru psikolojisini ayakta tutmak. Habire bir şeyler yapmaya çalışıp, kendine zarar vermesini engellemeye çalışırken, ben ne hallere düştüm ben insanların eline muhtaç oldum diye ağlamasını da önlemeye çalışıyorum. İşte en kötüsü bu.
Geceleri sesini dinliyorum. Her gece seslenecek mi diye kulaklarım onda, yarı uyur yarı uyanık yatıyorum. Tuvalete falan kalkabilmesi için bizim kaldırmamız gerekiyor yerinden. Ama bu durumda bile bizi uyandırmamak için ya dayanmaya çalışıyor kendine eziyet ediyor ya da çekindiğinden usul usul sesleniyor ki duyamayalım. O yüzden tüm gece ıhlayacak mı gıklayacak mı diye sesini dinliyorum. Ya da daha kötüsü nefes alıyor mu, nasıl alıyor, bir yeri ağrıyor mu acaba diye kontrol ediyorum.
Bayrama kadar raporluyum böyle. Bayramdan sonra işe geri başlayacağım. Ama her şey nasıl olacak bilmiyorum. Tüm dünya kıyamete girmiş gibi hissettiriyor. 

7 Temmuz 2020 Salı

il scompiglio

Neler olduğunu anlatacağım. İki dakika boş bir zaman bulmaya çalışıyorum.


31 Mayıs 2020 Pazar

Grégory Samak'tan Gizli Kitap

Elias Ein uzun yıllar Viyana'da bir sigorta şirketinde memur olarak çalıştıktan sonra emekli olur. 30 yıl önce eşini kaybettiğinden beri yalnızdır, tüm akrabalarından yalnızca kendisi gibi yaşlanmış bir kız kardeşi kalmıştır. Büyük şehirden uzakta, kendi halinde ufak bir kasaba olan Branau am Inn'de eski bir ev bulur, satın alıp, oraya yerleşir (Bu arada yanlış görmediysem bu kasaba Adolf Hitler'in doğum yeri). Eve her gün yemek ve temizlik yapmaya gelen kasabadan bir kadınla, alışverişe, getir götüre yardım eden kimsesiz bir çocuk dışında pek de insan görmeden yaşamaya başlar Elias burada. Haa bir de kasabadaki antika dükkanının sahibi Gustav Sof ile dost olur, satranç oynar iki yaşlı adam. Günün birinde Elias, bu yeni evinin tabanında bir kapak bulur. Kapağın altındaki merdivenler kitap raflarıyla dolu kocaman bir kütüphaneye gitmektedir. Elias şaşkınlıkla kitapları incelemeye başlar. Ve bunların sıradan kitaplar olmadıklarını görür. Her bir ciltte dünya üzerinde yaşamış ve yaşayacak olan insanların kaderleri yazmaktadır. Dahası, bir kişinin hayatına ilişkin yazılara dokunduğunda o kişinin hayatındaki belli bir zamana ve mekana gidebildiğini fark ettiğindeyse daha da büyük bir şeylere inanmaya başlar: İnandığı Yaradan, Elias'a göre dünyadaki en büyük kötülüğü önlemesi için onu seçmiştir. Elias'ın artık hayatta yapacak tek bir görevi vardır: Hitler'i öldürüp, II.Dünya Savaşı'na engel olmak.
