30 Mart 2012 Cuma

Kavşaktan geçerken

Bir şeylere ciddi anlamda dayanamamak ve bununla ilgili hiçbir şey yapamamak ne kadar kötü, biliyorsunuzdur. Eminim bildiğinize. Ama işte, gene de, bunu bilmek bir şeyleri değiştirmiyor. Çaresiz hissettiğimizle kalıyoruz.
Dün akşamüstü Eryaman tarafında bir kavşaktaki ışıkta durduk arabayla. Bir sürü araba da kavşakta, bekliyoruz. Işıkların dibinde bir evsiz vardı. Akli dengesinin normal seviyelerde seyretmediğini düşündürecek şekilde hareketler yapıyordu. Bir yandan karşısında olmayan insanlarla konuşuyor, bir yandan da ışıkta duran arabalardakilerden eline ağzını götürüp, içermiş gibi bir hareket yaparak sigara istiyordu. Bu sahnelerde arabadakiler ne yapar? Üzüntülü bir iç çekiş, birkaç mırıldanma, içi gitme, hayıflanma, tüh tüh yazık deme...ardından ışık yanar, araba ilerler ve o insanı, etten kemikten o gerçek insanı orada unutmak ve üzüntümüzü geçirmek üzere terk edip gideriz.
Ben dün terk edemedim. En azından aklımda. Kendime hala sinir oluyorum, hala içimde kocaman bir taş oturmuş duruyor ama gene de...Bir şekilde o adam orada kaldı. Bir gaza bastık ve gittik. Hiçbir şey yapamadık. İnip arabadan elinden tutamadık. Neden oradaydı, nasıl oraya gelmişti, kimdi, neciydi, kimsesi yok muydu, aç mıydı, açıkta mıydı (tabiki öyleydi ben de ne diyorsam), nedendi, neden, neden.
Yol boyunca, gittiğimiz yerde, geri dönerken de hep düşündüm. Yapacak daha iyi birşeyim yoktu çünkü onun için, diğerleri için. Aklımda hep dönüp durdu. Aslında böyle zor durumda kalmış insanlar için bir merkez yapılsa. Ne bileyim, şehrin şöyle güzel, boş bir arazisinde, biraz ormanlık yeşillik içinde uzun, geniş iki katlı bir kompleks olsa. Otel, bakımevi gibi. Devlet bunu inşa etse, temel idarecileri ile bakımcılarını isteyenler, gönüllü olanlar arasından atasa ve tamam, belli bir miktar maaş verse. Geri kalan tüm işleri gönüllülük usulü halledilse. Yani sokakta bir evsiz, zor durumda bir insan görenler bunu bir web sitesi ve telefon hattı aracılığıyla bu merkeze bildirse ve onlar da gelip, o insanı alıp, merkeze dahil etse. Ya da haber vermek yerine isteyen kendisi de götürebilir böyle insanları merkeze. Onlara orada belli bir sağlık ekibi tarafından gerekli teşhis konulsa, akli dengeleri belirlense ve buna göre gerekli bakımı alsalar. Daha iyi durumda olanların geçmişleri araştırılsa, kimsesizlerse onlara da gereken bakım sağlansa. Merkezin ihtiyaç duyduğu her bir malzeme web sitesi üzerinde kayıtlı olsa. Bu kayıtları kontrol ederek, gönüllüler ihtiyaca uygun malzemeyi alıp, oraya götürse, bıraksa. Mesela bu ayki maaşım bugün yattı diyelim. İçimden bir iyilik, bir insanlık yapmak geldi. Açtım siteye baktım. Yatak çarşafı stoğu gereken limitinin altında. Hemen çıkıp, artık gönlümden ne kadarlık kopuyorsa ondan bir tane çarşaf alıp, oraya bıraksam. Olmaz mı? Yani hiçbir şekilde para mevzu bahis olmasa. Direkt malzemeler, geçer madde olsa. Ne bileyim, orada görevli insanlar kötü olmasa. Hiçbir şeyi ceplerine atmaya çalışmasalar, o zor durumda kalmış insanlara çok iyi davransalar, üniversite-lise öğrencileri boş vakitlerinde orada yardımcı olarak gönüllü çalışsalar, insanlar boş vakitlerinde gönüllü olarak oraya o insanlarla konuşmaya, sohbet etmeye gitse,...
Diyeceksiniz ki insanoğlu bu kadar iyi olsa, zaten bu insanlar en baştan sokaklara düşmez, o halde kalmazlardı. Biliyorum, hayal görüyorum, gözüm açık.

