20 Nisan 2020 Pazartesi

Denis Villeneuve'ün Dune'u deli geliyor

Aylardır takipteyim, Dune filminin haberi geldiğinden beri. Ay mı oldu yıl mı oldu kaybettim hesabını da. En sonunda geçenlerde ilk fotoğraflar geldi. Ve yanıyor. Yerimde duramadım.
İlk fotoğrafta tabiki Paul Atreides'imizi görüyoruz. Henüz Arrakis'e gitmemiş.


Bu fotoğraflarda ise önce Paul ile annesi Jessica, sonra Chani, ardından Atreides hanesine toplu bir bakış var. Ardından Dük Leto'yu ve arkasındaki Gurney Halleck'i görüyoruz. Beşinci fotoğrafta bir fremen kadını var ama spesifik biri miydi emin olamadım. En şahanesi en son, Duncan Idaho. Duncan'ı hiçbir türlü Jason Momoa'nın vücudunda hayat bulmuş olarak hayal edemiyorum ama yine de bu içimden çığlıklar atmama engel değil.





Film için şimdilik 18 Aralık tarihi belirlenmiş durumda ama dünya ne zaman doğrulur yerinden de sinemaya geri dönebiliriz bilmiyorum. (https://www.imdb.com/title/tt1160419)

palpitazione

Saçma sapan bir hafta daha geçirdim. Halbuki evde çok rahatım, evde olabildiğim için çok mutluyum. Ama değilmiş. En azından ailem ve tanıdıklarım ve doktorlar öyle karar verdi.
Bu pazar değil de ondan önceki pazar, gözüme damla damlatırken başım döndü. Artık yıllardır yapıyorum bu damlatma işini kendi başıma, hafiften başı da dönebiliyor insanın, dünyası da. Ama o gün her şey gözümün önünde yan yattı resmen. Kendimi yerde buldum. Zaten öncesindeki bir haftadan beri kalbim çarpıyordu. Anladınız işte ya, normalde iç organlarınızın çalıştığını duymamanız, fark etmemeniz gerekiyor ya, hah işte kalbim son bir haftadır manyakça buradayım ben buradayım diye hoplayıp duruyordu. Bazen olur, çaya abanırım tüm gün, dizi izlerim canım kahve çeker (dizide içiyorlardır), abartırım. Sonra yatağa yatınca kalbim bir süre sallar tümden, ama takılmam, uyurum gider. Bazen olur yani.
O bir hafta boyunca geçmedi bu sefer çarpıntı. Çay bile sürmedim ağzıma. En sonunda o pazar başım da dönünce tansiyonumu ölçtüm. Hayatımda ilk defa yüksek çıktı. Normalde düşüktür, genelde daha da düşünce başım döner. Bu kez yükselmiş görünce nassı yani noluyor lan bana diye bakakaldım. Yine de kafama takmadan devam ettim. Ama gece olan oldu. Uyutmadı. Yatakta haldır huldur kalbimle birlikte sallanıp durdum. Yerinden fırlayacak gibiydi. Tüm göğsüm, sol tarafım, kolum, sırtım her yanım ağrıyordu. Gecenin dördünden en son, dedim herhalde kriz geçiriyorum. Ambulans çağırdım. Tansiyonumu ölçtüler, nabzıma baktılar falan ama normal dediler ambulansta. Hastaneye acile götürdüler. Orada da ölçtüler, ekg diye bir şey çektiler, kan alıp test ettiler. En son çarpıntın yok dedi doktor acildeki. O, onu derken bile sallanıyordum halbuki. İyi peki deyip, tek başıma hastaneden çıktım. Sabah altı. Sokağa çıkma yasağı biteli 6 saat olmuş, ortalık yeni aydınlanıyor. Üstümde eşofmanım, başka bir şey almamışım. Telefonum evde kalmış. Bir anahtarımla cüzdanım. Taksi çağırıp, eve gittim. O sabahki taksici amca da yazık pek konuşkandı, yani insan gibi sohbet etmeye çalışıyordu ama ben öyle bir gece geçirdikten sonra ağzımı açamadığım için kendimi çok kötü hissettim. Kusura bakma amca, inşallah o gün çok kazanmışsındır.
Eve girdim ama artık kaç saattir uykusuzum bilmiyordum. Açtım, midem bulanıyordu, ayakta duramıyordum ama hastaneden geldiğim için tüm her yerim mikrop kaplanmış gibi hissediyordum. O halde kendimi banyoda çitiledim resmen. Bak tamam kalbinde bir şey yokmuş işte, yat uyu diye kendime söylene söylene uyumaya çalıştım ama nafile. Öğlene doğru artık zombi gibiydim. Önceki gün kalktığımdan beri gram uyumamış halde, hala kalbim göğsümü parçalayıp çıkacakmış gibi atarak, midem saatlerdir hiçbir şey yemediği için tamamen bulanma ve başka bir şeyi kabul etmeme halindeyken artık dedim tamam, buraya kadarmış, dibe vurdum.
O dakikadan şu an bu yazıyı yazdığım ana kadar bir dolu uğraştım. Önce eski komşumuz geldi doktora götürdü, sonra annemler çıktı geldi izinle, yine doktorlara, kan testlerimde eksik vitamin bile çıkmadı. Tek tük öksürmeme rağmen boğazımda hiçbir şey yokmuş, tiroidim yokmuş, kanım tamammış falan filan. Ama hala çarpıntıyla dolaşıyorum. Sol tarafım tutulmuş gibi ağrıyor. Kulaklarım uğulduyor. Hakikaten kafayı yemiş olamam değil mi? Ben neler yaşadım da hiçbir seferinde böyle kafamın bozukluğu bedenimi etkilememişti. Çok zayıf olabilirdim bünye olarak, ufak tefek olabilirdim, üflesen yıkılacak gibi olabilirdim ama yine de kafam kuvvetliydi, bedenime söz geçirebiliyordum. Bir Bene Gesserit kadar olmasa da idare ediyordum işte. Artık yapamıyor muyum? Bu çarpıntı bu mu demek oluyor? Kafam da bozuk değil ki. Ne güzel evdeyim, işe gitmiyorum. İstediğim gibi bir o kanepeye bir bu halıya atıyorum kendimi. Yüzümde bir aydır tek bir sivilce bile çıkmadı. Psikolojimde bir sorun yok yani. Ben bunu anlamıyorum. Aha bakın hala atıyor. Şu an kafamda sıcak çikolata mı içsem yoksa muzlu süt mü içsem sorularından başka hiçbir şey yok. Ama bu atıyor manyak gibi.
Böyle işte. 30lu yaşlar zormuş çocuklar.

