28 Eylül 2011 Çarşamba

"Munéca Brava" Pembe Dizilerin Vahşi Başkaldırışı

ahh o yeşil gözlerin natalia ahh
İlk pembe dizimi ne zaman izlediğimi çok net hatırlıyorum. 80'lerde bu ülkede doğup, özel kanalların birbiri ardına kurulmasına şahit olmuş bir nesle dahil olduğumdan dolayı 90'lar boyunca saf çocuk beyinlerimize neler yapıldığını gayet net hatırlayabiliyorum tabiki. Marimar'la başladım ben pembe dizi kitabına. Sonra da arada değişik denemeleri (sıcakkanlı latin amerika'nın çeşit çeşit ülkelerini) araya katıştırmanın dışında, Thalia serisine sadık kaldım geneli itibariyle (Maria La del Bario olsun, Maria Mercedes olsun vs.).
Bu, yaşlandıkça kafası ve dudakları büyümesine rağmen vücudu incelen ve karşısındaki jönlerin yaşı küçülen Thalia'nın Rosalinda manyaklığının oluştuğu dönemde, zaten Candy ile birlikte Anthony'nin yasını tutmaktan içimiz dışımıza çıkmış bünyelerimize yepyeni bir soluk gelmişti. Arjantin semalarından resmen taze bahar havası gibi koşup gelen, "Munéca Brava"ydı. Çoğu dizi-filmi manyakça şekillerde çevirip, önümüze sunanlar bunda, nedense olayı korumayı başarmış, az çok ne anlama geliyorsa o şekilde yayınlamışlardı "Vahşi Güzel" diyerek (tamam muneca tam olarak güzel falan demek olmayabilir ama vahşi bebek demek de ayıp olacakmış haliyle değil mi?).
Pembe dizi mantığını hepimiz biliriz. Genellikle zengin bir esas oğlan, fakir bir genç kız vardır, ya da tam tersidir. Bunlar her durumda aşık olurlar ama kavuşamazlar. Çünkü zenginler kötüdür, fakirler de iyi. Şeytan kılıklı zenginler her zaman zavallı aşıkları ayırır, fakir kızımız/oğlumuz külkedisiyle saflıkta ve salaklıkta yarışır bir mizaçta olur hep. Olay ya aşıkların kavuşması (ki bu o topraklarda ve burada-hala-evlenmeleri anlamına gelir) ya da kayıp bebek-çocuklarını bulmaları, hafızalarını geri kazanmaları ve kötülerin layığını bulmalarıyla beraber kavuşmuş olmaları ile son bulur. Formül budur, bellidir, tıkır tıkır işler. Aralara da bol bol uzun, mahmur bakışmalar, hafif aralanmış dudaklar, eblek ifadeler, salak saçma diyaloglar ve sinsi bakışlar serpiştirilir.
İşte böyle bir dünyaya gönderilen MB, tüm bu formülü kendine göre yorumlamıştı 1998'ten 1999'a hafta içi her gün yayınlanırken anavatanında. Bir kere fakir kızımız kesinlikle eli armut toplar bir tip değildi, ağzı bol küfürlü, hakkını söke söke almasını bilen bir erkek-fatmaydı. Zenginlerimiz ne tam siyah ne de tam beyazdı, her kötülüklerinin içinde bir iyilik, her iyiliklerinin içinde bir kötülük vardı. En büyük farklılıksa, işin içine katılan komediydi. O bayık aşk hikayeleri, baygın baygın bakışmalar yerini saf bir komediye, absürdlüğe varan bir espri anlayışına bırakmıştı.
Milagros Esposito bir manastırın yetimhanesinde doğup, büyümüş, 18'ine merdiven dayamış bir genç kızdı. Erkek çocuğu giysileri içerisinde dolanıp, deliler gibi futbol oynardı. Cholito'ydu lakabı, manastırdaki diğer çocuklardan oluşan futbol takımında harikalar yaratırdı. Yetimhanede birlikte büyüdükleri tek kaş Gloria'yla kardeş gibilerdi. Peder Manuel babası, Rahibe Cachete ablası sayılırdı. Rahibe Ana evin sert annesi gibiydi, ondan korkarlar, yanaşmazlardı. Bir gün sokaklarda yine manastıra gelir olsun diye ufak tefek dini şeyler satarken, Di Carlo'ların tek oğlu Ivo'yla yolları kesişti. Cholito bildiğimiz serseri veled kıvamındaydı, Ivo'yla kavga etti, arabasına tekme falan savurdu. Sinirlenen Ivo, sonradan aynı çocuğu manastırın bahçesindeki maçta görünce üstüne gitti. Ivo Di Carlo, sarışın, masmavi gözlü, biraz büyük burunlu, sırım gibi bir gençti. 