4 Nisan 2020 Cumartesi

When times are tough

En son 26 martta görüşmüşüz. Ertesi günü boğazım acımaya başladı. Yataktan kalktığımda sabah, her yerim ağrıyordu. Tüm çocukluğumu ateşlenip, şişmiş boğazımla yatakta baygın yatarak geçirdiğim için ateşlenmeye başlamanın ilk ipuçlarını çok iyi biliyorum, hissediyorum. Baktım ateşim geliyor. Bir koşu gidip eczaneden ateş ölçerle vitamin aldım geldim. Evdeki ağrı kesici-ateş düşürücüden de içtim hemen. Saat başı ateşimi ölçerek, beş dakikada bir su, çay, ıhlamur, sıcak süt içerek geçirdim o haftasonunu. Pazartesisine işe gitme sırası bendeydi, mesaj atıp söyledim ben böyleyim gitmiyorum diye. Salı günü ağrılarım geçti, ayakta dolanabilir hale geldim ama boğazım hala acıyordu. Geçen cumadan düne kadar böyle her dakikam acaba hastalığı mı kaptım, acaba üşüttüm mü, yarın sabah uyandığımda öksürecek miyim, lan birden ateşim iyice yükselir mi telefon bile edemeyecek hale gelir miyim, gelirsem ne yaparım aman yarabbi evde tek başımayım...diyerek geçti. 184'ü falan aradım hani ne olur ne olmaz diye. Orada da makine çıkıyor, soru soruyor. Sorulara verdiğim cevaplara göre belirtilerimde bir artma olursa yine arayacakmışım, öyle dedi kapattı. Ama her gece kalbim yerinden fırlayarak uyudum.
Dün tam da azıcık iyi miyim acaba diye evi temizlemeye başlamıştım. Bir yandan da üstüme bir güven geldi, lahmacun yapayım kendime dedim. Sabah da bir yulafla sütle geçiştirdim kahvaltıyı, ee o kadar güveniyorum ki kendime Dayı'daki 3 lahmacun gömüyormuşum gibi olacak öyle hayal ediyorum. Lahmacunu hazırlamam pişirmem bir yandan lavabo klozet ovmam akşamı buldu. Saat dörde gelmişti ki ben ancak oturdum yemeye. Tabi her şeyi aşırı pişirme manyaklığımdan lahmacunlar çıtırlıktan taşlığa geçmişti. Yine de yemeye başladım. Çatır çutur yiyorum. Azı dişlerimden bir tanesi acayip acıdı. Bir acıdı, iki acıdı, hep de sert kısım oraya denk geliyordu. Ama gerizekalının önde gideniyim ya, yemeye devam ettim. Ve çatırt! Kırıldı. İçi yüzyıllar önce dolgu yapılmış olan, yanıbaşındaki azı dişi lisede yüzümün bir yanını balon gibi şişirdikten sonra çekilmişken, dişin bir tarafı çat gitti. Evin yarısı çamaşır suyuna bulanmış, süpürge orada, bezler şurada, ben baştan ayağa unla kaplanmış, her yer, her yanım soğan sarımsak kokuyor...ve dişin yarısı elimde. Olduğum yere çöküp ağlamaya başladım. Tamam her şeye şükrediyorum, evde durabiliyorum (en azından iş yerinden çağrılana kadar), maaşım yatıyor, aç değilim açıkta değilim, aileme bir şey olmadı. Tamam ama bazen çok zor. Her şey çok zor geliyor bir anda. Ocaktaki süt taşıyor, bulaşık makinesinin borusu su sızdırıyor, dolapların altı su oluyor, karnımı doyurmak için tüm gün yemek yapmaya uğraşıyorum ve sonunda yine yarı aç kalıyorum. Bazen her şeyle uğraşmak çok zor oluyor. Borunun birleşim yerini aletlerle sıkmaya çalıştım ama contada sorun var herhalde, olmadı. Neden yapıyorum ben bunu, neden halledemiyorum diye oturup ona da ağlıyorum. Zaten dünya etrafımızda yok olup gidiyormuş geliyor, her gün panik içindeyim. Çöpü atmaya çıktığımda veya bakkaldan bir şey almak zorunda kaldığımda, kargo geldiğinde falan nükleer atığa maruz kalmışım gibi her şeyi ve kendimi temizlemekten öldürecek gibi oluyorum. Bunların üstüne de dişçiye gitmek zorunda kalmak...Bıktım dedim ya. Vallaha billaha. Bıktım artık. (Neyse bugün gittim dişçiye, oldu dişim, şu an hala uyuşuk yüzüm ama umuyorum ağrımayacak ya da sızlamayacak. Ama o kadar alet girdi ağzıma, dişçinin eldivenli de olsa eli girdi. Off bilmiyorum, bugünden itibaren 14 gün sayalım mı o zaman? Off vallahi nasıl normale döneceğiz? Normal diye bir şey olacak mı?)
