10 Mart 2013 Pazar

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm X

Orlando International Airport'a indiğimizde sanıyorum sabahın 9'u falandı. Yaklaşık 3 saatlik yolculuk boyunca herhalde bin kez tuvalete gitmiştim. Orlando havalimanı JFK'den sonra böyle daha bir sıcaktı - gerçek hava derecesinin yüksek olmasının yanında. Hani JFK kocaman, yüz milletten insanın olduğu, daha bir metropol havasındaysa; Orlando bildiğimiz küçük şehir otobüs terminali havasında.
Bavullarımızı almak için havalimanı içi trenine binmek zorunda kaldık, diğer terminale gidip oranın da alt katına iniyorsunuz. NY'daki Ricky tecrübemizden sonra bu sefer çok dikkatliyiz modundaydık. Kapıya gidip, taksi, shuttle, otobüs artık ne varsa iyice araştırıp öyle binelim diye geziniyorduk ki tam çıkışın orada elinde bir kağıt tutan, ajanlar gibi kulaklıklı, kısa kollu beyazımsı gömlekli, saçı sakalı ağarmış hafiften göbekli bir amca yanaşıp taksi mi lazım nereye gideceksiniz buyrun gelin demeye başladı. Ve bilin bakalım ne oldu? Onun da peşine takıldık. Ama bu sefer doğruyu tutturmuşuz, amca legal bir şekilde shuttle yapıyormuş zaten havalimanından otellere. Otelin adresini söyleyip anlaşmamızı yaptık, 80-90 gibi birşey hatırlıyorum ben ama emin değilim. Biz yine havalimanından pek uzak sayılabilecek bir yerde bulmuşuz oteli, olsun. Bu arada amcayla da muhabbet ettik, öğrenciyiz nerede okuyoruz falan filan anlattık. Sonra da geri dönüşümüz için anlaştık, 2 gün sonra yine gecenin bir vakti havalimanına ulaşmamız gerekeceği için işi sağlama alalım dedik.
Otel NY'dakinin bir diğer şubesi gibi birşeydi adından öyle düşünmüştüm. Days Inn-gillerden gene ama NY'dakiyle alakası yoktu. Böyle filmlerde yol kenarı moteli olur ya -Bates Motel olmadığına şükretmemiz mi gerekiyor acaba :p - aynen ondandı. Giriş ve lobinin olduğu tek katlık binanın yanında, bitişik olarak iki katlı bir bina daha var. Her odanın kapısı dış koridora açılıyor, ki o koridorlar da açık havada yani. Oda kapısının yanı olduğu gibi cam.
Lobiye gittiğimizde check-in yapılabilecek saatte olmadığımızdan lobidekiyle anlaşıp bavulları lobinin arkasındaki odaya koyduk. Haritadan bize Universal Studios'a nasıl gideceğimizi de anlattılar. Çıktık yola.
Otelimiz Orange Blossom Trail denen yolun 34th Street ile kesiştiği yerdeydi. 34th Street üzerinde Rio Grande Avenue yönünde bir 100 metre yürüyüp ana yola çıktık. Yolun kenarına bir bank koymuşlar alın bize otobüs durağı. Oturup googledan baktığımız otobüs saatine göre otobüsün gelmesini bekledik. Orlando'daki otobüs şirketi Lynx (http://www.golynx.com/). Bulunduğumuz noktadan 40 numaralı otobüse bindiğimizde yaklaşık 40-50 dakikalık bir yolculuktan sonra Universal Studios'un girişinde inebildik. Yalnız otelin bulunduğu muhit - biraz fazla ırkçılık-ayrımcılık gibi olacak ama - siyahilerin ve alt gelir grubunun yoğun olduğu bir yerdi. Otobüste de iki gün boyunca siyahilerle yolculuk ettik hep. Farkındayım bu amerika beni çok kötü bir insan yaptı.
Otobüs için sürücünün hemen yanındaki alete 2 dolar atıyorsunuz tek biniş - "Fixed Route Single Ride Standard Pass" bileti olarak kağıt bir bilet veriyor geriye. Universal son durak zaten, inip kalabalıkla birlikte yürüyen merdivenlerden çıkıyorsunuz.Ortak bir alana çıkıyor merdivenler. Orada hangi tarafa gidecekseniz ona göre sağa veya sola gidiyorsunuz. Biz Islands of Adventures için bilet aldığımızdan o tarafa yöneldik. Çantaları kontrol ediyorlar o uzuun koridorun başlangıcında. Bir dolu insan. Koridor dediğim de iki yanı açık, ortasında iki tane yürüyen yol olan bir köprü. Daha ilk görüşte burasının bir tatil beldesi olduğunu anlıyoruz. Güneş-sulu şakalar-şortlu insanlar memleketi ama yanlış zamanda gelmişiz. Yılbaşında, kışın ortasında biz donarken insanlar yaz mevsimiymiş gibi davranıyor.