20'lerinin başında, ailesinin malikanesinde lüks içinde yaşayan bir playboydu. Cholito'yla kavga ederken sonunda onun güzeller güzeli bir genç kız olduğunu görünce, çapkın aklı çalışmaya başladı. Kankası Bobby ile iddiaya girdi, bu saf gördüğü güzeli kendine aşık edip, yatağa atacaktı. Milagros ise Ivo'ya gördüğü ilk anda abayı yakmıştı. Ama Cholito'ydu o öte yandan, öyle aşık oldum diye bulutlara çıkacak göz yoktu onda.  Bu sırada kaderin cilvesi işledi, yetimhaneden şutlanması gereken Milagros, Di Carlo'ların evine hizmetçi olarak işe sokuldu. Bundan sonrası Ivo ve Mili arasında bir iddialar-intikamlar-oyunlar savaşıyla güçlenip, gelişen bir aşkı doğurdu. Adı "La Soledad" (yalnızlık) olan malikanede her biri kendi hikayesine sahip diğerleriyle (odasına kapanmış ihtiyar büyükanne Angelica, baba Federico Di Carlo, anne Louisa, dayı Damian Rapallo, dayının tekerlekli sandalyeli ressam oğlu Pablo, şımarık kızkardeş Victoria Di Carlo, kuralcı uşak Bernardo, anaç aşçı Socorro, aşçıya aşık bahçıcan Ramon, evin kızına aşık şoför Rocky, her yanı kelebekli şeylerle kaplı kızıl saçlı saf hizmetçi Lina, aşçının kızı-sinsi hizmetçi Martha ve ara ara bunlara eklenen sekreter Andrea) birlikte eğlenceli bir hikaye ekrana geldi.
Formül aynı gibi görünüyor değil mi bu haliyle? Sadece böyle kalsaydı, hakikaten de öyle olabilirdi. Ama bu hikayeye ciddi ciddi alt metinler, kendi başlarına birer novela'ya imza atabilecek yan karakterler, toplumsal çözümlemeler, güncel olaylar, ünlüler, ekonomik-sosyal mesajlar ve nicesi eklendi. Ve bunların hepsi, inanılmaz inandırıcı ve keyifli oyunculuklarla desteklendi. Sonuçta ortaya çıkan şey, pembe diziden çok daha müthişti. Dünya çapında kitleleri peşinde sürükleyen, her ülkenin kendi yeniden çevrimini yaptığı bir fenomene dönüştü. Natalia Oreiro ve Facundo Arana, varlıklarından bile haberleri olmadığı ülkelerde evden birileri gibi görülmeye başlandı. O kadar kabul görmüş, tutmuş bir kimyaları vardı ki ikisi de kendi ailelerini kurdukları yıllardan sonra bile insanlar onları bir arada görmek istiyordu. 5 yıl sonra "Sos Mi Vida" ile saygı duruşlarını gerçekleştirdiler.
Bizde yayınlanışının üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, eğer bir kere daha açıp keyifli bir gün geçirmek isterseniz ya da şimdiye kadar hiç izlememiş o şanssız nesildenseniz, http://ravensubs.blogspot.com/ adresinde de görüldüğü gibi, bir grup azimli hayran ispanyolca orijinal bölümlere özenle ingilizce altyazılar oluşturup, youtubea yüklüyor. Siteden ayrıca ispanyolca dersleri de edinebiliyorsunuz. (RavenSub youtube kanalı : http://www.youtube.com/user/RavenSub)
Dizinin Natalia'yı kendisine aşık ettiren(ki olmamak elde mi?ayrıca isteyen Sos Mi Vida'nın bir bölümünde yaptığı Sweet Dreams eşliğindeki striptiz sahnesini [http://youtu.be/G9tIj-MYtm8] izleyebilir, kendisi doğuştan bir yetenek ve güzellik abidesidir) jeneriğinin geniş versiyonuyla lafı bitireyim:

26 Eylül 2011 Pazartesi

"The Civil Wars" Takıntısı, Ziyadesiyle

Önce, tvyi karıştırırken şu "Later with Jools Holland" ya da "Tonight Show with Jay Leno" da (şu an tam olarak hatırlayıp da karar veremedim) bir performansa denk geldim. Yaşlı bir teyze (veya amca, orasını da silmişim)nin vokal yaptığı grubun biri şarkısını sunuyordu gayet hoş bir biçimde. Hoşuma giden melodiden, müzikten, sözlerden dolayı durakladım elimde kumanda, dinlemeye devam ettim. Bu sırada gözüme teyzenin hemen yanı başındaki gitarlı eleman takıldı. Gözlerimin resmen yerinden fırladığını hissettim. O ne yahu Johnny orda ne geziyor şeklinde düşünceler geçmeye başlamıştı ki aklımdan, saniyelik görüntünün beni yanılttığını anladım. Zaten şarkının bitiminde de sunucu insan yanaşıp, ikisinin de ismini cismini belirtti. Ben de youtubedan bulup, bir kaç kere daha dinledim, ruhuma iyilik ettim.
Sonra bir arkadaşım facebookta bir şarkı paylaştı. "Dance me to the end of love". Neredeyse müzelik bir tablonun içindeki narin mi narin bir kadınla karizmanın çeperlerini zorlayan sağlam bir adam, Harry Potter dünyasındaki fotoğraflar gibi salına salına adeta gökten indirilmiş bir şarkıyı mırıldanıyorlardı. İnanamadım. Kendimden geçtim. Ama bununla da bitmemişti.
Sonunda geçen hafta, The Vampire Diaries'e 3 aylık bir aranın ardından kavuşmanın hevesiyle, bölüm üstüne bölüm müziklerini dinleme seansına geçmiştim ki olan oldu. "Barton Hollows"a denk geldim. O kadar gördüm geçirdim, gene de ilk birkaç saniyede Johnny'yi gördüm gibi oldum. Sonra toparladım gerçi. Ama ne fayda. Hani bazen öyle bir şarkıya denk gelirsiniz ki kulaklarınız asla yeteri kadar işitemiyormuş gibi gelir, duyduklarınız hiç bitmesin, o his hiç kaybolmasın diye ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bu şaşkınlığın üstüne bir de şarkının verdiği o zevk eklenir. Karnınızdan midenize, oradan da tüm ciğerlerinizi süpürerek boğazınıza ulaşır bir şey ve tüm nefesinizi verdiğinizi hissedersiniz, nefessiz kalırsınız. İşte tam öyle bir şarkıydı o anda benim için "Barton Hollows".
John Paul White ve Joy Williams, karşılıklı durup, terennüm ederek ortaya koyuyorlar bu "The Civil Wars"u. Her bir şarkılarında, videolarında sanki yanıbaşınıza bağdaş kurmuş da size söylüyorlar gibi söylüyorlar. Benimse onlara diyecek lafım kalmıyor. Siz sadece dinleyin, ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız (sadece aşağıdakini de değil, aynı isimli albümdeki diğer tüm parçaları ve özellikle, özellikle "Billie Jean" gibi canlı performanslarını).
"In some ways, music doesn't get much more modest or minimalist than it is in the hands of The Civil Wars, a duo comprised of California-to-Nashville transplant Joy Williams and her Alabaman partner, John Paul White. They travel without a backup band, and on their first full-length album, Barton Hollow, the bare-bones live arrangements that fans hear on the road are fleshed out with just the barest of acoustic accoutrements. Each song is an intimate conversation, and no third wheels or dinner-party chatter are going to interrupt that gorgeous, haunting hush." (http://thecivilwars.com/ ve http://www.youtube.com/user/TheCivilWars)

24 Eylül 2011 Cumartesi

It’s you, Why’s it always you...