19 Nisan 2020 Pazar

Zero Assoluto'dan Per Dimenticare

Bazı günler takılıyorum plak gibi. Bu şarkıda. Evin içinde per dimenticaaaarreee diyerek kayıyorum, di te di te di te diye zıplaya zıplaya dolaşıyorum. Yıllar geçiyor, yaşları eskitiyorum ve her yeni günle birlikte biraz daha azalarak yok olduğunu fark edebiliyorum.
Ama işte bazı günler, öyle sebepsiz yere, şarkılar takılıyor. Aşama aşama, aşacağım biliyorum ama şimdilik öfke aşamasındayım, zamanla bu da yok olacak. Bu öfke yok olana kadar sanırım hayatımın girmiş olduğu yoldan, başıma gelen her şeyden onu sorumlu tutmaya devam edeceğim. Hepsi senin suçun işte, bu yarım yamalak ergen kalmış büyüyememiş akıl yaşım, olasılıklar, olasılıklar...Hepsi. Diyerek öfke kusmaya devam edeceğim sanırım. O yüzden de bazı sabahlar bazı rüyalardan uyanıp, tüm gün "io sarei pronto a cambiare vita" diyerek, "se avessi più coraggio quello che io ti direi" diyerek dolaşıyorum.


Neyse, şarkı pek güzeldir bu arada. Dinleyin mutlaka.

11 Nisan 2020 Cumartesi

Xena ile Mitoloji Saati 3 : Hercules:TLJ 112 - The Gauntlet


Ve en sevdiğim Xena hikayelerinden biri ile birlikteyiz: The Gauntlet. Hercules:TLJ'nin 1.sezonunun 12.bölümü, 1 Mayıs 1995'te yayınlanan The Gauntlet hikayesi. Bir Hercules bölümü ama bence tam bir Xena bölümü, yani Xena'nın ilk sezonunun ilk bölümü de olabilirmiş pekala, öyle bir bölüm bu. Bölüme verilen isim, tam olarak anlatıyor durumu aslında, "undergo the military punishment of receiving blows while running between two rows of men with sticks." diye çevirmiş google. Tam olarak da bu şekilde, tv tarihindeki en ikonik sahnelerden birini izliyoruz hikayenin bir noktasında. Xena, o kocaman görkemli savaşçı prenses, kendi adamlarının oluşturduğu bir ceza yolunu yürümeye başlıyor. Ama oraya gelmeden bahsedeceğimiz başka şeyler var.


Hikayemiz Xena ve acımasız ordusu (ordu dediğimiz taş çatlasın 50-60 tane çirkin adam, antik zamanların çapına göre düşünün yani) başka bir köyü daha yağmalamışken başlıyor. Xena yine sert, yine acımasız, diğer bölümde tanıştığımız büyük savaşçı. Ama bu sefer ufak tefek merhamet kırıntıları görüyoruz gözlerinde. O bunu daha çok bir onurlu savaşçı kuralı olarak görüyor. Köyleri yağmalıyorlar, yakıp yıkıyorlar ama Xena bunu daha çok ele geçirmek olarak görüyor, "savaş" olarak görüyor. Bu yüzden kadınlara ve çocuklara dokunmadığını öğreniyoruz. Önceki bölümde bunu görme şansımız olmamıştı, o bölümde erkeklerle karşılaşmıştı hep.
Öte yandan bu hikayede ikinci adamı Darphus, tam bir vahşi. Xena'ya dikleniyor, önüne gelen her köyü yakıp yıkma, çocukları bile yok etme güdüsüyle esiyor gürlüyor. Önlerinde bir harita var. Batıya doğru incelerek uzanan bir burna sahip bir yarımada gibi görünüyor kabaca, buradaki köyleri yağmalayarak kuzeye doğru gideceklerini öğreniyoruz. Açıkçası bu harita ile antik yunan şehirleri haritası arasında bir benzerlik bulamadım.
Neyse, Darphus bir fırsatını bulup, adamlarla birlikte batıdaki bir köye saldırıyor. Dümdüz ediyorlar, tek bir çocuk bile sağ kalmıyor. Sonradan gelen Xena, Darphus tam bir bebeği öldürtecekken engel oluyor. Tabi lan sen kimsin de benim lafımı dinlemiyorsun diye Darphus'a çıkışıyor. Bunun üzerine ikisi arasında kavga çıkıyor ama Darphus, adamları da arkasına alıp, Xena'yı "gauntlet"e sokuyor. Askerler arasında bir cezalandırma şekli bu, iki yana dizilmiş eli sopalı adamların arasından yürümen gerekiyor. Bundan sağ çıkan daha önce olmamışken, Xena üstündeki tüm zırhlardan arındırıldıktan sonra, yürümeye başlıyor. Ve işte o bahsettiğim sahne başlıyor, arkadan o muhteşem müzikle birlikte (Joseph LoDuca'nın bölüm için bestelediği şarkı). Tüylerimiz diken diken, Xena ile birlikte yürüyoruz. Kasılarak başladığı gauntlet'in ortalarında dayak yemeye ve dayak atmaya başlıyor Xena. En son bitiş çizgisine gelmişken düşüyor yere ama yine de kalkıyor ayağa, çünkü o Xena. Ve gauntlet'ten sağ çıkan ilk savaşçı olarak sürgüne gönderiliyor.


