20 Eylül 2017 Çarşamba

izleyip eğlenmeli komedi filmi: Think Like A Man (2012)

Altı kişilik kanka grubundaki erkekler hayatlarından memnun bir şekilde işten çıkıp basketbol oynamaya, sonra da barda bir iki bir şey içmeye gitmeye devam ediyorlardır. Hayat onlara güzelken onlarla uğraşmak zorunda kalan kadınlar için işler hiç de istedikleri gibi gitmiyordur. Ta ki erkek ırkından biri, içlerinden biri Steve Harvey erkeklerin kadınlara karşı olan tüm taktiklerine dair bir kitap yazıp, kadınlara erkeklerden istedikleri ne varsa yaptırabilecekleri taktikleri verene kadar. Artık kankalarımızın hayatı eskisi gibi olmayacaktır, kadınlar gizliden gizliye bir savaş başlatmıştır.
Hayalci erkeğimiz işsiz aşçı Dominic, kendi kendinin erkeği standartları yüksek başarılı şirket yöneticisi Lauren ile; fantastik kurgu dünyasından bir türlü çıkıp da büyüyemeyen tasarımcı Jeremy uzun yıllardır birlikte olduğu beraber yaşadığı emlakçı Kristen ile; annesinin kuzusu Michael, oğlu be kendisi için iyi bir adam arayan bekar anne Candace ile; gecelik ilişkiler adamı çapkın Zeke, artık kendisine kıymet vermeyen adamlara dur diyen romantik Mya ile bu savaşın ortasına düşer. Kankaların diğer arkadaşı Bennett mutlu ve çocuklu bir evli adam olarak aralarında mantığın sesiyken, Cedric kendisini ezen devamlı kavga ettiği eşi Gail'den boşanmak üzeredir ve hikayemizi de o anlatır.
Vallahi böyle filmlere de ihtiyaç var. Kendi başıma bulup da açıp izlemezdim ben bu filmi ama bu ayki öneri çemberimizde Gönül önerince açtım, kahvaltı yaparken yemek yerden izledim. Konusunu yukarıdaki şekilde özetleyebiliriz rahatlıkla. Yani çok tanıdık, belki çok klişe ama hem anlatımı hem de oyuncularıyla ortaya hafif, eğlencelik, müzikli, esprili bir şey çıkmış. Aslında Hollywood sinemasının tam da en iyi olduğu şey ve dahası belki tüm dünyanın da ondan beklediği şey bu: Bir iki saatliğine gerçek hayatlarımızın kötülüğünü, dışarıdaki dünyayı geride bırakıp, sadece ekranda izlediğimiz ortamda rahatça vakit geçirmek. Sanki herşey izlediğimiz hikayedeki gibi güllük gülistanlıkmış, tek derdimiz buluştuğumuz adam kapıyı bizim için açacak mı ya da bu akşam dışarı çıkarken hangi elbisemi giysemmiş gibi. Böyle filmler bunun için lazım bize. Tüm o dertten tasadan, hayattan bir şekilde böyle uzaklaşabiliyoruz. Bir iki saat boyunca saçma sapan şeylere gülüp, geçip, rahatlıyoruz. Bir de önümüzdeki hikaye iyi oluşturulmuşsa, yani ucuzluk kokmuyorsa kalitesi yerindeyse, eh daha ne olsun.
Bu açıdan Think Like A Man beklediğimiz her şeyi yerine getiriyor. Ne abartılmış oyunculuklar var ne fazladan uzatılan bir şey. Espriler iyi, hikaye anlatımı iyi, Kevin Hart sinir bozucu derecede komik ve harbiden de ekrandaki bir şovmenin yazdığı gerçek bir kitabı konu ediniyor. Steve Harvey Amerika'da bir şov insanı ve o kitabı yazmış. Ahh..Düşünsenize tüm dünyada hayat böyle olsa, böyle dertsiz tasasız...Ha ama böyle dediğime de bakmayın, film hafif bir eğlencelik ama bütçesinin 8-9 katı kadar kazandırmış sinemada ki 2 yıl sonra devam filmini yapmışlar (Think Like A Man Too).
Yani anlayacağınız şöyle çok yorulduğunuz bir akşam, canınız hiçbir şey yapmak istemiyorsa, düşünmekten kafanızın içi davul gibi hale gelmişse açın izleyin, gülerek rahatlayarak uykuya dalın.

içimize oturan Moon Lovers - Scarlet Heart Ryeo (2016)