Öyle birini hayal edin ki, hayatınızın en anlamsızlaştığını düşündüğünüz anlarda anlamı haline gelsin. En güvensiz olduğunuzda yanınızda durup sadece eliyle elinizin üstüne yavaşça dokunsun ve içiniz en büyük cesaretlerle dolsun. En büyük korkular, en aşılması güç yollar onunla hiçbir şey gibi görünsün. Ya da korktuğunuz ne varsa ona söylemekten, belli etmekten en ufak bir utanç duymayın. Aklınıza ne gelirse, hangi anda gelirse ona söyleyebiliyor olun. Bazen sadece susarak, tek kelime bile etmenize gerek kalmadan saatlerce, günlerce bir arada durabiliyor olun. O varken yanınızda, zamanın, mekanın tasviri kalmasın. Hayat, ondan çıkıp, sizi sarmalayıp, evreni dolaşıyor olsun. Onunla olmak, nefes almak gibi olsun. Kolay, basit, dolaysız, içten gelen, hiç durmayan. Herşey onunla daha kolay olsun, sırf onunla olduğu için güzel olsun. Denemekten çekindiğiniz herşeyi, elinizden tutarak birlikte daha kolay hale getirdiğini hayal edin. Söylemeniz gereken şeyleri, söylemeniz gereken yerlerde siz susarken o söyleyebilsin. Yapmanız gerekenleri, yapabilmenizi sağlasın. En yorgun olduğunuz anlarda, başınızı omzuna yasladığınızda tüm yorgunluğunuzu çekip, alıyor olsun. Yanında olmak bir yandan tüm nefesinize huzur doldururken, bir yandan da tüm damarlarınızdaki kan akışını hissettirebilir olsun. Tek bir bakışıyla dünyanın ayaklarınızın altında dönmeye devam ettiğini hissedin. Yine o tek bakışıyla, derinizi delip geçebilsin. Kimsenin görmediğini görebiliyor olsun. Tek bir bakışınızla, içinizden geçen sayfalarca düşünceyi anlayabiliyor olsun. Onunla konuşmak, herşeyden daha kolay olsun. İçinizden geçen herşeyi, sanki dünyanın en önemli şeyiymiş gibi dinliyor olsun. Dinlemekten yorulmasın, anlatmaktan da. Onunla konuşmak, iç sesinizle konuşmak gibi olsun. Her kelimede, her harfte ne dediğinizi, ne demek istediğinizi, bunu neden söylediğinizi anlayabiliyor olsun. Sizin sorgulamadıklarınızı, sorgulamayı unuttuklarınızı hatırlıyor olsun. Siz tutukluk yaptığınızda, açıcı o olsun. Nehir genişken, derinken o köprü olsun. Siz yanlışsanız, o doğru olsun. Onunla yanlış yapmaktan zerre kadar korkmuyor olun. Kendinize güvendiğinizden daha çok güveniyor olun ona. Güvenebilir olun. Gözlerinizi kapayıp, en derin, en huzurlu uykuyu onun yanında uyuyor olun. Gözlerinizi geri açtığınızda yeni bir güne başlamak, sırf o olduğu için o günde, güneş kadar parlak olsun. Bazen en etkili uyuşturucu gibi olsun onu düşünmek, düşüncelerinizi, bedeninizi, ruhunuzu kaplasın. Bazen de en zihin açıcı düşünce olsun onun varlığı. Bazen bulutların ne kadar üstünde hissettiriyorsa, bazen de en emin adımlarınıza dönüşsün toprak üstündeki. En sevdiklerinizi seviyor olsun, sevmediklerinizi de anlıyor olsun. Bilmediklerinizi bilsin, göremediklerinizi görsün. Bildiklerinizi de bilsin, gördüklerinizi de görebiliyor olsun ki yalnız olmadığınızı bilin. Ne yaparsanız yapın, ne düşünürseniz düşünün, orda, yanınızda birinin hep sizi takdir edeceğini, destekleyeceğini, sizinle gurur duyacağını biliyor olun. Onunlayken, diğer tüm başarıların bir anlamı kalmasın. Oscarlar, Nobeller, Pulitzerler almanıza, gökyüzüne ulaşmanıza gerek kalmasın, o başlı başına en büyük başarı olsun.
Öyle birini hayal edin ki yap-bozun diğer parçası gibi, yarım kalan yanınızı bütünlüyor olsun. O gelene kadar sadece izleyicisi olduklarınız, artık yaşanabilir olsun. Tüm cevaplar, diğer yarısını bulmuş tüm gibi, cevaplanmış olsun.
Öyle birini hayal edin ve onun gerçek olduğunu, oralarda bir yerlerde aynı şekilde sizi hayal ettiğini bilin. Kavuşmanız gerekmiyor, bir arada olmanız gerekmiyor, belki tüm hayatınız boyunca bir kere bile karşılaşmamanız gerekiyor. Ama o, orada. Gerçek. Sadece var olması bile yeterli.
Şimdi o hayale sıkı sıkı tutunun.