Hikayenin diğer yanında ise Hercules'in kuzeni ile tanışıyoruz, Iloran (aynı oyuncu daha sonra pek çok Hercules bölümünde daha yer almıştı, Iolaus'un gençliğini bile oynadı. Ama siz belki Hobbit'in Fili'si olarak göz ucuyla tanıyabilirsiniz). Iloran'ın annesinin yaşadığı Parthus isimli köye saldıracakları için Xena'nın adamları, Hercules ile yola koyuluyorlar. Bu sırada gereksiz Iolaus ortada yok bu bölüm boyunca, nerede bilmiyoruz.
Ayrıca eski dostumuz Salmoneus ile beraberiz bu bölümde. Hercules'in önceki bölümlerinde çokça yer alan Salmoneus daha sonra Xena'da da fazlasıyla görünecek. Cin fikirli, komik bir amcadır kendisi, nitekim Xena'yı eğlendirdiği için yaşamasına izin veriliyor. Xena'nın bu "dönüşüm" hikayesinin de önemli bir parçası oluyor Salmoneus, ondaki iyilik pırıltılarını görüp, herkesi ikna etmeye çalışıyor. Küçükken çok sinir olurdum bu karaktere, öff yine çıktı bu derdim. Artık hiç de öyle görünmüyor gözüme, hikayelere hizmetini anlayabiliyorum. Demek ki insan hakikaten de büyüyebiliyormuş.


Sonunda köyün savunmasında Xena, Hercules ve diğerlerine katılıyor. En son pislik adam Darphus'u da öldürüp, kurtardığı bebeği babasına teslim ederek bir anlamda dark side'dan bu yana geçişini tamamlamış gibi oluyor. Hercules de soruyor bizim gibi "what now?". Ordundan kovuldun, ordun dağıldı, kötü adamı öldürdün, iyilerin yanında durdun, ee peki? Birlikte bakalım mı diyor Xena, Hercules'e. Hımm ne gelecek acaba diyoruz. Ama o noktada Ares hazır. Darphus'u zombi gibi dirilterek, pek kötü bir efektle, win93 ile yapmışız gibi duran bir canavarla birlikte Hercules'in peşine takıyor. Oha resmen tüm bölümü sahne sahne anlattım ya. Ne yaptım ben ya? Hay allahım. Neyse, bu bölümü çok sevmeme verin artık.
Peki bu bölümde mitoloji dersimiz için nelerle karşılaşmış olduk böylece? Öncelikle olaylar "The Warrior Princess" bölümünde geçen yerin baya bir kuzeyinde geçiyor. Çünkü Hercules'den yardım istemeye gelen kuzeni Iloran'ın annesinin Parthus köyünde yaşadığını öğreniyoruz. Xena'nın ordusu da en son o köye saldırıyor. Parthus, antik yunanda gerçekten de yer alan bir yerleşim. Kuzeyde, günümüzde Arnavutluk'un içinde kalıyor. O zamanlar ise Iliyra bölgesi olarak geçen bir yerde. Iliyralı insanların yaşadığı bir yer yani. Bölümde bu bölgeden Parthian Province olarak söz ediliyor ama bu kullanım yanlış. Çünkü "Parthian" olarak daha sonra tarihte yer alacak bölge günümüz İran'ında. Hakikaten de Parthava-Parsia-Persia olarak izini sürebileceğimiz (Britannica'ya göre) şekilde, sonraları Pers İmparatorluğu olacak yer yani. Oysa burada Parthini olarak bahsedilmesi daha doğru bu haritamızdaki yerin.
The Warrior Princess'te aşağıdaki işaretlediğim yerdeydik, bu bölümde yukarıdakinde.
(haritayı Ancient-Greece.Org'dan aldım)