28 Mart 2012 Çarşamba

Kai Meyer'dan Yedi Mühür Serisi

Tabi var böyle birşey, ben yeni gördüm. Çünkü İthaki taa 2007'de basmış ilk ve ikinci kitabı. Üçüncüsü ise 2011'de çıkmış İthaki'den.
Yedi Mühür serisi, günümüzde Almanya'nın hayali bir kasabasında, Giebelstein'da yaşayan Kyra, Nils, Lisa ve Chris adındaki 12 yaşındaki 4 arkadaşın başından geçenleri anlatıyor. Giebelstein geniş ve engebeli bir arazinin ortasına kurulmuş, küçük bir köy. Ortaçağdan kalma kent duvarları hala duruyor, içindeki binalar ve hemen hemen insanları da pek değişmiş değil o dönemden beri. İlk iki kitabın başında ve sonunda oldukça güzel ve ayrıntılı birer çizimi var köyün ve çevresinin.
Kyra, bu köye göre biraz fazla egzantrik kaçan Kassandra Hala'sıyla yaşıyor. Babası böyle uzaylılar, hayaletler ve daha ne kadar ilginç, sıradışı olay varsa onlarla ilgili çoksatan kitaplar yazan bir profesör. Kitaplardan kazandığı parayla da daha yeni kitaplar yazabilmek adına dünyanın dört bir yanında kuytu köşelerde, çadırlarda, ormanlarda, yıkıntılarda gezinip duruyor. Kyra'nın annesi o çok küçükken ölmüş. En iyi arkadaşları olan Nils ve Lisa kardeşler köyün dışındaki Erkerhof Oteli'ni işleten ailenin çocukları. Bu üçlü tüm vakitlerinde dere tepe dolanıp, kendilerini beladan belaya atıyorlar normalde. Bir gün Kyra'nın bir uçan balıkla onun sahibi olan cadıyı görmesi ile başlayan serüvenlerle köye yeni taşınan Chris de ekibe dahil oluyor ve bu dörtlü Yedi Mühür'ün taşıyıcısı haline geliyor. Yedi Mühür, kötü yaratıklar ve kötü güçler ortaya çıkacağı zaman belirginleşen birer iz halinde kollarında. Yalnız sadece bir tür uyarı işareti olmakla kalmayıp, çocukları artık kötülerle mücadelede sorumlu hale getiren bir güç de oluyor.
İlk kitap Büyücü'nün Dönüşü, Özden Bilgin Arslan tarafından çevrilmiş ve 143 sayfa. Çocuklarla tanışıp, geçmişe dair bilgileri ediniyoruz ve bu sırada korkutucu büyücü Abakus'un dirilişine şahit oluyoruz, uçan balıklı seksi cadılar eşliğinde.
İkinci kitap Kara Leylek, Nafer Ermiş çevirisi ve 144 sayfa. Lisa ve Nils'in anne babasının şehir dışında olmasıyla büyük Erkerhof Oteli'nde hep birlikte yatıya kalan 4 arkadaşın peşlerindeki kocaman kötü kara leylek ile mücadele ederken bir yandan da otelin ve köyün geçmişine dair şeyler öğrenmelerine ve kendi aralarındaki ilişkilerin gelişmesine tanıklık ediyoruz.
Üçüncü kitap Damiano'nun Yeraltı Mezarları, Mustafa Karakuş çevirisiyle 157 sayfa. Bu kitapta çocuklar Kyra'nın babasına eşlik ediyorlar İtalya'nın bir kasabasında. Oradaki eskiden kalma manastır kalıntıları arasında heykeltraş Damiano'nun ve iblislerinin peşine düşüyorlar.