Daha geçenlerde okudum, araştırmalar sonucu ortaya konmuş bir gerçek var. İzlediğimiz filmlerin ve dizilerin hikayelerinin içine girebiliyoruz kısa bir süreliğine, izleme süremiz boyunca. Beynimiz izlediğimiz o "gerçekliği" kısa bir süreliğine de olsa kabul edebiliyor ki böylece izlerken hadi caaanım saçmalık öyle de şey olur mu gerçek değil ki bu diye habire dürtüklemiyor da o süre içerisinde rahat rahat izleyebiliyoruz. -Muşuz yani, bilim insanları öyle söylüyor. Yani beynimiz önünde bulduğu gerçekliği gerçek olmadığını bilse de kısa bir süreliğine kabul ediyor, oynat tuşuna bastığımızda ya da sinemada ışıklar söndüğünde beynimiz de bir tuşa basıveriyor ve tık! o anda izlediğimiz dünyaya ışınlanıyoruz. Bu duruma bir de isim vermişlerdi ama unuttum, neyse. Buraya kadar bilim insanlarının dediği her şey mantıklı, doğru da hatta. Hakikaten öyle yapıyoruz, yoksa oturup da hiçbir şey izleyemezdik. Benim merak ettiğimse o tuşa basıp, ışıkları geri açtığımızda neden bazılarımız hala o dünyada kalıyor, çıkamıyor?
Bunun için de bir diğer araştırmanın sonuçlarından yararlanıp bir miktar açıklama getirebiliyoruz sanırım. Beyinlerimiz bitmeyen ya da kötü olan şeyleri unutmuyormuş. Yani güzel bir şekilde sonuçlanan ve bizi tatmin eden bir cevapla yolcu eden durumları, olayları, insanları gönül rahatlığıyla unutuyoruz. Unutuyoruz deyince öyle pek bir acı oldu ama öyle unutmayı kastetmiyoruz, yani içimizde güzel bir yere, ona ayrılmış hoş bir yere yerleştirip, rahat ediyoruz demek gibi bir şey bu. Ama kötü sonuçlanan veya hiç sonuçlanmayan, bize istediğimiz cevabı mutluluğu sonucu vermeyen şeyleri ise bir türlü "let go" yapamıyormuşuz (Frozen'daki şarkı gibi okuyalım bu let go'yu :) ). Tekrar tekrar o şeye dönüyor, beynimizdeki o yeri ziyaret ediyor, kendimize işkence edip duruyormuşuz uzun lafın kısası. Bitmemiş bir resim gibi düşünün, maket, heykel, örgü, dikmeye başladığınız bir giysi, bestelemeye başladığınız bir şarkı, yazmaya başladığınız bir şiir, hikaye gibi. Bitirdiğiniz bir resmi güzelce çerçeveletip duvara asarsınız ve her gördüğünüzde size güzel duyguları verir, görevini yerine getirir. Oysa o bir türlü bitmeyen resmin önüne oturursunuz her boş bulduğunuzda, gece uykularınızdan uyanır karşısında bulursunuz kendinizi. Her defasında bir çizgi eklersiniz, bir fırça darbesi savurursunuz. Hep aklınızın bir köşesinde, elmanın içini kemiren kurt gibi durur, bir türlü gitmez. İşte sanırım bazı filmlerden, dizilerden, hikayelerden çıkamayışımızı da kısmen böyle açıklayabiliriz.
Bu noktada kocaman bir spoiler vermiş olma pahasına da olsa anlatmaya devam edebilmem açısından yazacağım, benim için Moon Lovers'ın bu kadar etkili olmuş olmasının sebebi bu büyük oranda. Sadece - psikolojik anlamda - ortada bırakmış olmasından değil tabi, hakkını da teslim edeyim mükemmel bir hikaye yazmış ve çekmişler. Tablo gibi görüntüler, müthiş müzikler eşliğinde ekranda süzülürken bir yandan da kendinizi hikayenin içine yakanızdan tutup çekilmiş halde buluveriyorsunuz.
Hikayemiz günümüzde güneşli bir günde başlıyor. Herkes ailesiyle, arkadaşlarıyla, sevdikleriyle güzel bir göl/deniz kenarı gibi bir sayfiye yerinde günün keyfini çıkarıyorken 25 yaşındaki Go Ha-Jin harap bir halde bir köşede oturmaktadır. Sevgilisi pisliğin teki çıkmış, işinde hiçbir şey yolunda gitmemiş, hayatı tamamen dibe vurmuştur. Kendi kendine tüm hayatının bittiğini düşünüp, kahrolurken bir çocuğun önünde suya düşüp, boğulmaya başladığını görür. Önce şaşkınlıkla ne yapacağını bilemez, çocuğun düştüğünü başka kimse fark etmemiştir. Sonunda çocuğu kurtarmak için suya atlar (ki bu noktada ben neden bir Gryffindor değilim de Ravenclaw'um çok net anlamış bulundum, ben orada suya atlayacağıma bağırır çağırır insanları toplar onların çocuğu kurtarmalarını sağlardım, atlayınca bağırdım açıkçası kızım manyak mısın ne atlıyorsun diye, neyse). Bu sırada insanlar da fark eder ve Go Ha-Jin çocuğu suda bulup, yukarı uzatır. Ama tam da o anda güneş tutuluyordur ve evrenin mistik güçleri devreye girer, daha az önce keşke uyusam da yüzyıllarca binlerce yıl uyanmasam diye içinden geçiren kızımızı suyun daha da dibine çeker ve gözlerini geri açtığında kendini 941 yılında Goryeo Hanedanlığı zamanında bulur. O zamanda yaşayan Hae-Soo isminde 16 yaşındaki bir kızın bedeninde uyanır ve hem hanedanın 9 prensi hem de ülkenin ileri gelen ailelerinin arasındaki taht ve güç mücadelesinin tam ortasında yer almaya başlar.
Dizi Güney Kore'de 29 ağustos-1 kasım 2016 tarihleri arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış. Böyle bizdeki gibi muhteşem yüzyıl kösem sultan bağdat fatihi iv.murad gibi bir satır ismi olmasının sebebi de bir uyarlama olması. Scarlet Heart isimli 2 sezonluk Çin dizisinden uyarlanmış. Ki o dizinin hikayesi de Çin bir yazarın Tong Hua'nın 2005'te internette yayınlanan romanı "Bu Bu Jing Xin"den uyarlamaymış.
