23 Kasım 2017 Perşembe

heleloyloy

Hayatım şu sıra bir atın sırtında, dört nala koşturuyormuşum, bir yandan da etrafımdan son hızla geçen ağaçların arasından habire birileri, başka atlılar fırlıyormuş gibi devam ediyor. Tabi böyle deyince siz ohooo çılgınca bir sürü şey oluyor falan zannettiniz ama yavaş, sakin olun, tabiki de olmuyor. Olan bir şey yok, bana hissettirdiği bu sadece.
Köye gidiyorum dedimdi ya en son, oraya gittiğimde genelde hayatın ritmi yavaşlar, günlerimi sakinlik ve çamurlu rüzgarlı yeşillik içinde, kah mısır tarlasına kah tepelerin ardından görünen denize bakarak geçiririm. İnternet falan olmadığı için bol bol kitap okur, kalkar bulaşık makinesini yerleştirir yıkamasını bekler boşaltırım (internet yok ama bulaşık makinesi var, köy evi dedikse o kadar da ölmedik). Ama bu kez planladığımdan daha kısa bir süre kalabildim orada, amcam arabayla İzmir'e gidiyordu, eh otobüs parasından yırtayım hesabına atladım onun arabaya. O yüzden köydeki günlerim bu sefer hem çabuk hem de hızlı geçti. Haa sadece o yüzden değil tabi, akrabalarımdan ötürü devamlı bir toplaşmanın içinde bulunmak zorunda kaldım, eh haliyle hiç de öyle umduğum huzuru bulamadım. Oysa bir dolu kitap okuyacaktım Ankara'da internetin varlığından ötürü dizi izlemekten kendimi alamayarak sırt çevirdiğim kitapları. Bol bol temizlik yapacaktım, toparlama yapacaktım. Her gittiğimde tüm evi bir köşe bucak temizliyorum, artık geleneksel oldu, sanırım bir yaştan sonra annenizin yaptığı hiç bir eylemi yeterli bulmuyor hale geliyorsunuz. Ama hiçbirine vakit kalmadı tabi.
Ankara'ya dönünce de o evde sabit somurtma moduma geçemeden paldır küldür Bandırma'ya gittim. Tamam bir hafta öncesinden söylemişti N ama yine de son dakikaya kadar gidecekmişim gibi düşünmemiştim. Çünkü bu aralar, bu dünyaya alerjik olma  durumunu abartıyordum. Köyden dönüşümle Bandırma'ya gidişim arasındaki birkaç gün boyunca evin içinde "istemiyorum istemiyorum" diye dolanıp durdum. Böyle durup, kendi kendime istemiyorum istemiyorum deyip duruyorum. Neyi istemediğimi sormayın bilmiyorum, genel olarak istemiyorum. Elimde olsa kimseyle görüşmeyeceğim ama sanırım bu yaşa gelip, bu kadar yıllık dostlar edindikten ve bu kadar dostla bu kadar içli dışlı olduktan sonra kendinizi tamamen çekip, sıyrılamıyorsunuz. Yani saçma farkındayım, içimdeki o iki ayrı insan da ayrı düşüyor bu konuda zaten. Biri diyor ki hepsine kapat kendini, kimsenin aramalarına mesajlarına cevap verme, zaten sosyal medya hesaplarını da kapattın, telefon numaranı da değiştir, önceki hayatına dair kim varsa sil gitsin. Öbürü de diyor ki lan gerizekalı mısın ne o öyle şımarık ergen depresyonuna mı giriyorsun, olur mu öyle şey, bu insanlar sana ne etti?! Yanında olmaktan, "normal" olmaktan başka ne yaptılar? Hiç.
O yüzden artık bahane yaratmaktan da bıktım. Çağırıyorlar, arıyorlar, soruyorlar, konuşmaya çalışıyorlar, "devam etmeye" çalışıyorlar ama ben edemiyorum. İşin kötüsü edemediğimi de anlatamıyorum. Ne yazık ki dostlarımın çoğu bu anormalliği anlayamayacak kadar normal. Yani bende bir şeylerin bozuk ya da ne bileyim normal olduğunu her zaman biliyorlardı, hissediyorlardı ama sanırım büyüyünce hepimiz eşitlendik diye düşündüler. Oysa büyüdükçe aramızdaki uçurum daha da açıldı, ben daha da anormalleşirken onlar daha da normalleşti. Bundan dolayı sırf kimseyi üzmemek için, üzüldüklerini görüp kendimi daha da üzmemek için, normalmişim gibi davranmaya, yanlarında normal olmaya, ayak uydurmaya çalışıyorum. Çok yoruluyorum. Çok.
