17 Mart 2013 Pazar

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm XII

los angeles havaalanındayken
Artık bu son bölüm. Nihayet aylardır kafanızı şişirdiğim anlatının son parçasına geldim. Gelebildim mi demeliyim yoksa :) Artık sizin de anladığınıza göre, ben kısa cümleler kuramıyorum. Ya da kısa şeyler yazamıyorum.
Yolculuğa çıkarken ilk planlarda "San Francisco'ya da gideriz, Jesse dayıyla DJ'in Stephanie'nin Michelle'in Joey amcanın yaşadığı evleri göreceğim, jenerikteki o meşhur turuncu köprüden geçeceğim" yer alsa da, Los Angeles'ta planı değiştirdik. Bir iki ilaçla, yatakta yarım gün geçirmekle falan bir Hollywood-Universal Studios görebilmiştim ama gerisine dayanabilecek gibi değildim. Dedim Nihan senin yurda gidelim, dönüş uçağıma kadar dinleneyim, zaten ikimiz de bir 25 yıl daha bize yetecek kadar gezdik, kendimizi aştık bu iki haftada.
San Francisco'dan Santa Cruz'a, üniversitenin kampüsündeki öğrenci yurduna ulaşmak, Ankara'dan Los Angeles'a kadarki yolculuğumu bile mumla aratır cinstendi. Önce San Francisco havaalanında iniyoruz, sonra metroya biniyoruz, metronun bir yerinde hat üstünde çalışma olduğundan kapalı, o yüzden inip diğer hatta aktarma yapıyoruz. Metroyla bir durağa gelince orada inip, trene biniyoruz. Trenle neredeyse 1-2 saatlik bir yolculukla bir sürü durak geçtikten sonra inip otobüse biniyoruz. Otobüs bizi yine 1 saatlik bir yolculukla Santa Cruz'a götürüyor. Orada da inip, biraz yürüyüp kampüse giden otobüse biniyoruz. Bir 20 dakikanın da sonunda yurdun önünde iniyoruz. Yalnız o Santa Cruz'a giden otobüste bavuluma  artık son güç kırıntımla tutunuyordum. Yanıma oturan kızın bacaklarına gitti tüm yol boyunca ağırlığı bavulun. Tutamadığımın, bavulun tamamen kızın üstüne kaldığının farkındaydım ama birşey gelmiyordu ki elimden. Özür dilerim tutmaya çalışıyorum ama seni de rahatsız etti baya dedim kıza, o da önemli değil ben rahatım birşey olmuyor dedi. Ha tabi şuraya kadar anlattığım onca şeyden bu cümleleri kurmadığımı anlamışsınızdır. Ben bu anlamaya gelecek mimikler ve işaretler yaptım, kız da aynı şekilde mimiklerle karşılık verdi anlaştık biz.
trendeyken
Nihan'ın yurdunda bir iki gün böyle ayaklarımızı uzattık, pijamalarımızı çıkarmadan çay kahve o pembe içecek ve atıştırmalıklar şeklinde dinlendik. Arada bir Santa Cruz'un merkezini gezdirdi Nihan, herkese aynı şekilde anlatıyorum orayı. Merkezi bildiğimiz Stars Hollow, yukarıya kampüse çıktığınızda da Twilight ormanı. Esasında güzel bir yer, tam böyle bir küçük amerikan kasabası deneyimi de edinmiş oldum böylece.
Bir de sinemaya gittik Santa Cruz'da, Life of Pi'yı izledik. Amerika'da sinema kültürünü de yaşadım ve filmlerde dizilerde gördüklerim gerçekmiş. Sıra numarası yok, geçip istediğimiz yere oturuyoruz. Ara da yok, tuvaletimi tutmaktan ölecektim, ki tutamadım son 15 dakikada gitmek zorunda kaldım. Boyum kadar içecekler ve mısır kutusu da cabası.