Goryeo Krallığı 918-1392
Şimdi bu noktada dizinin hikayesine dalmadan önce Kore/Güney Kore tarihinden bir miktar bahsetmek gerekiyor (bayılıyorum tarihten bahsetmeye, anlatmaya, bir sürü detayla boğmaya ama ne yapayım, beni üniversitede tarih hocası yapmayan kader utansın:( ). Goryeo Krallığı 918 yılında Kral Taejo tarafından kurulmuş. Şöyle kabaca bir karşılaştırmalı kronoloji verirsem belki hepimizin kafasında canlanır: Goryeo kurulurken ve dizideki kızımız zaman yolculuğu yaparken burada Anadolu'da Bizans İmparatorluğu var, onun komşuları Ermeni ve Gürcü krallıkları kendilerini ilan etmeye başlamış, aşağıda Arap emirlerinin yönetimleri var. Aya Sofya'nın kubbesi çöküyor ve yeniden onarılıyor. Avrupa'nın ortasında Kutsal Roma İmparatorluğu kurulmuş, Venedikli denizcilerse çoktan cumhuriyetlerini kurmuş, denizlerde dolanmakta. Haa bizim at sırtındaki Türk boyları nerede bu sırada derseniz, Karahanlılar ve Gazneliler olarak uğraşıp duruyorlar.
Bu Goryeo Krallığı bugünkü Kore'ye Kore dememizi sağlayan krallık. İlk kralı Taejo (ki dizide de başladığımız kral o) kendinden önce büyük ailelerin yönetimi altında bölünmüş bir halde olan ülkeyi birleştirmiş. Bunu da yalnızca sefer yaparak gerçekleştirmemiş, kafasını kullanmış, siyaseti tüm hayatına yedirmiş. Gitmiş sınırları içinde ne kadar önemli aile varsa hepsinden bir kadınla evlenmiş ve her aileden bir prens doğmuş. Böylece isyan çıkarabilecek, bağımsızlık isteyebilecek ordusu olan her bir aileye yönetimde söz vermiş gibi yapıp, kendini merkeze oturtmuş. Tabi bu sistemin de çok büyük bir sıkıntısı var. Mevcut kraldan sonra tahta hangi prens geçecek? Kral Taejo bunun için en büyüklerini veliaht prens ilan etmiş ama ortada bu kadar çok prens ve arkalarında da bu kadar çok güçlü aile olunca isteyen veliahtı yerinden edip, veliaht olabilme hakkını görmeye başlıyor kendinde. İşte bizim hikayemiz de tam bu noktada başlıyor.
Böyle baktığımızda dizinin anlattığı dönem ve olaylar oldukça ilgi çekici ve aksiyon, entrika dolu. Oldukça heyecan verici bir şekilde de ilerliyor zaten. Oyuncuların performanslarından bahsetmeden önce özellikle aksiyon sahnelerinin güzelliğini belirtmem gerekiyor. 4.prens Wang So'nun tek başına bir tapınağa daldığı bölümü tekrar tekrar açıp izliyorum (ah keşke ben de öyle dövüşmeyi öğrenebilsem, manyak bir şey o bölüm). Prensler, suikastçiler, isyancılar vb. arasında gerçekleşen tüm dövüş sahneleri ayrı birer sanat eseri olmuş. Tüm bu sahnelerdeki ses ve müzik detayları ise sanırım etkilerini pekiştiren en büyük elementler. Hele 4.prensin ve onu getirenlerin tam güneş tutulması sırasında at üstünde krallığın başkentine doğru gelişini gösteren bir iki dakikalık bir sekans var ki müziğiyle, renkleriyle, çekimiyle her şeyiyle siz de onlarla birlikte gaza gelmiş dört nala at sürüyor gibi oluyorsunuz (tekrar tekrar izlediğim sahnelerden biri daha).
esas kızımız Hae-Soo
Oyunculara gelirsek, ilk olarak her şeyin suçlusu kızımıza çemkirip rahatlayayım istiyorum. 20 bölüm boyunca izlediğimiz Hae-Soo en başlarda çok sinir bozucuydu. Zaman zaman abartılı çıkışları varken çoğunlukla tepkisiz oynadı. Senaryo veya yönetmen ona böyle demiş olabilir, kim bilir ama mimiklerinin tepkisiz görünmesi demek gözlerinle, vücut dilinle dahası enerjinle bir şeyleri anlatmaya çalışmaman demek değildir. Senaryoda olan şeyleri gerçekten hissedebilen bir oyuncu bunu ekrandan bize de aktarabilir, konuşamasa, hareket edemese bile. Hikaye ilerledikçe kızımız da büyüdü ve bu tepkisizliğinin içindeki anlık saçma çıkışları da kayboldu, artık tamamen donuk bir şekilde oynamaya başladı. Çünkü sanırım karaktere bir olgunluk çöksün demişler ve o da o zaman ben de donarım demiş. Etrafındaki oyuncular ve hikayenin bize anlattıkları, müzikler, makyajlar, atmosfer olmasa esas kızımızı oynayan oyuncunun bize pek bir şey hissettiremeyeceği açık. Ama bu haliyle yine de ortaya idare eder, hikayenin içinde bir şekilde yuvarlanıp giden bir performans ortaya çıkarmış durumda. Oysa ki canlandıran oyuncu (ki Lee Ji-Eun sahne ismiyle IU diye bir şarkıcı) tam da karaktere uygun bir görüntüde, ufak tefek, çelimsiz, saf ama sevimli bir görüntüde. Azcık da oynayabilseymiş şahane olurmuş.
ah be Wang So