Gregory Samak
Vuhuu! Böyle anlatınca acayip bir macera bizi bekliyor gibi görünüyor değil mi? Alışılmadık bir kahraman (emekli bir sigortacı amca), gizemli bir kütüphane, kendi içinde ilginç karakterler barındıran ufak bir kasaba, zaman yolculuğu, tarihi değiştirmeye soyunan beyaz saçlı titrek kahramanımız. Oysa yazarımız Gregory Samak adeta sağ gösterip sol vuruyor. Onun hiç de böyle, beklediğimiz gibi bir aksiyon, macera, fantastik gibi şeyler yapmaya niyeti yok. Böyle bir konu ile felsefeye dokuna dokuna, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi ve tarih dersi anlatmaya çalışıyor. Nazizm üzerinden insan doğası hakkında kendi vardığı sonuçları böyle tek tek, sanki amfide anlatır gibi açıklıyor. Başka birisi yazsa 4 ciltlik macera çıkacak hikayeyi 208 sayfa içerisinde bu oldu şu oldu onu yaptı bunu yaptı diye hoplaya zıplaya yazıp, bitiriyor. Yazarımız 1972 doğumlu bir Fransız tv yapımcısı. Kitaptaki cümlelerinden de anlayabildiğimiz üzere siyaset çalışmaları enstitüsünden mezun olmuş. Sonrasında radyo-sinema-tv-medya masterı falan derken kendini tvde bulmuş tabi.
Her kitap macera kitabı olacak diye bir şey yok. Ya da her hikaye bizi oradan oraya sürükleyen, nefes kesen bir aksiyon koşuşturmacası olacak diye bir şey de yok. Samak böyle bir hikaye anlatmak istemiş olabilir. Ama sanki kitap böyle bir daha büyük, 500-600 sayfalık bir fantastik-macerayı okumuş da, sonra üniversitedeki siyaset bilimi dersi için özetini çıkarmış gibi hissettiriyor. Ben bu hikayeyi okudum ve bakın şimdi bana bunu bunu düşündürdü, böyle sonuçlara ulaştım ve şöyle olmalı böyle olmalı der gibi yazarımız. Bazı yerlerde hatta o kadar didaktikleşiyor, o kadar kafamıza kafamıza böyle parmağını sallıyor gibi oluyor ki hikayeyi okurken edinebildiğimiz o mini minnacık keyfi bile yok ediveriyor. İnsanı önce beklenti içine sokup, sonra böyle ortada bırakıyor. Oturup böyle boş bir günde, iki saat içinde okunabilir. Yazdığı ilk kitapmış bu, şu aralar ikincisini yazıyormuş sanırım. Lütfen yazmasın.