santa cruzdan
Geri dönüşte yaşadıklarımı klişe bir sözle, anlatsam roman olur, diyerek geçiştirmek istiyorum. Çünkü az önce anlattığım havaalanı yoluna ek olarak, San Francisco'dan NY'a uçtum, JFK'de bekleyip İstanbul'a uçtum. İstanbul'da kar yağıyor olduğu için uçuşum iptal oldu Samsun'a. Tam 12 saat havaalanında bekleyip diğer bir uçuşu yakaladım. O da yine kardan 3 saat rötar yaptı, gecenin 3'ü, 4'ü gibi sıkışık bir uçakla Samsun'a uçtum buz gibi havada, karnım 24 saattir boş ve uykusuzken. Samsun'da yarım saat bavul bekledikten sonra annemler amcamın arabasıyla beni aldılar. Samsun'dan Fatsa'ya yoğun kar yağışı altında kaygan yolda ulaştıktan sonra amcama arabasını verip babamın sütçü kamyonuyla - ben ona öyle diyorum artık kendisi 70 model açık mavi bir kamyonet, hadi benim de antika araba hevesim var da babamınki çalışmayanlara - Fatsa'dan Perşembe'ye oradan da köy yoluna çıkmaya başladık. Ama köyün yolu kardan kapanmış olduğundan ve o kamyonet patinaj yaptığından dağın tepesinde karın altında kalakaldık. Kamyonet ittik. Hepimiz birbirimize bağırmaya başlamıştık ki diğer bir yolda saplanan bir aracın çekici çağırması sayesinde, çekici yanımıza geldi. Adama neredeyse yalvardık bizi de götür diye. Mezarlığın oraya kadar çekti bizim kamyoneti. Orada indik, bavulumu sırtlanıp yürümeye başladım. Baktık olacak gibi değil, donacağız. Bavullarımı çekicinin arkasına bağladık, ben de adamın yanına tırmandım. Babaannemin evine o şekilde vardım. İki gündür aç, uykusuz, yorgun, saatlerce havaalanında perişan olmuş, üstüne karda araba itmiş, bavul taşımış ve baştan ayağa ıslanmış olarak.
köyün karlı yolları
Bir hafta boyunca köydeki evde kuzineyle aramda 30 cmlik bir mesafeden fazla bırakmamaya gayret ederek kıpırdamadan yattım. Annem yemek getirip yedirdi, uyudum, tv tam önümdeydi izledim. Hiç kıpırdamadım. Hala hastaydım, boğazım şişti ve burnum tıkalıydı. Neyse ki bir hafta sonunda Ankara'ya dönüp, bir de güzelce burada üç gün dinlenip işe döndüm.
Ama hepsine, herşeye değdi. İyi ki gitmişim, iyi ki gitmeye karar verebilmişim. İyi ki Nihan yanımdaymış ve iyi ki oraları görmüşüm diyorum. Bir sene boyunca çalışıp biriktirdiğim o parayı iki haftada yok etmektense öğrenim kredisi borcumu kapatır, geri kalanıyla da işsiz bir halde en azından bir iki sene evde oturup kitaplarımı yazabilirdim belki ama bunu, bu yaşadıklarımı bir daha yaşayamaz, bir daha 25 yaşında olamazdım.
Bunu tüm hayatını ince ince planlar listeler yapmış bir insan olarak söylüyorum, bazen o uzanan eli düşünmeden tutmanız, gel diyenin peşine takılmanız ve o uçurumdan o suya atlamanız gerek.Yüzlerce binlerce yanlış karar vermiş olabilirsiniz düşünerek, en azından bir tane de düşünmeyerek verin. Düşünmeden atlayın ki o kararın içine, yanlış mı doğru mu olduğunu yaşayarak görün. Çünkü düşünüp de yaptığınız, yaptığınızı çok sonra anladığınız kararlar daha çok acı veriyor.