Prensler ise resmen döktürerek dolanıyor 20 bölüm boyunca. Sırf buradaki karakterin kişiliği ve o karaktere hayat verebilme şeklinden dolayı dizi boyunca esas kızımız gibi adım adım benim de aşık olduğum 4.prens Wang So'yu canlandıran Lee Joon Gi tam anlamıyla kendisi tarih yazıyor. O tarihi kostümler bile onun üzerinde bir başka duruyor, saçma sapan peruklar olduğunu bilmemize rağmen kafasında saçları, maskesi her şeyi bir ayrı karizmaya dönüşüyor. Çünkü oyuncu Lee Joon Gi'den delicesine bir enerji fışkırıyor. Tüm o nefretini, yalnızlığını, sevgiye aç masum bir çocuğun üstüne geçirdiği o zırhını, çok istese de duygularını belli edemeyişini hepsini öyle bir güzel anlatıyor ki. Hikayeyle birlikte o "kurt köpeği" halinden yavaş yavaş nasıl sıyrıldığını, yaralarını aşkıyla sarıp sarmaladığını, o kadar kuvvetine rağmen yine de olan biten her şeyi o kadar da değiştiremediğindeki o saf çaresizliğini onunla birlikte yaşıyoruz. Bu artık bence tamamen başka seviye bir oyunculuk. Çünkü dizi dışında tamamen bambaşka bir insan gibi görünüyor Lee Joon Gi, tabiki sokakta birlikte top koşturmadığımız için en "kendi" halini bildim demiyorum ama internette yansıttığı haliyle kendisi gayet neşeli, eğlenceli, kıpır kıpır ama bir yandan da çok zarif, işine acayip düşkün, manyak derecede disiplinli ve çalışkan bir insan gibi görünüyor. Özellikle dans ve dövüş sanatları konusundaki yeteneklerine şapka çıkartılmayacak gibi değil (Resident Evil'ın son filmini görmüş müydünüz?!). Şarkıcılığı, yaptığı müzik hiç benlik olmasa da o konuda da çalışkanlığını ve azmini takdir etmek gerekiyor. Wang So karakterine aşık etti beni, gerçekte kendisineyse hayran bıraktı "insan" olarak.
soldan sağa:14-10-8-esas kızımız-4-13-3
Lee Joon Gi'ye hayranlığımı da sayfalarca ifade ettikten sonra diğer prenslerden söz edebilirim. Dizide tabiki hikayeyi karmaşıklaştırmamak adına kral Taejo'nun nerdeyse sayıları 25'i bulan prenslerinden bazıları ile karşılaşıyoruz: Saf ve iyi niyetli abilerin abisi ama kara bahtlı Veliaht prens Wang Mu, cadaloz annesinin elinde büyümese belki de iyi bir insan olacak olan ama bu halde tüm kötülükleri üstlenen 3.prens Wang Yo, demin bahsettiğim 4.prens Wang So, iyi ve bilgili bir adam olmasının yanında aslında annesi ve entrikacı kız kardeşinin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayan sessiz 8.prens Wang Wook, sinsi bakışlarıyla olaylara karışmaz gibi görünüp aslında saman altından her şeyin içine eden kenafir yüzlü 9.prens Wang Won, dünyalar şapşiği hiç büyümeyen 10.prens Wang Eun, böyle bir entrika ortamında doğmasa müziği ve sanatıyla dünya üstünde cenneti yaşayacak olan bu acıları hiç hak etmeyen yumuşak bakışlı 13.prens Baek-Ah, ortamın en küçüğü ama en haylazı habire üstü başı dağıtıp ortalıklarda dövüş arayan ama iyi niyetli 14.prens Wang Jung.
Hepsi de canlandıran oyuncuların gayet güzel performanslarıyla akıllarda yer ediniyor.
bana mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?
Bir dolu şey söylemek istiyorum. Neden böyle bittiğini, beni niye bu kadar etkilediğini saatlerce tartışmak istiyorum. Aslında diziyi izlerken neden böyle yaptığını beni ve izledikten sonra neden öyle bir hale soktuğunu kısmen de olsa en başta anlattığım bilimsel gerçeklere dayandırabiliyorum. Ama diğer kısmı da sanırım hikayeden dolayı. Yani öyle bir noktada başlıyor ki esas kızın hikayesi, direkt içselleştirmeme sebep oldu ilk dakikalardan. Hepimizin düştüğü bir durumda buluyoruz onu. Hayatı en dibe vurmuş bir halde ne yapacağını bilemez şekilde dizlerini kendine çekmiş, kafasını dizlerine koymuş, bir çıkış yolu arıyor ama yok. O noktada bir mucize oluyor ve hakikaten de bir çıkış yolu açılıyor ama tam da hayal ettiğimiz veya tercih edebileceğimiz şekilde değil. Çünkü kendini ortasında bulduğu dünya, dibine vurduğu öbür dünyadan kat be kat daha tehlikeli aslında. Yine de içindeki umut kırıntısıyla, yaşam azmiyle tutunuyor bu yeni dünyaya. Gayet ilişki kurabileceğimiz bir hikaye bu aslında. Ama beni kötü eden, bu kadar içime oturan kısımlar da buradan sonra başlıyor. Bu yeni dünyada esas kızımız adım adım çok güzel bir yaşam kuruyor bir nebze de olsa. 
herkes bir aileyken
En başta, ilk bölümler süresince tüm prens kardeşler ve kızımız derininde şimdiden taht kavgaları, entrikalar kök vermeye başlamış olsa da yüzeyde çok güzel bir şey oluşturuyorlar. İşte o ilk bölümlerde hikayenin insana hissettirdiği o duyguların sonraki bölümlerde ilerledikçe kağıttan bir kule gibi tek tek yere indiğini, o dünyanın o karakterlerin tek tek savrulduğunu izledikçe kahroluyorsunuz. Eğer en baştaki o hallerini onlarla birlikte yaşamamış olsanız belki bu kadar etkilemeyecek. O şeyleri onlarla birlikte hissetmemiş olsanız belki olayların geldiği hale bu kadar içiniz acımayacak. Ama hikaye her yeni açılan katmanıyla birlikte sağlı sollu geçiriyor tokatları. En başında o kadar mutlu hissetmemiş olsak sonrasında da mutsuzluğumuzun acımız bu kadar derin olmayacak belki de. Her seferinde şimdi iyi olsun artık dediğimiz noktada hikaye üstümüze gelmeye, acı eşiğimizi zorlamaya devam ediyor.
Bilmiyorum sevgili kayıp çocuklar, vallahi bilmiyorum. Belki ben abartıyorum ama böyle de bir hikaye izledim, hayaletinden kurtulamıyorum.