Wizarding World of Harry Potter'a ulaşabilmek için önce adanın diğer kısımlarından geçmemiz gerekiyordu ve 4 günlük NY'dan sonra burası bildiğimiz hiçbir yere benzemiyordu. En azından ben kendi adıma küçük dilimi yutacaktım diyebilirim. Devamlı işleyen bir lunapark, hiç bitmeyen bir çizgifilmin içindeymişsiniz gibi. Herşey renkli, herşey hareketli. Ama çok büyük bir sorun var : İnsanlar. Çoklar, acayip çoklar. Her yerdeler ve yürünmüyor, hiçbir şey görülmüyor insanlardan. Hep kocaman bir kalabalığın ortasındasınız.

https://www.universalorlando.com/Theme-Park-Tickets/General-Admission.aspx adresinden aldığımız 2-day single park biletlerimizin çıktısı ile adanın girişinden geçtik. İsterseniz oradaki gişelerden de alabiliyorsunuz bilet. Kalabalık ama çok çabuk ilerliyor, biz her adımımızda bu yer bu kalabalık bizde olsaydı herşey durmuştu diye düşündük. Hatta şöyle bir durum var, o biletle adanın içindeki herşeye ücretsiz binip, dolaşabiliyorsunuz. Hiçbir yerde bilet falan sormuyorlar. Türkiye'de düşünsenize, her şeyin kapısında biri durur bilet keserdi, ayrı ayrı bir ton para öderdik. Bir türlü de sıra gelmezdi.

Harry Potter'a ulaşmak için Port of Entry'den itibaren Incredible Hulk Coaster, Marvel Super Hero Island, Doctor Doom's Fera Fall, Spiderman, Popeye gibi yerlerden geçip en son kocaman, bitmeyen bir Jurassic Park ormanından yürüdük. Zaten Harry Potter'ı da Jurassic Park'ın kıyısına iliştirmişler gibi. Hogsmeade'in karla kaplı çatılarının fonunda palmiyeler görünüyor. Haa şimdi o kısma geldim doğru ya.
İlk etapta söyleyeyim, bu Orlando'daki Wizarding World of Harry Potter genel anlamda bir hayalkırıklığıydı. Ama genel anlamda. Çünkü kitaplara ve o dünyaya bu kadar aşık, hayatınıza o dünyada o kadar geçirmiş bir insan olarak böylesi bir yere gittiğinizde beklentileriniz o dünyadan da çok oluyor. Hayalkırıklığım buydu. Yoksa hoşuma gitti, eğlendim, iyi ki gitmişim diyorum. Böylesi bir yere bir daha ne zaman gidebilirim bilmiyorum zaten. Ve o dünyanın bu kadarcık bir parçasına bile girebilmiş, yaşayabilmiş olmaktan son derece memnunum, mutluyum. Sadece daha fazlasını bekliyordum, istiyordum elimde olmadan.
Taş döşeli köprüden geçip, girişi süsleyen kemerin altından girdiğimiz anda üstü kapalı bir at arabasının arka kısmına konmuş kaymak birası fıçısının önünde oluşmuş kuyruğa şaşırarak baktık. Onun yanından itibaren sağa kıvrıldığımızda Hogsmeade dükkanları sıralanıyor. Hepsi açık değil; önce karşımızda Dervish&Banges vardı, onun yanında Ollivander's ve Owl Post. Onların karşısına bakınca önce Three Broomsticks, ilerleyince Honeydukes ile bitişik içinden bir diğerine geçebileceğiniz şekilde Zonko's. Zonko'dan çıktığınızda karşınızda kocaman Hogwarts Ekspresi'nin dumanları tüten bir modeli duruyor. Onun öncesinde Dragon Challenge var. Girişin sol tarafına doğru yokuşa çıkmaya başlarsanız önce sağ tarafınızda Flight of The Hippogriff kalıyor, karşınızda tepenin üstünde görkemli Hogwarts'tan gözlerinizi ayırmadan ilerliyorsunuz. Hogwarts'ın arka-alt kısmında zindanların devamında Filch's Emporium var, içinde binbir türlü eşya satılıyor.
Biz ilk gün öğlende gittiğimiz için ve de yol yorgunuyuz diye şöyle bir dolandık önce. Herşeyi görelim istedik. İki saat kadar dolandıktan sonra Three Broomsticks'e oturup yemeğimizi yedik. O kadar çok şey anlatmak istiyorum ki şu an, şurası şöyleydi burası böyleydi yemekler şöyleydi falan filan diye. Ama günlerce aylarca anlatırım ondan sonra. Halbuki şu yaptığım bile roman gibi oldu artık uzunluk açısından. O yüzden sadece böyle yaptık-ettik-yedik şeklinde devam ediyorum mecburen. Umarım bir gün çok daha fazlasını rahatça anlatabilirim.
