İlk bölümde (Ben Barnes'lı Filmler 1 : Bigga Than Ben (2007)) "Bigga Than Ben" ile perdeye transfer olduğunu gördüğümüz Ben Barnes'ı aynı sene bir Hollywood yapımında ufak bir rolde de gördük. Süperötesi yazar Neil Gaiman'ın aynı adlı romanından uyarlanan "Stardust"ta Ben, ana karakterin babasının gençliğini oynadığı yaklaşık 5 dakikayla kendine yer buldu. Ki bu Matthew Vaughn'ın yönettiği ve Michelle Pfeiffer, Claire Danes, Robert De Niro, Sienna Miller, Henry Cavill gibi oyuncuların geçit töreni gerçekleştirdiği bir film için hiç de fena bir çaba sayılmaz.
"Stardust"ta bir göründüm, kaçtım yapmasını Hollywood yeterli bulmamış olacak ki ertesi sene, 2008'de ilk "gişe" filmine adım attı Ben. "The Chronicles of Narnia : Prince Caspian" ile ilk gişe başrolünü gerçekleştirdi böylece. Ve nerdeyse Narnia serisinin keskin bir düşüş gösteren film serüveni, tamamen onun omuzlarına bindirildi.
Kendisi üzerine kurulu büyük bütçeli bir filmin başrolünü oynamanın yükünden sonra aynı yıl "Easy Virtue" isimli bir tiyatro oyunu uyarlamasıyla perdelere konuk oldu. İngilizlerin pek bayıldığı oyun yazarı Noel Coward'ın 1920'lerin sonlarında geçen oyununun, Hitchcock uyarlamasının aksine tam bir komedi haline dönüştürülmüş olduğu "Easy Virtue"da Ben Barnes'a düşen rol de zengin aristokrat çiftlik ailesi olan Whittakerların parlayan, umut saçan, hayat dolu ve tasasız oğlunu oynamaktı.
1920'lerin sonunda İngiltere'nin kırsal kesiminde geniş arazilerinin içindeki kocaman evlerinde yaşayan burnu havada Whittaker ailesine konuk oluyoruz "Easy Virtue" ile. Baba Jim ilk dünya savaşında savaşmış, esasında biz sinema izleyicisinin oldukça aşina olduğu savaş-sonrası-psikolojisine oldukça batmış, devamlı ortalıkta toplanmamış bir yatak gibi gezen, herşeyi boşvermiş, hiçbir şeye karışmayan bir adam. Savaştan sonra eve dönmemiş esasında, Fransa'da kendini hayatın zevklerine vermiş halde bir süre dolanmış. Onun bu önce fiziksel ardından psikolojik yokluğunda karısı yani annemiz Veronica da katı ahlakçılığı, kuralcılığı ve İngilizliği ile evi ve herkesin yaşamını çekip çevirmeye vermiş kendini. Tabi bu durum da onu filmin en baştaki tek otoritesi yapıyor. İki kız kardeş Marion ve Hilda ise birbirlerinden tuhaflar. Marion ölen nişanlısı Edgar için yas tutuyor hala, Hilda ise kanlı-vahşi-skandal dolu olan herşeye bayılıyor, gazete küpürleri falan biriktiriyor.
Böyle bir ailenin oğlu olan John ise Monaco'da araba yarışlarında tanıştığı Amerikalı yarışçı Larita'ya aşık olup, evlenip, onu bir de eve, bu aileyle tanıştırmaya getiriyor. Larita Detroit'te büyümüş, tam bir afet. Araba yarışçısı, başın buyruk, şehir insanı, deneyimli, hayatı dolu dolu yaşamaya çalışan, biraz da "rahat" bir kadın. Birlikte bu eski moda aristokrat evine adım atıyorlar ve bir çeşit rekabet hikayesi başlıyor.
Filmin görüntü olarak vermeye çalıştığı mesaj da bu : Gelin kaynana çekişmesi. Ama değil. Yani öyle başlatıp, romantik komedi süsü verilmeye çalışılıp, bambaşka yerlere gidiveriyor hikaye. Savaş sonrası durumu gösteriyor biraz, kuralcı eski kafalı aile değerlerini bulaştırıyor işin içine, "basit erdemlerin" iyi mi kötü mü olduğuna dair mesajlar içermeye çalışıyor, eski "geçmiş" ile yeni "gelecek"in çarpıştığını söylüyor bir yandan. Evliliğin ne olduğundan ve sınırlarından çok, aşkın ne olduğundan ne kadar olduğundan yana söyleyeceklerini söylüyor.
Evet bir sürü şey söylemeye çalışıyor böyle ve yazdığımda "vaay" falan gibi gelmeye başlamış olabilir ama değil. Tüm bunlar anlatılmaya çalışılan dönemin atmosferine pek benzemeyen jazz ritimleriyle birlikte sadece bir romantik komedi kalıbında geliyor önümüze. Hani bazen elde en güzel malzemeler varken en kötü yemek ortaya çıkar ya aynen öyle oluyor bu filme de. "Birazcık" olmuş bir film. Yani elde inanılmaz bir Colin Firth, rolüne cuk oturan bir Kristin Scott Thomas, tertemiz oynayan birer Jessica Biel ve Ben Barnes varken, film gene de kanı canı çekilmiş bir şeye benziyor.
Nedeni aslında açık. Colin Firth ve Kristin Scott Thomas, kariyerlerinin en alışıldık rollerine büründürülmüş bir kere. Hiç risk alınmamış, gayet kalıpları dahilindeler. Ben Barnes ve Jessica Biel tek başlarına parıldayan insanlar olabilirler ama birlikte, aşık bir çifti canlandırırken berbatlar, ruhsuzlar, uyumsuzlar. Zengin bir "countryside" evi olması gereken malikane ise dönemin fakir evlerinden ikinci sınıf eşyayla döşenmiş gibi. Bunlar ne biçim aristokrat böyle dedirtiyor.
Film kötü değil, bu arada onu söyleyeyim. Yani "o kadar da" kötü değil. Sadece bunca mükemmel elementle insan çok daha fazla birşey beklerken orta karar bir romantik komediyle karşılaşınca haliyle dır dır ediyor. Ben Barnes da muhtemelen benim gibi "elementlere" kanıp, rol almış olmalı. Ben ona o düşünceyi yakıştırıyorum ve "Killing Bono"ya doğru yol alıyorum.
Bu arada filmlerden dans sahnelerime bir yenisi daha eklemekten memnum değil miyim, kesinlikle memnunum. Buyrunuz dayanılmaz cazibesine tango yapan bir Colin Firth'ün (tamamı değilse de bir kısmı):
Filmin resmi sitesi : http://easyvirtuethemovie.co.uk/
10 Eylül 2011 Cumartesi
9 Eylül 2011 Cuma
Yalnızım, Yalnızız, Yalnızlıklar.
Bugün böyle bir gün yaşadım da. Gece boyunca salakça bir rüya silsilesiyle boğuştum önce. Ne gördüğümü hatırlamıyorum (iyiki de hatırlamıyorum), sadece her defasında ağlayarak uyandığımı ve geri toparlanıp uykuya daldığımda bir önceki kısımda nerede kaldıysam ordan görmeye devam ettiğimi biliyorum. Güzel birşeyler olsa ve devamını görmek istesem hayatta göremem, bu salak kabusu sanki çok gerekliymiş gibi devam ettirdim.
Sonunda kalkıp, mutfağın yolunu tuttuğumda daha da kötü bir duygu çöreklendi resmen içime. O kadar zaman tek başıma olmuşluğum vardır ama bu sabah o uykudan kurtulup da mutfağın boşluğuyla karşılaşınca iyi hissetmedim. Normalde kalktığımda hep hazır olur kahvaltı o masada. Çay da ocakta. Bu sabah da sanırım içten içe onu bekledim. Gidip gene tasasızca oturayım ve herşey önüme gelsin istedim. Gelmedi tabi.