19 Eylül 2017 Salı

yazılmış belki de en sevimli dostluk hikayesi, ikinci güney kore dizim: A Gentleman's Dignity (2012)

Bu diziyi anlatmaya nasıl başlayabilirim bilmiyorum. Şuraya yarım saattir yazıp yazıp siliyorum, öylece bakıyorum ekrana. Daha önce birkaç kere bahsettim, bir şurada bir de burada. Her defasında da elimde kelimeler bitmiş gibi aynı şeyi söyledim. Şimdi de gene aynı şeyi söyleyerek başlayacağım sanırım: Çok sevdim be! Çok, çok, çok sevdim.
Bilemiyorum belki zamanlaması cuk oturdu, belki tam da ihtiyacım olan hikayeydi, belki daha önce hiç bu kadar samimisini izlememiştim veya belki onca Amerikan İngiliz yapımı izlemekle geçen yılların sonunda böyle bir şey hakikaten içimde bir yerlere dokundu. Ama bu öyle güzel yazılmış, anlatılmış ve oynanmış bir hikayeydi ki izlemekten o kadar mutlu oldum ki herkese anlatıp, izletmek ve benim aldığım keyfi herkesin de almasını istiyorum.
Peki neydi bu kadar göklere çıkardığım hikaye? Güney Kore'de 26 mayıs 2012 ile 12 ağustos 2012 arasında 20 bölüm yayınlanmış dizi. Her zamanki gibi bir romantik komedi izlettirecekmiş havasıyla açıyorsunuz ama sıcacık, kahkaha dolu, içten mi içten bir dostluk hikayesi alıp götürüveriyor. 40 yaşlarında dört adamın lisede başlayan ve o zamandan beri hayatlarındaki en kötü, en iyi, en saçma anlarda bile bir arada olmalarının ve dostluklarının hikayesini anlatıyor A Gentleman's Dignity esasında. 
Dördü de birbirinden farklı ama bir araya gelince bir şekilde aynı ahengi tutturan bu adamlar birlikte mimarlık şirketi kurmuş mimarlar Kim Do-Jin ve Im Tae-San, avukat Choi Yoon ve bar işletmecisi (olarak bir meslek kondurabilirim sanırım) Lee Jung-Rok'tan oluşuyor. 
Hikayemizin merkezinde Kim Do-Jin'in bir erkek lisesinde ahlak öğretmeni olan Seo Yi-Soo ile masal gibi başlayan ve binbir aşama atlatan ilişkisi var gibi tabi ama her bir karaktere ve ilişkisine eşit derecede süre ve önem verilmiş olduğunu diziyi izledikçe görüyorsunuz. 
Öğretmenimiz dizi başlarken aslında Im Tae-San'a aşık ama bir türlü söyleyememiş durumda. Tam söyleyecekken adam ondan ev arkadaşı profesyonel golf oyuncusu Hong Se-Ra'nın telefonunu istiyor ve o ikisi çıkmaya başlıyor. Tabi bu arada Kim Do-Jin de öğretmenimize aşık oluveriyor. 
Öğretmenin eski bir öğrencisi olan ve aynı zamanda Im Tae-San'ın kız kardeşi olan Im Meari ise üniversite okuduğu Amerika'dan dönüyor ve o da abisinin bu kanka grubundan avukata aşık çocukluğundan beri. Avukatımız ise pek sevdiği eşini yıllar önce kaybetmiş, hala yüzüğünü takıyor ama kankasının genç ve hayat dolu kızkardeşinin ona olan aşkına da nasıl karşı koyacağını bilemiyor.
Ve en son çiftimiz bu kanka grubunun çapkın eşeği Lee Jung-Rok ve onun kendinden 10 yaş büyük eşi Park Min-Sook.
ergen öğrencilerimiz
Gördüğünüz gibi anlatırken biraz karmaşık ama izlerken de bir o kadar keyifli bu ilişkiler yumağı. Sadece çiftlerimiz yok çünkü ortada. Olaya öğretmenimizin 3 zıpır öğrencisi, kankalarımızın ilk aşkı olan kadın ve onun hangisinden olduğunu bilmedikleri oğlu, öğretmenin üvey kardeşleri gibi çeşitli karakterler de dahil oluyor ve ortalık cümbüşe dönüyor. Ama yine de dediğim gibi merkezde olan ana çiftimizin tanışıp, ilerlemesi ve mutlu sonu bulmaları ekseninde hikaye devam edip sonlanıyor.
Bundan sonra demek istediklerimi nasıl düzgün bir yazı bütünlüğü içinde anlatabileceğimi bilmiyorum çünkü düşüncelerin her biri oradan buradan uçuşuyor kafamda. Bu diziyi düşününce resmen mutlulukla, salak salak sırıtarak buluyorum kendimi. Mesela güzelliklerinden biri her bölümün 1-2 dakikalık bir flashback sahnesiyle açılması. Bu sahnelerde kankalarımızın önceki yıllarına ait bir olayı izliyoruz ve sanırım ömrümce görebileceğim "benim diyen komedi filmlerine" taş çıkartan sahneler bunlar. Neo'nun Köşesi blogundaki bu yazıda bu sahnelerin her biri var, tavsiye ederim.
Bir diğer güzelliği sonra, hiç bir şekilde ağır drama bağlamaması. Yani avukatın eşinin cenazesi olan flashback belki insanın ciğerini söker cinsten ama onda bile aslında yine o dostluklarına içiniz gidiyor da ağlıyorsunuz. Normal hikayemizin gidişatında da üzücü şeyler olabiliyor tabi, eh romantik komedi gibi bir şey izliyoruz bir şekilde tanışıp, aşık olup, ayrılıp barışmaları gerekiyor. Bu ayrılmalar, ayrı düşmeler, kavuşamamalar bile o kadar drama bağlamıyor. Etki etmiyor demiyorum bilakis çok iyi yazılmışlar ama bir yandan da ele alınışları o kadar güzel ki ne içinizi sökecek kadar ağlatıyor ne de amaan diyecek kadar etkisizler.
mimar Kim Do-Jin ve öğretmenimiz Seo Yi-Soo