Oradan da döndüm, bu sefer kuzenim geliyor 3-4 günlüğüne kalmaya bana. Tabi bunların hepsinin arasında bir yandan çılgınca kah internetten başvuru kah bakanlıklara falan gidip belge teslim ederek başvuru yapıyorum. O kadar çok yere başvurdum ki sanırım hepsi aynı günde falan çağırırsa mülakata, ruhum bile duymaz.
Yine de birkaç bir şey okuyup, izleyebildim, onu da demeden geçmeyeyim. Köye gitmeden evvel şu salak saçma kore dizisi "Cinderella & Four Knights"ı bitirmiştim. Salak saçma çünkü gerçekten kötüydü ya, tiksindim hatta bir süreliğine sanırım kore dizilerinden dedim kendi kendime. Kasım ayı boyunca başka yeni diziye başlamamaya karar vermiştim (başlamadım da). Sadece haftalık olarak izlediğim "While You Were Sleeping" ve "Because This Is My First Life"a devam ettim. WYWS geçen hafta final yaptı ve diyebileceğim tek şey, bu dizinin efsaneler arasında olduğu, bence. Yani izlediğim en manyak şeylerden biriydi, yazanın kalemine, çekenin de ellerine sağlık (sizinle tanışmak isterim yiğitlerim!). BTMFL ise haftaya final yapacak ve o dizi için ise hislerimi tarif edebilmem, size anlatabilmem mümkün değil, öyle böyle değil, burada da daha önce ekran görüntülerini falan gösterdim ettim biliyorum ama an-la-ta-mam. Bunlar dışında okyanus ötelerinden The Big Bang Theory, The Shannara Chronicles, Arrow ve Outlander'ı izliyordum haftalık olarak ama Shannara'ya artık tahammül edemediğime karar verdim (şurada biraz bahsetmiştim), Arrow'u da şimdilik kenara koydum, elbette geri döneceğim, eninde sonunda döneceğim sonuçta aramızda farklı bir ilişki var o diziyle ama şu sıra olmuyorsun be Arrowcuğum, olamıyorsun.
Okuyayım dediğim hiçbir şeyi okuyamadım ama yine de iyi kötü birkaç kitap bitirebildim bu sürede. Alessandro Baricco'nun Bin Dokuz Yüz'ünü, Thoreau'nun Sivil İtaatsizlik'ini, Richard Bach'ın Martı'sını, Gogol'un Bir Hatıra Defteri'ni, Tolkien'in Tehlikeli Diyardan Öyküler'ini, Philip K.Dick'in Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?sini, Agatha Christie'nin Styles'taki Esrarengiz Vaka'sını (ki yazdığı ilk Hercule Poirot öyküsü bu) okudum, okuyabildim.
Otobüs yolculuklarımdaysa otobüsün sisteminde bulabildiğim filmler arasında Deadpool vardı, sonunda (nihayet) izleyebildim. Bir ben kalmıştım herhalde izlemeyen. Tee önceki bir yolculuğumda yarım kalan Bridge of Spies'ı bitirdim sonra ki Spielberg+Tom Hanks resmen ilaç gibi geldi içimdeki nostaljik sinema delisine (çünkü hayattaki her soruya bir Spielberg filmiyle cevap bulunabilir Joey). En önemlisi dün Justice League'e gittim, uzun zaman sonra sinemada film izlemiş oldum. Ama çok da şey etmeyin, film tabiki de hobaaa vuhaa değil. Müzikleri güzel müzikleri. Bir de N'lerde kız kıza toplaşmışken bir öğleden sonra-akşamüstü film izleyelim dedik, ben hiç sesimi çıkarmadım bıraktım onlar seçsin. N, Aamir Khan filmi izleyelim dedi, açtım film izleme sitesini en altta bir filmi vardı konusunu okudum onlara, bu olsun iyi gibi dediler, açtık izlemeye başladık. 2001 yapımı Dil Chahta Hai filmini seçmişiz sevgili romalılar, yurttaşlar, vatandaşlar; içim bayıldı yeminle. Bence N ve F'nin de bayıldı ama ifade edemediler. Çünkü sonuçta Aamir Khan'dı, onlar seçmişti. Lakin aralarındaki tek geek olarak ben müşkülatımı ifade etmekte hiç bir beis görmedim. Nihayetinde 1 saat 40 dakika falan izledik, açık kaldı yani ekranda film ama artık her birimiz ne kadarını izledi, meçhul.
Evet halimden de anladığınız üzere Vatanım Sensin başlamış şimdi fark ettim, neyse hadi ben oturup şöyle ağız tadıyla yerli dizi izleyeyim de televizyonum da televizyon olduğunun farkına varsın.