Sadece kahvaltının hazır olmaması durumu da değil. Evde hiç ekmek yoktu. Önceki günden dişlediğim bir küçük parça, bir dilim kurumuş ekmek parçası vardı ekmeklikte. Oturup ağlamak istedim zırıl zırıl. Daha dün markete gittim ve evde sanırım şu an en az 5 çeşit cips var. Ama ekmek yoktu işte sabah. Birşeyler unuttuğumu düşünmüştüm zaten eve döndüğümde marketten. O cipsleri, bebe bisküvisini, dondurma sosunu bile unutmamışım da bir ekmeği, ufacık bir ekmeği unutmuşum.
Aç bilaç elimde anahtar ve para, sabah güneşine çıktım. Evin karşısında bir büfe var. Ama ben belediyenin şu küçük boyutlu, çörek gibi olan ekmeklerinden istiyordum. İnat edip, o büfeyi es geçip, yokuşu tırmanıp, belediye büfesine gittim. Sabah dedikosunu etmekte olan büfeci teyzeyi ve dedikoducu teyzeyi zor ayırıp, ekmek istedim. Ama ne benim istediğim ekmekten vardı, ne de teyze paramı bozabiliyordu. Orda sokağın ortasında durup, yeri tekmeleyerek zırlıyacaktım. Neyse dedim, geri döndüm evin oraya. Ama o büfeye gene uğramadım ve ana yolun üstündeki belediye büfesine bakmaya karar verdim. Bir ton da oraya yürüdüm. Midem sırtıma yapışmış, kan ter içinde kalmış ve mutsuzluğun dibine vurmuş halde ana yola gittim. O büfe de kapalıydı. Büfenin önündeki gölgede otobüs bekleyen adama kafa atmak istedim. Ama derin nefesler eşliğinde yine geri döndüm ve eve dönüş yolundaki bir başka büfeden herhangi bir ekmek almaya razı oldum. Acaba cipsleri reçele batırıp da mı yesem diye düşünmedim değil tabi.
Sonunda evden çıkıp, okula gidebildim. Bu arada ben evden çıktıktan yarım saat sonra kargocu aradı. Paket getirmişler bana, telefonda önce yan ve karşı komşuların kapısını çaldırdım, sonra da alt komşunun. Ama üçü de evde yoktu nasıl şanssa. Sonunda saat 4'ten sonra şubeden almamı söylediler. Telefonu kapattıktan sonra aklıma ne gelsin? Ya kocaman bir paket gelmişse (evet bazen geliyor) ve ben geri dönerken onu almaya çalışırsam ne olacaktı? Çünkü geri dönerken kargo şubesi merkezle ev arasında kalıyor. Yani bindiğim otobüsten inip, karşıya geçip, paketi alıp, gene karşıya geçip, iş çıkışı saatinde otobüs bulup, kendim taşıdığım paketle eve dönmeye çalışacaktım. Gene zırlamak istedim. Ama sustum.
Neyse okula kütüphaneden aldığım kitapları bırakmaya uğramıştım. Yeri gelmişken söyleyeyim, Beytepe bu mevsimde, tam da bu dönemde en güzel halini yaşıyor. Okulda olmak istediğim bir zaman varsa zaman, kesinlikle bu zaman. Öğrenciler henüz gelmemiş oluyor, sadece tek tük kayda gelmiş çömezlerle anne-babalar oluyor etrafta. Birbirleriyle şakalaşan güvenlikler gölgede toplaşıp, oturmuş oluyorlar. Hocalar bile olmuyor. Güneş vuran yerlerde çok terlemiyorsunuz, gölgede üşümüyorsunuz. Çimenler yeni biçilmiş oluyor, kokusu burnunuzu doldururken gölge bir ağacın altına kıvrılabiliyorsunuz. Otobüsler, ringler, dolmuşlar rahat oluyor. İstediğiniz gibi taşıt bulabiliyorsunuz. Sessiz oluyor ağaçlıklı yol, sadece rüzgarın sesi kaşındırıyor kulaklarınızı. Herşey daha güzel görünüyor bu mevsimde Beytepe'de, herşey mümkünmüş gibi geliyor.
Okulda işim bitince bünyem de bitmişti. Hem kargo şubesine gitmem gereken saati getirememiş olduğumdan hem de kafamdaki o yarı kilom kadarlık paket görüntüsünü bu boş mideyle nasıl taşıyacağım sorununa mantıklı bir çözüm üretemediğimden, ev tarafı yerine ters yöne bindim ve cepa'ya gittim. AVM kendisi. Girip, kendime oburca bir burger king ziyafeti çektim. Oturup, ilk kez yemek görmüş gibi steakhouse burger'imi mideye indirdikten sonra da D&R'a girip, birkaç birşey aldım (Tabi bir de fantastik bölümünde aradığım kitabın gençlik-çocuk bölümünde olduğunu öğrenmem biraz utanç vericiydi.).
Elimde yeni kitaplar dergiler biraz mutluluk vermişken kargo paketi geldi aklıma. Yolun yarısında kös kös indim otobüsten. Paketim vardı, dedim şubedeki kadına. Ararken paketi bir yandan sordu bana, büyük bir paket mi bekliyordunuz siz diye. Yutkunduğumu görmemiştir umarım. Tam gözüm arkamdaki kocaman kolilere takılmışken kadın elinde bir test kitabı boyutundaki paketle önümde belirdi. O an ona sarılabilirdim, biliyorum. Altı Nokta Körler Derneği için sesli okuma yapmıştım, onun ikincisi için yeni bir kitap daha gelmişti yani. Sırıtarak yola çıktım ama sırıtışım, önümden geçip giden hıncahınç dolu otobüsleri, durmayan dolmuşları görünce suratımda dondu tabi.
Eve gelebildim sonunda. Mühim olan o değil. Mühim olan tüm bu anlattıklarımı tek başıma yapmış olmam. Tüm o yolları tek başıma, sallana sallana kat etmiş olmam. Tamam, telefonda 4 ayrı kişiyle konuştum bu sırada, bir dolu da insanla diyalog kurdum, aralarında yürüdüm, seyahat ettim, yemek yedim. Ama her adımda yalnızdım işte. Ailemin en yakın üyesi en az 6 saatlik karayolu uzağımdaydı (Hala öyleler). Ve ben sadece yalnızdım işte.
İşin kötüsü tüm bu yalnızlığıma rağmen bana tek koyan, neden elimde bir özel şoförle arabam olmadığı ve beni tüm yerlere taşımadığıydı.
Sonunda kalkıp, mutfağın yolunu tuttuğumda daha da kötü bir duygu çöreklendi resmen içime. O kadar zaman tek başıma olmuşluğum vardır ama bu sabah o uykudan kurtulup da mutfağın boşluğuyla karşılaşınca iyi hissetmedim. Normalde kalktığımda hep hazır olur kahvaltı o masada. Çay da ocakta. Bu sabah da sanırım içten içe onu bekledim. Gidip gene tasasızca oturayım ve herşey önüme gelsin istedim. Gelmedi tabi.
Sadece kahvaltının hazır olmaması durumu da değil. Evde hiç ekmek yoktu. Önceki günden dişlediğim bir küçük parça, bir dilim kurumuş ekmek parçası vardı ekmeklikte. Oturup ağlamak istedim zırıl zırıl. Daha dün markete gittim ve evde sanırım şu an en az 5 çeşit cips var. Ama ekmek yoktu işte sabah. Birşeyler unuttuğumu düşünmüştüm zaten eve döndüğümde marketten. O cipsleri, bebe bisküvisini, dondurma sosunu bile unutmamışım da bir ekmeği, ufacık bir ekmeği unutmuşum.