16 Eylül 2011 Cuma

Perfect Sense (2011)

Hiçbir şeyin farkında değildik. Önce büyük bir pişmanlık duyduk; tüm yaşadıklarımızı, yaşamadıklarımızı, yaşayamadıklarımızı, kötülüklerimizi, hatalarımızı hatırladık. Üzüntüden kahrolup, içimiz dışımıza çıkana kadar hatırlayıp, ağladık, ağladık, ağladık. Ta ki hepsini kaybedene dek. Tüm anılarımızı, bizi biz yapan her bir yaşanmışlığı unuttuk. Geçmişimiz gidince, bir süre bocaladık ama alıştık. Sonra sadece bu günümüzü aklımızda tutabilirken, gelecekten korkmaya başladık. Geleceğin karanlığına dair sanrılarımıza teslim olduk bir anlığına ve bu şu anda, şimdiki zamanda büyük bir açgözlülüğe yol açtı. Dizginlenemez bir iştaha kendimizi bıraktık. Yedik, yedik, yedik. Kusana kadar midelerimizi doldurduktan sonra, artık yaptığımız hiçbir şeyden tat alamaz olduk. Herşey bir anda boş ve yavan oldu. Ama bunun yarattığı kargaşayı da dizginledik, bir yolunu bulduk gene de. Sonra tam böylesine de alışmışken, aslında durumu kabullenemediğimizi fark ettik. Anılarımız yoktu, hiçbir şeyden zevk alamıyorduk. Öyleyse içimizi dökme, aklımızdakileri, yüreklerimizdekileri kusma hakkımızı elimize aldık. Büyük bir sinire, büyük bir bencilliğe bıraktık kendimizi. Zaten orda olanları, sadece ortaya çıkardık. Yaktık, yıktık, kırdık, döktük. Hepimiz büyük korkaklığımızın güç verdiği bencilliğimizle, kendi sesimizi duyurmaya çalıştık diğerlerine. Bağırdık, bağırdık, bağırdık. Ta ki karşımızdaki bizi duymayana, kendi kulaklarımız kendi sesimizden arınana dek. Öyle ki kulaklarımız sadece kendi sesimizle yetinmedi, diğer tüm seslerden de arındırdı kendini. Sonunda elimizde hiçbir şey kalmadığını anladık. Anılarımız yoktu, hayatın zevki yoktu, anlamlar gitmişti. Bir anda birşeyleri anlamaya başladık. Geriye hiçbir şey kalmayınca, aslında önemli olanın ne olduğunu bulmuştuk. İçimizdeki sıcaklığın peşine düştük, çünkü birşeyin yaklaşmakta olduğunu biliyorduk. Ve o şey geldiğinde geriye kalan tek önemli şeyin yanında olmak istiyorduk. Koştuk, koştuk, koştuk. Bulduğumuzda, geri kavuştuğumuzda artık bitmişti. Tüm sorular cevaplanmıştı, tüm sorunlar gitmişti. Çünkü en dipsiz karanlık, aslında en parlak aydınlığı getirirdi. Herşey karardı ve biz ışığa kavuştuk.
Kim Fupz Aakeson'un yazdığı senaryo kısaca bunu anlatıyor. David Mackenzie'nin şiirsel ama tahmin edilebilir ve kalıplar içerisindeki filmi "Perfect Sense", sebepsiz ve öylesine görünen bir şekilde insanların önce koku duyularını yitirmelerini anlatıyor. Salgın şüphesiyle incelenen hastalar beliriyor önce her yerde, ama sonunda herkes koku almayı bırakınca normalleşiyor durum. Ardından tat alma duyularını kaybediyor dünya üzerindeki insanlar. Belli bir panik duygusu hakim oluyor tabi ortalığa ama sonuçta insanlar ya, bunun da üstesinden geliyorlar. Ama durum kötüleşiyor, sonunda duyamaz oluyorlar. Karmaşa, kaos, terör, yıkıntı dört bir yana yayılıyor. En kötüsünü bekliyorlar sonunda. O da oluyor, kör oluyorlar.
Bildiğimizin dışında bir bilim kurgu anlatımını barındıyor bu film. Tüm bu olanları serseri bir lokanta şefi Michael'ın ve salgın hastalıklar uzmanı Susan'ın etrafında dolanarak, Glasgow'un o nemli, ıslak, taştan sokaklarında izliyoruz.
Sessizce, sakince ama yavaş yavaş yarattığı panikle, iç karartan havasıyla güzel, değişik bir bilim kurgu bu ve güzel de bu anlamda. Ama dediğim gibi biraz eksik geliyor sanki, daha vurucu olmasını bekliyorsunuz ister istemez bu gidişattan. Kalıbına uyup, herşeyi yerli yerinde tamamlıyor oysaki. Lokum gibi bir İskoç adamla, fıstık gibi bir Fransız kadınıyla perdeden çok daha fazla birşeyler umuyor insan haliyle. Ewan McGregor ve Eva Green onlardan beklenenleri yerine getiriyor, sadece fazlasını umuyoruz ya o yüzden. Bir de fikir çok güzel, hakikaten güzel.
Ama ben o halde tek önemli olanın gene de "sevgi" olduğunu düşündürmeye çalışmalarını anlamıyorum, anlayamıyorum. Paniğe kapılmışım, ölsem daha iyi gibi bir durumdayken bence o sadece yalnız olmak istememe durumu.