Üç kitapta da Kai Meyer'ın cümlelerine Wahed Khakdan'ın çizimleri eşlik ediyor. Fantastik illüstrasyonlar konusunda oldukça başarılı bir sanatçı Khakdan, kitaptaki çizimler de hikayeye güzel bir hava katıyor. İthaki ayrıca çok güzel basmış, sert kapağa oldum olası bayılırım zaten. Kapak tasarımları hakkında baskıda bir yazı bulamadım ama büyük ihtimalle onlar da Khakdan'a ait olmalı. İç sayfalar, font herşey mükemmel. Kai Meyer 8-12 yaş arası için çok güzel bir fantastik seri yazmış.
Pek sempatik yazar Kai Meyer
Meyer'ın Goethe Enstitüsü'ndeki biyografisi şöyle : "Kai Meyer 1969’da Lübeck‘de doğdu, Rheinland’da büyüdü. Liseden sonra tiyatro, sinema ve televizyon bilimi öğrenimi gördü, bir günlük gazetede gönüllü olarak çalıştı ve birkaç yıl boyunca editör olarak görev yaptı. Bunun yanı sıra kendini kitap yazmaya adadı. Meyer 1995’den bu yana serbest yazar olarak çalışıyor. Bu arada kırk civarında roman yayımlamış olan, senaryo, radyo piyesi de yazan ve çizgi roman çizen yazarın kitapları 17 dile çevrildi. Genç okuyuculara yönelik yazdığı kitaplar arasında şimdiye dek en büyük başarıyı Merle und die Fließende Königin üçlemesi ve Wellenläufer üçlemesiyle kazandı. Kai Meyer bugün ailesiyle birlikte Eifel bölgesindeki bir kasabada yaşıyor." Resmi bir web sitesi KaiMeyer var, ayrıca bir GoodReads yazarı. Ama sitesinde ben bu Yedi Mühür (Sieben Siegel) serisine ait pek bilgi bulamadım. Zaten daha çok genç ve üstüne hitap eden fantastik kitaplar yazıyormuş. Wikipedia'nın yazdığına göre Yedi Mühür serisine dair 11 kitabı var, sonuncusu 2002'de çıkmış görünüyor. Ama sanırım GoodReads'te gördüğüme göre bir 13.falan da mevcut. İthaki 3.kitabı 2011'de bastığına göre gerisini de getirme ihtimalleri vardır diye düşünüyorum.
Bu seri böyle bu ara çok iyi geldi bana. Antik Yunan ve Roma'nın taş yollarında, türlü entrikalarla değişen imparatorlarının savaşlarında kendimi kaybetmek üzereydim, ilaç gibi geldi. Hem Faust'tan başka elime Alman bir yazar almamıştım. Değişiklik oldu, bir yandan da Faun dinledim (Onlar da Almanca söylüyor, yanlış duymuyorsam). Çok çok aşırı mükemmel diyemeyeceğim ama oldukça da güzel olduğunu söylemem gerek yaptıkları müziğin. Çoğu parçalarında tam da hep beklediğim melodileri buldum mesela ben, çok mutlu oldum.
Demem o ki Yedi Mühür serisi güzel kitaplar barındırıyor, ister o deli hayatınızdan şöyle bir sıyrılmak için - bünyeniz de alıyorsa böyle çocukça şeyleri - alın elinize, ister oturun çocuğunuzun yanıbaşına hem siz okuyun hem o dinlemiş olsun.
Bir cuma akşamı Kyra, elindeki çantada uçan bir balık bulunan korkunç bir kadın gördü.