Böyle yazdıklarımı okuyunca bir tam açıklayamamışım gibi geldi. Şımarıklık yapıyormuşum gibi görünüyor. Ama öyle değil. Her şeyim var, her şeyim yerli yerinde falan ama bazen tüm bu herşeyin, olan bitenin ortasında insan çok fazla tek başına hissedebiliyor. Normalde yalnız olmak, kendi kendime olmak sevdiğim bir şey, tercih ettiğim bir şey. Ama böyle bir zamanda, bu gibi zamanlarda, bazen üstüme çöküveriyor. Her şeyi tek başıma halletmem gerektiği, her şeyle tek başıma başa çıkmam gerektiği, her an her dakika tek çözüm olarak kendime sahip olduğum gerçeği üstüme çörekleniveriyor. Eziliyorum bazen. Çoğu zaman insana kendiyle gurur duydurtan bu kendi kendine halledebiliyor olma hissi, böyle zamanlarda omuzlarını göçerten bir tuğla yığınına dönüşüyor. En ufak bir durumda bile yeter artık diye bağırıyor hale geliyorsunuz, ortada hiçbir şey yokken. Çünkü aslında o ana kadar her şey üstünüze çökmüş oluyor. Neyse.
Panik içinde evin içinde dolanmadığım, iş yerinden gelen bitmek bilmeyen telefonlardan ve maillerden kurtulabildiğim zamanlarda 5-6 bölüm Versailles izledim. Çünkü aylardır herhalde bir kitap okuyorum, Vonda McIntyre'ın Güneş ve Ay kitabı. O kitap Fransa Kralı IVX.Louis'nin 50li yaşları zamanında Versay'da geçiyor. Dizi de aynı kralın 28 yaşından başlıyor. Ama devam edemedim sonra, çok geriyor insanı ya. Hep bir gerginlik hep bir trip (İngilizce değil:D). (https://www.imdb.com/title/tt3830558/)
Sonra The English Game'e başladım. 3 bölüm de ondan izledim, baya iyi, tam benlik hatta. 1879'da Britanya, futbol, zengin asiller, fakir işçi sınıfı, yağmurlu hava...Ona devam edeceğim de hdmi bozuldu. Off ya gene bir şey bozuldu evin içinde ve ben düzeltemiyorum. (https://www.imdb.com/title/tt8403664/)
Neyse o arada X-Men:Dark Phoenix'i izledim. Bu kadar anlamsız başka filmler izlemiştim elbet ama bu seriden bu anlamsızlığı beklemiyordum. Çöp olmuş. (https://www.imdb.com/title/tt6565702/)
Sonra Hobbs&Shaw'u izledim. Kafa karışıklığı. Aman başka film yapmaya fırsatımız olmazsa diye, akıllarına ne gelirse, canları ne katmak isterse hepsini tek bir filme sokuşturmuşlar. Fast&Furious'ların verdiği duygunun onda birini veremeden, onların on katı aksiyonu vermeye çabalayarak kocaman bir kafa karışıklığı çıkarmışlar ortaya. Hiç kusura bakma Dwayne abi, bazen yapamıyorsun işte.(https://www.imdb.com/title/tt6806448/)
Az önce de kabloludaki sinema kanallarından birinde Kung Fu Yoga diye bir filme denk geldim, şimdi bitti. Jackie Chan'i görünce direkt durdum, ne yaparsa izlerim, dünya gözüyle bir görüp de sarılasım var ama bu dünyada artık öyle şeyler olmayacak. Geçen NG'de belgeselde vardı, onu da izlemiştim. Tüm Çin'i dolaşıp, köylerde kasabalarda durup, çöplerden geri dönüşümle mozaik, kaplama taşı falan üretebilen çevre dostu bir kamyon-cihaz yaptırmış, onu gösteriyordu belgesel. Ne diyordum? Ha az önceki film. Jackie dayım Çin'de çok iyi bir arkeoloji profesörü. Hindistan'dan bir