yanlış anlaşılmış bir şarkı : every breath you take

Bu şarkıyı ilk defa Puff Daddy'nin "I'll Be Missing You"su ile duymuştum ben, öyle bilirim, ne de olsa 90'larda büyümüş nesildenim öncesinden, Sting'in 83'te yazdığından ve hatta The Police diye bir grupta olduğundan haberim bile yoktu o zamanlar. Sting, Desert Rose'u söyleyen adamdı, henüz bir kılıç değildi bir hobbitin elinde parlayan. "I'll Be Missing You" yu da abimin nereden bulup getirdiyse eve bir Mtv derleme kasedinden duyup da hiçbir kelimesini anlamasam da beni çok üzen bir şarkı olarak biliyordum, öyle senelerdi onlar.
Tabi üniversiteye geldiğimde The Police'li zamanlarındaki Sting'i de gördüm, Every Breath You Take adındaki asıl şarkıyı da dinledim. Ama hala daha öyle üzücü, öyle içli bir şey anlatıyormuş  gibi gelir. Hakikaten de en yanlış anlaşılmış şarkılardan biridir bu "Every Breath You Take".



Songfacts'te çok güzel açıklıyorlar durumu :
This is one of the most misinterpreted songs ever. It is about an obsessive stalker, but it sounds like a love song. Some people even used it as their wedding song. The Police frontman Sting wrote it after separating from his first wife, Frances Tomelty.In a 1983 interview with the New Musical Express, Sting explained: "I think it's a nasty little song, really rather evil. It's about jealousy and surveillance and ownership." Regarding the common misinterpretation of the song, he added: "I think the ambiguity is intrinsic in the song however you treat it because the words are so sadistic. On one level, it's a nice long song with the classic relative minor chords, and underneath there's this distasteful character talking about watching every move. I enjoy that ambiguity. I watched Andy Gibb singing it with some girl on TV a couple of weeks ago, very loving, and totally misinterpreting it. (Laughter) I could still hear the words, which aren't about love at all. I pissed myself laughing."

16 Mart 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm XI


Orlando'dan tam 1 ocak gecesi çıktık yola. Gecenin sabaha dönmesini beklerken, Orlando havaalanında yılın ilk gününe başladığımızı fark ettim. Ve hastaydım. Ama onu henüz fark edememiştim.
Uçağa gitmek üzere otelde uyandığımızda boğazımda hafif bir yanma vardı, başım da dönüyordu kendince. Ama çok önemsemedim, günlerdir yorgunum, dolanıp duruyoruz ondandır dedim. Zaten hep gecenin bir yarısı kalkıp uçaklara koşturuyoruz iki haftadır, normal dedim. Ama uçaktayken bildiğiniz kendimden geçmek üzereydim, burnum tıkandı, başım artık bende değildi. Boğazımı alevler sarmıştı. Önce yanımızda oturan, pardon sere serpe yatan siyahi kızımıza yükledik suçu. Mikrop bulaştırdı bana kesin, zaten kendisi de gözünü açamadı tüm yol boyunca dedim. Los Angeles'da havaalanına indiğimizde öleceğimi zannettim sonra. Nihan bir yandan taksi, shuttle ne olursa bulup otele gitmemizi sağlamaya çalışırken ben kendimi yanıbaşında yere yığılmış halde buldum. Buz gibi taş zemine öylece oturdum, ayakta durmayı bırakın, nefes alabilecek gücüm yoktu. Ateşim fırlamıştı, bilincimi kaybetmek üzereydim. Bir ara Nihan beni bırakıp dışarı taksi bulmaya gitti, yerimden kıpırdayamıyordum çünkü. O ara burada, dünyanın bir ucunda şuracıkta bayılıp kalsam ne olur diye düşündüm. Etrafta bir sürü insan vardı gerçi, ama tuhaf bir düşünceydi. Düşünebilecek halde de değildim de gerçi. (Bu arada Los Angeles'da havaalanından araç bulmak çok zor oluyor, çok kalabalık. Önceden ayarlamak lazım.)

Sonunda Nihan'ın çabalarıyla bir taksi bulup, otele doğru yola çıktık. Otelimiz Best Inn Hollywood'du. Hakikaten de tam Hollywood denen caddenin, bölgenin yanıbaşındaydı. İşleten amca Bangladeşliydi, kimya profesörü müymüş kendi ülkesinde, öyle dedi. Buraya göçmüşler, ki oğlu şu anda California Üniversitesi'nde okuyormuş. Amca ayrıca bize sizin başbakanınız var bir tane, buraya gelen herkes ondan bahsediyor çok iyiymiş falan diye muhabbet etti. Ben içimden he he tabi şahane bir insan diye düşünüp tam ağzımı açıyordum ki Nihan hı hı var başbakanımız deyip kurtardı durumu. Odamızın temizlenmesini beklerken düşündüğümüz "cemaat oteline düşmüşüz ama en azından o yüzden güvenli olur"du.

Odaya geçtiğimizde yapabileceğim tek şey kendimi yatağa bırakmaktı. Aklım bir gidip geliyordu. Plana göre bir an önce dışarı çıkıp bir sürü yer görmemiz gerekiyordu. Ama gözlerimi bile açamadım. Ben yatakta hasta bir şekilde yatıp da azıcık dinlenirsem kendime gelirim diye umut ederken Nihan çıktı yiyecek aldı, etrafı keşfedip yapabileceklerimize baktı geldi. Ben öylece baygın yattım. Hollywood Boulevard'ın tam kıyısındaydı otel, iki adım yürüyerek bulvara çıkabiliyorduk.