15 Eylül 2011 Perşembe

"Kaz Dağları ve Kör Olası Altın"

Fotoğraf Niko Guido'dan. Kaynak
Aktüel Arkeoloji'nin Eylül-Ekim sayısındaki Aykan Özener imzalı bu yukarıdaki başlıklı yazı, herşeyi o kadar iyi özetliyor ki. İki dakika durup, okumanız gerek. Okuyup, düşünmeniz, karar vermeniz, harekete geçmeniz gerek. Hareket geçmemiz gerek. Birşeyler yapmamız gerek.
"Bilindiği gibi Biga Yarımadası'nda yerüstü-yeraltı su kaynaklarını oluşturan, besleyen, sürekliliğini sağlayan, Bandırma'dan Ayvalık'a ve Midilli'ye kadar yaklaşık 2 milyon insanın temiz, güvenilir su kaynağı Kaz Dağları'dır. Kaz Dağları barındırdığı bitki ve hayvanlarla, temiz havası ve sularıyla can verdiği tarım alanlarıyla yüzyıllardır tüm bölgenin yaşam kaynağı olmuştur.
Şimdi bu bölgede özellikle altın tekelleri sondaj çalışmalarını tamamlayarak işletme aşamasına geçmek üzereler. Fırsat buldukları an işletmeye başlayacaklar. Kaz Dağları'nın birçok yerinde çapı 600 metreye, derinliği 400 metreye varan cehennem çukurları açacaklar, milyarlarca ton kayacı öğütecekler. Binlerce ton siyanür kullanarak kirletilmiş milyarlarca ton zehirli atık barajları ile bizi baş başa bırakacaklar. Bu işlemleri Kaz Dağları'nın doruklarında su kaynaklarının bulunduğu yerde yapacaklar, yeraltı sularımızı, havamızı zehirleyecekler, radyoaktiviteyi artıracaklar. Bölgedeki tarımsal üretimin değerini ve miktarını düşürecekler, insan başta olmak üzere tüm canlıların amansız hastalıklara yakalanmalarına sebep olacaklar, bu bölgede yaşamı bitirecekler. Bölgede yaşayan, hava soluyan, su içen, beslenen tüm canlılar olumsuz etkilenecek.
Ülkemizde altın üretimi çok uluslu tekeller tarafından gerçekleştiriliyor ve üretilen altının tamamı yurtdışına çıkarılıyor. Söz konusu tekeller 1 ton altını yurtdışına çıkarabilmek için ülkemize 1.750.000 ton siyanürle kirletilmiş ve ağır metalleri açığa çıkarılmış atık bırakacaklar. (...)
Biga Yarımadası'nda altın madenciliği etkinlikleri birinci planda Atikhisar ve Bayramiç barajlarını etkileyecek. Yasalara aykırı olmasına rağmen Çanakkale'nin içme suyunu sağlayan Atikhisar barajı havzasında altın madeni arama ve işletmesine izin verilmiştir."