3 Kasım 2017 Cuma

Otobüsteyim yine, köyün yolları yağmur çamur kardan kapanmadan bir gideyim geleyim. 😊

1 Kasım 2017 Çarşamba

Everything, Everything (2017)

18'ine yeni giren Madeline'in çok nadir görülen bir hastalığı vardır. Bağışıklık sistemi normal insanlarınkine göre neredeyse hiçbir işe yaramadığından dışarıdaki dünyada olması hemen ölümüne hastalanmasına yol açmaktadır. Bu yüzden neredeyse 17 yıldır onun için özel olarak dezenfekte edilmiş evde, sadece annesi ve hemşiresi Carla'yı görerek yaşamış, hiç o evden dışarı adımını atmamıştır. Hayattadır Maddy yani, ama yaşamıyordur, hayallerinde okyanusu görüp, yüzebilmeyi görüyordur ama gerçekte evin camlarından ancak dışarıyı görebiliyordur. Birbirinin tıpkısının aynısı günlerinden birinde yan eve yeni bir aile taşınır ve o ailenin oğlu Olly ile Maddy'nin günleri birden bire tamamen farklı olmaya başlar.
"Everything, Everything" Amerikalı yazar Nicola Yoon'un 2015'te yayınlanan aynı adlı kitabından uyarlamaymış. Benim kitaptan haberim yoktu, yazarın ilk kitabıymış aynı zamanda. Türkçe'ye de çevrilmiş, Pena Yayınları geçen yıl yayınlamış "Her Şey" ismiyle. Açıkçası kitabın dahil olduğu türü artık tercih etmiyorum, o yüzden çok ilgimi çekmedi. Filmin de fragmanına denk gelip baktığımda gene mi ergenler, haa evet çok acıklı diyerek kapatmıştım (çünkü aslında o yaşlarıma dönemediğim için oturduğum yerde kıskançlıktan kafamı yerlere vuruyorum). Ama geçen ay Gönül tavsiye edince bir bildiği vardır diye açtım izledim.
İyi ki de izlemişim. Çünkü izlemesi acayip kolay bir hikaye vardı önümde. Hem kolayca böyle su gibi akıp geçiyor, hem de hemen içine alıveriyor. Belki hikayenin temiz bir şekilde yazılmasından, belki de prodüksiyonun dizaynından. Ekranda sakin bir sadelik akıp, gidiyor. "Young-adult" denilen türe dahil kitabın, aynı türe kasmadan oynayan filmi bu türün içindeki diğer pek çok benzeri filmden daha hoş, daha sade bir anlatım seçmiş. Çok oyuncusu, kalabalık görüntüleri, çılgıncasına müzikleri yok. Her bir sahnede yer yer hafifçe kulağımıza çalınan melodiler, yer yer bizim de Maddy ile gözlerimizi kapayıp hayal ederek yavaşça salındığımız günümüz müzikleri var. Hele başrolde, biri hayatı boyunca hasta, öbürü onun yan evine taşınmak ortalama amerikan genci olan iki genç insanın oyunculukları bu hikaye içinde o kadar yerinde olmuş ki. Ne büyük büyük tepkiler var, ne gereksiz cümleler, abartılmış anlatımlar...Hiçbiri yok. Onun yerine birbiriyle ilk defa tanışan ve ne yapacaklarını bilememenin gerginliği üzerlerinden akan iki genci izliyoruz. Duruşları, bakışları, o gerginlikleri, saçmalamaları, akıllarından geçirdikleri,...hepsi o kadar doğal geliyor ki izlerken. Normalde bu türdeki gençlik filmlerinde hep belli bir formül vardır ve alabildiğine yapay bir şekilde tak tak tak diye her şey o formülde yerine oturacak şekilde oynanır, çekilir, izleriz. Ama bu filmin yönetmeni de ekibi de bu kalıbı bir kenara sallamış, onun yerine sade bir hikaye anlatmışlar.
Ki bu noktada hikayenin anlatmaya çalıştıklarına da bir şeyler demem gerekiyor. Bu tür filmlerden öyle hayatın anlamını çıkarmayı bekleyerek izlemezsiniz (gerçi o mottoyla yola çıkar bu filmler, hayat şudur budur şunu da yaşayın pişman olmayın risk alın falan filan diye lanse edilirler hep). Gençken aşık olmak nasıldır, insanın kanı o yaşlarda nasıl deli akar, ne çılgınlıklar yapar eder falan bunları izler, aklınıza getirir, eh bazen hikayeyle birlikte salya sümük ağlar, bazen de vay be diyerek iç geçirir bitirirsiniz. "Everything, Everything"de de yine film aynı şekilde reklam edilmiş halde görünüyor, aşk için her şeyi riske at falan diye çıkıyor karşımıza. Bu "aşk" olayını da güzelce anlatmaya çabalıyor film. Bu iki genç insanın yavaş yavaş muhabbetlerini, paylaşımlarını göstermeye çalışıyor. Ama sanırım kitapta bunun çok daha iyi anlayabiliyoruzdur çünkü filmde senaryonun ve oyuncuların tüm çabasına rağmen yine de bir şeyler eksik geliyor. Maddy'nin tüm düşünce yapısını, kamera onunla birlikte, adeta onun omzunda dolandığı için anlayabiliyoruz ama Olly için parçaları kendimiz birleştirip, bir şeyler inşa etmeye çalışıyoruz. Her cümlesiyle yine de ona bir karakter oturtabiliyoruz ama dediğim gibi ufak tefek bir şeyler eksikmiş hissi oluşmuyor değil.
ulan anne insanı
peki hemşire ablamızın güzelliğine ne demeli :)
Yine de çok sade, güzel, ilginç twistli, caanım Hawaii manzaralı, hoş bir 1,5 saat "Everything, Everything".