Bölgeden sonra elimizde Iloran, Salmoneus, Spiros (bebeğin kurtarıldığı köyden bir adam-bebeğin babası), Darphus gibi isimler var. Salmoneus mitolojide oldukça önemli bir isim sayılabilir. Soyundan gelenler birçok hikayede karşımıza çıkıyor çünkü. Kendisi ise Thessalia kralı Aeolus'un 7 oğlundan biri. Thessalia dediğim yer bu yukarıdaki haritadaki iki işaretimin tam ortasına denk gelen yerin doğusu oluyor. Hah işte bu mitolojideki Salmoneus, yanına insanları katıp, aşağıya, haritada aşağıya koyduğum işaretin de olduğu yarımadanın güneydoğusunu oluşturan yere iniyor. Buraya Pelopennose deniyor, şimdilerin Mora'sı hani. Burada bir nevi kolonistler gibi yerleşiyorlar, Salmoneus da kral oluyor Salmone ismini verdiği şehre. Ama pek sinir bozucu, egoist bir kral. Aile ağacında bir dolu manyaklık var, oralara girmiyorum. Sadece şeyi diyeyim, Salmoneus'un kardeşi Sisyphus, mitolojide ders dolu hikayesiyle yer alır ve yanlış hatırlamıyorsam Xena bölümlerinde bir yerde bu isme rastlayacağız. Kral Salmoneus bir noktada artık milletten ay ben çok aşırı mükemmelim bana Zeus olarak tapınan falan filan diye isteklerde bulunup, iyice coşunca Zeus da sen misin bana şirk koşan bre kafir diyerek gazabına maruz bırakıyor. Tabi sonrası Tartarus'da (yer altı dünyası gibi bir şey diyelim şimdilik, buna da sonra pek rastlayacağız konuşuruz) sonsuz işkence.
Bölümün sonunda adını duyduğumuz tanrı ise Ares. Vuhuu. Ares. Savaş tanrısı. Tanrıların kralı ve kraliçesi, Zeus ile Hera'nın oğlu. Daha sonra özellikle Xena'nın sezonlar süren hikayesinde olaylara yön veren, ortalığı karıştıran, saç baş yoldurtan ama yine de Kevin Smith'in (allah rahmet eylesin diyelim) öyle mükemmel canlandırmasından ötürü bir türlü çek git diyemediğimiz Ares. Mitolojide koca bir kitabı doldurabilecek hikayeleriyle oku oku bitmeyen Ares, savaşın, kana susamışlığın, kavganın, cesaretin tanrısı. Yunan sanatında genellikle sakallı yetişkin bir adam ya da sakalsız genç bir adam olarak betimleniyor. Ama her zaman hep bir böyle savaşa hazır halde görünen miğferi olur. Ona özgü hayvanı ise yılan, bilmem bu size bir şey çağrıştırdı mı?
Neyse bu ders kendime engel olmazsam bitmeyecek. O yüzden bunu burada kesiyoruz. Önümüzde daha bir dolu ders var çünkü.