12 Eylül 2011 Pazartesi

Explosions In The Sky'dan "Be Comfortable, Creature"


Be Comfortable, Creature from Explosions in the Sky on Vimeo.

Yani albüm "Take Care, Take Care, Take Care" den ev yapımı bir video.

Ben Barnes'lı Filmler 3 : Killing Bono (2011)

İkinci bölümde Ben'i bıraktığımız yer Easy Virtue'nun sonuydu. 2008'i Narnia ve Easy Virtue ile kapatan Ben, 2009'da tek bir filmle perdede göründü : Dorian Gray. Bu Oliver Parker yönetimindeki son Oscar Wilde uyarlamasında Ben Barnes, bir kez daha Colin Firth'le karşılıklı döktürme şansına erişti (Şöyle de yazmış olabilirim : Dorian Gray (2009)). Ertesi yıl Narnia serisine devam ettiği The Chronicles of Narnia : Voyage of The Dawn Treader  ve nette bile pek bulamadığım "Locked In" isimli filmlerde rol almasının ardından 2011'de eski boyband günlerini anabileceği, bol bol şarkı söylediği "Killing Bono" ile farklı bir deneyime yelken açtı.
Killing Bono, Neil McCormick isimli gazeteci-yazar şahsiyetin yazmış olduğu kitap "Killing Bono : I Was Bono's Doppelganger"dan uyarlanan bir tür otobiyografik-biyografik sayılabilecek bir film. McCormick bizim U2'nun solisti olarak bildiğimiz Bono'yu Paul Hewson olduğu günlerden tanıyan ve U2'nun başladığı noktayı, büyüyüşünü, devleşmesini izlemiş, birinci elden tanık olmuş bir İrlandalı. Daha doğrusu Bono'nun çocukluk arkadaşı. Bir dakika, hikayeyi böyle başlayarak karıştırdım. En iyisi film nasıl anlatıyorsa öyle anlatmak.
Film 1987 yılında konser için Dublin'e gelen U2'yu uzaktan izleyerek Bono'ya doğru bir silah doğrultmuş Neil McCormick ile açılıyor. Tam bir manyak gibi görünen bu genç adamı bu noktaya getiren olayları başa sarıp, 1976 yılına dönüyoruz sonra. Dublin'de bir ortaokulda Larry Mullen'ın baterist olarak bir müzik grubu kurmak istediği için ilan tahtasına astığı bir kağıda isimlerini yazan Paul Hewson ve Ivan McCormick ile tanışıyoruz. Evet 70'ler, Beatles'ın İngiltere'den çıkıp ortalığı kasıp kavurmasının gazıyla ve bir yandan coşan punk'ın da rüzgarıyla her köşe başında bir araya gelen iki üç genç bir müzik grubu kuruyor.
Kahramanımız Neil, kardeşi Ivan ile bir müzik grubuna sahip. Öyle kendi kendilerine çalıp, söyleyip, büyük bir rock grubu olacakları zamanın hayalini kuruyorlar. Öte yandan Larry'nin mutfağında toplaşan Paul, Adam ve David bir efsanenin ilk adımını atıyorlar. Tabi bu sırada Ivan da var aralarında. İlk denemeden sonra onu da istiyorlar grupta ama Paul bunu ilk önce ağbi Neil'a sormak gibi bir salaklık yapıyor. O da kardeşini bırakmaya yanaşmadığından direkt reddediyor ve Ivan'a bunun kelimesini bile etmiyor.