Aç bilaç elimde anahtar ve para, sabah güneşine çıktım. Evin karşısında bir büfe var. Ama ben belediyenin şu küçük boyutlu, çörek gibi olan ekmeklerinden istiyordum. İnat edip, o büfeyi es geçip, yokuşu tırmanıp, belediye büfesine gittim. Sabah dedikosunu etmekte olan büfeci teyzeyi ve dedikoducu teyzeyi zor ayırıp, ekmek istedim. Ama ne benim istediğim ekmekten vardı, ne de teyze paramı bozabiliyordu. Orda sokağın ortasında durup, yeri tekmeleyerek zırlıyacaktım. Neyse dedim, geri döndüm evin oraya. Ama o büfeye gene uğramadım ve ana yolun üstündeki belediye büfesine bakmaya karar verdim. Bir ton da oraya yürüdüm. Midem sırtıma yapışmış, kan ter içinde kalmış ve mutsuzluğun dibine vurmuş halde ana yola gittim. O büfe de kapalıydı. Büfenin önündeki gölgede otobüs bekleyen adama kafa atmak istedim. Ama derin nefesler eşliğinde yine geri döndüm ve eve dönüş yolundaki bir başka büfeden herhangi bir ekmek almaya razı oldum. Acaba cipsleri reçele batırıp da mı yesem diye düşünmedim değil tabi.
Sonunda evden çıkıp, okula gidebildim. Bu arada ben evden çıktıktan yarım saat sonra kargocu aradı. Paket getirmişler bana, telefonda önce yan ve karşı komşuların kapısını çaldırdım, sonra da alt komşunun. Ama üçü de evde yoktu nasıl şanssa. Sonunda saat 4'ten sonra şubeden almamı söylediler. Telefonu kapattıktan sonra aklıma ne gelsin? Ya kocaman bir paket gelmişse (evet bazen geliyor) ve ben geri dönerken onu almaya çalışırsam ne olacaktı? Çünkü geri dönerken kargo şubesi merkezle ev arasında kalıyor. Yani bindiğim otobüsten inip, karşıya geçip, paketi alıp, gene karşıya geçip, iş çıkışı saatinde otobüs bulup, kendim taşıdığım paketle eve dönmeye çalışacaktım. Gene zırlamak istedim. Ama sustum.
Neyse okula kütüphaneden aldığım kitapları bırakmaya uğramıştım. Yeri gelmişken söyleyeyim, Beytepe bu mevsimde, tam da bu dönemde en güzel halini yaşıyor. Okulda olmak istediğim bir zaman varsa zaman, kesinlikle bu zaman. Öğrenciler henüz gelmemiş oluyor, sadece tek tük kayda gelmiş çömezlerle anne-babalar oluyor etrafta. Birbirleriyle şakalaşan güvenlikler gölgede toplaşıp, oturmuş oluyorlar. Hocalar bile olmuyor. Güneş vuran yerlerde çok terlemiyorsunuz, gölgede üşümüyorsunuz. Çimenler yeni biçilmiş oluyor, kokusu burnunuzu doldururken gölge bir ağacın altına kıvrılabiliyorsunuz. Otobüsler, ringler, dolmuşlar rahat oluyor. İstediğiniz gibi taşıt bulabiliyorsunuz. Sessiz oluyor ağaçlıklı yol, sadece rüzgarın sesi kaşındırıyor kulaklarınızı. Herşey daha güzel görünüyor bu mevsimde Beytepe'de, herşey mümkünmüş gibi geliyor.
Okulda işim bitince bünyem de bitmişti. Hem kargo şubesine gitmem gereken saati getirememiş olduğumdan hem de kafamdaki o yarı kilom kadarlık paket görüntüsünü bu boş mideyle nasıl taşıyacağım sorununa mantıklı bir çözüm üretemediğimden, ev tarafı yerine ters yöne bindim ve cepa'ya gittim. AVM kendisi. Girip, kendime oburca bir burger king ziyafeti çektim. Oturup, ilk kez yemek görmüş gibi steakhouse burger'imi mideye indirdikten sonra da D&R'a girip, birkaç birşey aldım (Tabi bir de fantastik bölümünde aradığım kitabın gençlik-çocuk bölümünde olduğunu öğrenmem biraz utanç vericiydi.).
Elimde yeni kitaplar dergiler biraz mutluluk vermişken kargo paketi geldi aklıma. Yolun yarısında kös kös indim otobüsten. Paketim vardı, dedim şubedeki kadına. Ararken paketi bir yandan sordu bana, büyük bir paket mi bekliyordunuz siz diye. Yutkunduğumu görmemiştir umarım. Tam gözüm arkamdaki kocaman kolilere takılmışken kadın elinde bir test kitabı boyutundaki paketle önümde belirdi. O an ona sarılabilirdim, biliyorum. Altı Nokta Körler Derneği için sesli okuma yapmıştım, onun ikincisi için yeni bir kitap daha gelmişti yani. Sırıtarak yola çıktım ama sırıtışım, önümden geçip giden hıncahınç dolu otobüsleri, durmayan dolmuşları görünce suratımda dondu tabi.
Eve gelebildim sonunda. Mühim olan o değil. Mühim olan tüm bu anlattıklarımı tek başıma yapmış olmam. Tüm o yolları tek başıma, sallana sallana kat etmiş olmam. Tamam, telefonda 4 ayrı kişiyle konuştum bu sırada, bir dolu da insanla diyalog kurdum, aralarında yürüdüm, seyahat ettim, yemek yedim. Ama her adımda yalnızdım işte. Ailemin en yakın üyesi en az 6 saatlik karayolu uzağımdaydı (Hala öyleler). Ve ben sadece yalnızdım işte.
İşin kötüsü tüm bu yalnızlığıma rağmen bana tek koyan, neden elimde bir özel şoförle arabam olmadığı ve beni tüm yerlere taşımadığıydı.
Yazmak
Klasik Dune serisinin 5.kitabı olan "Dune Sapkınları"nı aldım geçen hafta. Frank Herbert usta bu kitabın başında kendine "Ben Dune'u Yazarken" diye bölüm ayırmış bu sefer. İki sayfada kısaca onun için olayın nasıl başladığını, nereye gittiğini, neye ulaştığını ve ne ifade ettiğini anlatmış. 10 kitabın ardından öyle satırları okumak benim için tarif edilemezdi. Umberto Eco'nun Gülün Adı için yazdığı makaledeki satırlar kadar yardımı olabilir kanımca, "yazmak" isteyenler için. Benim gibi.
"(...)Ben bir yazardım ve yazıyordum. Başarılı olmam, yazmaya daha fazla vakit ayırabileceğim anlamına geliyordu.
Şimdi dönüp geçmişe bakınca, içgüdüsel olarak doğru şeyi yaptığımı fark ediyorum. İnsan başarı kazanmak için yazmamalı. Yoksa dikkati dağılır. Eğer yazıyorsanız, yaptığınız tek şey bu olmalı : Yazmak.
Yazar ile okuyucu arasında gayri resmi bir anlaşma vardır. Birileri kitapçılara gidip, bin bir güçlükle kazandıkları paraları (enerjiyi) sizin kitabınız için harcıyorsa, o insanları olabildiğince eğlendirmek boynunuzun borcudur.
Benim de en başından beri niyetim buydu."
6 Eylül 2011 Salı
Ben Barnes'lı Filmler 1 : Bigga Than Ben (2007)
20 Ağustos 1981 tarihinde Londra semalarından dünyamıza inmiş olan Benjamin Thomas Barnes'ı ben de birçoğumuz gibi ilk defa Narnia Günlükleri : Prince Caspian'daki malum prens olarak tanıdım. E bir kere de tanıyınca kendisini sevmemek, ergen-genç-kız-fanatikliğine dönüşmemek pek zor (yoo hayır dönüşmedim).