Ben kitabı, konusunu görüp, listeme atmış olduğum için sonra bu Pegasus Yayınları'nda indirim olunca almıştım. Hasan Can Utku'nun Fransızca'dan direkt çevirisiyle, 2016 tarihli ilk basımı. Kapak tasarımı falan çok güzel (yurt dışı baskısındaki kapak aynı zamanda bu), ama işte, kitabın kendisi hiç de hoş değil. Orijinal adını korumuşlar çevirirken, "Le Livre Secret", direkt Gizli Kitap oluyor. Mesela İtalyanca çeviride kader kitabına çevirmişler ismini. Neyse, dediğim gibi indirimden almıştım Kitap Yurdu'ndan. O zaman 16,21 TL'ye gelmişti. Şu an 32,21 TL görünüyor fiyatı ve dahası tükenmiş.


Bu arada şunu fark ettim çocuklar. Blogger bu kendine yeni saçma sapan şeyler yapmaya başladığından beri yazılara eklediğim fotolar önce görünüyor, sonra kayboluyor. Ben direkt url ile ekliyorum normalde. Herhalde copyright mı kasıyor ne anlamadım. Şimdiye kadar böyle bir şey yapmıyordu, bu son birkaç haftadır böyle. Önce bilgisayar kaydedip, öyle ekleyeceğim şimdi. Bakalım buna ne tepki verecek? Ulan blogger ulan blogger!

26 Mayıs 2020 Salı

DCEU'nun bir diğer kahramanı : Shazam! (2019)

