25 Mayıs 2011 Çarşamba

"Always & Forever"

Bazı insanlar vardır herkes için, onlarlayken cidden mutlu olduğunuzu hissedersiniz. Anlatırlarken onlar sizinkinden çok ayrı hale gelmiş dünyalarının ufak köşebaşlarını, hiç susmasınlar istersiniz. Vakit hiç geçmese...Şu an hiç bitmese...
Ama bırakın o an'ı, yıllar geçmeye devam eder. Onlar konuşurken, mutluluktan kıvranan içinize taşlar oturmaya başlar yavaş yavaş. "Bu an da geçecek, şimdi olduğumuz yer de kaybolacak." Oysa sadece yine o geniş, kirli pencerelerin önündeki soğuk tahtalarda oturup, az önce çıktığınız dersten yakınmayı bile sandıklar dolusu altından daha fazla istiyorsunuzdur.
Herşey kendi dışında değişirken zaman geçmesin, hiç ilerlemesin istiyor insan işte böyle.

WILLOW (1988)

Sabit Film Uyarısı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi için diyorum ki "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.Belki üzerinde çok düşünmezseniz, spoiler içermez. Haa ama yok çiseden nem kaparım, olayı hemen abartırım diyorsanız spoiler da içerir, gereksiz muamele de yapar.
Willow, George Lucas'ın (bizim George'un yani;>) yarattığı hikayeden Bob Dolman tarafından ortaya çıkarılan senaryonun oluşturduğu ve Ron Howard'ın (Evet A Beautiful Mind'ın, Cinderella Man'in, The Da Vinci Code'un ve Angels&Demons'ın da yönetmeni olan Ron Howard'ın) yönettiği, kötülük karşısında kendini bulan bir cesaretin öyküsü.
Film pis, soğuk zindanlarda tutulan hamile kadınlarla açılıyor. Orta Dünya, Narnia ya da Oz gibi bizimkinden farklı bir dünyada, anlıyoruz ki şeytani kraliçe Bavmorda kötü büyülerinin de yardımıyla hükmetmekte. Ancak bir kehanet ortaya çıkıyor ve kolunda bir işaret taşıyan bir kız çocuğunun doğup, Bavmorda'yı yeneceğini söylüyor. Bunun üzerine tarihteki tüm diğer kehanet duymuş kötülerimiz gibi, kraliçe de hamile kadınları toplatıp, yeni doğan tüm kız çocuklarını gözden geçiriyor. Sonunda işareti taşıyan bebek doğunca, tam onu öldüreceklerken haline acıyan ebe, bebeği kapıp kaçıyor.
Dere tepe, ufaklığın saçı lüle lüle olana dek dolaşıp, kraliçenin azman köpeklerinden kaçan ebe, sonunda bir nehir kenarında daha fazla kaçamayacağını anlayınca, bebeği sepetiyle suya bırakıp, kendini köpeklere yem ediyor.
Tam da bu noktada Nelwyn'lerle tanışıyoruz. Hobbitlerden hallice bir ahali olan Nelwynlerin tamamı cüceler tarafından oynanmış. Kendi boyutlarındaki evlerinden oluşan köyleri, sık ağaçlarla kaplı bir ormanın tam bitimindeki güzel mi güzel bir nehrin kenarındaki düzlükte kurulu Nelwynlerin yıllık büyücü çırağı seçimi festivaline konuk oluyoruz. Willow Ufgood da büyücü olma hevesinde genç bir Nelwyn.
Genelde başarısız olan sihirbazlık numaraları sergileyen Willow, bu senekinde büyücü Aldwin tarafından çırak olarak seçilmek için uğraşıyor. En az kendisi kadar yüzünden iyilik fışkıran karısı Kiaya ve bir kız bir oğlan iki çocuğu ile birlikte Nelwyn köyünde çiftçilik yaparak yaşayan Willow'un kaderi, tam da o gün çocuklarının nehir kenarında bizim sepetteki bebeği bulmalarıyla değişiyor.