Ben Barnes ekran ve perde kariyerine öncelikle Hyrise adındaki bir boyband'de şarkı söyleyip dans ederek başlamış (ki nerdeyse 2004'te İstanbul'daki Eurovision'da İngiltere'yi temsil edecekmiş, o derece.). Ardından tvde bir iki kere görünüp, neyseki kendine bir oyunculuk kariyeri çizmeye karar vermiş olmalı ki 2006'da "Doctors" adlı dizinin bir bölümünde ve "Split Decision" adlı bir tv filminde rol almış. Yapımı veya çekimi devam eden birçok film var bu sene ve seneye vizyona girmesi beklenen. Ancak şimdiye kadar gösterimi yapılmış 8 tane sinema filminde kendine gayet iyi yerler edinmiş durumda. Sözkonusu 8 filmden bir tek "Locked In" adlı 2010 yapımı Suri Krishnamma filmini bulamadım, göremedim henüz.
Ben'in ilk beyazperde işi "Bigga Than Ben" esasında oldukça iyi bir başlangıç, kendini kanıtlamak isteyen bir yetenek için. Tam ismi de Bigga Than Ben : Russians' Guide To Ripping Off London. Bu ismin de fikir verdiği gibi Pavel Tetersky ve Sergei Sakin'in aynı isimli günlük-kitaplarından Suzie Halewood'un senaryolaştırıp, bir de yönettiği bir uyarlama. Moskova Film Festivali'nde ve Edinburgh Film Festivali'nde gösterilip, oldukça beğenilmiş olan bu kara-mizah filmi, çocukluktan beri iki sıkı dost olan Rus gençleri Spiker ve Cobakka'nın farklı farklı nedenlerle yurtdışında köşeyi dönme çabalarını anlatıyor. Spiker yeterli parayı biriktirip sevgilisi ile evlenebilmek isterken, Cobakka her zaman kurmayı istediği müzik grubunu oluşturacak kadar parayı elde edebilmeyi umuyor. Aslında Los Angeles'a gitmeyi istiyorlar tabi önce ama bütçeleri ancak Londra'ya kadar götürebiliyor onları ve mecburen de hayallerine orda destek aramak durumunda kalıyorlar.
Cobakka'nın dış ses olarak bir yandan anlattığı olayları, Rusya'dan gelip, birer göçmen ve yabancı olarak Londra'nın onlara gösterdiği yüzünü, izliyoruz. Banka hesabı açmak istiyorlar mesela ilk hedef olarak. Ama bunun için adrese, kalacak yere, belgeleyecek bir işe ihtiyaçları var. Başlarını sokacak çatıyı bile zar zor buluyorlar her gece. Sırtlarında çantaları, ağır Rus aksanlı İngilizceleriyle oldukça yabancı düşmanı olan İngilizlerin arasında iş arıyorlar. Müslüman mahallesinin kokusuna dayanamıyorlar, kendi ülkelerinde nefret ettikleri siyahilerden yardımı ve insanlığı görüyorlar. Hatta filmin belki de en iyi karakterleri o Jamaikalı rastafaryan abiler.
İstenmeyenler olarak yırtmaya çalıştıkları bu metropolün inceliklerini öğreniyorlar bir yandan. Yasaları ve düzeni nasıl eğip bükebileceklerini, boşluklardan nasıl yararlanabileceklerini çözüp, sistemin içine dalmaya çalışıyorlar. Yalnız bu kadar trajik bir göçmenlik hikayesi olarak anlattığıma bakmayın, film esasında son derece eğlenceli ve komik. Adı üstünde kara-mizah zaten. Mizah yönü çok iyi bir karalık bu. Dünyanın en refah düzeyi yüksek şehirlerinden birinin arka sokaklarını gösteriyor tabi bu arada, gerçekçi bir şekilde İngilizlerin yabancılara ve yabancıların birbirlerine nasıl davrandıklarını da anlatıyor. Arkadaşlığı, dostluğu, amaçları, hayalleri sorgulatıyor.
Cobakka rolündeki Ben Barnes, yırtma derdinde Londra'nın soğuk nefesiyle boğuşan Rus gencini çok iyi canlandırıp, bir anlamda filmi sırtlamış ve gayet yerinde bir başlangıç yapmış böylece. Başrolün diğer yarısı Andrey Chadov'un performansını da gözardı etmemek gerek tabi. Üstüne Pete Doherty ve Joe Strummer'ın el attıkları müzikler de cabası.
Filmin resmi sitesi : http://www.biggathanben.com/
Ben Barnes ekran ve perde kariyerine öncelikle Hyrise adındaki bir boyband'de şarkı söyleyip dans ederek başlamış (ki nerdeyse 2004'te İstanbul'daki Eurovision'da İngiltere'yi temsil edecekmiş, o derece.). Ardından tvde bir iki kere görünüp, neyseki kendine bir oyunculuk kariyeri çizmeye karar vermiş olmalı ki 2006'da "Doctors" adlı dizinin bir bölümünde ve "Split Decision" adlı bir tv filminde rol almış. Yapımı veya çekimi devam eden birçok film var bu sene ve seneye vizyona girmesi beklenen. Ancak şimdiye kadar gösterimi yapılmış 8 tane sinema filminde kendine gayet iyi yerler edinmiş durumda. Sözkonusu 8 filmden bir tek "Locked In" adlı 2010 yapımı Suri Krishnamma filmini bulamadım, göremedim henüz.
![]() |
Spiker ve Cobakka : meteliksiziz ama cooluz. |
![]() |
Nereye geldik abi biz böyle bakışı |
![]() |
Artash ve çömezleri |
![]() |
karın doyurmanın yegane yolu : aşırıcılık |
![]() |
yırtmanın da çeşitli şekilleri var, değil mi? |
5 Eylül 2011 Pazartesi
Once Upon A Time In Europe
Geçende harddiskin içini düzenlerken yaptım. Öyle aklıma geldi. 2008 yazında bir hafta içinde bulunduğum birkaç yerde 3 dakikayı bile bulmayan çektiğim görüntüler.
Dawson's Creek Güzellemesi
Senelerden...Cnbc-e'nin Kanal E olduğu senelerden biriydi. Çocukluğum bir akşamüstünde gene, elime kumandayı almış, televizyonun karşısına geçmiştim. Malum kanalda bir sahneyi yakaladım, daha doğrusu o beni yakaladı. Bir nehir kıyısındaki iskelenin kenarına oturup, ayaklarını suya doğru sallandırmış iki genç insan. Kız olan önce erkeği terslerken, sonra başını onun omzuna koyuyor ve erkek de kolunu, ağlayan kızın omzuna atıp, güven veren tesellisine devam ediyor. Hayır, o kadar da etkileyici bir sahne falan değildi. Benim tepkim daha çok "ben bu çocuğu nerden tanıyorum ki" şeklinde bir beyin içi taramasıydı. Tabi o zamanlar bu izlediği-oyuncuları-ev-ahalisinden-kabul-etme saçmalığım henüz yeni gelişmeye başlıyordu. Sahne bittiğinde neyseki benim düşünme sürecim de tamamlanmıştı. Gördüğüm erkek insan, o yıllarda daha yeni izlediğim "Mighty Ducks" serisinin çocuk oyuncularından Joshua Jackson'dı. Filmi izlerken Charlie Conway karakteriyle herhalde baya ilgilenmiş olmalıydım ki o tek bir sahnede tanıyıp, durdurmamı sağlamıştı beynim görüntüyü.