26 Mart 2012 Pazartesi

Kötülük

"Hayır, hayır, bu oluyor olamaz. Bu, bana oluyor olamaz. Hayır, bu, gerçek olamaz."
O soğuk yabancı ellerin ağzımın üstüne ve yüzüme kapandığı 5-6 saniye içinde aklımdan öylesine bir hızla geçti ki bu düşünceler, hala şu an gözümü kapadığımda aynı panikle hatırlayabiliyorum. Ve hala inanamıyorum. Bence gerçek olamaz. Bana olmuş olamaz.
Evet çok kötü bir şey oldu. Aslında böylesi bir sakinlikle (!) buraya yazıyor olmam gerekir mi bilmiyorum ama bilmenizi istiyorum. Böyle bir şeyin olabildiğini, olabileceğini görmenizi istiyorum. Benim kadar salak olmayın, benim kadar pespembe bakmayın dünyaya istiyorum. Benim gibi, 25 yıl bir masalın içinde yaşayıp da küt diye "insan"ın duvarına çarpmayın diye, anlatmak istiyorum.
Pazar gecesi saat 10 civarında otobüsten inip, eve yürümeye başlamıştım. Her zamanki gibi kulağımda kulaklıklar, müzik son ses, bomboş karanlık yolda ellerim ceplerimde yürüyordum. Kafamda binbir düşünce, ki içinde en ufak bir endişe, şüphe yok. Bu oturduğumuz evde, semtte 7.yılımız. O  koskoca 7 yıl boyunca gecenin 1'inde de aynı şekilde geçtim o yoldan, aynı şekilde tek başıma yürüdüm. Uzun yaz günlerinde, evde tek başıma kalırken akşamüstü yürüyüşlerine de çıktım. Ama en ufak, en belli belirsiz korkuyu bile duymadım.
Çünkü güvenliydi, bir şey olmamıştı, olmazdı da. İnsanlar kötüydü belki, evet, caniydiler, evet. Ama hepsi filmlerdeydi, dizilerdeydi, haberlerdeydi, başka ülkelerde, başka şehirlerdeydi. Gerçek değillerdi, benim gerçeğim değillerdi.
İşte bu pazar gecesi gayet acılı bir şekilde oldu, hepsi gerçeğim oldu. Apartmanın dış kapısından girdim, ardımdan biri daha girdi. Apartmandandır herhalde dedim, dikkat etmedim. İkinci kapı kapalıydı, o "biri" zillere basacakmış gibi yaptı. Ben de "bende anahtar var, bir dakika" dedim. Çantamdan anahtarı çıkardım, kapıyı açtım, itmeye çalıştım, gücüm yetmedi. O açtı, hatta bana yol verdi. Ben, masal kahramanı salaklığında, "Sağol" dedim kapıyı tuttuğu için. İlerleyip merdivende birkaç basamak çıkmıştım ki o eller arkamdan dolanıp suratıma kapandı, ağzımı tuttu. Olanca gücüyle geriye doğru sürüklemeye çalıştı. "Gerçek değil." dedim bir an. "Gerçek değil." Ve ellerin altından deli gibi bağırmaya çalıştım, çırpındım, kurtulmaya çabaladım. Sanırım dengesi bozulunca bir an bıraktı beni, merdivenlerden aşağı düştüm birkaç basamak. O da olanca hızıyla gerisin geri koştu, kaçtı. Arkasından şöyle bir saniye falan baktım ve manyak gibi koşmaya başladım merdivenlerden yukarı, eve doğru. "Anne!Anne!" diye bağırıyordum bir yandan, zaten sonradan fark ettim ki hiç imdat, yardım edin türünde şeyler çıkmamış o anlarda ağzımdan. Sadece anne demişim, eller ilk kapandığında da merdivenlerden koştururken de. Sadece anne.
Evin kapısını yumruklamaya başladım varınca. Annemle babam da en az benim kadar korkmuştu. Ama yapabilecek birşeyimiz yoktu, kötülük çoktan kaçmıştı ve onca bağırmamın çığlığımın içinde, o boğuşmanın gürültünün patırtının içinde apartmandan bir tek kişi çıkmadı dışarı. Kimse bakmadı, kimse sormadı.
Annemlerin yanında ağlamadım, polislere her bir detayı anlatırken de ağlamadım. Güldüm bile hatta. Ama beynimin içinde sürekli bir nefret duygusu dönüp duruyor, intikam istiyorum, zarar vermek istiyorum. O, her kimse, kendi ellerimle lime lime olsun istiyorum. Beni bu çok uğraşıp, kurduğum, oluşturduğum dünyadan sarsarak uyandırdığı için parçalamak istiyorum onu. Beynim bir yandan gayet sağlıklı çalışıyor, bir yandansa hareketlerime hiçbir hakimiyetim kalmadığını görüyorum. Otobüste, yolda, dışarda çok tuhaf davrandığım farkına vardım bugün. Beynim tekrar ediyor, "normalsin normalsin korkmuyorsun" ama ellerimi tutamıyorum. İçimdeki siniri tutamıyorum. Polisler birşey bulduklarında teşhis etmem için çağıracaklarını söylediler ama bakmadığım birini nasıl teşhis edebilirim? Çok tuhaf oldum ben. Daha önceki herşeyden tuhaf bu. Okuldan, derslerden, işten, insanlardan, hayatımdan, yaşadığım yerden falan nefret ettiğim, bunaldığım her seferinde kaçıp, kimsenin beni tanımadığı, benim de kimseyi tanımadığım bir yerde, herşeye baştan ve  farklı bir şekilde başlasam diye hayal kurardım. Ama bunda öyle düşünemiyorum. Çünkü nereye gidersem gideyim benimle gelecek bir şey bu. Ortam, insanlar, bitkiler, gökyüzü değişse bile. Bu, içimde olacak.