İzleyen herkesin favori bir çifti var, dizi sonrası okuduklarımda gördüğüm kadarıyla. Ben de bahsetmeden geçmeyeyim çiftlerin "bana göre" halinden. İlk çiftimiz olan mimar Kim Do-Jin ve öğretmen Seo Yi-Soo, tabiki çok güzel bir hikaye sunuyor bize. Kim Do-Jin çok ilginç bir karakter olmuş. Kanka grubunun saman altından su yürüteni, bir yandan çok ciddi görünüp, bir yandan en olmadık anda en burundan su fışkırtan tepkileri vereni. Hani okulda her işe bulaşıp da yine de zekası ve kimseye çaktırmadan çalışması sayesinde en yüksek notları alıveren tipler olur ya, hah tam ondan. Bir de kendini acayip yakışıklı bulmalar, ukalalıklar,...Belki karaktere hayat veren oyuncunun Jang Dong-Gun'ın da onu canlandırma şeklindendir tüm bunlar ama ortaya hem ilginç hem de eğlenceli bir karakter çıkmış. Bu arada anladığım kadarıyla bu abi ülkesinde pek bir önemli pek bir kalbur üstü. Zaten ekranda gördüğünüz daha ilk dakikalardan itibaren o enerjiyi alıyorsunuz ondan. Yani öyle ben burdayım diyen rahatsız eden bir enerji değil, ama kendine haklı güvenini ve sağlam kişiliğini, falsosuz oyunculuğunu açık seçik görebiliyorsunuz. Onun karşısındaki öğretmeni canlandıran Kim Ha-Neul'un da işte tam bu yüzden işi çok zor hale gelmiş gibi. Karakteri hikayenin iyi kızı olduğundan aslında çok kenarı köşesi yok, bu yüzden oyunculuk adına yapabileceği fazla bir şey elinde senaryo anlamında yok ama o da elinden geleni yapmış. Bazen bazen fazla oynuyor gibi geliyor ama hikayenin komedi yönüne katkı yaptığını ve pek de yerinde olduğunu görüyorsunuz.
İşte öğretmen ablaya bakar mısınız?! kaynak: Kore Dünyası
Ülkesinde onu nasıl görüyorlar bilmiyorum ama ben vücudunu çok beğendim dizi boyunca. Yani belki karakterin giysi seçimlerindendi ya da belki yüzü o kadar güzel gelmediği için öyle göründü bana ama hakikaten şahane bir bedene sahip kendisi, keşke biz de o hale getirebilsek (bu noktada arkamdaki yastığı aldım kafama kafama vuruyorum sevgili çocuklar çünkü bugün yapmam gereken günlük sporun yarısını canım istemediğinden yapmadım üstüne bir güzel patates kızarttım yedim). Bu çiftte erkek kadına daha ilk bakışta aşık oluveriyorken kadın başkasına olan aşkını adım adım yenerek erkeğin o güzelim çabalarıyla ona aşık oluyor sonunda.
mimar Im Tae-San ve golfçü Hong Se-Ra
Diğer bir çiftimiz öteki mimar Im Tae-San ve öğretmenimizin ev arkadaşı golfçü Kang Se-Ra. Buradaki mimarımız bence tam anlamıyla tipik, klasik bir erkek. Her şeyi düz mantık, güzel ve alımlı kadını görüyor beğeniyor ve isteyip elde ediyor. Yakışıklı değil ama kendine güveni tam. Erkek kavgalarında bağırıp küfreden, yumruk yumruğa giren tiplerden. Bir şeye olmaz dedi mi olmaz diye düşünmeye devam ediyor. Etrafında olan biteni kafasına vurmadıkça anlamıyor ve hassasiyet sıfır. Ama yine de o da oyuncusundan kaynaklı izlemesi pek keyifli bir karakter. Karşısındaki golfçü kızımız da beklendiği üzere klasik bir çekici kadın. Kendine güvenli, pek alımlı, istediği erkeği elde etmeye alışkın ama aşık olmaya alışkın değil. Golfçünün karakter gelişimi bu sebeple hikaye boyunca oldukça keyifle izlenir bir hale geliyor, çünkü en baştaki halinin değişip, geliştiğini, adım adım insanlığını bulduğunu izlemek güzel oluyor. Yine de beni en fazla bayan çift bunlardı.
avukat Choi Yoon ve ağlak Im Meari
Öteki çiftimiz avukat ile genç kız kardeşimiz. Avukat rolündeki abinin normal hayatında da bir avukat ya da memur olduğunu düşündüm ben yeminle dizi boyunca. Bir insan bu kadar mı o ruha girer ya?! Kanka grubunun en sessizi, sakini, ineği, her durumda en mantıklısını  konuşanı. Allahım bu adam bir de şarkıcıymış normalde! Nasıl şarkı söyleyebilir ki, gözümde hiç canlandıramıyorum. Ama demek ki oyunculuğunun gücü de buradadır. Bir yandan çok sevdiği ölmüş karısının anısı içinde, bir yandan karşısında onu çok safça ama çok da güçlü bir şekilde seven genç bir kız varken o kadar duygunun yoğunluğundan kafası allak bullak gezen bir adamı, gözleri kızardıkça bizim de gözlerimizi dolduracak bir şekilde nasıl güzel oynamışsa..Karşısındaki genç kızı oynayan kardeşimiz ise ne yalan söyleyeyim dizi bitene kadar sinirlerimi hoplattı. Çok tatlı, pek şeker oynuyor evet. Çok da eğlenceli, o da doğru. Ama çok sinir bozucu ağlıyor yahu! O ağladıkça, zırladıkça, oppa oppa deyip durdukça ekranı yumruklamak istedim. Bir araya gelmelerine giden yolu izlemek keyifliydi ama bir arada olmalarını pek de sevmedim. O yüzden en sevmediğim çift herhalde bu.
Ghangham'ın sahibesi Park Min-Sook abla ve çapkınımız Lee Jung-Rok
En son kalan çiftimiz olan uslanmaz çapkın ve zengin eşi ise benim favori çiftimdi. Çünkü izlemesi en eğlenceli, aralarındaki ilişki en ipe sapa gelmez olan onlardı. Tamam belki aşk adına romantizm adına pek bir şey yoktu bu çiftte ama çok eğlendim ben onlarla. Ve çok klasikmiş gibi görünen hikayeleri aslında çok da güzel ilerleyip, çok sevimli bir noktaya ulaştı bana göre. İkisinin de karakterlerinin adım adım birbirlerine dokuna dokuna şekil almasını izlemek de güzeldi.