Sırf kendine güveni ve cesareti olmadığından içinden geleni cevabı veremediğinden, Aldwin tarafından seçilemeyen Willow'un üzgün olduğu festivalin ortasında kraliçenin köpekleri bebeğin peşinde köye saldırıyor. Bizim ufak ama savaşçı Nelwynlerimiz onları öldürüyor ama bir şeyin peşinde olduklarını anlıyorlar. Bunun üzerine toplanıp, aralarından seçtikleri bir grubu, bebeği götürüp ilk gördükleri Daikini'ye vermek üzere yollamaya karar veriyorlar. Daikini, bu dünyada normal boyutlarda insanlara verilen isim.
Sırtında bebekle Willow, küçük Emrah bakışlı ama yüreği kocaman arkadaşı Meegosh, kendini düşünen lider Burglekutt, savaşçı Vohnkar ve onun birkaç savaşçısı daha yola çıkıp, kavşağa varıyorlar. Orda kafese konulmuş suçlu Madmartigan'la karşılaşınca ikiye bölünüyorlar. Willow ve Meegosh dışındakiler kafesi açıp, bebeği Madmartigan'a verip gitme taraftarı oluyor. Bu sırada vikingvari komutan Airk komutasındaki kocaman bir ordu da kötü kraliçe Bovmarda'yla savaşmaya gidiyor.
Olayların bu noktadaki gelişimiyle Willow, bebeği güçlü büyücü Tin Raziel'e ve onu koruyacak iyi krallığa götürmek üzere usta ama serseri savaşçı Madmartigan'la ve iki Brownie (ormanda yaşayan bit kadar insanımsı canlılar) ile bir cesaret ve umut yolculuğuna çıkıyor. Biz de bu yolculuk boyunca kötü kraliçenin savaşçı kızı Sosha, şeytan general Kael, bizim Turist Ömer Uzay Yolculuğunda'nın tuz canavarından hallice maymunumsu Troll'ler, domuzza çeviren büyüler ve daha niceleriyle tanışıyoruz.
Willow, vaktinde gişede tam bir hezimete uğramış. Bu sebeple Lucas da hikayesine kitaplarda devam etmiş. Şimdiki anlamında kült bir klasik oluşu, ancak son 10 yıl içinde olmuş birşey. İlk bakışta insanların genel kanısı, Yüzüklerin Efendisi çakması olduğu yönünde. Belki, bazı ayrıntılarıyla. Ama kesinlikle bir çakmadan çok daha fazlası Willow. Çeşitli efekt dallarında iki Oscar ödülüne aday olmuş bir film. Ama ciddi anlamda zayıf kalan yanları da yok değil, ki gişe sonucunun asıl kaynakları da bunlar olabilir. Bir kere Star Wars serisiyle çok daha önceden anladığımız George Lucas'ın diyalog yazamama hastalığı var. Willow'da da aynen devam ediyor bu. Ancak Star Wars'ın klasik olabilmiş çeşitli repliklerine rağmen Willow'da öyle birşeyler de yaratamıyor Lucas.
Anlattığı hikayenin sağladığı onca müthiş şey varken, herşeyi üstünkörü geçiyor. Ana olayın neden böyle geliştiğini anlamamızı sağlayacak geriplan hikayeleri savuşturulmuş halde beliriyor. Karakterlere yakınlık veya uzaklık duyamıyoruz. Sadece 18 yaşındaki bir Warwick Davis'in ve onun ailesini oynayan Julie Peters, Mark Vande Brake ve Dawn Downing'in insanüstü sıcakkanlılıkların ve sempatiklikleri sayesinde içimizde bir şeyler ısınıyor. Onun dışında Lucas'ın Han Solo-Leia takıntısını aynen ama daha sığ bir şekilde yaşatmasına tanık oluyoruz Madmartigan-Sosha nezdinde.
Gene de keşke devam etseymiş Howard ve Lucas, Willow'un hikayesine beyazperdede.