29 Ekim 2017 Pazar

Clarissa Pinkola Estes'ten "Kurtlarla Koşan Kadınlar"

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne diyerek başlamam gerektiğini de bilmiyorum. Bu kitap hakkında tam olarak ne yazabileceğimi, inanın bilmiyorum.
Bu, kadınlarla ilgili öyküler içeren bir kitaptır ve bu öyküler yol boyunca yıkılmadan duran işaretler gibidir. Doğal olarak kazanılmış kendi özgürlüğünüze; kendinizden, hayvanlardan, yeryüzünden, çocuklardan, kız kardeşlerden, sevgililerden ve erkeklerden hoşnutluk duymanıza giden yolda size destek olsun diye okumanız ve üzerinde düşünmeniz içindir.
yazarın nette karşımıza çıkan
neredeyse tek resmi
diyor Clarissa Pinkola Estes, kitabın yazarı, kitabın ilk sayfalarında. Evet içinde öyküler barındırıyor, "Öyküler ilaçtır." diyor. Estes'in çocukluğundan bu yana etrafındaki kadınlardan, yolunun düştüğü kültürlerdeki kadınlardan dinlediği, karşılaştığı kadim masalları, hepimizin bildiği, duyduğu öyküleri barındırıyor. Ormanın ortasında, bir gece vakti, ateşin etrafına bağdaş kurup, oturmuş, anlatıcımızı dinliyoruz. Estes bu öyküleri anlatıyor her bir bölümde, sonra da başlıyor "aslında" bu öykünün bize, kadınlara, içimizdeki "Vahşi Kadın"a dair ne anlatmaya çalıştığını açıklamaya. Çünkü o,
'Şu yoldan, şu yoldan,' diyen sestir.
Aramak için evi terk ettiğimiz odur. Eve gelmemiz onun içindir.
Onsuz, kadınlar ruhlarının bastığı yerin sağlamlığını yitirirler. Onsuz, neden burada olduklarını unutur, hareket etmeleri gerekirken dururlar. Onsuz, çok fazla ya da çok az şey üstlenir ya da hiçbir şey yapmazlar.

Çünkü kadın olmak, hepimizin çözmeye çalıştığı, içine öylece bırakıldığımız ve el yordamıyla yolumuzu bulmaya çalıştığımız dipsiz bir kuyu gibi görünür hep. Oysa yolumuzu bulabilsek, sağlığımıza da kavuşacağız, kendi içimizde de barışı sağlayacağız.
Sağlıklı kadın tıpkı bir kurt gibidir: Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir. Ancak vahşi doğadan ayrılmak kadının kişiliğinin zayıflamasına, bir hortlak ve bir hayalet halini almasına yol açar.
Kitap bizi yeni doğmuş bir bebek gibi alıp, adım adım Vahşi Kadın'ımızı bulmamızı, ona geri kavuşmamızı ve ona dönüşmemizi sağlamaya çalışıyor. Bir bebek gibi ayakta durmayı, yürümeyi, koşmayı, konuşmayı öğreterek ilerliyor; bir çocuk oluyoruz, annelerimizi keşfediyor, genç kadınlar olmayı öğreniyoruz.
Fazla-rahat ve fazla-güvenli hayatın ölmesine izin vermekten korkmak, kadınlar için tipiktir.

Bir kadın ta bağırsaklarından bilir ki, çok uzun süre fazla şirin olmanın öldürücü bir yanı vardır.

Uyum göstermek, tüm kadınlar tarafından akılda tutulması gereken sarsıcı bir kavrayışa yol açar. O da şudur: Kendimiz olmamız, diğer pek çok kişi tarafından dışlanmamıza neden olur, buna karşılık başkalarının istediklerine boyun eğmemiz de kendi kendimizden sürgün edilmemize yol açar. Bu, azap verici bir gerilimdir ve katlanmak gerekir, ama bizi bekleyen seçim çok açıktır.

Bize, insanlarla geçinmemiz için keskin içgörülerimizi bir yana koymamız öğretilmiş olabilir. Ancak, baskıcı şartlar altında nazik olmanın ödülü, çok daha fazla kötü muameleye maruz kalmaktan başka bir şey değildir.

Bir anne, kızına kendi sezgisinin doğruluğuna güven duyma hissinden daha büyük bir kutsama veremez.

Kadınlardaki bu fazla nazik, fazla uyumlu tavırlar genellikle dışlanmaktan ya da "gereksiz" bulunmaktan duydukları umutsuzca korkudan kaynaklanır.