14 yaşındaki Billy Batson, çocukken annesini bir lunaparkta kaybettiğinden beri bakıcı ailelerin evlerinde oradan oraya sürüklenmektedir. Bir yandan her yerleştirildiği evden kaçarken, bir yandan da elinde annesinin ismi tüm Philadelphia'da annesini aramaktadır. En son yerleştirildiği evdeki çift ve diğer 5 çocuk aslında oldukça canayakın ve iyi insanlardır ama Billy annesini bulmaya kafayı taktığı için kimseye hiçbir şekilde yakınlaşmayı reddetmektedir. Bu yüzden yine bu evden de kaçarken bir büyücü ile karşılaşır. Büyücü, güçlerini aktarmak için Billy'i seçer ve 14 yaşındaki kimsesiz Billy artık kocaman yetişkin bir adam olarak süper güçlere sahip olur. (https://www.imdb.com/title/tt0448115/-->bu arada linkleri böyle açık açık koyuyorum, çünkü kelimenin içine koyduğumda sanki fark etmiyormuşsunuz gibime geliyor)
Süper kahramana dönüşen Billy Batson'ın bu hikayesinin adı Shazam olarak konulmuş ama aslında onun süper kahramanının adı "Captain Marvel" imiş. C.C.Beck ve Bill Parker'ın 1939'da yarattığı karakter ilk defa 1940'da yayınlanan bir çizgi romanda görünmüş. Shazam, ona güçlerini veren büyücünün ismi. Gerçi o da onun gerçek ismi değilmiş ama bunlar çizgi roman detayları çocuklar, oralara girmiyoruz. Şimdi Captain Marvel dedim ama kafalar karıştı. Haklısınız, çocukken benim de karışıktı bu DC ve Marvel şirketleri yüzünden. Ben küçükken tvde Spiderman ve Batman çizgi filmleri yayınlanırdı (bir de ninja kaplumbağalar. En sevdiğim tabiki Leonardo'ydu, benden başka ne bekleyebilirsiniz?). Sonra büyüdüm Smallville hayatıma girdi. Çizgi roman okumadığımı bildiğinize göre diyebilirim ki süper kahramanlarla ilgili ne öğrendiysem, bu çizgi romanlarla ilgili ne öğrendiysem hemen hemen hepsini Smallville'den öğrendim. Hah işte o zamanlar Superman'in hikayesine gelen giden diğer süperkahramanların haddi hesabı yoktu. O aşamada diyordum ki benim spidey niye görünmüyor o zaman? Çünkü bir yandan da 2000lerin başındayız yani Tobey Maguire'lı Spider-Man filmleri ortalığı kasıp kavuruyor. Benim de kafam bir hayli karışmıştı anlayacağınız. Ta ki 2000lerin sonuna doğru Christian Bale'in (aman yarabbi) Batman'leri ve nihayet MCEU'nun Iron-Man ile açtığı yol önüme serilene kadar. Sonunda Marvel ve DC'yi ayırt edebilmeyi öğrenmiş, Spidey ile Batman'in binalar arasında uçarken neden birbirlerine çarpmadıklarını da anlamıştım.


Konumuza dönersek, 1940'ta Fawcett Comics bu Captain Marvel'i piyasaya sürüyor, Superman'den bile daha çok seviliyor. Tabi 50lerde DC ile davalar falan derken sonunda 70lerden 90lara gelindiğinde çizgi romanın yapanı tüm haklarını yeter ulan artık alın sizin olsun diyerek DC'ye satıyor. Artık Captain Marvel DC'nin bir parçası oluyor. Ama 60larda bizim Stan (Lee olan) de bir Captain Marvel ortaya koyduğu için Marvel ile DC şirketi arasında yine bir böyle atışmalar, senindi benimdiler oluyor. Sonunda DC karakterin ismini Shazam olarak yeniden koyuyor.
DC'nin 2013'te Man of Steel ile başlayan extended universe oluşturma çabasının sanıyorum 7.adımı olan Shazam, benim DCEU filmleri listemin 3.sırasına yerleşecek kadar iyi açıkçası. Gerçi hepi topu 8 film mi ne var şimdilik ama ortada o kadar kötü filmleri var ki DC'nin ilk 3 bile bulamayabilirdim yani buna da şükür (Bir numaramda tabiki Wonder Woman, iki numaramda ise - Amber pisliğine rağmen film iyi olduğu için - Aquaman var.).
Shazam'ın hikayeyi anlatmaya başladığı nokta, karakterleri, hikayeyi anlatma şekli beklemediğim kadar başarılıydı. Hem kendini o kadar ciddiye almayıp, hem de absürdlüğe düşmeden her şeyi ilerletiyor olması; hikayeyi bir bütün olarak başlatıp, anlatıp, çok da iyi bir noktada yine keyifli bir şekilde bitirebilmiş olması takdire şayandı. Zachary Levi'yı zaten severdim, görmekten memnun oldum. Üstüne bir de hiç beklemezken (oyuncu listesine bakmamıştım) Adam Brody'yi görünce sırıtmadan desem yalan olur. Sadece Shazam kostümü biraz çiğ duruyordu sanki, böyle içine sünger doldurulmuş gibi ama bu bilerek oluşturdukları bir görüntü herhalde. Yani Batman'in veya Superman'in kostümü gibi ortama-görüntüye yedirilmemiş olmaması. Bir de karakterlerin biraz daha özelliklerinin, ne bileyim yan hikayelerinin verilebilmiş olmasını tercih ederdim ama o da film süresinden ötürü diye düşünüyorum.
Shazam, anlattıklarımdan da anlayabileceğiniz gibi bence gayet eğlenceli, başarıyla yapılmış bir süper kahraman filmi. Bu kadar kenarda beklettiğim için pişmanın açıkçası.