8 Nisan 2020 Çarşamba

Xena ile Mitoloji Saati 2 : Hercules:TLJ 109 - The Warrior Princess

Mitoloji dersimizin bu ikinci saatinde tam olarak Xena ile tanıştığımız Hercules:TLJ bölümünü ele alıyoruz. 13 Mart 1995'te yayınlanan, ilk sezonun 9.bölümü olan The Warrior Princess. Önce tabiki bölümde neler izlediğimize  bakacağız.
Dersin ilk saatindeki tv filminden sonra bunun gibi 4 film ve 8 tane de tv dizisi bölümü boyunca anlatılan Hercules ve Iolaus'un macerları hakkında bir fikrimiz yok. Bu bölümün hikayesi iki kafadarın gayet üstsüz ve hafiften terlemiş kararmış ama kasları tüm görkemleriyle gözümüze gözümüze sokulurken, kılıç (ya da hançer bilemiyorum ikisi ortasında bir boya sahip bir şeydi, herhalde Iolaus'un boyuna uygun kılıç) dövmeleriyle başlıyor (resmen kendimi Feriştah gibi oturmuş Mükremin'e fantazi anlatıyor gibi hissettim). Bu noktada alttan mesaj beynimize işliyor tabi, kılıç yaparken üstünü mutlaka çıkarman gerek. Neyse kankalıklarını pekiştiren bu sahnelerden sonra Iolaus'un ilk hikayede izlediğimiz evlenme macerasına ne olduğunu merak ediyoruz, çünkü eski bir tanıdığının evlenmiş olmasına ve bu dişiyi de kaçırmış olmasına hayıflanıyor. İlerleyen dakikalarda Hercules'in de karısı ve çocuklarını Hera yüzünden kaybettiğini öğreniyoruz.
Ve daha 3.dakikada savaşçı prensesimiz sahneye adım atıyor. Önce kendi halinde, kuyudan su almaya gelmiş bir kadın imajı çizerken, birden etrafındaki adamlar saldırmaya başlıyor. O da hepsini haklıyor tabi. Öğreniyoruz ki kendi savaşçılarıyla böyle fantazi antrenmanlar yapıyor prenses. Ve tek bir amacı var, Hercules'i bulup öldürmek. Buna niye kafayı taktığının altını pek doldurmaya çalışmamış hikaye ama herhalde Zeus'un oğlunu öldürüp, yenilmez olduğunu kanıtlamak ve dünyayı ele geçirmek istiyordur diyoruz.
Bu noktadan sonra Xena adım adım hain planını uygulamaya koyuyor. Bu tanıştığımız Xena istediğini elde etmek için her türlü yolu ve imkanı kullanan bir karakter, yalanın iftiranın bini bin para, acıması sıfır, kana susamış, acayip rol yapıyor ve her şeyi herkesi feda edebiliyor. Planı basitçe bizim gereksiz Iolaus'u kendine aşık edip, Hercules'le ikisini birbirine kırdırmak. Zaten bölüm boyunca çok yalnızım çok yalnızım diye Ted Mosby gibi dolanan Iolaus direkt kanıyor Xena'ya. İlmek ilmek işliyor bu egoist bücürün aklını Xena. Sonunda birbirine giriyor tabi kankalar. Xena ve adamlarının ortasında dövüşe tutuşuyorlar. Ama gözü o kadar dönmüş Iolaus'u konuşarak falan filan inandırmıyor Hercules. Birkaç dakika kıyasıya dövüşüyorlar, sonunda off doğru haklısın be kanka oluyor Iolaus ve sırt sırta verip, düşmana girişiyorlar. Sonraki 10 dakika hayatınızın en salak saçma dövüş sekansını izleyebilirsiniz. Hercules bir yanda bu sürenin tamamını sırtına enlemesine bir adamı almış olarak, etrafındakilere adamın bacakları ve kafasını savurarak geçirirken; Iolaus genelde adamlara sarılıp, yerde debelenmeyi seçiyor. En son hatta bir adam Iolaus'u bir atın sırtına yatırdı, at alabildiğine sakin öylece dururken ve Iolaus da sırt masajına gelmiş gibi uzanırken adam her iki saniyede bir pat pat diye Iolaus'un sol böbreğine yumruk savuruyordu. Küçükken bunları görmüyormuşum demek ki.
Tabi tüm adamlarının teker teker bu iki kafadar tarafından dövüldüğünü gören Xena bir dahaki sefere der gibi hıyaaa'layarak atını sürüp, uzaklaşıyor. Halbuki bizim bildiğimiz, sonra kendi dizisinde tanıyacağımız Xena hiçbir türlü bir kavgadan kaçmazdı diye düşünüyoruz. Bunu kötülüğüne veriyoruz önce, çünkü biliyoruz ki hep kötüler kaçar. Oysa Xena daha ilk karşılaştıklarında - benim de o yaşta duyduktan sonra tüm hayatım boyunca şaşmadan uygulayacağım - Gabriel'e ne tavsiye etmişti nasıl savaşçı olunacağına dair? Kaç. Tek kişiyse şaşırt kaç. İki kişiyse birbirine düşür ve yine kaç. Ve bu bölümdeki hikayemizde daha sonra binlerce kez duyacağımız ve tüylerimizi diken diken eden melodisi eşliğinde Xena enginliklere doğru atını sürüyor, daha sonra karşılaşacağımızdan emin bir halde.