Hepimiz, "Ben aslında neyim? Burada işim ne?" sorusuyla işe başlarız.

Kendi fikirlerimize, kendi hayatlarımıza, ilişkide bulunduğumuz insanların hayatlarına tüz aşılanması, işte işimiz budur. Ruhu evine kışkışlamak, işte işimiz budur. Günü dolduracak bir kıvılcım yağmuru salmak ve geceleyin yolumuzu bulabilelim diye bir ışık yaratmak, işte işimiz budur.
Bu yolda neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl bulabileceğimizi ve karşımıza çıkacak engelleri, zorlukları anlatıyor, ne yapabileceğimizi söylüyor.
Korkulan şey, güçlendirebilir, iyileştirebilir.
Meydan okuyan bir görev olmazsa, dönüşüm de olmaz.
Korku, bir işi yapmamak için yetersiz bir mazerettir. Hepimiz korkarız. Bu yeni bir şey değildir. Canlıysanız, korkarsınız.
Uyku, yeniden doğumun simgesidir. Yaratılış mitlerinde bir süreliğine bir dönüşüm meydana gelirken, ruhlar uyumaya giderler, çünkü uykuda yeniden yaratılırız, yenileniriz.
Bir hayat çok fazla kontrollü olduğu zaman, kontrol edilemeyecek kadar az hayat kalır.
Bebeklikten çıkıp, gençliğe geçen Vahşi Kadın'ımızın yerini, yurdunu, doğasını bulmasını nasıl sağlarız, yönümüzü nasıl buluruz onu söylemeye çalışıyor.
Artık size vermedikleri şeyler üzerinde zaman harcamayı bırakıp, zamanınızı daha çok ait olduğunuz insanları bulmaya ayırmalısınız. Belki de özgün ailenize ait değilsiniz. Genetik olarak ailenizin bir üyesi olsanız da, huy bakımından belki de başka bir insan grubuna aitsiniz.

(...)şu anda yetişkin olanların çoğu, gerçek annelerinden miras olarak aldıkları bir anne, içsel bir anne taşır.

Yasaklamalarına uymak için sizden ruhunuza zarar vermenizi talep eden bir kültür, gerçekte çok hasta bir kültürdür. Bu "kültür", kadının içinde yaşadığı kültür olabileceği gibi, bundan daha kahredici olmak üzere, kendi zihninde taşıdığı ve uyum gösterdiği bir kültür de olabilir.

Dışarının talepleri ile ruhun taleplerini yerine getirme arasında yapacağı seçimlerin, bir ölüm kalım meselesi olduğunu hissedebilir - dışlananlar için bu normaldir, ama normal olmayan şey oturup buna ağlamak ve hiçbir şey yapmamaktır. İnsanın ayağa kalkıp, nereye ait olduğunu aramaya çıkması gerekir.

Eğer her kalıba uymaya çalıştıysanız ve bunu beceremediyseniz, şanslı olduğunuz söylenebilir. Bir şekilde dışlanmış bir olabilirsiniz, ama öte yandan ruhunuzu korumuşsunuz.

Kişinin istediği şeyleri araması asla bir hata değildir. Asla.

Kurtların, ne kadar hasta olurlarsa olsunlar, ne kadar köşeye sıkışmış olurlarsa olsunlar, ne kadar yalnız, korkmuş ya da zayıflamış olurlarsa olsunlar, devam ettiklerini görmek ilginçtir.
Bu yüzden bu kitabı okuyun. Sadece bir kadın için değil, sadece bir kadının yolunu bulabilmesi, ne olduğunu, kim olduğunu keşfedebilmesi için de değil, bir insan olarak kendi içimizde o dengeyi, huzuru bulabilmemiz, ruhumuzu ait olduğu doğaya salabilmemiz için de okuyun.
Sizi, kara koyun, başıboş buzağı, yalnız kurt diye çağırırlarsa, sinmeyin ve kendinizi küçültmeyin. Anlayışı kıt olanlar, uyumsuzların toplum üstünde yıkıcı bir etkileri olduğunu söylerler. Ama yüzyıllar boyunca kanıtlanmıştır ki, farklı olmak toplumun kıyısında durmak demektir; özgün bir katkı, kültürüne yararlı ve şaşırtıcı bir katkı yapmayı neredeyse garantilemek demektir.
Rehberlik aradığınızda küçük yüreklilere asla kulak vermeyin. Onlara karşı nazik olun, onları kutsamalara boğun, hoş tutun, ama öğütlerini dinlemeyin.
Eğer size bir ara meydan okuyan, işe yaramaz, şımarık, kurnaz, asi, itaatsiz, isyankar denmişse, doğru yoldasınız. Vahşi Kadın, yakınlardadır.
Eğer size hiç böyle şeyler söylenmemişse, henüz vakit vardır. Vahşi Kadın'ınızı alıştırmalar yaparak güçlendirin. Andele! Ve sil baştan.