Üç Süpürge'de ilk defa kaymak birası denemiş olduk, Nihan sevmedi ama benim hoşuma gitti. Belki de her şeyi beğenmeye ayarlamıştım kendimi. Bana böyle maden suyuna karamel katmışlar gibi bir tat geldi. Hayallerimden biriydi gene de, yaptığım için mutluyum. Yemekler de güzeldi, biz ikimiz de deneyelim diye bir tabak tavuk bir tabak da balık yemeği aldık, ortaklaşa yedik (Chicken Platter ve Fish&Chips). 46,82 dolar ödemişiz ama her bir kuruşuna değdi bence.
Büyük bir umutla beklediğim kendi asamı alma olayı ise büyük bir hayalkırıklığıydı. Çarşamba pazarı gibi, raflara yanaşabilir de bir asa alabilirseniz şanslısınız. Zaten kişiye özel asa falan yok öyle Ollivanders'ın gerçeği gibi. Birkaç raf var, bir tarafta karakterlerin asaları, diğer tarafta doğumgünlerine göre tasarım asalar birkaç grupta. Ben Hermione'ninkini aldım kendime, Nihan da Sirius'unkini. Snape'inki de güzeldi ama Hermione'ninkini elime alınca çok hoşuma gitti. Benimki bu olmalı dedim.
Dükkanlar arasında bence en başarılısı Honeydukes olmuştu. Cennet gibiydi çikolatalar ve şekerlemelerle. Chocolate Frog, Bertie Botts ve diğerlerini bulabildim hep. Zonko da güzeldi ama tatmin etmedi. Diğer dükkanlarda da herşeyi almak istedim resmen. Tamtakım bir Ravenclaw olayın, odamı bir Hogwarts yatakhanesine çevireyim istedim ama Karun değiliz ne yazık ki.
İlk gün dolaşıp, yemek yiyip, alışverişimizi yapıp en son akşam da tatlımızı yedikten sonra otele döndük yine aynı otobüsle. İkinci gün erkenden geldik yine. Bu sefer ride'lara binecektik. Dediysem yanlış anlamayın, Nihan'ı öyle şeylere bindiremeyeceğimden Dragon Challenge'a tek başıma bindim ve binmez olaydım. Ben ömrümde öyle bir şeye binmedim. Saatte 200 km hızla havada, tamamen boşlukta gidiyorsunuz. İki seçenek var, Hungarian Horntail ve Chinese Fireball. Ben Macar'a bindim. Ama var ya ilk 10 saniyeden sonra gözlerimi sımsıkı yumdum ve indiğimde açtım. İndiğimde ayakta duramıyordum gerçi, Nihan'ın yanına nasıl döndüm bilmem.
Bunun üzerine Hogwarts'a girdik birlikte. Okulun içindeki ride'ın ismi Harry Potter&The Forbidden Journey. Önce okulun içini dolaşmış oluyorsunuz ride'a binmek için. Koridorlardan, Dumbledore'un odasından, Gryffindor ortak salonundan ve Karanlık Sanatlara Karşı Savunma sınıfından geçip ride'a bineceğimiz yere geldik. Duvarlarda konuşan, hareket eden tablolar, odasında Dumbledore'un 3 boyutlu görüntüsü bizi karşıladı. Bir yerde de görünmezlik pelerininin altından Harry, Ron ve Hermione çıkıyor karşımıza - 3 boyutlu görüntüleri tabiki - ve konuşuyorlar.
Forbidden Journey ise theme parka özel çekilmiş, oturup o maceranın içinde dolanıyorsunuz. Gerçekten güzel yapılmış, heyecanlı ve diğer ride'lar gibi zorlayıcı değil. Biz iki kere bindik mesela, çok keyifliydi.
İkinci gün baktık günün yarısında Harry Potter'ı bitirmişiz, çıktık adanın diğer yerlerini dolaşmaya. Churrolar elimizde, Jurassic Park'ta dolandık, her yerin altını üstüne getirdik. Shop'lara tek tek baktık, herşeyi elledik. Treasures of Poseidon diye bir gösteri vardı ona girdik, Sinbad'ın maceralarının sonuna yetiştik. Çok çok güzeldi şimdi düşününce o iki gün. Keşke bizim de çocukken yaşayabileceğimiz birşey olsaymış, bu kadar uzak bu kadar ulaşılmaz olmasaymış diyorum.
Yılbaşına Orlando'daki otel odamızda, dışarıdakilerin seslerini kesmelerini umarak, uyumaya çalışarak girdik yataklarımızda. Uyumayı bilemem de şimdi bu, tüm yılı Orlando'da mu geçireceğimiz anlamına geliyor? :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...