24 Mayıs 2011 Salı

The Greatest (2009)


Carey Mulligan'ı An Education'dan sonra takip etmemek elimde değildi. Bu sebeple rotamı hemen aynı sene gösterime girmiş olan The Greatest'a çevirdim.
Shana Feste'nin hem yazıp, hem de yönettiği filmin kadrosu bir kere ikna edici: Carey'nin yanında, Pierce Brosnan, Susan Sarandon ve Aaron Johnson. Ama tam da bu sebeple, önümüzde iflah olmaz bir duygusallığın içinde yüzen aile dramı var.
Bennett Brewer aynı okulda senelerce görüp de bir türlü açılamadığı Rose'la sonunda, okulun son günü konuşabilme şansı yakalamış ve iki güzel-genç insan hemencecik bir ilişkiye başlayıvermişler. Ama kader ağını çok feci örmüş ve tam da en mutlu oldukları bir gece vakti, hızını alamamış bir kamyon arabalarına çarpmış. Bennett hemen orda ölmüş ne yazık ki. Rose ise filmimizin kendisini oluşturmak üzere hastaneye kaldırılıp, iyileşmiş.
Bennett'ın cenazesinde, parça pinçik olmuş, bir kamyon da onların üzerinden geçmiş gibi olan ailesiyle tanışıyoruz. İnsanın içini sızlatan sessizliği ve bitik görünüşüyle babası Allen, tüm gücünü ve dikkatini hastanede komada olan kamyon şoföründen oğlunun son anlarını dinlemek için uğraşmaya adamış dağılmış annesi Grace ve sonradan suçluluk olduğunu anlayacağımız kıvranışlarının içinde kendi yöntemiyle Bennett'ın ölümünden etkilenen kardeşi Ryan. Araya sokuşturulan detaylarda öğreniyoruz ki Allen, zaten Grace'le kopma noktasındaymış, onu aldatmış. Grace bu da dahil herşeye kızgın ve Ryan da uyuşturu-içki konusunda kendini tamamen serbest bırakmış.
Tüm bunların üzerine hanemize güneş gibi doğan Rose, çıkageliyor Brewer'ların evine. Rose'un annesi rehabilitasyon merkezi gibi bir yerde ve kızıyla ilgilenmekten aciz. Bu yüzden Rose, rahmetli Bennett'tan hamile kaldığını öğrenince soluğu Brewerlarda alıyor. Zaten büyük oğullarının ölümüyle kafayı yemiş, kendi iç meseleleri yüzünden kopmuş bu bitik aile fertlerinin bu duruma tepkisi de birbirlerinden alabildiğine farklı oluyor. İlerleyen dakikalarıyla birlikte filmin de anlatmaya çalıştığı, bu dağınıklıktan ve karanlıktan bir ışığın nasıl doğabileceğini göstermek haline geliyor.
Film belki çok da iyi eleştiriler almamış olabilir, hatta Sundance ve Method'da birer adaylıkla yetinmiş olabilir ama genelindeki etkileyici su götürmez. Özellikle Pierce Brosnan'ın boğazınıza düğümlenen o dağılmamaya çalışan aile reisi olabilme çabaları ve Susan Sarandon'ın serseri kamyon şoförüyle diyaloğu, insanı parçalıyor. Açılıştaki kaza sahnesi de benim için tamamen şoktu mesela. Bu kadar gerçekçi gelmemeliydi dedim kendi kendime.
The Greatest ismi bu arada, Rose ve Bennett'ın yaşadıkları en güzel şey olduğundan dolayı. Tıpkı Rose'un anlattığı gibi:
"Bir çocuk vardı. Benim için mükemmel biriydi. Onu ilk kez, birinci sınıfların İngilizce dersinde gördüm. Okulun ilk günü bir beyzbol şapkası takıyordu ve öğretmenimiz ondan şapkasını çıkarmasını istemişti. Çıkardığında, saçları kafasına yapışmış durumdaydı.Düzeltmeye çalışırken,bana gülümsedi.Ondan sonra birbirimizi izledik.
Ve sanki onu tanıyormuşum gibi hissetmeye başladım. Sık sık, yıllıktaki resmine baktım.Yüzünü, tüm benliğimle tanıyordum. Son yılımızda,ben piyano dersi aldım o da futbolu seçti, böylece her gün okuldan sonra yollarımız tam aynı yerde kesişiyordu. Bu olay, artık dört gözle beklediğim bir şey hâline gelmeye başladı, öyle ki, artık onun gelmediği günler benim için tam bir hayal kırıklığı oluyordu. Bazen o da bana bakıyordu. Bazen de dönüp gidiyordu. Ve bazen de, öyle bir an geliyordu ki, birbirimize daha ilk adımlarımızı attığımız anda bakmaya başlıyorduk. Sonra, okulun son günü benimle konuştu. Söylediği her şey, tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Düşlerimi birebir yaşatıyordu ve her şey tıpkı hayal ettiğim gibi gerçekleşiyordu. Aynı anda hem çok mutlu hem de ölesiye korkmuş durumdaydım. Ve ona âşıktım. İşte bu yüzden bebeği doğuracağım. Ona tam dört yıldır âşıktım. Onu çok az tanıyordum ama her şey tam da hayal ettiğim gibiydi. Tam da düşündüğüm gibiydi. Bu yüzden bebeği aldırmadım. Sanırım o benim hayatımın aşkıydı."
(Orijinali:  I knew this boy... who was really wonderful to me. The first time I saw him was in freshman English. He wore a baseball hat on the first day of school, and our teacher made him take it off and his hair was all pasted on top of his head, and he smiled at me while he tried to fix it. We watched each other after that. And I started to feel like I knew him. I looked at his yearbook picture so often I knew his face by heart. Our senior year I took piano, and he had soccer, so we would pass each other every day after school in the exact same spot. And it became something I looked forward to. So much so that I could tell you all the days that he was absent because those were the days I was disappointed. And sometimes he would look at me, sometimes he would turn away, and sometimes it would be so intense that we would start looking at each other from the very beginning of the steps. And then on the last day... he talked to me. And everything he said was exactly how I pictured it would be. And he felt the way he felt in my dreams and I thought everything was happening exactly the way it was supposed to. And I was the happiest I've ever been. Happy and scared all at the same time.  I was in love with him. That's why I'm keeping this baby. I was in love with him for four years. I barely knew him, but everything was exactly how I imagined it, everything was just how I pictured it. I had to keep this baby. I think he was the love of my life.)