28 Ekim 2017 Cumartesi

Ji Chang Wook aşkına: Suspicious Partner

Avukat olmak üzere son virajına giren Eun Bong Hee (esas kızımız-ki bundan sonra ondan Bonghee diye bahsedeceğiz) savcı yanı stajını yapmaya başlar. Bir yandan her sene (herkese çok soğuk davrandığı ve pek de insan canlısı olmadığı, tam bir işkolik olduğu ve habire herkesi suçlu ilan etmeye bayıldığı için) en kötü savcı seçilen savcı Noh Ji Wook'un (esas adamımız-ona da Jiwook diyeceğiz) yanında staj yapmaya çabalarken, bir yandan da onu sınıf arkadaşları ile aldatan eski sevgilisini ve onun yeni sevgilisini her gün görmeye katlanmak zorunda kalıyordur. Sonunda stajının bitimine gelmişken bir gece evden atıştıracak bir şeyler almak için dışarı çıkar Bonghee ama geri geldiğinde evinin ortasında, eski sevgilisini öldürülmüş olarak bulur. Eh tabi hemen her şey kabusa döner, Bonghee artık cinayet zanlısıdır ve davasına atanan savcı Jiwook'a rağmen masumiyetini kanıtlamaya çabalar.
"Suspicious Partner" Güney Kore'nin SBS kanalında 10 mayıs-13 temmuz 2017 arasında 40 bölüm olarak yayınlanmış bir dizi (her bölüm 30 dakika olduğundan gelin biz ona 20 bölüm diyelim). Tamamen bilinçli bir seçim sonucu izlemeye başladım ben diziyi. Bu Güney Kore dizilerini izlemeye başladığım ilk zamanlarda nette denk geldiğimde oha ne kadar da yakışıklı bir adam diyerek ağzım açık bakakaldığım Ji Chang Wook'un ismini bir kenara not etmiştim. Bir dizisini de deneyeyim de bakalım yakışıklı olduğu kadar yetenekli mi de, diyerek açtım bu diziyi ve izlemeye başladım. Hem en son oynadığı dizi olduğundan, hem de hikayesi öyle savcılı avukatlı cinayetli falan görünse de ilk etapta esasında romantik-komedi olduğundan keyifli bir şekilde izlerim dedim. Hakikaten de öyle çıktı dizi. Alabildiğine komik, eğlenceli, bol bol romantik sahneli. Ama öte yandan bir de ilginç suç, cinayet vakaları ve neredeyse finale kadar kendini izlettiren bir ana suç hikayesi de barındırıyor tüm bu eğlencenin içinde. Ki bu noktada hikayenin gidişatından bahsetmenin zamanı o halde.
diziler tarihinin en iyi oynanmış suçlusu
Hikayemiz yukarıda yazdığım gibi işlemediği bir cinayet üstüne kalan esas kızımızla açılıyor evet, ama bu süreç ilk birkaç bölüm boyunca yalnızca. Sonrasında kanıt yetersizliğinden serbest kalıyor ve hem kendini aklama süreci hem de hayatına devam etmeye çalışma süreci başlıyor. Tabi bu ilk olayımız sadece esas kızımızı değil, dizimizin tüm ana karakterlerini bir şekilde etkilediğinden, bu sürecin ardından yalnızca Bonghee değil diğer karakterleri de katıp kağıt destesine eli yeniden dağıtıyor hikaye ve öyle devam ediyoruz. Hikayenin omurgasını oluşturan bu ilk cinayet suçunun ilerleyişi ve çözümü bol twistli, öyle ki son dakikasına kadar twist yemeye devam ediyoruz. Ayrıca belki de son zamanların en şahane suçlu profilini çizen bir oyuncuyu izlemiş oluyoruz (kendisi Kim Hyung Kyu). O nasıl bir rol yapmak, o nasıl bir ruh haline bürünmektir, görmeniz lazım. Öyle ki sonlara doğru ağladığı bir sahne var, tüm hikayeyi, romantikliği komediyi esas kızı oğlanı zerre sallamıyor hale gelip, o sahne boyunca onunla katıla katıla ağlayabiliyoruz.
işte toplantı sahnesi mesela