Ya bu arada ben küçükken bir film izlemiştim sanki Shaquille O'Neill böyle yine shazam isminde bir karakteri oynuyordu. Öyle bir şey vardı ya sanki. Bulamıyorum şimdi. yok muydu?

25 Mayıs 2020 Pazartesi

The Giver (2014)

Evlere kapanmamızdan hemen önce, iş yerinde cihaz değişikliğinden ötürü çılgınca yoğun günler yaşadığımız günlerin birinde, öğlen vakti gelip geçerken hadi bir yemek yiyelim de gelelim diye yürüyor, K. abi ile muhabbet ediyorduk. Laf bu distopik genç-yetişkin (young-adult) kitaplarına-filmlerine gelmişti. Bir yandan içim coşkuyla dolmuş, iş yerinde bunlardan konuşabilen birine rastlamışım, bir yandan da şaşkınlıkla bakıyorum K. abiye, bu yaşta bu görüntüde bir adamdan hiç beklemediğim şekilde benimle aynı şeylerden bahsedebiliyor. Bir filmden bahsetmişti o gün, ismini cismini falan hatırlayamıyordu ama anlattığı hikaye ilgimi çekmişti. Allah allah böyle bir film varmış, hiç haberim olmamış mı diye düşünmüştüm. Eve gidince bakayım da izleyeyim demiştim ama tabi sonra dünyamız daha çılgın bir hal aldı, topyekün bir felaket filminin içine yuvarlandık ve eve kapanıp, kendimi güvende hissettiğim diğer dünyaya, tarihi dizilerin (period-dramaların) içine gömüldüm.
İşte o gün hikayesini dinlediğim, The Giver (https://www.imdb.com/title/tt0435651/), 1937 doğumlu Amerikalı yazar Lois Lowry'nin 1993'te yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanmış bir film. Belirsiz bir gelecekte, oldukça mükemmel görünen bir topluluğa konuk oluyoruz. İçindeki her şeyin kameralarla kontrol edildiği bir fanusun içinde yaşayan bu toplulukta insanlar her gün haplarını alıyor, duygularından kurtuluyor. Hatta renkleri bile göremiyorlar. Topluluğun yaşlıları, insanlığı daha önceki çağlarda savaşa, yıkıma götüren her türlü duygudan kurtarmanın en iyisi olduğuna karar vermişler çünkü. Her şey çok iyi işliyor böyle. Bebekleri doğurmaktan sorumlu anneler var, doğan her bebek seçilen bir aileye veriliyor. Belli bir yaşa kadar eğitim alıp, izlendikten sonra hangi işlere atanacakları yine yaşlılar komitesi tarafından belirleniyor. Asıl kahramanımız Jonas ile arkadaşları Fiona ve Asher da işlerine atanacakları yaşa geliyorlar. Tüm toplumun önünde hayatları boyunca yapacakları mesleklerine atanıyorlar ancak Jonas'a diğerlerinden farklı bir görev düşüyor. "Receiver of Memories" olarak görevlendiriliyor Jonas ve kendinden önceki Receiver'dan eğitim almaya başlıyor. Ama hiç beklemediği, hiç bilmediği şeyleri görmeye başlayan Jonas'ın dünyası yavaş yavaş parçalanmaya başlıyor.
Lois Lowry teyze
Çok tanıdık geldi değil mi böyle anlatınca? Duygular, ilaçlar falan deyince sanki bir Equilibrium (https://www.imdb.com/title/tt0238380/) geliyor insanın aklına ama The Giver'ın hikayesinin 93'te yayınlandığına bakarsak öyle bir durum olmadığını görüyoruz. Equilibrium'u Kurt Wimmer yazıp, yönettiğinde sene 2002 idi. Bir de o hikaye daha karanlık, daha ciddiydi. Lois Lowry'nin hikayesi tür (genre) olarak "young-adult" çünkü. Kitapta kahramanımız 12 yaşında ama film için tabiki pek çok değişikliğe gidilmiş. Yaşlar 18-20 civarında ve karakterler arası ilişkiler de biraz daha değişmiş.
Yine de oldukça ciddi bir şeyler anlatıyor olduğunu bilerek kafamızın içinde, izliyoruz ama film o kadar da ciddi gelemiyor bir türlü. Bunun için illa karanlık olması gerekmiyor ama anlatımından, anlatmayı seçtiği tondan ötürü hep bir o diğer izlediğimiz genç-yetişkin distopyalarının arasında öylesine bir film gibi geliyor. Söylemek istediği şeyi, kim bilir belki kitabının söylediği şeyi çok da hissetmiyoruz. İçeride önemli bir şeyler var, biliyoruz ama bize ulaşamıyor.
Oysa içerisi şampiyonlar ligi kadrosu gibi. Projeyi zaten uzun yıllardır Jeff Bridges hayata geçirmeye çalışıyormuş, sonunda filmi yaptığında kilit rolde yer alıyor. Yanında Meryl Streep var ki kadının oyunculuğuna ne derece hayran olduğumu daha önce yeteri kadar anlatabildim mi bilmiyorum (her bir karakterinde bedeninden yayılan enerji bile değişiyor öyle bir şey). Bir de görünce aman yarabbi sen nereden çıktın gönüllerimizin (gözlerimizin) efendisi diyebileceğimiz Alexander Skarsgaard çıkıyor karşımıza. İlginç hımm, dedirten Katie Holmes da orada. Aslında elimizde her şey var ama dediğim gibi bir yere varamıyoruz. Varıyoruz da, diğerlerinden farklı olmuyor.
Kitabını Arkadaş Yayınları "Seçilmiş Kişi" adıyla basmış (Arkadaş Yayınları'nın sitesinde görebilirsiniz) bu arada. Yayınevinden çıkan diğer 5 kitabı da orada ayrıca.