O gün öğleden sonra boyunca yataktan çıkamadım. Üstüne gece yatarken klimayı ya da kaloriferi her ne deniyorsa ona onu açık bırakıp yatınca, gecenin bir yarısı bir uyandım ölüyorum. Ateşim 40'a yanaşmıştır herhalde çünkü lavaboya zor attım kendimi midem deli gibi bulanıyordu, başım 360 derece dönüyordu. Zar zor soğuk su doldurdum içine içki koyulan buzluk kovasına, bir de fularımı aldım, yatağa uzanıp alnıma suya batırılmış fular koyarak ateşimi düşürmeye uğraştım bir süre. Yaklaşık iki saat boyunca uğraşıp da bilincimi kaybetmeye başladığımın farkına varınca - ki bunu nasıl anladım, kendi kendime mırıldandığımı fark ettim Gönül'le konuşuyordum konuştuğumu sanıyordum sanki yanımdaymış gibi - Nihan'a seslendim. Nihan benim ateşim var diyebildim. Sanırsam Nihan'ın hakkını hiç ödeyemeyeceğim, tüm gece oturup alnıma ıslak havlu koydu, başımda bekledi.


Sabah olunca öğlene kadar yine yattım mecburen. Sonunda toparlanabildim ikinci günümüzde biraz, kalkıp önce eczaneden diyeceğim ama bildiğiniz marketten ilaç alıp, birşeyler yedik Subway'den. Sonra Nihan yine gidip soruşturmuştu, bu Hollywood Boulevard üzerinde Sightseeing turları var, onlardan biriyle anlaşmıştı ona gittik. Bunlar böyle yol kenarına dizilmiş halde ellerinde broşür turist çekmeye çalışıyorlar. Bizim minibüslerden birinin üstünü böyle kesip, camlarını falan çıkarın, şöfore de bir yaka mikrofonu verin. Aynen öyle bir durumda oturup minibüse geziyoruz. Ünlülerin evlerini, Beverly Hills'i, Hollywood tabelasını, Mulholland Drive'ı, Rodeo Drive'ı ve çeşitli filmlerden çeşitli sahnelerin çekildiği ikonik yerleri, geçmişin görkemli yıldızlarının kaldıkları yerleri falan görüyoruz. Rehberimiz ve şöforümüz olan pek konuşkan, pek şakacı amcanın fotoğraf çekebilmemiz için yavaşladığı yerlerde fotoğraf çekmeye çalışarak bir sürü yer gördük aslında. Yalnızca üstü açık böylesi bir arabada ocak ayının rüzgarında oturmak biraz işkence olabiliyor ama bunun için de sevgili rehberimizden battaniye alabiliriz.



Ünlülerin oturduğu yerler olarak dağ tepe bayır dolandık. Evlerin hepsinin çevresinde yüzlerce metre uzunluğunda ağaçlar olduğundan sur misali tam anlamıyla hiçbirini göremiyorsunuz tabi. Sadece rehberden bir sürü bilgi dinliyor ve hayalinizde canlandırıyorsunuz. Filmlerde gördüğünüz caddeleri, dükkanları, restaurantlar görüyor, önlerinden geçiyorsunuz. Viper Room'u görmek buruk bir mutluluk vermedi değil mesela bize. Pretty Woman'da Richard Gere'in Julia Roberts'ı aldığı oteli gördük sonra, Hollywood tabelasıyla en iyi fotoğrafın çekildiği açının olduğu tepede rehberimiz tek tek herkesin fotoğrafını çekti o bildik pozla. Beverly Hills tabelası ile de çekindik, milyarlık Bugatti'yi de çektik.
Turdan sonra Hollywood üzerinde bir ileri bir geri yürüyerek keşif yaptık. Bizce tıpkı Ulus'tu burası, artık modası geçmiş, her yeri eski püskü olmuş, eski ışığı olmayan. Balmumu müzesiyse en güzel kısmıydı. Baya bir vakit geçirdik içinde, çok da eğlendim ben. Amerika'nın bir köşesine kadar gidip tek bir ünlü göremedik belki ama balmumu heykelleriyle istediğimiz pozları yakaladık.
Akşam yemeği olarak da oradaki bir Meksika restaurantına girdik taco denemek için. Yalnız o kız, girişte hani kaç kişisiniz, böyle buyrun falan diyen var ya, hala unutamıyorum ben onu. Öyle güzel öyle tatlıydı ki. Neyse, ne diyordum, taco.