Ardından dizinin esas grubunun tüm toplantı sahneleri ve bir araya geldikleri hemen her sahnede o inanılmaz dinamik ve enerji var. Avukat Ji Eun Hyuk, Başkan Byun, Dedektif Bang ve esas oğlanla esas kızımızın oluşturduğu bu grubun bir avukatlık bürosunun günlük toplantısı olmanın dışından her şeye dönüşen toplantıları belki de dizinin en güzel yanı haline geliyor. Her bir oyuncunun komedi zamanlamaları ve mimikleri muhteşem. Hikayenin bir diğer komedi grubunu ise esas oğlan ve kızımızın anneleri oluşturuyor. Bu iki annenin ekrana geldiği hemen her sahne bir ayrı güzel. Zaten sanırım bu kore dizilerini diğer ülkelerin işlerinden ayıran asıl yapı bu. Yani tek tek karakterlerin hikayelerindense bir aradayken oluşturdukları dinamiklere odaklanılması. Olay örgüsü aşırı karmaşıkmış gibi görünüyor mesela her dizide ama aslında hikaye olaylar üzerinden değil, oyuncuların gruplar halinde oluşturdukları örgüden ilerliyor. Bu durum içinde oynayan oyuncular bir de iyiyse, dizi tadından yenmez hale geliyor.
ben bu tipin aynısıyla bir adet JCW bulamıyorum, zalimsin dünya.
Ki Suspicious Partner'da da bunu görebiliyoruz. Çoğunlukla. Yani esas oğlan ve esas kızımızın ikilisi çok güzel uymuş (içimi acıtsa da bunu demek zorundayım, yani JCW'a resmen aşık olmuş olsam da bu dizide kabul etmek gerek dizi içinde esas kızı canlandıran Nam Ji Hyun ile uyumlu bir çift olmuşlar. Ama kızı beğenmedim tek başına, onu da derim bakın.). Romantizm konusunda haklarını teslim etmek gerek. Esas oğlanımızla eski-yeni-nefret ettiği-ama yine de sevdiği kankası olan adamımız arasındaki "bromance"de tadından yenmez vaziyette. Dediğim gibi büro grubu, anne ikili, daha sonra oluşan savcı kadınlar ikilisi,...bunların hepsi pek keyifli dinamikler oluşturuyor. Bir de hepsinin çevresinde habire dönen bir suç çözme, mahkemeler süreci de tempoyu ayakta tutmaya çalışıyor.
savcı kadınlar kardeşliği :)
bromance'in güzelliği
Ama bir noktada bir de bakıyoruz ki sıkılmışız. Onca güzel dinamiğe, oyunculuğa rağmen tempo ortalara doğru düşüyor, diziye bir yerden sonra yalnızca kendi sebeplerimiz için devam eder hale geliyoruz. Yine de ben birçok sefer ara verip verip geri başladım. Yani öyle aman devam edeyim ne olmuş diye merak etmeyi bırakıp, günlerce ara verip sonra neyse tamam bitireyim bari diyerek geri açtım. Aslında açınca, izlemeye başlayınca o keyfi alıyordum, ama açana kadar içimde o isteği duyamıyordum. Dizi o hale getiriyor yani bir noktadan sonra. Her ne kadar keyifli, eğlenceli, güzel yazılmış, iyi oynanmış olsa da arada bir şeyler tekliyor demek ki. Hele bir de resmen 38.bölümde hikaye açısından final yaptıktan sonra 39 ve 40.bölümlerde sırf biz "dişi izleyiciler" için yazılmış gibi duran bir final izlettikten sonra diziyi çok da ciddiye alamıyorum. Demek istediğim tüm o izlediğim hikaye esasında 38.bölümde gayet de güzel bir şekilde toparlanıp, nihayete erdirilmiş. Ama son iki bölüm, o son bir saat sadece romantik bir kadın düşü gibi.
savcı Jiwook, avukat Bonghee, avukat Ji Eun Hyuk üçlümüz
Yine de izlediğim için mutluyum çünkü JCW'yi onca saat ekranımda en hoş halleriyle, en komik halleriyle ve sesiyle izlemiş olmak memnun ediyor beni. Bir de keyifli bir hikaye izledim, her ne kadar yarısından sonra sıksa da.
hiç adil değil bu :(