Bu arada sevgili blogger sesimi duymuş sanıyorum. Artık resim eklediğimde üstüne tıklayınca hemen yerleşim seçenekleri çıkıyor. Hadi bu seferlik iyi bir şey yaptın be blogger. Önceki kötülüklerini bir nebze olsun hafifletti sayılır.

17 Mayıs 2020 Pazar

Kendimize neden bunu yapıyoruz filmlerinden biri: After (2019)

Her şey önceki haftanın başında instagramda bir haber görmemle başladı. Twilight'tan bir fotoğrafın altında Stephenie Meyer'ın Midnight Sun kitabını bitirdiği ve yakında yayınlanacağı gibi bir şeyler yazıyordu. Bazılarınız neyden bahsettiğimi anladı. Ama anlamayan - şanslı - azınlık için şöyle açıklayayım: Bu Twilight filmleri vardı ya hani yüzyıllar önce, hah işte onların uyarlandığı kitap serisinin yazarı bu seriye dair bir kitap daha yazmış. Aslında yeni bir şey değil bu kitap. Seri ilk tamamlandığında, ilk kitaptaki olayları bir de Edward'ın bakış açısından anlatan birkaç bölüm yazmıştı Meyer. Web sitesinde yayınlamıştı o zamanlar, biz de tüm o çılgınlığın içinde vuhaaa olleyy ay ay ay diyerek okuyup, geçmiştik. O dönemde büyük bir istek vardı bunu yazsın da toptan okuyalım diye ama kadında öyle amaan şimdi bunu kim yazacak hali olduğundan üstünde durulmamıştı. Son kitabın yayınlanmasının üstünden 12, son filmin yayınlanmasının üstünden ise 8 sene geçmişken anlaşılan o ki ablamız kazandıklarını tüketmek üzere. En kolay nereden gelir bu paralar bana diye düşünüp, cevabı bulmakta gecikmemiş.
Bakın farkındayım Twilight'tan bahsediyorum burada şu an. Ne kadar gerizekalıca bir durum olduğunun da farkındayım ama bundan daha önce bahsettim diye hatırlıyorum. Yani insan bir yandan seviyor, öte yandansa sevdiği için kendinden nefret ediyor. Dahası böyle bir şeyleri okumuş, izlemiş olduğum için bile kendime saygımı yitiriyorum. Ama daha önce blogda bir yerlerde de dediğim gibi, insanın elinde değil. Daha doğrusu normal bir ruhsal sağlığa sahip bir insan değilseniz. Sigara içiyor da olabilirdim ya da ne bileyim kendime kesikler atıyor falan da olabilirdim. Böyle şeyler yerine böyle gerizekalı şeylere takılıyorum. Bir tür uyuşturucu gibi düşünün. Twilight'ın anlattığı şeyleri veya filmlerinin gösterdiklerini seviyorum diye değil, çok kötü olduğum zamanlardan birinde bana keyifli birer kaçış, çıkış sağladıkları için, o kaçışta hissettiklerimi zaman zaman yine hissetme ihtiyacı duyduğum için. O hisse dört elle sarılıyorum o yüzden gördüğümde. Peşine düşüyorum. O gün de, o haberi, o fotoğrafı görünce peşine düştüm yine.
Gidip kitapların durduğu rafın önünde bir süre dolandım durdum. Sonra bir süre evin içinde elimde kitaplarla gezdim. Birkaç bölüm açıp, okudum. Filmleri mi izlesem diye bu sefer raftan dvdleri çekip, çıkardım. Bir süre de onlar gezdi benimle. Tam o ara bu sefer instagramda takip ettiğim biri bir akşam oturup 5 filmi peş peşe izledi ve her birinde bir dolu story attı. Ulan ne oluyor tek tek gelin derken acaba böyle bir çılgınlık mı yapsam diye birkaç gün manyak gibi dolandım. Ama tabiki böyle bir saçmalığa dayanabilecek yaşı geçtim-çok şükür. Artık hiçbir şeyi ikinci defa izleyemiyorum gerçi, o ayrı mesele de. Neyse. O düşünceden kurtuldum ama o "hisse" ihtiyacım var. Bir şekilde gidermem gerek. Aynı hissi verebilecek filmlerin peşine düştüm bu sefer. IMDb'de bir filmin sayfasını açtığınızda altta bir de o filme dayanarak - benzer - filmler önerdiği bir bölümü var. Oraya hevesle baktım. Ama dedim ya, zaman zaman gelen bu histen ötürü benzer filmleri tüketmişim. Neyi önerdiyse izlemişim. O filmden o filme, sayfalarda ilerlerken After'a denk geldim (https://www.imdb.com/title/tt4126476). Aha dedim tam da o salaklıkta görünüyor. Bu iş görür. Hemen izlemeye oturdum.
Bu tür filmlerdekiler eskiden genç görünürdü, artık çocuk görünüyorlar, neden ÇOCUK bunlar?!