Kanal E'deki Dawson's Creek izleyebilme serüvenim tabiki çok sağlıklı değildi. Liseye gittiğim dönemde artık yerleşmiş bir Cnbc-E vardı ve DC'nin de son sezonunu baya bir güvenle yayınlamıştı. Gene de o izleme de benim için pek yolunda gitti sayılmaz. Üniversite yıllarıma ulaştığımda aklımda bölük pörçük ama güzel anılarla, vurucu sahnelerle, bitmek bilmez felsefik diyaloglarla dolu bir DC vardı. Burda da yayınlanan diziler yavaş yavaş sezonlar halinde dvdlerde yayınlanmaya başlamıştı o senelerde. Güvenip, bekledim bir süre. Ama DC'yi kimsenin hatırlamadığını üstüne üstlük yeni neslin onun açtığı yolda başka başka dizilere doğru yol almış olduğunu anlamam uzun sürmedi. Araştırmalara giriştim. Youtube'da bölümler halinde düzenlemiş insanlar vardı (sağolsunlar, bir süre ordan izlemiş olabilirim). Ama yükleme işi hala biraz zordu. Sonunda alışveriş sitesinde (sanırım idefix'ti yanlış hatırlamıyorsam) 4 bölümün, birinci ve ikinci sezonların en popüler ikişer bölümünün, toplandığı bir dvd bulabildim. Koskoca DC'ye dair koskoca nette satın alabilmek için bulabildiğim tek şey bu dvdydi. "The Scare, Beauty Contest, The Kiss, His Leading Lady" den oluşan dvdyi sayısız kez döndürmem yeterli olmayacaktı tabi. Ardından gelen birkaç sene içinde, azimli bir çabayla 6 sezonu da indirip, izleyebildim.
Şimdi büyük ihtimalle nedir bu Dawson's Creek diyorsunuz. Haklısınız. Çoğu kişinin sevebileceği bir dizi değildi. Çoğu dizi izleyicisinin tercih edeceği de bir dizi olmayabilirdi. Ama henüz bu Lost, Smallville, One Tree Hill, Gilmore Girls gibi dizilerin olmadığı bir dönemde çıkmıştı ortaya Dawson's Creek. "Teenage Drama"nın çok da fazla temsilcisi yokken ortada, Kevin Williamson oldukça cesur bir işe kalkışmıştı. Bir saat boyunca 4-5 tane ufak sahil kasabası gencinin birbirleri arasındaki inandırıcı olamayacak derecede bilgece ve son sürat konuşmalarının, okul-aile dertlerinin, seks ve diğer ergen problemlerinin neredeyse Jane Austenvari bir ahlakçılık çerçevesinde anlatıldığı, sıfır aksiyonlu, bol dramalı bir diziyi kim izlerdi ki?
Ama öyle olmadı. Yayınlandığı dönemde DC, milyonlarca izleyiciye ulaştı. Milyonlarca genç-çocuk onunla büyüdü. Liseye yeni başlayan Dawson, Joey, Pacey ve Jen ile birlikte seneler geçirip, sonunda üniversiteye adım attı ve hayallerine kavuşmanın ne demek olduğunu izledi.
Benim de ilk gözağrılarımdan biridir DC ve -dalga geçebilirsiniz ama- ondan öğrendiğim pek çok şey vardır, aynen izlemeye layık bulduğum diğer tüm dizilerde olduğu gibi. One Tree Hill'in her birisi bir şarkı ismine sahip bölümlerinden önce DC'nin sahnelerinde çalan müzikleri dinledim ben. Bazen kafamı dağıtmak için bölümlerine sarıldım, bazen de kafamdaki karışıklığı gidermek için diyaloglarına sığındım. Yaşlarından başlarından büyük laflar etti hep karakterler ya da Dallasvari ilişkileri saçmaydı belki ama her gencin büyürken ihtiyacı olan o gençlik dizisi boşluğunu da tam olarak böyle işgal etmesi gerekiyordu zaten.
Peki bu 6 sezonluk hikayenin kahramanları nasıl mıydı? Onlar da şöyle:
Dawson Leery
Diziye adının veren başrol değil mi? Hemen hemen. Yani ilk başlarda yola öyle çıkmışlarsa da belli ki hikaye gelişimi olayı Joey Potter'a çevirmiş ama şu satırlarda meselemiz bu değil. Dawson dizinin düğüm noktası esasında. Herşey onun odasında başlar. Küçüklüğünden beri filmlere ve sinemaya tutkuyla bağlı olan Dawson, delicesine yönetmen olmak ister. İdolü Steven Spielberg'tür. Hayatla ilgili tüm cevaplarını bir Spielberg filminde bulabileceğini düşünür. İki katlı evlerinin üst katındaki odasının camına bir merdiven dayalıdır. Çocukluk arkadaşı Joey, 6 yaşlarında olduklarından beri o merdivenden tırmanıp, geceyi Dawson'la film izleyerek geçirir. Dawson'ın annesi yerel tv muhabiri, babası da bir anlamda boş gezenin boş kalfasıdır. En iyi dostu Pacey'dir. Birlikte videocu dükkanında çalışır, harçlık yaparlar. Dawson elinde kamerası bu iki dostuyla festivallere yollamak üzere habire film yapmaktadır. Pacey ve Joey birbirlerine sinir olan iki tiptir. Ortak noktaları Dawson olmasa birbirlerinin saçını başını yolarlar o derece. Yine bir çekim yaptıkları günün ortasında Dawson'ların evinin yanındaki evde yaşayan yaşlı hemşire Evelyn'nin torunu gelir. Jen Lindley, tam da bir girl-next-door'dur.
Joey Potter
İşte 6 sezonun her bir bölümünde azimle oynamış, erkekleri birbirine düşürmüş, dostlukları bitirmiş, olayları arapsaçına döndürmüş zavallı Josephine. İsmi gibi, Little Women'ın Josephine'nine benzer. Uzun, sıska, kumral ve erkek fatma halinin altında, en iyi dostu Dawson'a gizli ama saf bir aşk besler Joey. Annesi uzun yıllar önce kanserden ölmüş, babası uyuşturucu satıcılığından hapse girmiş, bir siyahiden evlilik dışı hamile kalmış ablası Bessie ile Dawson'ların ve diğerlerinin yaşadığı nehir tarafının karşısında eski, tek katlı bir evde yaşar fakir ama gururlu Joey. Dersleri süperdir, okulda tam bir örnek öğrencidir, sanat insanıdır çok güzel resim yapar, gerektiğinde çıkarıldığı sahnede pek de güzel şarkı bile söyler. Üstüne üstlük ahlak timsalidir. 15 yaşına kadar eline erkek eli bile değmemiştir. Birçok kuralı vardır zaten. Dawson'a platonik aşkı dışında nerdeyse kusuru bile yoktur. Ama Dawson onu tamamen Pacey gibi görmektedir o ayrı. Paris'e gitme hayalleri vardır. Elinden gelse orada yaşar hep. Ama bu hayatından tek çıkış yolu, okulda çok başarılı olup, burs kazanıp çok iyi bir üniversiteye gitmektir. O da temelde buna uğraşır.
Pacey Witter
Hikayenin kanka-side kick-palyoça kontenjanı Pacey'ye ayrılmıştır. Ama Joshua Jackson onu öyle bir oynar ve Kevin Williamson da öyle sözler yazar ki, Pacey gençlik dizisi tarihinin mükemmel erkek profilini oluşturur sezonlar ilerledikçe, adeta kendi hikayesinin iplerini eline alır. Zaten toplamda 6 sezonluk hikayeye bakıldığında en çok o ilerlemiştir, en çok o yaşamııştır "hayatı iliğine kemiğine kadar". En dibe de vurur yeri geldiğinde, en tepeye de çıkar. Şerif babasının, bir düzine çocuk doğurmuş annesinin, kalabalık ailesinin gözardı ettiğidir ama hep. En iyi dostu Dawson bile hep kendi problemleriyle uğraşır, Pacey'yi pek dinlemez. Grubun salağıdır o, kaybedenidir, kız peşinde koşanıdır. Ama tüm bu tanımlamaları tek tek yerle bir eder Pacey, dizinin belki de en mutlusu, dahası onu en çok hak edeni olup çıkar.