Ben sevmedim. Taco'yu ve o tortilla çeşidini orada yediğim. Belki yanlış seçim yaptım ondan da olabilir. Restaurant çok güzeldi, çok kalabalık da değildi rahattı. Çok da ilgilendiler, garson bize tacoyla ilgili şeyleri anlattı hep bu ne bu ne diye sordukça biz. "Musings of A Chocolate Lover" blogunda anlatıyor şöyle : Tortillanın geçmişi tam 12000 yıl önceye dayanır. Maya efsanesine göre, ilk tortilla bir köylü tarafından aç kralın karnını doyurmak için yapılmış.

İsmini İspanyolca “yuvarlak pasta” anlamına gelen “torta” kelimesinden alan tortilla; mısır veya buğday unundan yapılan küçük boyda, ince, yuvarlak bir yufkadır.. Ekmek yerine her öğünde yenir. Meksika mutfağının simgesi; Türklerin ekmeği, pidesi, Çinlilerin pirinci gibidir… Tortillalar yalnızca ekmek olarak değil aynı zamanda üstü çeşitli malzemelerle süslenerek pizza olarak da kullanılır.


Tortilla ayrıca katlanıp içi değişik malzemelerle doldurularak da yenir. Böylece tortillanız, içindeki malzemelerin kızarıp fırınlanlanmasıyla yeni yeni isimler alır ve tabağınızda tamale, flauto, buritto ya da quesadilla oluverir… (Daha fazlası için gene oraya bakabilirsiniz-->link)

Biz de ikişer tane farklı şeyden aldık, bu buritto quesadilla falan dediklerinden. Denemiş olalım diye. Hangisinden aldım emin değilim gerçi. Ben zaten daha önce de pek sevmemiştim Meksika mutfağını, perçinlemiş oldum.
Ertesi gün daha da iyi oldum, planımızı yapıp atladık Universal Studios'a gittik. Hollywood Boulevard üzerinde yürüyerek Hollywood/Vine metro istasyonuna geldik önce otelden, metroya "TAP" denen bir kart alarak metro içindeki kiosklardan, biniyorsunuz. Sanıyorum biz kırmızı hat üzerinden Universal City durağına gittik. (http://www.metro.net/riding/getting-started/) Orada inince hemen görevliye sorduk nasıl gideriz Universal Studios'a diye, adam hiç istifini bozmadan insanları takip edin dedi. Nasıl yani oldum ben, bu insanların hepsi oraya mı gidiyor. Dışarı çıkınca anladık, zaten oraya gelip de başka gidecek bir yer yokmuş. Metrodan çıkıp, karşıya geçip, sağa dönüp yine karşıya geçtiğinizde Universal Studios'un mabedine götürecek olan - yine her bir yanı açık - servisleri bekleyeceğiniz durağa gelmiş oluyorsunuz. Kocaman bir yokuşun dibinde servislere doluşup, çıkmaya başlıyorsunuz. (http://www.universalstudioshollywood.com/)
Orlando'daki ne kadar çocukça ve eğlenceliyse burası da o kadar büyük ve görkemli. Yine çocukça belki ama büyümeye başlamış bir çocuğun dünyası. Yine burada da tek biletle her yere girebiliyorsunuz.


Girişte hemen solda House of Horrors var, biz önce orayı deneyelim dedik. Bildiğimiz korku tüneli diye girdik. Yürüyerek korkunç yerlerin ve korku filmlerinin en dehşet verici karakterlerinin arasından geçiyorsunuz. Tabi ister istemez grupça geziyorsunuz, korkudan herkes bir araya toplanmış oluyor. Biz bir süre bir grup kardeşle dolandık. Çoğu yerde önce siz geçin beklemesi yaptık. Tam böyle karanlık, ne idüğü belirsiz bir yere gelmiş kardeşlerle birlikte bekleyip, yok siz gidin yok siz gidin diye birbirimizi ittiriyorduk ki tüm ışıklar açıldı. Anons, teknik aksaklıklardan dolayı korku tünelimizi boşaltıyoruz. Bozduk ya korku tünelini! Yalnız var ya bozulmasaydı biz orada nasıl çıkardık bilmiyorum, o ne Chucky'di be.
Etrafı dolaşarak ilerledik sonrasında ve tee diğer kısımda, dağın alt tarafındaki kısma indik. Orada stüdyo turuna katıldık. Yine o her tarafı açık araçlarla konvoy şeklinde ve en önde oturan rehberin alattıkları eşliğinde geziyorsunuz tüm o görkemli stüdyoları. Hayatımın en güzel anılarından biri olacak orası. O kadar şahaneydi ki. Back To The Future'ı, Jurassic Park'ı, Pyscho'yu, Jaws'ı, Desperate Housewives'ı, Parenthood'u gördüm. Metronun içinde yıkım sahnesi nasıl oluyor canlı canlı tecrübe ettim, uçak enkazı gördüm hazır halde, tüm o filmler nasıl çekiliyormuş gördüm. Ayrıca bir bölüm var ki olağanüstü bir deneyim. Peter Jackson'ın King Kong'unun adasına düşüp, Kong'un sizi dinozorlardan kurtarmasını yaşıyorsunuz. Dinozor tükürükleri eşliğinde :)