Normalde en başta konudan bahsederdim doğru ama yazının burasına geldik hala bir konudan bahsetmedin sen diyorsanız, gene bahsetmeyeceğim diyorum. Çünkü bahsedilecek bir konu yok. Bu tür filmlerde olduğu gibi, bir konu yok. Bir mesaj yok. Bir şey anlatmıyor. Bir şey söylemiyor. Orasına takılmayın. Üniversite yaşındaki bir kız, üniversiteye başlıyor. Tabiki bir ben kötü çocuğum diyen bir erkekle tanışıyor (ay allahım kendimden yine iğrendim anlık olarak aklıma gelince, ben o kitapları da okudum ya, o filmi de izledim, ama o günü ve geceyi de çok net hatırlıyorum ve o gün birilerinden ötürü oturup böyle şeyler araştırmaya başlamış ve sonunda o kitaplara denk gelmiştim, biliyorum).
Film leş, onu söylememe bile gerek olmadığını sanıyorum çocuklar. Hayır bir de bir işime de yaramadı. Çünkü o hissin peşine düşmüştüm ya hani, maalesef. Aslında başroldeki velet olmasa film de hikaye de tam twilightlıktı ama. Kafamı ekrana geçirmek istiyorum ya. Vallahi billahi. İzlemeye başladığımda çocuğu görünce ilk bir şöyle lan?bir dakika bir dakika? oldum. Sonra jeton düştü, keşke düşmeyeydi. Başroldeki tam da o kötü çocuk imajını vermesi, bir buçuk saat bana ıkınan Edward illüzyonu sağlaması gereken çocuğun çocukluğunu biliyordum. Hani azcık daha genç bir Albus Dumbledore, siyah beyaz bir yetimhaneye gidiyor ve orada ürkütücü bir veletle konuşuyor. Pat! Bende ışıklar yandı. O ürkünç velet büyümüş, benden 30 santim daha uzun, bu ekranımdaki genç adama dönüşmüş. Her şey mahvoldu o an. Gözümün önünden Tom Riddle'ın çocukluğu gitmedi (https://www.imdb.com/name/nm2842005). Serseri olmaya çalıştığı her sahnede kendimi daha da yaşlı hissettim. Filmin anlamsızlığıyla kafamı uyuşturması gerektikçe ben daha da çok bunlar velet, bunlar çocuk, ben ne yapıyorum diyerek yaşlılığıma hüzünlendim.
vay başımıza gelenler, alın işte ergen Voldemort

Offf. Yine de birkaç bir anlatayım, neyse. Film, Anna Todd diye bir kızın wattpadde yazdığı bir şeylerden uyarlanmış (https://www.pegasuskitabevi.com/index.php?p=Products&wrt_id=23599). Kız benden çok da küçük değil neyse ki, o konuda da sinirim bozulmayacak. Herhalde 5 kitaplık seri mi öyle bir şey. Bu kızımız bizim, senin benim gibi yani, her gün öylesine "daydream" olarak hülyalara dalarak düşündüklerimizi oturup, internette yazarak para basmış anlayacağınız. One Direction diye bir grup var, hala var mıdır yok herhalde, ben boyband olayında en son BSB'de kaldım biliyorsunuz, İşte o grubun üyelerinden yola çıkarak böyle bir kız, bir de o üyeler falan feşmekan diye hayaller yazmış ve alın size hooop 5 kitaplık seri. Üstüne film hakları. Bir de tutmuş yani, öyle böyle değil, ikinci filmin prodüksiyonu bitmiş durumda.
Off vallahi billahi. Ne olacak benim bu halim? 30lu yaşlarınn başında hala 13 yaşında olacaksın deseler pıskırırdım, geldiğim noktaya bakın.


Bu arada bu blogger tüm düzeni değiştirerek ne yapmaya çalışmaktadır? Blogger çalışanlar karantinada çok mu sıkılmışlardır? Sesimi duyuyor musun eyy blogger? Yeter artık oynama şununla ya! Senelerdir her gün yeni bir düzenleme. Reader'ın içine ettiğiniz, takipçilerin web sitelerini gizlediğiniz yetmiyormuş gibi, şimdi de üç saat bana metni justify etmeyi aratıyorsunuz! Resim koymaya korkuyorum çünkü hiçbir şeyiyle oynayamıyorum şu an resmin. Hayır açıp htmlden düzeltmek zorunda mıyım illaki? Nereye gitti bu butonlar?! Şu aldığınız beddualarımın, ahlarımın haddi hesabı yok, haberiniz olsun!