Jen Lindley
New York'taki erken yaşta dağıtmış haliyle başa çıkamayan upper-east-side ailesi tarafından büyükannesinin küçük kasabadaki evine yollanan Jennifer, sarışın bomba rolüne uygun görülmüştür. Ama o da diğer karakterler gibi, içine atıldığı kalıpları yıkmak için yaratılmıştır. Hayatı görmüş geçirmiş yaşlı bir genç olarak, iyiliği, masumiyeti yeniden keşfeder. Sarışınlığını tamamen yıkar, cheerleader prototipini öldürme çalışmalarını Peyton Sawyer gelip el atana kadar başlatıp, belli bir yere getirmiş karakterdir o. Acayip müzik bilgisi vardır, zevki müthiştir. Ateisttir, en baba cümleleri o eder dizi boyunca. Ahlak timsali olarak gösterilmeye çalışılan Joey'nin yanında inatla edepsiz damgası basılmaya çalışır üstüne ama mesela tek bir erkekle bile öpüşmediği sezonlar geçirmiştir yeri geldiğinde. Herşeyi görünüş ve önyargı olarak bize sunmaya çalışan anlayışın aksine Jen Lindley beynini ve sivri dilini kullanır.
Jack McPhee
Devrimdir. Gençlik dizisi tarihinin belki de ilk açık gayidir. Homofobik zengin babası ve psikolojik tedavi gören histerik ablası Andie ile kasabaya sonradan gelir ve grubun temel taşlarından biri olur. Önce Joey'le çıkmaya başlayan sonra da gay olduğunu anlayan Jack ile bir gencin böylesi bir durumda yaşayabileceği tüm aşamaları izleriz böylece, hissederiz, anlarız. Ve en önemlisi Jack'in hikayesi çok özenli yazılmıştır, herşey kararındadır, dengelidir. Diğerlerinden hiçbir farkı kalmaz dizi ilerlediğinde. O da kendini bulmaya çalışan bir gençtir en nihayetinde. Sadece biraz daha zor bir yoldan.
Andie McPhee
Sonradan dahil olup, iki sezondan sonra gider Andie. Ama hepp grupla olduğunu hissettiğimiz karakterlerdendir. Pacey karakterini hemen hemen yaratan kişidir. Jack'in ablasıdır ama en büyük erkek kardeşleri bir kazada ölünce anneleri delirmiş, babaları öfkeli bir insana dönüşmüş ve aileleri bir anlamda paramparça olmuştur. Zaten mükemmeliyetçi olan Andie de bu durumdan nasibini almış, okulun en zeki ama histerik öğrencisi olmuştur. Çok hassastır bünye olarak ama zehir gibi bir kafası vardır. DC'de gelişmeyen ama geliştiren karakterlerdendir.
Audrey Liddell
Ekibe pek sonra-5.sezonda- dahil olup ancak iki sezon kalabilen Audrey, DC'de görmediğimiz bir kontenjanı oluşturur: Zengin, hiperaktif ama sevgi açlığına rağmen ailesinden sadece para görebilen zavallı ihmal edilen içinde saf genç kız. Joey'nin üniversitedeki oda arkadaşıdır, dümdüz Joey Potter mantığına karşı hayatı, canlılığı, çılgınlığı temsil eder. Hikayesi daha neler neler doğurabilecekken maalesef dizi biter.
Esasında daha neler olduğunu da anlatmak istiyorum ama çok uzun yazıları kimse okumaz, değil mi? :D
Kanal E'deki Dawson's Creek izleyebilme serüvenim tabiki çok sağlıklı değildi. Liseye gittiğim dönemde artık yerleşmiş bir Cnbc-E vardı ve DC'nin de son sezonunu baya bir güvenle yayınlamıştı. Gene de o izleme de benim için pek yolunda gitti sayılmaz. Üniversite yıllarıma ulaştığımda aklımda bölük pörçük ama güzel anılarla, vurucu sahnelerle, bitmek bilmez felsefik diyaloglarla dolu bir DC vardı. Burda da yayınlanan diziler yavaş yavaş sezonlar halinde dvdlerde yayınlanmaya başlamıştı o senelerde. Güvenip, bekledim bir süre. Ama DC'yi kimsenin hatırlamadığını üstüne üstlük yeni neslin onun açtığı yolda başka başka dizilere doğru yol almış olduğunu anlamam uzun sürmedi. Araştırmalara giriştim. Youtube'da bölümler halinde düzenlemiş insanlar vardı (sağolsunlar, bir süre ordan izlemiş olabilirim). Ama yükleme işi hala biraz zordu. Sonunda alışveriş sitesinde (sanırım idefix'ti yanlış hatırlamıyorsam) 4 bölümün, birinci ve ikinci sezonların en popüler ikişer bölümünün, toplandığı bir dvd bulabildim. Koskoca DC'ye dair koskoca nette satın alabilmek için bulabildiğim tek şey bu dvdydi. "The Scare, Beauty Contest, The Kiss, His Leading Lady" den oluşan dvdyi sayısız kez döndürmem yeterli olmayacaktı tabi. Ardından gelen birkaç sene içinde, azimli bir çabayla 6 sezonu da indirip, izleyebildim.
Şimdi büyük ihtimalle nedir bu Dawson's Creek diyorsunuz. Haklısınız. Çoğu kişinin sevebileceği bir dizi değildi. Çoğu dizi izleyicisinin tercih edeceği de bir dizi olmayabilirdi. Ama henüz bu Lost, Smallville, One Tree Hill, Gilmore Girls gibi dizilerin olmadığı bir dönemde çıkmıştı ortaya Dawson's Creek. "Teenage Drama"nın çok da fazla temsilcisi yokken ortada, Kevin Williamson oldukça cesur bir işe kalkışmıştı. Bir saat boyunca 4-5 tane ufak sahil kasabası gencinin birbirleri arasındaki inandırıcı olamayacak derecede bilgece ve son sürat konuşmalarının, okul-aile dertlerinin, seks ve diğer ergen problemlerinin neredeyse Jane Austenvari bir ahlakçılık çerçevesinde anlatıldığı, sıfır aksiyonlu, bol dramalı bir diziyi kim izlerdi ki?
Ama öyle olmadı. Yayınlandığı dönemde DC, milyonlarca izleyiciye ulaştı. Milyonlarca genç-çocuk onunla büyüdü. Liseye yeni başlayan Dawson, Joey, Pacey ve Jen ile birlikte seneler geçirip, sonunda üniversiteye adım attı ve hayallerine kavuşmanın ne demek olduğunu izledi.
Benim de ilk gözağrılarımdan biridir DC ve -dalga geçebilirsiniz ama- ondan öğrendiğim pek çok şey vardır, aynen izlemeye layık bulduğum diğer tüm dizilerde olduğu gibi. One Tree Hill'in her birisi bir şarkı ismine sahip bölümlerinden önce DC'nin sahnelerinde çalan müzikleri dinledim ben. Bazen kafamı dağıtmak için bölümlerine sarıldım, bazen de kafamdaki karışıklığı gidermek için diyaloglarına sığındım. Yaşlarından başlarından büyük laflar etti hep karakterler ya da Dallasvari ilişkileri saçmaydı belki ama her gencin büyürken ihtiyacı olan o gençlik dizisi boşluğunu da tam olarak böyle işgal etmesi gerekiyordu zaten.