Bu noktadan sonra aynı okuldan yola çıkan iki gruptan biri dünya devi olmaya doğru yol alırken diğeri, Neil'ın üst üste yaptığı salaklıklar, başarısız seçimler, kıskançlıklar, çenesi düşüklükler yüzünden gittikçe dibe sürükleniyor. Daha doğrusu bir anlamda Neil McCormick ve onun kendisi dahil çevresindeki herkesin hayatını mahvedişinin hikayesini izliyoruz. O bu sırada devamlı surette hayatındaki her bir yanlışı Bono'ya bağlıyor, her bir hatasını ona yüklüyor. Çünkü en başından beri hayalini kurduğu ama salak düşünceleri yüzünden hak etmediği hayatı gözlerinin önünde Bono tarafından çatır çatır yaşanılıyor. Kedi de ulaşamadığı ete mundar diyor.
Gerçi sorun kedinin ete ulaşamaması değil burada, kedinin etin attığı her adıma karşı sırtını dönüp, sonra da aç kaldım diye delilenmesi asıl mesele. Film boyunca kendi egoizmi ve kardeşine duyduğu suçluluk içinde gittikçe daha da boğulan Neil'ın her bir defasında kıskançlıkla dolu reddedişlerine karşılık, Bono'nun tüm iyi niyetiyle adeta bir melek gibi devamlı bu çocukluk arkadaşlarına elini uzatmasını izliyoruz. Bir taraf o kadar iyi ve diğer taraf da o kadar kötü ki cidden bir süre sonra sinir bozucu oluyor.
(Gerçek Neil'ın film hakkındaki röportajı için : http://www.telegraph.co.uk/culture/film/starsandstories/8376077/Neil-McCormick-on-Killing-Bono.html)
Tabi bir yandan McCormicklerin grubunun şarkılarını ve U2'nun erken dönem hitlerini, dönemin güzel müziklerini dinliyoruz bu gitgide çığrından çıkan adamın hikayesini izlerken. Ben Barnes belli ki kariyerine bu "tür" rollerden katma vaktinin geldiğine inanmış ve onu denemeye çalışmış. Bol bol şarkı söyleyip, gittikçe psikopatlaşan acemi müzisyeni oynayarak fena bir iş çıkarmamış. Robert Sheehan da oldukça iyi, tabi bir de o gözlerin nasıl öyle yemyeşil görünebildiğini çözebilseydim daha iyi olacaktı. Ayrıca Pete Postlethwaite'nin o hasta haliyle rol aldığı son film olduğundan da önem arz ediyor (unutmuştum önce ben, sonra izlerken bu adam niye bu kadar hasta gibi dedim cidden rolde bile öyle olduğu çok belli oluyordu, sonra imdbyi açınca hatırladım tabi, ocakta aramızdan ayrılmıştı kendisi.).
Sonuçta eğlenceli, müzik dolu ve genç oyuncuları başarılı bir "gerçek" hikaye izlemiş oluyoruz Killing Bono ile. Orta seviye olabilir biraz, benzerlerine veya benzetilmeye çalışıldıklarına nazaran da hafif kaçabilir ama bununla birlikte oturup bir kez daha "Across The Universe" ve "I'm Not There" izlenip, üzerine de cila niyetine bir "Taking Woodstock" geçilirse, daha da iyi olabilir.
Ben Barnes'ı bundan sonra 2012'de iki ufacık yan rolde, 2013'te de kocaman bir başrolle bekliyor olacağım ben. Şimdiye kadarkilerle size de başarılı gelmişse, bekleriz birlikte ;)

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...