11 Mayıs 2020 Pazartesi

I'll sing it one last time for you

- Noldu? Neden öyle bakıyorsun?
 - Hiiç..Düşünüyorum da... O gün bana o dediklerini demiş olmana hala şaşırıyorum. Öyle...Aklıma geliyor.
 - Ne yani söyleyemez miydim? Söylememeli miydim?
 - Yoo...Sadece, ne bileyim, sen asla böyle şeyler söylemezdin diye düşünürdüm. Bana bunları söylemez hayatta, derdim.
- ...
- Ne oldu şimdi, neden ağlıyorsun?
 - Bir şey olmadı...Sadece...sadece, ben,...Onları söylemediğim, sana hiçbir şey söylemediğim bir hayatı yaşadım. Her günü pişmanlıkla yaşadığım o hayatı biliyorum ben. O yüzden söyledim. Her gününü, keşke ağzımı açıp da bir şey söyleseydim diyerek geçirdiğim o hayatı yaşadım ben.
 - Lütfen yapma, ağlama. Nereden çıktı öyle bir hayat? Kabus mu gördün? Buradayız işte...burada.

Yazmayacaktım. Ağlamaktan nefes alamaz halde uyandıktan sonra tüm gün kafamda bununla dolaştım. Yazmam gerekiyordu. Ama sonra tuttum kendimi, her şeyde nasıl tutuyordum yine tuttum. Yazmayacaktım. Kendiliğinden giderdi. Artık rüyaların arası çoook açıldı, senede bir kere belki görüyorum. O yüzden her defasında yuvarlayıp, gitsin kendiliğinden diye bakıyorum. Yazmazsam, görmezden gelirsem bu da giderdi diye düşündüm. Ama gitmedi. Günlerdir bununla dolaşıyorum. Rüyamda, uyanıkken yaşadığım hayatın bir kabus olduğunu gördüğüm bir rüyadan uyanıyorum. Söylemem gereken şeyleri, söylemem gereken zamanda söyleyebildiğim için rüyada, her şey olması gerektiği gibi. Ama bu uyandığım kabus o kadar güçlü, o kadar uzun sürmüş ki, aklıma gelince, rüyamda bile tıkanırcasına ağlamaya başlıyorum.
Yazmayacaktım. Sonra habire işaretler çıktı, habire bir iz. Oysa her şeyi attım, on yıllarca biriktirdiğim her şeyi adım adım attım son birkaç sene içinde. Hatırlatacak, beni geri götürecek her şeyi yok etmeye çalıştım. En son geçende kolyeyi ve yüzüğü bile götürüp, çöpe bıraktım. Bırakabildim. Ama bugün bir disket geldi elime dolabın içinden. Varlığını bile unuttuğum bir disket. En başta neden, nasıl bana verdiğini bile unuttuğum bir disket. Üzerinde, gözlerim kapalı bile tanıyabileceğim el yazısı olan disket. Sinirim bozuldu. Son on yıldır çalıştırabileceğim bir bilgisayar bile bulamayacağım bu siyah şey neden bu torbanın dibinde duruyor? Hayır, yazmayacaktım.
Bulaşıkları toplamaya başladım. Rastgele bir şarkı açtım listeden. Hareketli, bağırarak salak saçma eşlik edebileceğim bir şey çıktı diye düşündüm önce. Ama sözleri..."Keşke izin verseydim." Aldırmadım, dans ederek eşlik ettim. Ama sanırım bazen evren inat ediyor.
Çünkü sonra Gary'nin sesi geldi.



Belki şarkı benim düşündüklerimi bile kast etmiyor. Ama her duyduğumda, her defasında, ağlayarak, bağırarak çağırarak, kendimi parçalarcasına koştuğumu hissettiren bir şarkı bu. Ve hatırlatıyor. Kendime, kendimi hatırlatıyor.
Gün içinde yine "evden çalışıyorken", bir yandan mailden whatsapptan gelenlere cevap verip, telefona laf yetiştirip, logları incelerken yeni bir haber var mı, dünyanın sonu geldi mi diye tv açıktı. "Öykü" diye lafa başladığı an dilimden Sait Faik çıktı, daha kendi kendime neden hemen aklıma o geldi diye şaşıramadan ekrandaki ses de Sait Faik dedi. Ölüm yıl dönümüymüş. "Yazmasam deli olacaktım." dedi bir yerinde. Doğru dedim, öyle yazmıştı. Yıllar yıllar önce okuduğumda. Peki bunu neden bugün yine duyuyordum ben? Neden bugün yine hatırlattın bana? "Yazmasam deli olacaktım."
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...