arkeolog abla geliyor, elinde eski bir hazinenin haritası. MS 647'de Hintli bir generalin Çin'deki Tang Hanedanı'na gelirken aradaki sınırdaki dağlarda, mağaralarda kalan ipucusunun peşine düşüyorlar. Tabi hazinenin peşinde kötü adamlar da var falan. Hint ve Çin kültürleri karmaşası içinde, pek kötüydü be film. Filmin tek iyi yeri, en sonda tüm ekibin, oyuncuların o meşhur Hint filmleri danslarını yapmaya başlamasıydı. Bir 10 dakika temiz dans ettiler, Jackie dayım Hint dansı yaparken yani.(https://www.imdb.com/title/tt4217392/)
Bu arada belgesel dedim ya bu evde durabilme işi bu açıdan da iyi oldu. National Geographic'teki izlemek istediğim belgeselleri izleyebiliyorum böylece. Açıp önce web sitesinden haftalık yayın akışına bakıp, notlarımı alıyorum, ne gün hangi saatte hangisini izlemek istiyorum diye. Sonra her gün sabah kalkınca notlarıma bakıp, ona göre müsait olursam izliyorum. Böyle böyle bu hafta 4 şahane belgesel izledim.
1. Nazca Gizemleri - The Last Secrets of The Nasca (NG)
2. Cordoba'nın Yeraltı Gizemleri - Mysteries of The Underworld Cordoba (NG)
3. Hitler'i Kandıran Kral (NG, IMDb)
4. Hitler'in Genç Askerleri (NG)
Evet hep tarih/arkeolojiyle ilgili şeyler izledim. Tamam doğal yaşam güzel, dünya güzel, doğa ana güzel falan ama onlar öyle kendi hallerinde takılabilirler. Öyle bir daha serengetinin vahşi düzlüklerini, amazonun balta girmemiş ormanlarını, av peşinde uçan çitaları falan izlemem gerekmiyor, sağ salim olduklarını bileyim yeter. Yalnız bu izlediklerim çok iyiydi. Ya da ben artık o kadar zamandır izleyemiyordum ki belgesel, onun açlığı içindeyim. 
Saat dokuz buçuk. Yüzümün uyuşukluğu tam geçmedi. Ve açım. Ama halihazırda yemek yok. Sütlaç çekti canım ama kim bilir kaç saatte yaparım. Neyse kalkıp ekmekle peynire talim. En azından ekmeğim var. Ama habire saçım kafam kaşınıyor. Daha dün yıkadım ama bugün dışarı çıktım geldim ya, kafamı saçlarımı bit kuyusuna daldırmışım gibi hissediyorum. İnsan kendinden tiksiniyor artık ya. Off.
"When a new day begins, dare to smile gratefully.
When there is darkness, dare to be the first to shine a light.
When there is injustice, dare to be the first to condemn it.
When something seems difficult, dare to do it anyway.
When life seems to beat you down, dare to fight back.
When there seems to be no hope, dare to find some.
When you’re feeling tired, dare to keep going.
When times are tough, dare to be tougher.
When love hurts you, dare to love again.
When someone is hurting, dare to help them heal.
When another is lost, dare to help them find the way.
When a friend falls, dare to be the first to extend a hand.
When you cross paths with another, dare to make them smile.
When you feel great, dare to help someone else feel great too.
When the day has ended, dare to feel as you’ve done your best.
Dare to be the best you can –
At all times, Dare to be!”

Hadi öyle olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...