Bu arada pek güzel soundtrackten eğlenceli şarkımız:



Bu da romantik şarkımız:



Sanırım sabaha kadar oturup bu dizi hakkında konuşabilirim. O yüzden burada bitirmeye çalışacağım. Bu diziyle birlikte gördüğünüz üzere Güney Kore dünyasına daha fazla dalmış oldum, artık buradaki oyuncuları ve kamera arkasını da araştırmaya başlamamı sağlayan dizi oldu A Gentleman's Dignity. Tabi olaya tam anlamıyla balıklama dalmam ise bir sonraki anlatacağım diziyle olacaktı ki o yüzden bu yazıyı burada sonlandırıp, çay koymaya gidiyorum. Bir çay molası vermeden gönlümün efendisini anlatmaya başlayamayacağım çünkü.
ahh kardeş ben de i wish ahh.

ilk güney kore dizisi deneyimim: Fated to Love You (2014)

Bu diziyi nasıl izlemeye başladığımın serüvenini geçenlerde "saçmalamasam da saçmalasam" yazımda anlatmıştım. O yüzden bu yazıda önce konuyla hiç alakası olmayanlar için dizi nedir ne değildir ondan bahsedip, sonrasında da böyle bir şey izledikten okuduktan sonra arkadaşlarınızla oturup saatlerce o şey hakkında konuşurken kendinizi durduramaz oydu da buydu şuydu diye bir orasından bir burasından söylenip durursunuz ya hah işte öyle yapacağım. Hazır mıyız?
"Dizi 2 temmuz-4 eylül 2014 arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış Güney Kore'de. Orijinali Tayvan'danmış, 2008'de 24 bölümlük bir Tayvan yapımı diziymiş." diye yazmışım üstte bahsettiğim yazımda. Güney Kore yapımı hikayemizde iki ana karakterimizle tanışıyoruz: Esas kızımız Kim Mi-Young ve esas adamımız Lee Gun. Kızımız bir hukuk şirketinde çalışıyor, pek sevimli, pek sevgi dolu bir insan. Ama o kadar vur kafasını al ekmeğini bir insan ki şirketteki ve dahil hayatındaki herkes ona her türlü işlerini yaptırarak eziyorlar kızımızı. Kimseye hayır diyemiyor, kimseye eh yeter be sen de çok oldun ya da ben bunu yapmak istemiyorum diyemiyor. Küçük bir balıkçı kasabasında büyümüş, pek sevdiği babasını çocukken kaybetmiş. Gizliden, kendince de sevdiği bir adam var aynı şirkette (ismi hiç lazım değil çünkü yeni başlayanlar için kore isimleri hakikaten çok zor ve kafa karıştırıcı o yüzden elimden geldiğince az isimle sıyıracağım sizi bu işten). Şirketteki bir şeyden (hatırlayamadım şimdi bir seneyi geçti izleyeli) bir tatil kazanınca Kim Mi-Young kızımız bu platonik aşkını davet ediyor kendisiyle gelmeye, böylece hem ona açılırım hem de yalnız gitmemiş olurum diyor kendince.
Onlar bu tatile birlikte gelirken bir taraftan da esas adamımız Lee Gun ile tanışıyoruz. Lee Gun büyük ve köklü bir şirketin sahibi olan ailenin son üyesi, şakacı, neşeli, biraz fazla kendine güvenli ve çılgın kahkahalar adamı. Şirketten ve dahi ondan sorumlu, hükümet gibi kadın büyükannesi artık evlen evlen de önümüzü görelim diye tutturmuş durumda. Sanki eski zamanlardan bir hanedanmışlar gibi Lee Gun'ın bir an önce evlenip çocuk yapması gerekiyor ki şirket aç gözlü akbabalarca ele geçirilmesin. Lee Gun da istekli aslında evlenmeye çünkü deliler gibi aşık olduğu bir sevgilisi var: Nam Se-Ra. Bu kızımız da pek yetenekli bir balerin, Amerika'da falan çalışıyor, Lee Gun'ı da çok seviyor. Lee Gun bu uzun yıllardan birlikte olduğu balerin kızımıza en sonunda evlilik teklifi etmek için bir tatil ayarlıyor. Ve evet tam da orada, esas kızımız Kim Mi-Young'un platoniği ile geldiği tatil yerinde.
Böylece kaderin saçma ama komik tesadüfleriyle birlikte Kim Mi-Young kızımız ve Lee Gun oğlumuz içtikleri ilaçlı bir içeceğin etkisiyle kendilerini aynı yatakta (pek yakın) bir gece geçirmiş olarak buluyorlar. Dahası birkaç ay sonra Kim Mi-Young'un Lee Gun'dan hamile olduğu gerçeği ile kendilerini bu defa da tamamen yabancı bir evliliğin içine dalarken buluyorlar.
Böyle baktığımızda Fated to Love You çılgıncasına eğlenceki bir absürt komedi olarak başlıyor aslında. Hem esas karakterler hem de yan karakterler komedide döktürüyor ellerindeki hikayenin de gazıyla. Önce iki yabancının tamamen ayrı dünyalarını izliyoruz, sonra resmen gezegenlerin çarpışması gibi bir gece için bir araya gelmelerini ve kendi hayatlarına dönmelerine seyirci kalıyoruz. Kaderin oyunu ile yeniden bir araya gelmek zorunda kaldıklarında ise bu defa bu iki yabancının hayatlarındaki durumları eğerek bükerek birbirlerine yer açmaya çabalamalarının hikayesi geliyor. Her şeyi tersten yaşamalarını izliyoruz. Önce evlenip, sonra birbirlerini tanımaya başlıyorlar. Birbirlerine alışmaya çalışıyorlar, birbirlerini değiştirmeye başlıyorlar. Daha doğrusu birlikte değişiyor, gelişiyorlar. Ama hepsi acılı oluyor, oraya buraya çarparak, düşerek kalkarak yol alıyorlar. Gene de birbirlerine aşık olma evresinde, tahminen dizinin ilk 10 bölümü süresince, tüm çarpışmalara, düşmelere kalkmalara rağmen herşey alabildiğine eğlenceli ve gülümsetir şekilde devam ediyor.
kaynak: Yamalı Sandal
Ta ki bir noktaya kadar. Öyle bir nokta ki hep beraber savruluyoruz. Hikaye hem bizi izlerken hem de onları, karakterlerimizi öyle bir savuruyor ki aman yarabbi dramın, ağlamanın dibine vuruyoruz. Lee Gun ağlıyor, biz hönkürüyoruz. Çünkü ilk on bölüm boyunca gülüp eğlendikten sonra birden böyle dramın köküne köküne vurdurunca insan bir neye uğradığını şaşırıyor. Hele bir de öylesine sevimli ki her bir karakter, kötüsü bile öylesine kötü değil ki, diziyi izlerken ayırdığınız o birer saatlerde dünya tamamen başka bir yer oluyor, daha mutlu daha sevimli daha umut dolu bir şey gibi geliyor yaşamak. İşte tam da bu yüzden hikaye yön değiştirdiğinde yine 10 yaşınızda dönüp, Anthony'yi attan düşmüş halde yerde uzanırken izleyen Candy gibi kalakalıyorsunuz.(Çocukken japonlar büyüyünce de koreliler...ulan ettiniz el birliğiyle psikolojimin içine!)
sen ne tatlı bir şeysin Kim Mi Young
Esas kızımız canlandıran Jang Na-Ra, ufacık tefecik, kocaman gözleri alabildiğine masum bakan, bir yaprak gibi en hafif rüzgarda savrulup gidecekmiş gibi duran, çok naif bir Kim Mi-Young ortaya çıkarmış. Beni vuran da sanırım en çok bu Kim Mi-Young olduğu için diziye tutuldum. Çünkü daha ilk dakikalarda kendimin bir versiyonunu izliyor gibiydim. Kimseye hayır diyemeyen, sesini bile çıkaramayan Kim Mi-Young gibiyim ben de. Ama tabi ufak bir detay var ki Kim Mi-Young'un bu hayır diyememesi içindeki iyilikten, insanların yine de kötülük düşünmüyor oldukları umudundan. Benimkisi ise çok daha farklı sebeplerden şimdi burada uzun uzun psikolojik çözümlemeye girmeyelim, ben büyük oranda korkudan, karşı çıkma korkusu gibi şeylerden hayır diyemiyorum ve yine içimden küfrediyorum. Yani yapıyorum ama küfrediyorum. Peki olur diyorum karşımdakine ama kafamda onu öldürmenin binbir yolunu düşünüyorum. Oysa Kim Mi-Young baştan sonra kadar içindeki o parıl parıl naif parçayı hiç bozmuyor. Tabi yaşadıklarıyla gelişiyor, değişiyor, büyüyor ve o ilk başlardaki gibi ezdirmiyor kendini ama o pırıltısı da hiç kaybolmuyor. (Bir de Jang Na-Ra sen ne güzel ne çıtı pıtı bir kadınsın yahu.)
uçan Lee Gun
Lee Gun'ı ise Jang Hyuk canlandırıyor. Ve diziyi benim için bu kadar eşi bulunmaz yapan bir diğer faktör de Jang Hyuk'un bu inanılmaz Lee Gun portresi. Artık birbirinin tıpatıp aynı romantik komedilerdeki karbon kopya zengin ama buzdolabı esas adam tiplemesine kocaman bir kahkaha atıveriyor Lee Gun. Evet zengin, evet başarılı, evet geçmişinde birçok acı ve dram var. Ama o seven, aşık olan, aşkını binbir şekilde gösteren, duygu patlamalarıyla dolu, hareketli, neşeli, alabildiğine eğlenceli bir adam. Ama işte onun o pek güzel detayı da burada saklı: Lee Gun acılarını, kötü duygularını ve hatta utangaçlığını, kıskançlığını da neşesinin altına gizliyor. En başlarda insanı çıldırtan o manyak kahkahasının hikayenin içinde ilerledikçe ve Lee Gun'ı tanıdıkça neler neleeer ifade ettiğini görüyorsunuz ve her bir kahkaha ile yeri geliyor içimiz acıyor, yeri geliyor mutluluk gözyaşları döküyoruz. Başka bir oyuncu onu bu kadar sevdirebilir miydi bilmiyorum. Jang Hyuk böyle suratına baktığınızda sanki direkt ben çok iyi bir insanım diyen bir ifadeye sahip, resmen güven veriyor. Normalde de, yarattığı karakterin dışında da çok eğlenceli bir insanmış gibi. Ayrıca pek de sportif kendi yaşamında ki bunu dizide de pek eğlenceli şekillerde görebiliyoruz. (Belirtmeden geçemeyeceğim, ben ilk bölümlerdeki o uzun saçını beğendim, sonradan kestirince de fena olmadı ama bence ilk hali daha iyiydi.)