Bu hikayede Xena ile tanıştığımızda etrafındaki eciş bücüş savaşçı-askerleri-erkekler ile birlikte, yıkık dökük, plastikten kalemsi gibi bir yerde yaşarken görüyoruz. O çok iyi bildiğimiz siyahlı metalli giysisi tam yok henüz, metallerin içinde ara ara görünüyor. Ve onun için de bizim için de pek önemli olan yoldaşı, atı Argo da henüz yok gibi. Çünkü sinsi planının parçası olarak bindiği atın bacağına vuruyor Xena. Oysa Argo'ya hayatta böyle birşey yapmaz. Geçmişine dair tek öğrendiğimiz babası ve 3 erkek kardeşinin savaşta öldüğü. Iolaus'u kandırırken söylüyor bunu ama belki de söylediği tek doğru şey olabileceğini anlıyoruz. Ve Xena'yı bu hale dönüştüren şeylerin ufak bir ipucunu görmüş oluyoruz, ben onlar gibi olmayacağım diyor Xena.
Peki mitoloji dersimize hangi konuları veriyor bu bölüm? Xena'nın iki sadık adamının ismi var: Theodorus ve Estragon. Mitolojide ikisine de rastlamıyoruz. Gerçi MÖ 1.yy.da yaşamış bir Cyreneli Theodorus'umuz var, matematikçi ve filozof. Iolaus'un evlenmiş eski tanıdığının (flörtü işte amaan) ismi Syreena. Bu isim Star Wars'çulara tanıdık gelmiştir ama tabi yine bizim mitoloji dünyamızda yok. Xena'nın savaş lordu diye kandırdığı ihtiyar çiftçi Petrakis. Ki bu isim de bir Yunan ismi olarak çok bilindik olsa da mitolojide bulamıyoruz.
Ve Arcadia'yı ele geçirmeye çalıştığını öğreniyoruz Xena'nın. Bu durumda Hercules ile Iolaus'un köyünün Arcadia denilen bölgede ya da yakınında olduğunu anlıyoruz. Arcadia, Antik Yunan'daki Peloponnese bölgesinde, şimdiki Yunanistan'ın güneyine denk gelen bir yer. Mora Yarımadası olarak geçen kısmın hemen hemen ortasına denk geliyor, dağlık bir yer. Tanrı Pan'ın ve Tanrı Hermes'in memleketi. Pan yabanın, çobanların, dağlık vahşi doğanın, avlanmanın tanrısı. Hermes de diğer pek çok özelliğinin yanında gezginlerin tanrısı olduğu için bu bölge ile ilişkilendirilmesi normal. Anlayacağınız burası böyle İskoçya yaylaları ile Orta Avrupa ormanlarının karışımı bir yer. O sebeple de Yeni Zelanda'da çekilmesi çok yerinde olmuş. Bir yandan da tabi bu yemyeşil dağlar, ulu ormanlarla özdeşleşmiş bir bölge olduğundan mitolojide de, daha sonrasında popüler kültürde de yer edinmiş olması anlaşılabilir görünüyor. Arcadia ismini taşıyan milyonlarca şey var şu an dünyamızda, yerden tutun şirkete, her şeye ismi verilmiş.
Arcadia'ya bu ismin verilmiş olmasının sebebi ise mitolojideki ilk kralı Arcas. Arcas, Zeus ile Callisto'nun oğlu. Zeus'u tanıyoruz. Callisto ise Artemis'in perilerinden biri (ben şimdi nymph'i nasıl çevireyim başka? Gerçi google nemf olarak çevirdi ama hani biz peri diyelim). Artemis'i de biliyoruz, kısaca böyle tam bir karizma abidesi tanrıçadır kendisi diyeyim ben (evet en sevdiğim o). Avcıların, doğanın ve gece göğünün ayının tanrıçası. Ve ayrıca bir özelliği daha var Artemis'in, bakire genç kızların da tanrıçası. Artemis'in takipçileri bu yüzden hayat boyu öyle kalacaklarına yemin eden kadınlardan oluşur gibi bir şey. İşte perimiz Callisto da onlardan biri. Ama bizim kart zampara Zeus ona da göz koyuyor. Artemis kılığına bürünüp, peşine düşüyor Callisto'nun. Hamile kalınca da Artemis git gözüm görmesin seni diyor (yanlış yaptın burada Artemis, hepsi Zeus'un suçu sonuçta). Tabi tüm o fışkı yemelerine rağmen bir türlü Zeus'tan ayrılmayan Hera da Callisto'yu suçlayıp, cezalandırmaya girişiyor. Callisto'yu ayıya çeviriyor. Ayı şeklinde Arcadia'nın ormanlarında dolanan Callisto'yu, büyüyüp çok iyi bir avcı olan oğlu Arcas da bilmeden avlıyor. Tabi mitoloji bu kadar trajediye dayanamıyor. Artemis araya giriyor ve oğlu annesini öldürmüş olmasın diye, Callisto'yu ve Arcas'ı gökyüzündeki yıldızların arasına katıyor. Ve bildiğimiz Ursa Major ile Ursa Minor (yani işte büyük ayı küçük ayı var ya onlar) takımyıldızı olarak lacivert gece göğünden bize bakıyorlar.
Pek sevdiğim Rubens'in 1635'te yaptığı Diana ve Callisto isimli resmi. Rubens tam olarak o meşhur yıkanma sahnesini resmetmiş. Artemis'in (tabi burada Diana diyoruz) diğer perileriyle birlikte yıkanırken Callisto'nun hamile olduğunun ortaya çıkışı. Sağda giysilerini örtmeye çalışan Callisto, en soldaki kafasının tepesinde minicik bir hilal olan da Artemis.
(kaynağımız Museo del Prado)
Bu da Titian'ın 1556 tarihli Diana ve Callisto'su. Yine aynı meşhur sahneyi görüyoruz.
(kaynağımız National Gallery)
Bu Callisto ismini daha sonra Xena bölümlerine daldığımızda çok duyacağız, pek uğraşacağız ama o karakterin bu perimizle bir alakası olmayacak. 