genç görünmenin faydaları üzerine bir dizi: Younger

40 yaşına gelmiş Lisa Miller'ın üniversiteye giden boyunca bir kızı ve neredeyse 20 yıllık bir evliliği vardır. New Jersey'de tıpkı onlar gibi üst-orta sınıf ailelerle, karbon kopyası gibi hayatlar sürerek yaşayıp gidiyordur. Ama ne olursa olur, sorumsuz kocası kumarda falan paraları hiç edip, evliliklerini de darmaduman edince, Lisa'nın hayatı tamamen alt üst duruma gelir. Artık ne bir evi ne de kocası vardır, üstüne üniversitedeki kızına bakması ve kendini geçindirebilmesi için bir iş bulması, hayatını yeniden kurması gerekiyordur. Eski dostlarından biri olan ressam Maggie'nin yanına taşınır önce. Brooklyn'de ufak bir apartman dairesinde yaşayan Maggie'ye sığınır daha doğrusu. Kızı Caitlin şimdilik değişim öğrencisi olarak Hindistan'da okuyordur ama sonuçta Lisa'nın bir iş bulması gerektiği için çıkar 20 yıl sonra gerçek dünyaya iş kovalamaya. Evlenip çocuk büyütmek olaylarına daldığından yıllar önce bıraktığı iş dünyasına 40 yaşında geri dönmek elbette kolay olmaz. Onca yıllık deneyimsizliği yüzünden en dipten başlaması gerekir ama yaşından dolayı da o pozisyonlara kabul edilmez bir türlü. Dahası dünya onun bildiğinden çok daha farklı, çok daha manyak bir hale bürünmüştür, internet, sosyal medya, her şey çıldırmış bir haldedir ve Lisa onun jenerasyonundaki herkes gibi bunlara alabildiğine yabancıdır. Aylar süren başvurular ve geri çevrilmelerin ardından bir akşam bir barda tanıştığı Josh ismindeki genç bir dövme sanatçısı Lisa'yı kendisi gibi 26 yaşında zannedip, flört etmeye çalışır. Doğrudur aslında Lisa hiç de yaşını göstermiyordur ve egzantrik dostu Maggie'nin aklına şahane bir fikri getirir bu: Lisa'nın yaşını 26 yapacak ve işlere öyle başvurmasını sağlayacaklardır. Böylece yaşı hakkında yalan söyleyip, görünüşünün verdiği avantajla da Lisa Empirical Yayıncılık'a asistan olarak kabul edilir ve bir yandan hem bir 26 yaşındaki genç bir kadın olmaya çalışırken bir yandan da 40 yaşındaki gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaya başlar.
"Younger" işte bu konusuyla beni tam on ikiden vurdu. Görür görmez izlemeliyim dedim (Herhalde ilk sezonun sonlarıydı benim diziden haberim olduğunda, 2015'te olması gerek. Şu an 4.sezonu bitirdi ve yeni sezonuna kadar arada.). Çünkü neredeyse çocukluktan gençliğe geçtiğinden beri, her yerde ve her durumda yaşından küçük gösteren bir insan olarak, dahası 30 yaşına gelip de hayatının tamamen saçma bir noktasında elinde hiçbir şey olmadan ortada kalmış bir salağı olarak sanki taa okyanusun öte yakalarından bile olsa sesleniyor gibiydi şenlikli şenlikli. Şu an şu halimle çıkıp bir ortaokulun kapısına gitsem, sınıfa girsem otursam ders dinlesem kimse de sen kimsin ne yapıyorsun burada demez mesela. Ama nalet olsun ki kimliğimde 87 yazmaya devam ettiği sürece hayat çok zor hale geliyor benim için. Bu yüzden resmen yüzümde meraklı ve heyecanlı bir gülümseme ile izlemeye oturdum Younger'ı ve Lisa'nın milenyum gençliğine ayak uydurma mücadelesini.
Dizinin hikayesi esasında Amerikalı yazar Pamela Redmond Satran'ın aynı adlı kitabından geliyor. Doğan Kitap'ın ilk baskısını şubat 2016'da yaptığı kitap bizde "Keşke Genç Olsaydım" olarak çevrilip, yayınlanmış durumda. Sırf diziyi sevdiğim için indirdim e-kitabı ama çok da okumak içimden gelmiyor açıkçası. Şöyle bir baktığımda diziden farklı birkaç ufak tefek şey göründü gözüme ama kim bilir kitap da kendi içinde okunması zevklidir. 
Diziyi izlenesi yapan ise sadece bu, kitaptan gelen hikayesi değil elbette. 20'şer dakikalık bölümleri alabildiğine eğlenceli ve hemencecik izleyip, bonibon gibi tüketebiliyorsunuz. Sıkmıyor, kasmıyor. Başrolde neredeyse tüm o 20 dakikalar boyunca ekranda Sutton Foster'ı izliyoruz ve kadın, komedide harbiden iyi. Yanında diğer oyuncular ise hem güzel görüntüler veriyorlar (Hilary Duff'ın o sevimli cazibesi, Debi Mazar'ın nev-i şahsına münhasır bohem çekiciliği, Nico Tortorella'nın gençlik ve libido fışkıran güzelliğiyle yarışan Peter Hermann'ın olgun boyu posu), hem de tadında karakterler ortaya seriyorlar. Arka planda ise rüya şehir New York'un Manhattan'ının Brooklyn'inin tüm o coşkusu, enerjisi, güzelliği varken yayıncılık dünyasının içinde koşturuyoruz. Tüm bu gayet yerinde formüle getirilebilecek birkaç kötü eleştiriden belki de en bahsedilebilecek olanıysa Sutton Foster'ın hiç de 26 gibi göstermiyor olması. Tamam o fizikle ve enerjiyle 40larında da görünmüyor ama en azından 30larında, olgun bir insan olduğu besbelli ve bu biraz insana izlerken ama hadi canım o kadar da değil dedirtebiliyor.

Yanisi, izleyin. Gayet eğlenceli ve 4 sezon 49 bölüm bir çırpıda bitiverecek şekilde.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...