Hikayenin bir diğer güzel yanı da bunca drama rağmen yine de kendini o kadar ciddiye almaması ve o absürtlüğünden, o havailiğinden hiçbir şey kaybetmeden mutlu sonumuza bizi kavuşturması. Ayrıca hikaye boyunca her birine kendi özenli hikayeleri yazılmış ve pek yerinde kararında oynanmış yan karakterleri ile hiçbir boşluk bırakmıyor. Esas oğlanımızın balerin sevgilisi, esas kızımızın bir çeşit "mentor"u ve "abi"si olarak olaya dahil olan Daniel Pitt karakteri, kankası, esas kızımızın annesi ve iki ablası eniştesi; Lee Gun'ımızın üvey annesi üvey kardeşi, büyükannesi, sekreter Tak, hamu hamu kafadarlar...Öylesine güzel oynanmış, anlatılmış ki.
Bu noktada bir de Daniel Pitt karakteri için bir iki bir şey demek istiyorum çünkü yazının genelinde olaya çok karıştırmak, isim kalabalığı yapmak istemedim ama karakteri canlandıran Choi Jin Hyuk normalde beğenebileceğim bir tip değilken burada nasıl bir oynamışsa artık kendine aşık ediyor. Keşke herkesin yanında onun gibi destekleyici, karşılıksız seven, her şeye rağmen çıngar çıkarmayan bir adam olsa dedirtiyor ki tabi burada tüm alkışları Choi Jin Hyuk'a atfetmiyoruz, senaristin de kalemine sağlık.
balerin Nam Se-Ra ve mentor abi Daniel Pitt
Daha önceki yazıda da dediğim gibi Fated to Love You benim için tamamen başka bir kültürle, tamamen başka bir dünya ile tanışma dizisi oldu. İlk defa gördüğüm gelenekler, yemekler, şehirler, ülke ile birlikte aslında bu yaşıma kadar izleyip durduğum dünyanın dışında da pek şahane hikayeler anlatıldığını görme şansı verdi bana. İyi ki izlemişim dedirtti onca ağlatmasına rağmen.
Bir de pek güzel bir şarkı verdi dinlenecek ki onunla bitirivereyim:

14 Eylül 2017 Perşembe

geceye şarkı-->The Zombies'den Time of The Season



okumak mı okumamak mı işte bütün mesele bu

Bir çılgınlık yaptım. Çılgınlık dediğim balkondan belime ip bağlayıp atlamak değil yani durun sakin olun. Sonunda yazdıklarımı -  yani böyle blog dışında yazdığım gerçekten "yazmak" dediğim şeyleri - yakınlarım dışındaki dünyaya açan bir şey yaptım. Şu wattpad'den haberiniz var (vardır yani vardır vardır). Önceleri hımm iyi bir düşünceymiş dediğim, sonralarıysa oradan çıkan ve ünlü olan şeyleri gördükçe alayın küfürün dibine vurduğum, en nihayetinde de ulan bunca yıldır sürünüp duruyorum daha ne kadar alay edip de yapmam dediğim şeyleri yapıp da sonra utanacağım ki diye düşünüp iyi be aman tamam dediğim bir yer orası. Üye olmuştum, Roma'dayken ekimde öyle bir cesaret anında. Ama başkaca da hiç elleşmemiştim. Unutmuşum. Geçen Cey sen de yayınlasana orada falan deyince aklıma geldi tabi üye olduğum. Ve dün akşam bir kez daha cesaretimi toplayıp bir iki bir şey koydum.
Ha şimdi bu niye bu kadar büyük olay yani saçmalamaz mısın derseniz, vallahi de benim için büyük adım. Çünkü kendimi bildim bileli "yazıyorum" ama üniversiteye kadar kimseye okutmaya cesaret etmediğim gibi o zamandan beri de ancak bu 3-5 kişiye okutuyordum. İlk sebebi, tabiki tırsmam. İkincisi sebebiyse yazdıklarımı okudukça anladığım bir gerçek. İnsan yazarken aklında kendi sevdiği yazarlar beliriyor. O senelerce hayranlıkla okuduğu hikayelere, o içinden çıkamadığı dünyalara giden aklıyla alıyor eline cümleleri ama sonra bitirip, ne yazdığına bakınca görüyor ki ne kadar alay ettiği, yerin dibine soktuğu yazar varsa, hikaye varsa onlar gibi yazmış. Yani sevgili romalılar, yurttaşlar, vatandaşlar demem o ki hayaller tolkien hayatlar stephenie meyer. O yüzden bir tiksindim uzun süre yazdıklarımdan, kendimden. Sonra sorgulama süreci geldi. Yahu ben yazıyorum yazabiliyorum zannediyordum ama aslında hiç bir halt yapamıyormuş muyum ki? Türünden hezeyanlara boğuluyorsunuz. Sonra da kimseye göstermek istemiyorsunuz yazdıklarınızı çünkü ben böyle bir insan değilim demek istiyorsunuz. Yani o yazdıklarımı okuyanın kafasında direkt karizmam eksi bine düşecek diye kendinize saklıyorsunuz. Bunlar erken dönem saçmalamalarım deme süreci geldi sonra. Daha yazacağım, gelişeceğim, bir Tolkien adabı kazandığımda o şekilde yazabildiğimde yayınlarım deme süreci bu.
Her şeyi de resmen uzattıkça uzatıyorum. Hiç bir şeyi kısaca anlatamıyorum. Bende bitirememe hastalığı var galiba. Sonlandıramama. Veda edememe. Te allahım! Neyse demeye çalıştığım, her bir düşünceyi boş verdim ve yayınladım gitti. Tabi linki vermeden önce - eğer okumak isterseniz diye - uyarımı yapmadan da bırakacak değilim. Bu yazdıklarımı bu yaşıma gelmeden önce yazdım bu bir. Belki kafam hakikaten hiç bir türlü ergen kafasından çıkamıyordur da benim haberim yoktur bu iki. En kötüsü, belki cidden yazamıyorumdur, bu da üç. Kolay gelsin.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...