Peki bu 6 sezonluk hikayenin kahramanları nasıl mıydı? Onlar da şöyle:
Dawson Leery
Diziye adının veren başrol değil mi? Hemen hemen. Yani ilk başlarda yola öyle çıkmışlarsa da belli ki hikaye gelişimi olayı Joey Potter'a çevirmiş ama şu satırlarda meselemiz bu değil. Dawson dizinin düğüm noktası esasında. Herşey onun odasında başlar. Küçüklüğünden beri filmlere ve sinemaya tutkuyla bağlı olan Dawson, delicesine yönetmen olmak ister. İdolü Steven Spielberg'tür. Hayatla ilgili tüm cevaplarını bir Spielberg filminde bulabileceğini düşünür. İki katlı evlerinin üst katındaki odasının camına bir merdiven dayalıdır. Çocukluk arkadaşı Joey, 6 yaşlarında olduklarından beri o merdivenden tırmanıp, geceyi Dawson'la film izleyerek geçirir. Dawson'ın annesi yerel tv muhabiri, babası da bir anlamda boş gezenin boş kalfasıdır. En iyi dostu Pacey'dir. Birlikte videocu dükkanında çalışır, harçlık yaparlar. Dawson elinde kamerası bu iki dostuyla festivallere yollamak üzere habire film yapmaktadır. Pacey ve Joey birbirlerine sinir olan iki tiptir. Ortak noktaları Dawson olmasa birbirlerinin saçını başını yolarlar o derece. Yine bir çekim yaptıkları günün ortasında Dawson'ların evinin yanındaki evde yaşayan yaşlı hemşire Evelyn'nin torunu gelir. Jen Lindley, tam da bir girl-next-door'dur.
Joey Potter
İşte 6 sezonun her bir bölümünde azimle oynamış, erkekleri birbirine düşürmüş, dostlukları bitirmiş, olayları arapsaçına döndürmüş zavallı Josephine. İsmi gibi, Little Women'ın Josephine'nine benzer. Uzun, sıska, kumral ve erkek fatma halinin altında, en iyi dostu Dawson'a gizli ama saf bir aşk besler Joey. Annesi uzun yıllar önce kanserden ölmüş, babası uyuşturucu satıcılığından hapse girmiş, bir siyahiden evlilik dışı hamile kalmış ablası Bessie ile Dawson'ların ve diğerlerinin yaşadığı nehir tarafının karşısında eski, tek katlı bir evde yaşar fakir ama gururlu Joey. Dersleri süperdir, okulda tam bir örnek öğrencidir, sanat insanıdır çok güzel resim yapar, gerektiğinde çıkarıldığı sahnede pek de güzel şarkı bile söyler. Üstüne üstlük ahlak timsalidir. 15 yaşına kadar eline erkek eli bile değmemiştir. Birçok kuralı vardır zaten. Dawson'a platonik aşkı dışında nerdeyse kusuru bile yoktur. Ama Dawson onu tamamen Pacey gibi görmektedir o ayrı. Paris'e gitme hayalleri vardır. Elinden gelse orada yaşar hep. Ama bu hayatından tek çıkış yolu, okulda çok başarılı olup, burs kazanıp çok iyi bir üniversiteye gitmektir. O da temelde buna uğraşır.
Pacey Witter
Hikayenin kanka-side kick-palyoça kontenjanı Pacey'ye ayrılmıştır. Ama Joshua Jackson onu öyle bir oynar ve Kevin Williamson da öyle sözler yazar ki, Pacey gençlik dizisi tarihinin mükemmel erkek profilini oluşturur sezonlar ilerledikçe, adeta kendi hikayesinin iplerini eline alır. Zaten toplamda 6 sezonluk hikayeye bakıldığında en çok o ilerlemiştir, en çok o yaşamııştır "hayatı iliğine kemiğine kadar". En dibe de vurur yeri geldiğinde, en tepeye de çıkar. Şerif babasının, bir düzine çocuk doğurmuş annesinin, kalabalık ailesinin gözardı ettiğidir ama hep. En iyi dostu Dawson bile hep kendi problemleriyle uğraşır, Pacey'yi pek dinlemez. Grubun salağıdır o, kaybedenidir, kız peşinde koşanıdır. Ama tüm bu tanımlamaları tek tek yerle bir eder Pacey, dizinin belki de en mutlusu, dahası onu en çok hak edeni olup çıkar.
Jen Lindley
New York'taki erken yaşta dağıtmış haliyle başa çıkamayan upper-east-side ailesi tarafından büyükannesinin küçük kasabadaki evine yollanan Jennifer, sarışın bomba rolüne uygun görülmüştür. Ama o da diğer karakterler gibi, içine atıldığı kalıpları yıkmak için yaratılmıştır. Hayatı görmüş geçirmiş yaşlı bir genç olarak, iyiliği, masumiyeti yeniden keşfeder. Sarışınlığını tamamen yıkar, cheerleader prototipini öldürme çalışmalarını Peyton Sawyer gelip el atana kadar başlatıp, belli bir yere getirmiş karakterdir o. Acayip müzik bilgisi vardır, zevki müthiştir. Ateisttir, en baba cümleleri o eder dizi boyunca. Ahlak timsali olarak gösterilmeye çalışılan Joey'nin yanında inatla edepsiz damgası basılmaya çalışır üstüne ama mesela tek bir erkekle bile öpüşmediği sezonlar geçirmiştir yeri geldiğinde. Herşeyi görünüş ve önyargı olarak bize sunmaya çalışan anlayışın aksine Jen Lindley beynini ve sivri dilini kullanır.
Jack McPhee
Devrimdir. Gençlik dizisi tarihinin belki de ilk açık gayidir. Homofobik zengin babası ve psikolojik tedavi gören histerik ablası Andie ile kasabaya sonradan gelir ve grubun temel taşlarından biri olur. Önce Joey'le çıkmaya başlayan sonra da gay olduğunu anlayan Jack ile bir gencin böylesi bir durumda yaşayabileceği tüm aşamaları izleriz böylece, hissederiz, anlarız. Ve en önemlisi Jack'in hikayesi çok özenli yazılmıştır, herşey kararındadır, dengelidir. Diğerlerinden hiçbir farkı kalmaz dizi ilerlediğinde. O da kendini bulmaya çalışan bir gençtir en nihayetinde. Sadece biraz daha zor bir yoldan.
Andie McPhee
Sonradan dahil olup, iki sezondan sonra gider Andie. Ama hepp grupla olduğunu hissettiğimiz karakterlerdendir. Pacey karakterini hemen hemen yaratan kişidir. Jack'in ablasıdır ama en büyük erkek kardeşleri bir kazada ölünce anneleri delirmiş, babaları öfkeli bir insana dönüşmüş ve aileleri bir anlamda paramparça olmuştur. Zaten mükemmeliyetçi olan Andie de bu durumdan nasibini almış, okulun en zeki ama histerik öğrencisi olmuştur. Çok hassastır bünye olarak ama zehir gibi bir kafası vardır. DC'de gelişmeyen ama geliştiren karakterlerdendir.
Audrey Liddell
Ekibe pek sonra-5.sezonda- dahil olup ancak iki sezon kalabilen Audrey, DC'de görmediğimiz bir kontenjanı oluşturur: Zengin, hiperaktif ama sevgi açlığına rağmen ailesinden sadece para görebilen zavallı ihmal edilen içinde saf genç kız. Joey'nin üniversitedeki oda arkadaşıdır, dümdüz Joey Potter mantığına karşı hayatı, canlılığı, çılgınlığı temsil eder. Hikayesi daha neler neler doğurabilecekken maalesef dizi biter.
Esasında daha neler olduğunu da anlatmak istiyorum ama çok uzun yazıları kimse okumaz, değil mi? :D
2 Eylül 2011 Cuma
I Love You.Always Have.Always Will.
Indiana Jones, şu an neysem-ne değilsem-ne olmak istemişsem-ne olamamışsam ve neden bu haldeysem hepsinin önde giden nedenidir. "Raiders of The Lost Ark" da 1981'de efsaneyi başlatan filmdir. 30.yıl dönümü olduğundan bu sene filmin, Lost yazarlarından Damon Lindelof'un filme yazdığı bir aşk mektubuna rastladım. Ben daha çok "Temple of Doom"cu olsam da, Lindelof'un cümlelerine, ona bunları yazdıran tüm o duygulara en az onun kadar sahibim, okurken onu fark ettim.