4 Nisan 2020 Cumartesi

When times are tough

En son 26 martta görüşmüşüz. Ertesi günü boğazım acımaya başladı. Yataktan kalktığımda sabah, her yerim ağrıyordu. Tüm çocukluğumu ateşlenip, şişmiş boğazımla yatakta baygın yatarak geçirdiğim için ateşlenmeye başlamanın ilk ipuçlarını çok iyi biliyorum, hissediyorum. Baktım ateşim geliyor. Bir koşu gidip eczaneden ateş ölçerle vitamin aldım geldim. Evdeki ağrı kesici-ateş düşürücüden de içtim hemen. Saat başı ateşimi ölçerek, beş dakikada bir su, çay, ıhlamur, sıcak süt içerek geçirdim o haftasonunu. Pazartesisine işe gitme sırası bendeydi, mesaj atıp söyledim ben böyleyim gitmiyorum diye. Salı günü ağrılarım geçti, ayakta dolanabilir hale geldim ama boğazım hala acıyordu. Geçen cumadan düne kadar böyle her dakikam acaba hastalığı mı kaptım, acaba üşüttüm mü, yarın sabah uyandığımda öksürecek miyim, lan birden ateşim iyice yükselir mi telefon bile edemeyecek hale gelir miyim, gelirsem ne yaparım aman yarabbi evde tek başımayım...diyerek geçti. 184'ü falan aradım hani ne olur ne olmaz diye. Orada da makine çıkıyor, soru soruyor. Sorulara verdiğim cevaplara göre belirtilerimde bir artma olursa yine arayacakmışım, öyle dedi kapattı. Ama her gece kalbim yerinden fırlayarak uyudum.
Dün tam da azıcık iyi miyim acaba diye evi temizlemeye başlamıştım. Bir yandan da üstüme bir güven geldi, lahmacun yapayım kendime dedim. Sabah da bir yulafla sütle geçiştirdim kahvaltıyı, ee o kadar güveniyorum ki kendime Dayı'daki 3 lahmacun gömüyormuşum gibi olacak öyle hayal ediyorum. Lahmacunu hazırlamam pişirmem bir yandan lavabo klozet ovmam akşamı buldu. Saat dörde gelmişti ki ben ancak oturdum yemeye. Tabi her şeyi aşırı pişirme manyaklığımdan lahmacunlar çıtırlıktan taşlığa geçmişti. Yine de yemeye başladım. Çatır çutur yiyorum. Azı dişlerimden bir tanesi acayip acıdı. Bir acıdı, iki acıdı, hep de sert kısım oraya denk geliyordu. Ama gerizekalının önde gideniyim ya, yemeye devam ettim. Ve çatırt! Kırıldı. İçi yüzyıllar önce dolgu yapılmış olan, yanıbaşındaki azı dişi lisede yüzümün bir yanını balon gibi şişirdikten sonra çekilmişken, dişin bir tarafı çat gitti. Evin yarısı çamaşır suyuna bulanmış, süpürge orada, bezler şurada, ben baştan ayağa unla kaplanmış, her yer, her yanım soğan sarımsak kokuyor...ve dişin yarısı elimde. Olduğum yere çöküp ağlamaya başladım. Tamam her şeye şükrediyorum, evde durabiliyorum (en azından iş yerinden çağrılana kadar), maaşım yatıyor, aç değilim açıkta değilim, aileme bir şey olmadı. Tamam ama bazen çok zor. Her şey çok zor geliyor bir anda. Ocaktaki süt taşıyor, bulaşık makinesinin borusu su sızdırıyor, dolapların altı su oluyor, karnımı doyurmak için tüm gün yemek yapmaya uğraşıyorum ve sonunda yine yarı aç kalıyorum. Bazen her şeyle uğraşmak çok zor oluyor. Borunun birleşim yerini aletlerle sıkmaya çalıştım ama contada sorun var herhalde, olmadı. Neden yapıyorum ben bunu, neden halledemiyorum diye oturup ona da ağlıyorum. Zaten dünya etrafımızda yok olup gidiyormuş geliyor, her gün panik içindeyim. Çöpü atmaya çıktığımda veya bakkaldan bir şey almak zorunda kaldığımda, kargo geldiğinde falan nükleer atığa maruz kalmışım gibi her şeyi ve kendimi temizlemekten öldürecek gibi oluyorum. Bunların üstüne de dişçiye gitmek zorunda kalmak...Bıktım dedim ya. Vallaha billaha. Bıktım artık. (Neyse bugün gittim dişçiye, oldu dişim, şu an hala uyuşuk yüzüm ama umuyorum ağrımayacak ya da sızlamayacak. Ama o kadar alet girdi ağzıma, dişçinin eldivenli de olsa eli girdi. Off bilmiyorum, bugünden itibaren 14 gün sayalım mı o zaman? Off vallahi nasıl normale döneceğiz? Normal diye bir şey olacak mı?)
Böyle yazdıklarımı okuyunca bir tam açıklayamamışım gibi geldi. Şımarıklık yapıyormuşum gibi görünüyor. Ama öyle değil. Her şeyim var, her şeyim yerli yerinde falan ama bazen tüm bu herşeyin, olan bitenin ortasında insan çok fazla tek başına hissedebiliyor. Normalde yalnız olmak, kendi kendime olmak sevdiğim bir şey, tercih ettiğim bir şey. Ama böyle bir zamanda, bu gibi zamanlarda, bazen üstüme çöküveriyor. Her şeyi tek başıma halletmem gerektiği, her şeyle tek başıma başa çıkmam gerektiği, her an her dakika tek çözüm olarak kendime sahip olduğum gerçeği üstüme çörekleniveriyor. Eziliyorum bazen. Çoğu zaman insana kendiyle gurur duydurtan bu kendi kendine halledebiliyor olma hissi, böyle zamanlarda omuzlarını göçerten bir tuğla yığınına dönüşüyor. En ufak bir durumda bile yeter artık diye bağırıyor hale geliyorsunuz, ortada hiçbir şey yokken. Çünkü aslında o ana kadar her şey üstünüze çökmüş oluyor. Neyse.
Panik içinde evin içinde dolanmadığım, iş yerinden gelen bitmek bilmeyen telefonlardan ve maillerden kurtulabildiğim zamanlarda 5-6 bölüm Versailles izledim. Çünkü aylardır herhalde bir kitap okuyorum, Vonda McIntyre'ın Güneş ve Ay kitabı. O kitap Fransa Kralı IVX.Louis'nin 50li yaşları zamanında Versay'da geçiyor. Dizi de aynı kralın 28 yaşından başlıyor. Ama devam edemedim sonra, çok geriyor insanı ya. Hep bir gerginlik hep bir trip (İngilizce değil:D). (https://www.imdb.com/title/tt3830558/)
Sonra The English Game'e başladım. 3 bölüm de ondan izledim, baya iyi, tam benlik hatta. 1879'da Britanya, futbol, zengin asiller, fakir işçi sınıfı, yağmurlu hava...Ona devam edeceğim de hdmi bozuldu. Off ya gene bir şey bozuldu evin içinde ve ben düzeltemiyorum. (https://www.imdb.com/title/tt8403664/)