25 Mart 2012 Pazar

Kurguladığımız öykülerden ibaret

(EgoistOkur'daki "Göster Yüzünü Ey Aşk" kitabının incelemesi olan Aşk Sandığımız Şey Kurguladığımız Öykülerden İbaret Olabilir Mi? isimli yazıdan, okuyup da seçtiğim yerler şimdi okuyacaklarınız. Gülenay Börekçi'nin yazısının tamamı için : Egoistokur)
Ama belki de hakikaten vardır aşk diye bir şey. Sadece biz onu yanlış herlerde aradığımız için bir türlü bulamıyoruzdur. Benim gibi kafası bu konuda hep karışık olanlardansanız, bilirsiniz… Bazen, âşıkken kendinizi bir labirentte kaybolmuş hissedersiniz. Ve yanınızda her şeyi çözmüş bilge biri olsun istersiniz. Kafanızı karıştıran şeyleri sorabilmek için…
(...)
Çözemediğim şeyler var… Mesela şu: Onca insan dururken niçin belirli birine çekim duyuyor hatta âşık oluyorum? Üstelik ortada mantıklı görünen hiçbir sebep yokken… Peki ya aşka dair temel yanılgılarım? Niçin ha bire duvara çarpıyorum? “Sevgi emektir” sözüne metelik vermeyişim tembelliğimden mi kaynaklanıyor, yoksa korkularımdan mı? Korkularımın dibinde ne gizli? Kimi zaman içimden bana hiç benzemeyen kötücül biri, ahenk bozmaya bayılan fırtınalı bir başka karakter çıkmasını neyle açıklayabilirim? En önemlisi ben aşkta mutluluğu nasıl bulacağım?
Bu türden soruların zihnime üşüştüğü zamanlarda istiyorum ki yanımda aşka dair her şeyi çözmüş bilge biri olsun ve ben ona uzun uzun sorayım. Kafamı karıştıranları, zihnimi bulandıranları, içinden bir türlü çıkamadığım labirentin bir çıkış kapısı olup olmadığını… Sağduyum, “olmaz öyle şey” diyor. “Bütün bu sorulara cevap verebilecek biri yok, kimse o kadar akıllı ve bilge değil.”
(...)
Gerçi finalde hepsinin vardığı nokta aynı: Aşk, kendi kişisel gelişimimizi tamamlamak için bize sunulan bir yol aslında. Ama değişmeyi, yaralarımızı iyileştirmeyi, korkularımızla mücadele etmeyi ve tek başımıza ayakta durabilmeyi başaramadığımız sürece bize mutluluk getirmesi mümkün değil. Çünkü o zaman Helen Fischer’ın söylediği gibi, kokainden bir farkı kalmıyor. “Romantik aşk, bir bağımlılık türü” diyor Fischer. “Kokain sarhoşluğuna benziyor ama daha şiddetli. Yani karasevda yaşayanlar bir insana değil, uyuşturucuların getirdiğine benzer bir yükselişe tutuluyor. Bağımlılık dirence sebep oluyor. Aynı etkinin yaratılması için de sürekli doz artışı gerekiyor.”
Öyleyse ne olacak; aşksız mı yaşayacağız? Gerekirse evet. En azından bir süre için. Irvin Yalom haklı çünkü: “Ayakta kalabilmek için birine yaslanmak, daha doğrusu bir başkasını doktor niyetine kullanmak sağlıklı değildir. Yani eğer yaralıysanız, tek kanadınız varsa, ilişkinizi bir an önce bitirip yaralarınızı iyileştirmelisiniz. Çünkü iki yaralı kanat bir sağlam kanat etmez.”
Başa, “Aşkta mutluluğu nasıl bulacağım?” sorusuna dönersek… Erten’in konuştuğu ilişki terapisti Premartha şöyle diyor: “Yanan bir evdeyseniz, yoldan geçen birine ‘Çıkışı nasıl bulururum?’ diye sormaz, koşmaya başlarsınız. ‘Nasıl?’ diye başlayan sorular, meseleyi çözmeye niyetimiz olmadığını, çünkü hayatın sonsuza dek süreceğine inandığımızı gösterir. İşte o zaman hayat, ‘Nasıl ıskaladım?’ sorusuyla biter.”
(...)
En ünlü aile dizimi terapistlerinden Svagito R. Liebermeister, “Kadının doğru erkeği araması, aslında kendine daha iyi baba olacak kişiyi aramasıdır” diyor. Ona göre, hayatımızdaki en önemli ilişki annemizle olan ilişkimiz. Çünkü hayatta ilişkiye girdiğimiz ilk insan o. Dolayısıyla onunla huzurlu olmamız, başkalarıyla kuracağımız ilişkiler için temel teşkil ediyor. Aksi takdirde, çocukluğumuzda annemizden alamadığımız şeyleri başkalarından almak için “aşk” adını verdiğimiz ve hep sıkıntılı bir şekilde sonlanan ilişkiler kurmaya başlıyoruz. Ayrıca bir kadının “bir erkeğin kadını” olarak varolabilmesi için, kadın tarafıyla, yani annesiyle huzur içinde olması gerekiyor. Ancak o zaman kadınlığıyla barışabiliyor.