Bu muhteşem turdan sonra dağın tepesine geri çıkıp tek tek bulduğumuz her gösteriye girdik. Arada tabi bir de filmlerden malzemelerin olduğu sergiyi gezmek de dahildi. Special Effects gösterisinde kanlı sahnelerin, uzay sahnelerinin, balta girmemiş orman sahnelerinin nasıl yaratıldığı izledik. Yalnız akşam en son katıldığımız Water World gösterisi evlere şenlikti. Yaz ortasına gitmek gerekiyormuş o kesin, çünkü oyuncular sizi hiç acımadan hortumla ıslatıyor. Kevin Costner'lı filmin bir bölümünü canlandırıyorlar su dolu bir sahnede. Hatta bir yerde havadan uçak gelip düşüyor tam önümüze.
Los Angeles'tan San Francisco havaalanına gitmek üzere yola çıktığımızda yine gecenin bir vakti, yine hastaydım, zor ayakta duruyordum ama mutluydum, hayatımda hep yanlış kararlar vermiş olduğumu biliyordum. Ama bu, o yanlışların ilk defa iyi bir tanesine götürebildiğini anlamamı sağlamıştı.

ne yaptığını sanıyorsun google



İsmet Berkan'ın blogunda gördüm bunu bu sabah. Tamam güldük ettik de, şaka bir yana, hakikaten ne yapacağız biz?
Haberiniz yoksa diye söylüyorum, Google, Reader'ı 1 temmuzdan itibaren kapatacağını açıkladı. Ciddi ciddi, benim en çok kullandığım şeylerden biriydi Reader. Hayatımın parçasıydı bile diyebilirim. Ne yapacağımı bilmiyorum, Google+ zaten sinir bozucu. Şu RSS feed midir nedir onu hiç anlamadım ben, tıklayınca sırf xml'lerle falan bir sayfa açılıyor ne yapıyoruz onu? Her blogu Yer imlerime ekleyip her gün tek tek tıklayıp yeni bir şey var mı diye kontrol mu edeceğim? Ya da belki hepimiz şuralara bir yerlere e-posta ile takip et butonu koyarız, postlarımız mail kutularımıza gelir. Ne bileyim işte kafam karıştı.

12 Mart 2013 Salı

kendinize ait ayrı bir oda

''Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!'' demişti Virginia Woolf bir keresinde.
Ama ben artık bu para kazanma işine dayanamıyorum.
Para kazanmak boş zamanı yok ediyor.
Aklımı da kaybediyorum. Kendime ait tek odayı.

10 Mart 2013 Pazar

Korkmamıştım, sadece başka biriydim

"Güneş kızıla bürünürken uyandım; ve bu, hayatımdaki belirgin vakitlerden biriydi, kim olduğumu bilmediğim çok tuhaf bir andı... Yuvamdan çok uzakta, yolculuktan usanmış ve bitkin bir halde, hiç görmediğim ucuz bir otel odasındaydım; dışarıdaki buharın tıslamasını, otelin eski ahşabının gıcırtısını, üst kattaki adımları ve bütün o mahzun sesleri işitirken çatlaklarla dolu yüksek tavana baktım ve yaklaşık on beş olağandışı saniye boyunca kim olduğumu gerçekten bilmiyordum. Korkmamıştım, sadece başka biriydim, bir yabancıydım ve bütün yaşamım geçmişten bana uzanan ellerle dolu bir yaşamdı; bir hayaletin yaşamı..."
(Buradan aynen-->http://bocekyiyenpeygamber.blogspot.com/2013/01/yolda.html)

My Dearest Nemesis {그놈은 흑염룡 } (2025)

 Baek Su Jeong kızımız liseye gidiyor. Küçük erkek kardeşi ve elektrikçi babası ile yaşıyor ve annesinin küçükken kaybettiklerinden okulda f...