Neyse o arada X-Men:Dark Phoenix'i izledim. Bu kadar anlamsız başka filmler izlemiştim elbet ama bu seriden bu anlamsızlığı beklemiyordum. Çöp olmuş. (https://www.imdb.com/title/tt6565702/)
Sonra Hobbs&Shaw'u izledim. Kafa karışıklığı. Aman başka film yapmaya fırsatımız olmazsa diye, akıllarına ne gelirse, canları ne katmak isterse hepsini tek bir filme sokuşturmuşlar. Fast&Furious'ların verdiği duygunun onda birini veremeden, onların on katı aksiyonu vermeye çabalayarak kocaman bir kafa karışıklığı çıkarmışlar ortaya. Hiç kusura bakma Dwayne abi, bazen yapamıyorsun işte.(https://www.imdb.com/title/tt6806448/)
Az önce de kabloludaki sinema kanallarından birinde Kung Fu Yoga diye bir filme denk geldim, şimdi bitti. Jackie Chan'i görünce direkt durdum, ne yaparsa izlerim, dünya gözüyle bir görüp de sarılasım var ama bu dünyada artık öyle şeyler olmayacak. Geçen NG'de belgeselde vardı, onu da izlemiştim. Tüm Çin'i dolaşıp, köylerde kasabalarda durup, çöplerden geri dönüşümle mozaik, kaplama taşı falan üretebilen çevre dostu bir kamyon-cihaz yaptırmış, onu gösteriyordu belgesel. Ne diyordum? Ha az önceki film. Jackie dayım Çin'de çok iyi bir arkeoloji profesörü. Hindistan'dan bir arkeolog abla geliyor, elinde eski bir hazinenin haritası. MS 647'de Hintli bir generalin Çin'deki Tang Hanedanı'na gelirken aradaki sınırdaki dağlarda, mağaralarda kalan ipucusunun peşine düşüyorlar. Tabi hazinenin peşinde kötü adamlar da var falan. Hint ve Çin kültürleri karmaşası içinde, pek kötüydü be film. Filmin tek iyi yeri, en sonda tüm ekibin, oyuncuların o meşhur Hint filmleri danslarını yapmaya başlamasıydı. Bir 10 dakika temiz dans ettiler, Jackie dayım Hint dansı yaparken yani.(https://www.imdb.com/title/tt4217392/)
Bu arada belgesel dedim ya bu evde durabilme işi bu açıdan da iyi oldu. National Geographic'teki izlemek istediğim belgeselleri izleyebiliyorum böylece. Açıp önce web sitesinden haftalık yayın akışına bakıp, notlarımı alıyorum, ne gün hangi saatte hangisini izlemek istiyorum diye. Sonra her gün sabah kalkınca notlarıma bakıp, ona göre müsait olursam izliyorum. Böyle böyle bu hafta 4 şahane belgesel izledim.
1. Nazca Gizemleri - The Last Secrets of The Nasca (NG)
2. Cordoba'nın Yeraltı Gizemleri - Mysteries of The Underworld Cordoba (NG)
3. Hitler'i Kandıran Kral (NG, IMDb)
4. Hitler'in Genç Askerleri (NG)
Evet hep tarih/arkeolojiyle ilgili şeyler izledim. Tamam doğal yaşam güzel, dünya güzel, doğa ana güzel falan ama onlar öyle kendi hallerinde takılabilirler. Öyle bir daha serengetinin vahşi düzlüklerini, amazonun balta girmemiş ormanlarını, av peşinde uçan çitaları falan izlemem gerekmiyor, sağ salim olduklarını bileyim yeter. Yalnız bu izlediklerim çok iyiydi. Ya da ben artık o kadar zamandır izleyemiyordum ki belgesel, onun açlığı içindeyim. 
Saat dokuz buçuk. Yüzümün uyuşukluğu tam geçmedi. Ve açım. Ama halihazırda yemek yok. Sütlaç çekti canım ama kim bilir kaç saatte yaparım. Neyse kalkıp ekmekle peynire talim. En azından ekmeğim var. Ama habire saçım kafam kaşınıyor. Daha dün yıkadım ama bugün dışarı çıktım geldim ya, kafamı saçlarımı bit kuyusuna daldırmışım gibi hissediyorum. İnsan kendinden tiksiniyor artık ya. Off.
"When a new day begins, dare to smile gratefully.
When there is darkness, dare to be the first to shine a light.
When there is injustice, dare to be the first to condemn it.
When something seems difficult, dare to do it anyway.
When life seems to beat you down, dare to fight back.
When there seems to be no hope, dare to find some.
When you’re feeling tired, dare to keep going.
When times are tough, dare to be tougher.
When love hurts you, dare to love again.
When someone is hurting, dare to help them heal.
When another is lost, dare to help them find the way.
When a friend falls, dare to be the first to extend a hand.
When you cross paths with another, dare to make them smile.
When you feel great, dare to help someone else feel great too.
When the day has ended, dare to feel as you’ve done your best.
Dare to be the best you can –
At all times, Dare to be!”

Hadi öyle olsun.

26 Mart 2020 Perşembe

Jane Austen ve kardeşi Cassandra ile Regency Modası

Başlık biraz fazla "promising" oldu ama heyecanıma verin artık. Crows Eye Productions'ın youtube kanalı var ya hani (şurada), oradaki getting dressed videolarını resmen on dört gözle bekliyorum. Saplantı derecesinde sevdiğim birkaç şeyi bir araya getiren videolar yapıyorlar çünkü. Bir, tarih. İki, geçmiş dönem giyinişi (modası demek istemedim ya, sevmiyorum öyle moda falan). Üç, bunları böyle sadece anlatmakla kalmayıp, kanlı canlı gösteriyor olması. Bu sefer de en son videoda Jane Austen'a uçtular ki şu günlerde azıcık da olsa mesut oldum sevgili kayıp çocuklar.
Gerçi üzerine geçirdiği her bir katmanla beni oturduğum yerde afakanlar bastı ama olsun.


Bu arada Jane ile ilgili bir dolu bir şeyler biriktirmiştim gördükçe, size de gösteririm diye ama bir türlü yazamadım. Neyse şurada bir yerde, yer imlerinde falan olacaklardı.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...