24 Mart 2012 Cumartesi

Nasıl Hazır Cheesecake Yapamadım?

Ben kendimi bildim bileli yiyecek hazırlama konusunda çeşitli uğraşlar verdim. Başlarda Ayşegül Yemek Yapıyor kitaplarından gördüğüm salak saçma bir vişneli ekmek tatlısı yapma çabam vardı, peşisıra fen kitabındaki deneyleri mutfakta gerçekleştirme hevesi girdi işin içine (Ne mi alakası var, inanın benim durumumda çok var). Vişne yok dedi annem, lojmanın bahçesinden topladığımız kirazları kullandım. Etimek türünde hazır satılan ekmekler de yoktu o tarihlerde, normal bakkal ekmeğini gösterdi annem, ondan yap olur dedi. O yok bunu kat, şu yok öbürünü dene. E ne olacaktı? Sonuçta bu ilk denemem de kendisini takip edecek olanların akıbetine uğradı, hiçbir şeye benzemedi, çöpe gitti.
dağlar ve ovalarla, yulaflı tabanımız
Yılmadım. Neredeyse tüm ortaokul yıllarımda gazetenin verdiği tarif kitapçıklarını biriktirdim. Fal köşelerinin altında yazan tarifleri kestim. Hatta bir yaz, bir komşu teyze eski tarif defterini temize çekmemi istemişti. Oturup, günlerce uğraştım, her çeşit el emeği göz nuru ev hanımı tarifinin malzemesini, yapılışını, püf noktasını tek tek yazdım. Teyze sonunda yazımın yaşlı gözleri için çok küçük olduğuna ve o defterin işine yaramayacağına karar verince (ki ayıp be teyze) o defter de bana kaldı.
Şimdiye kadar gene de çok iyi sonuçlar elde edemedim. Yalnız kaldığım birkaç yaz tatili süresince kendimi doyurmak adına yaptıklarım bile içler acısıydı. Günlerce pişmemiş ama taş gibi olmuş tavuk eti yemek zorunda kaldığım bile oldu. Kendi kendime ilk yumurtayı kırdığımda neredeyse düşüp bayılıyordum, iki baş parmağım da içine girmişti ve kaba kusmak üzereydim. Ama yılmadım.
Geçenlerde cheesecake yapmayı denedim o yüzden. Daha doğrusu artık işi şansa bırakmamak adına hazır ne varsa onu deniyorum. Misal, bu Dr.Oetker şu sıralar her bir şeyi pakete koyup, yapabilirsiniz modunda satıyor. E yüzde doksanı hazırlanmış bir şeyi de yapamayacak mıyım? Yapamadım. Bildiğiniz karman çorman, kendinden geçmiş bir şey oldu çıktı cheesecake. Ama neden, anlatayım hak vereceksiniz.
yıllarca dayanıp da benim elimde patlayan mikser
Gittim bu Dr.Oetker'in Cheesecake Yap'ından bir paket aldım. Üstündeki resimden ilhamla da yine aynı amcanın Ahududulu-Çilekli Meyveli Sos'undan bir paket aldım. Ama iş bunlarla bitmiyormuş, eve geldiğimde tabanı için kullanılacak yulaflı bisküviyi hiç düşünmediğimi fark ettim. Ertesi gün annem aldı, tamamladık. Bisküviyi blenderdan geçirdik (annem geçirdi, kendisine bu tarif boyunca kalfam diyelim), o bir kenarda durdu. Ardından labne peynirimizi ve de paketin içindekini mikserle karıştırmak üzere bir kaba koyduk (ben koydum.). Sanırım başka birşey koymadım, hatırlayamadım tam. Başladım paketin üzerinde yazan süre kadar çırpmaya mikserle. Bir dakika geçti geçmedi, pat mikserin uçlarından biri takılı olduğu yerin içindeki tutucu uç ve lastiği ile birlikte fırladı. Obaa noluyor bile diyemeden telaşa kapıldım tabi, işleme ara verirsem kıvamı tutmaz belki diye. Önce can havliyle şu çırpma aleti var ya bir tane kaşıkgillerden adı neyse işte onu kaptım. Beton sertliğine dönmeye doğru yol alan karışımdan onu zor ayırabildim tabi.