Hepimize gelsin (Orijinali http://herocomplex.latimes.com/2011/08/31/raiders-of-the-lost-ark-damon-lindelof-indiana-jones-love-letter-free-screening-lost-star-trek-harrison-ford/#/0):
Hepimize gelsin (Orijinali http://herocomplex.latimes.com/2011/08/31/raiders-of-the-lost-ark-damon-lindelof-indiana-jones-love-letter-free-screening-lost-star-trek-harrison-ford/#/0):
GUEST ESSAY
I remember with great clarity the last time I peed my pants.
This was not, contrary to later reports, an “accident.” It was a decision I made of sound mind and body and one that I make no apologies for. Despite overwhelming opportunity to release my bladder the way most civilized people do (that would be into a toilet), I made a conscious choice to do otherwise. I offer only two points in my defense; The first is that I was 8 years old. The second, and much more relevant, is that I was in a movie theater watching “Raiders of the Lost Ark” for the very first time. And there was not a chance in hell I was missing a single second of that glorious movie.Truth be told, I had initially resisted the idea of going to see “Raiders.” I was much more interested in seeing “Clash of the Titans,” which opened the same day and had a Pegasus in it. Ultimately, however, my dad argued that “Raiders” was the superior pick because it had Han Solo. I narrowed my eyes suspiciously — “But… Han Solo is frozen in carbonite.”
“This movie happened before that.” My dad responded.
“How could it happen before a long time ago in a galaxy far, far away?” I reasoned.
“Because this was longer ago.”
“How much longer?”
My dad leaned down, quite serious, and whispered, “The 1930s.”
And thus, I was effectively duped into seeing what even now, three decades later, stands as one of the most perfect movies ever made.
And here’s the thing: Although it’s easy to reduce “Raiders” to a “popcorn” movie — a piece of escapist adventure with fantastic action — very rarely is it appreciated for its pure innovative genius. This is something people seemed to be well aware of back in 1981 (it was nominated for a best picture Oscar), but over time, the legacy of “Raiders” seems to neglect just how incredibly revolutionary it was as a film. Therefore, as a debt of gratitude (and for everything I’ve stolen from it in my own work), I feel it’s only fitting to write a long overdue love letter to one of my favorite films ever. So without further ado…
Dear “Raiders of the Lost Ark,”
You are awesome. God, you are awesome.
I have seen you, in your entirety, more than one hundred times. I know there are folks out there that have seen you more than that, but they don’t know you like I do.
I really know you. I know what music you listen to and where your scars are. I know that you like to be kissed where it doesn’t hurt. And I’m sorry if that seems a little “creepy,” but hey, you’re into snakes and melt people’s faces off, so we’re speaking the same language, are we not?
So what, exactly, is it that I love most about you, “Raiders of the Lost Ark”? Man … I don’t even know where to start. But let’s get past the obvious stuff that all your other admirers seem so dazzled by (the whip!!!) and talk about what truly makes you unique.
Marion Ravenwood, played by Karen Allen, contemplates the sought-after headpiece to the Staff of Ra in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
I could go on for pages about just the little things. Like the sound you make when Indy punches someone in the face. Or that Marion’s superpower is drinking. And don’t even get me started on the coat hanger. Where did that Nazi even get that thing? Did he special-order it? “I need somezing that vill terrify people when I take it out, but then give them a false zense of relief when I reveal it is simply somezing on vich to hang my coat.” Seriously. The best. But I know you’ve probably heard it all before and therefore, I’ll stick to the big stuff. First and foremost…
I love you because Indiana Jones is a nerd. Granted, a highly capable nerd who knows how to ride horses and fight real good, but still, at his core, Indy is an academic who’s motivated purely by his desire to find and retrieve really cool stuff so he can put it in a museum where other nerds can appreciate it. Also, he wears glasses and gets nervous when hot female students write the words “Love You” on their eyelids. Do you have any idea how much commitment is involved in writing “Love You” on your eyelids? It’s really hard! Not that I’ve ever done it.
Because I haven’t.
Indiana Jones is surprised by a cobra in the forbidding Well of Souls in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
And while we’re on the subject of Dr. Jones, here’s another thing I love about him. He’s actuallyscared of stuff. This doesn’t seem like something that should be celebrated, but it’s actually quite rare for the hero of a movie to be scared of anything. Do you know what Green Lantern is afraid of? Fear. He is afraid of being afraid. Does that even make sense? Here’s what makes sense to be afraid of — Hissing Cobras and Gigantic Bald Nazis with mustaches trying to kill you. And it was perfectly OK for me to be scared of them because Indy was too.
You know what else is wonderful about you? That over and over and over again, Indiana Jones has failure rubbed in his face, yet he refuses to give up. He gets the Golden Idol…. But it’s snatched away by a Frenchman. Indy finds the Well of Souls and recovers the Ark. It too gets taken away from him. Same Frenchman! Now Indy gets back the Ark and … oh no, Nazi submarine! They take the Ark and Marion… but Indy gets the drop on them with a bazooka! And yet, he can’t bring himself to destroy the Ark, so Indy is captured.
By the Frenchman.
Yeah, I know his name is Belloq. And I’m pretty convinced that he is another reason I love you so much. Because quality French bad guys are hard to come by and Belloq is la crème du la crop.
Nazi Col. Dietrich, played by Wolf Kahler, left, French archeologist Renée Belloq, played by Paul Freeman, and the evil Toht, played by Ronald Lacey, examine the contents of the Ark of the Covenant in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
And so, we now arrive at your ending. This, more than anything else, is why my love for you is an undying one. Because we all know how movies like you are supposed to end. The hero fights off a bunch of evildoers, saves the girl, gets the thingamabob away from the bad guys before they can do any harm with it and then say something kinda cool before he rides off into the sunset.
But this, sweet Raiders, is not what you did.
![]()
Marion Ravenwood and Indiana Jones try to avoid the powerfully destructive forces unleashed by the Ark of the Covenant in a scene from "Raiders of the Lost Ark." (Lucasfilm)
Your big climax is not affected by Indiana Jones at all. He’s tied to a pole with Marion the whole time, completely helpless as Belloq and his Nazi pals open the Ark. And while most heroes would perform some incredible act of selfless bravery, what does Indy do? He shouts at Marion to not even look at whatever is coming out of the very thing he has coveted for your entire duration. And you know what?
I listened to him.
For the first 20 or so times I watched you, I shut my eyes tightly as I heard the Nazis scream for what seemed like five minutes. And when they finally stopped, I slowly peeked out to find Indy doing exactly the same thing.
In that moment, we were one. Terrified. Awestruck. And most of all, relieved that it was finally over.
Now I fully appreciate that Indy was rightly pissed that the Ark was ultimately taken away by the same shady Intelligence dudes who hired him in the first place (“Top people” indeed. Hrrrmumph!). but if they hadn’t, I wouldn’t have been treated to your final crowning achievement. I would never have seen the Ark, now packed unceremoniously in a simple crate, being wheeled down an impossibly long aisle in the largest warehouse ever. And for reasons I am far too lovestruck to fully articulate, let me leave it at this –
In a world where movies and TV shows often end in ways that are sometimes unsatisfying bordering on outrage-inducing (yeah, yeah, I know), your ending, darling Raiders, is absolutely, exquisitely perfect.
And that is how I shall always remember you. Locked away safely in the warehouse that is my heart … fully aware that it’s highly possible that you will burn a hole through my chest or at the very least, make the rats inside me run around in uncomfortable backward circles.
I love you.
Always have. Always will. And I am deeply grateful for the countless hours we have spent together. I will treasure them more than you can ever know.
Your Biggest Fan,
Damon
P.S. Do you have a mailing address for “Close Encounters of the Third Kind’”? She left her T-shirt at my apartment.
–Damon Lindelof
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...