Bir elimde fırlamış mikser, karışım kabıyla mutfak robotuna ulaşmaya ve açmaya çalıştım. Rafların hepsini yere indirdim. Hemen karışımı robota boşaltmaya çalıştım ama çoğu kapta kaldı tabi. Neyse çırpmaya devam ettim robotla, sonunda bir miktar tarif edilene benzediğine karar verince durdum. Tabanı kalıba yerleştireyim hemen de üstüne dökeyim peynirli karışımı dedim, aklıma ancak geldi aslında bir kelepçeli kabımızın olmadığı. Ki cheesecake türü şeyler için bu elzemdir.
Kenarlı tırtıllı (ya da tırtıklı ne bileyim ben, su dalgaları misali oluyor ya işte ondan) cam fırın tepsisinde karar kılmak zorunda kaldım nihayetinde. Bu sefer de sorun servis edeceğimiz zaman tepsiden nasıl çıkaracağımdı. Tepsiye yağlı kağıt serdim. Köşeli kesime sahip kağıt yuvarlak tepside saçma bir şekil oluşturdu. Üstüne yaydım tabanı. Ama ezilip, dümdüz ve semsert edilmesi gerekiyordu. Kaşıkla bir yarım saat bastırdım da bastırdım.
Ben Sahra Çölü hayal ederken tepside kenarlarından fışkırmış kağıtla birlikte bir Doğu Anadolu belirdi adeta. Üstüne de peynirli karışımı boşaltıp karşı karşıya kaldığım manzaranın etkisiyle, pes ettim. Sosu hazırlamak üzere ocağın başına geçtim. Neyseki ondan bir sorun olmadı, öyle puding gibi şeylerde iyiyimdir. Sadece paketi açıp tozu suya boşaltıp karıştırıyor ve kaynamasını bekliyorsunuz. Sonra da biraz ılıması gerekiyor cheesecake'in üstüne dökmek için.
Cheesecake'le tanışmam esasında çok erken bir zamana rastlamıyor. En fazla 6-7 sene önce falan yemişimdir ilk kez. Ama ilk tattığımdan beri çok sevdiğim bir tatlı oldu. Tanıdığım pek çok insan sevmiyor cheesecake'i, o peynirli-tatlımsı-sert tabanlı durum pek hoşlarına gitmiyor. Normalde ben de çok tatlı şeyleri severim ama bazen böyle mayhoş-ekşi tatlılar çok güzel geliyor. Dondurmanın da limonlusuna bayılırım mesela. Künefenin peyniri süperdir ya da. Cheesecake de o misal.
Çok da eski bir tatlıymış, yiyecekmiş bu cheesecake haberiniz olsun. Tarihöncesinde Yunanların bildiği ve tarif ettiği bir yiyecek çeşidi hem de. M.Ö.776'da Olimpiyat oyunlarında atletlere ikram edilirmiş. İlk kez ondan bahseden Yunan fizikçi Aegimus mesela. Yaşlı Cato'nun (M.Ö.234-149'da yaşadı kendisi) De Agri Cultura kitabında da dini törenlerde ve ritüellerde kullanılan iki çeşit cheesecake'ten bahsedilip, tarifi veriliyor. Romalılar Yunanlardan görüp, benimsemişler cheesecake'i. M.S.1.binde her yeri ele geçirmeye başladıklarında bu tarifler İskandinavya, İngiltere ve Kuzey Avrupa'ya doğru gitmiş. Tabi Amerika'nın keşfi, koloniler falan derken oraya da götürmüş Avrupalılar. Amerika'daki öyküsü de bir ayrı olay cheesecake'in (Merak ederseniz : Wikipedia, WhatsCookingAmerica, CulinarySchools ve About.Com)
Sonuçta dolaptan birkaç saat sonra çıkardığımda ortaya çıkan şey tat olarak cheesecake'ti. Ama görüntü olarak başka herşeye benziyordu. Gene de yılmadım. Çikolatalı Sufle tarifiyle görüşmek üzere :p

23 Mart 2012 Cuma

"Uzun Hikaye"den Güzel Kareler

Böyle de güzel bir şey çekiliyor işte. Mustafa Kutlu'nun hikayesi için KitapYurdu'na bakabilirsiniz. Ama Osman Sınav'ın kamerasından şöyle görünüyor şimdilik :

(Ayrıntılı okumak istiyorum ben olay ne diyorsanız da şöyle : EkşiSinema)

22 Mart 2012 Perşembe

bütün bunları ve cenneti de tabi

"If i only knew how, i can't seem to understand it. And i would give all this and heaven too, i would give it all if only for a moment that i could just understand." diyor Florence mesela. Anlatacak bir sürü şey birikti, elimde bir gezi yazısı, bir kitap yazısı ve anlatılacak rüyalar var. Ama kafam karman çorman. Bilmek istiyorum, anlamak istiyorum. Normal mi bu, onu öğrenmek istiyorum. Hep nefret ettim arada kalmaktan, bir ayağım orda bir ayağım burda durmaktan. Ama tam da bu oluyor. Tüm hareketlerin, tüm kelimelerin, tüm seslerin bir nedeni olup olmadığını bilmem gerekiyor. Eğer varsa, korkmadan utanmadan sıkılmadan ortaya dökelim. Yoksa anlamı, hareketler de olmasın, sözler de. Bir saniye iğrenirken, nefret ederken diğer saniye içimi tarif edemediğim bir sıcaklık kaplıyor, bir sonraki saniyede olur olmaz hayaller beliriyor kafamda, uçuyorum gidiyorum salak saçma yerlere, diğer bir saniyede kendime kızıyorum, ona kızıyorum, çok sinirleniyorum, sonrasında utanıyorum yaptığımdan. Bunların hepsi böyle bir arada gelmemeli, tek bir duygu olmalı. Tek kesin bir duygu. Ya hep ya hiç.
En kötüsü de tüm bunları kendi kafamda yaşıyor olmam. Karşımdakine yüklediğim tüm o anlamlar, tüm o hayallerin tamamen bende yer alıyor olması. Daha doğrusu böyle bir olasılığın varlığı. En kötüsü.
İşte diyor ya Florence da, o en kötüsünü bile bir bilebilseydim keşke.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...