"There is some good in this world Mr.Frodo"



hayatımın 4 yılının anısına,nostaljiğim bugün.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

{2010 Oscarları} AN EDUCATION (2009) - Eğitimin iyisi kötüsü olmaz.

Öncelikle bilinmesi gereken: İngiliz aksanı! Evet bir İngiliz aksanı çeşitliliği ve cümbüşü içerisinde olabileceğimiz bir film bizi bekliyor. Bunu öğrendik, heyecanlandık mı? Elbette. O zaman konu ne?
Orası çok basit. 16 yaşındaki lise öğrencisi ineğimiz Jenny, onu hayatlarından adeta vazgeçmişçesine Oxford'a hazırlayan annesi ve babası, Jenny'nin kuralcı edebiyat öğretmeni ile okul müdüresi, bordo arabalı zengin centilmen David, David'in ne idüğü belirsiz iş ortağı ve onun saf-salak durumundan hallice sevgilisi. Ve tabi 1960ların başında İngiltere, Paris. Müthiş dönem müzikleri ve kıyafetleri eşliğinde.
Esasında çoğu kez işlenmiş ve bilindik bir konuyu işlemesine rağmen, oldukça güzel anlatılmış olması; tüm filmin tıkır tıkır işlemesine, istenen mesajın içten ve karakterlere de yapıldığı gibi izleyenin beynine de tecrübe ettirilerek kazınmasına, oyuncuların su gibi akmasına sebep olmuş. Önce ilk yarıda tereddütle de olsa göklere çıkarıp sizi, ikinci yarıda aynı hızla olmasa da adım adım yere geri atıyor film. O ilk zamanlardaki mutlu eden, herşey ne kadar da peri masalı dedirten durumda bile insanın içinde hep bir 'aha şimdi adam psikopat çıkacak, ah ah vah vah şimdi kötü birşey olacak' vesvesesi sürmüyor değil tabi. Sonuçta biz de biliyoruz ki hiçbir şey bu kadar güzel olamaz ve insanın hayal ettikleri için - jenny'nin de dediği gibi- kestirme bir yol yok. Filmde bu durum her iki tarafa da saygılı olunacak bir şekilde gösteriliyor. Yani hem hayatı yaşamak istediğini düşünen gencimiz açısından hem de ona eğitimin ve emek göstermenin bir şekilde gerekli olduğunu kabul ettirmeye çalışan okul tarafındakiler açısından. Haklı olan kim peki diye bir tereddüt bırakmıyorlar filmin sonunda gerçi, kendi açılarından.
Başroldeki Carey Mulligan'ı görünce en başta bir tanıdıklık hissi oluşması ise normal. Bir süre sonra ister istemez insanın aklında bir kikirdeyip kıkırdayan Lydia ve Kitty Bennet görüntüsü beliriyor. Zaten yanıbaşından ayrılmayan bir Rosamund Pike - Jane Bennet da - varken, romantik gözler, elleri belinde söylene söylene gelecek bir anne Bennet olsun veyahut da leylek boynu önde bir kemik torbası Elizabeth olsun görmeyi umuyor her an. Heyhat, onların yerine bilmiş kızıyla düzeyli bir şekilde atışan baba figüründe döktüren bir adet Alfred Molina ile komikliği insanı acımaya vardıran saf salaklığı yer aldığı her sahneyi çalan bir Rosamund Pike elimize sunulmuş. Pek de güzel olmuş. Hülyalı bakışlarıyla Romeo misali ortada gezinen Peter Sarsgaard'a hiç birşey demiyorum. İçim bir tuhaf oluyor. Ağlasam mı elime odun alıp dövsem mi bilemiyorum. Onu aklımdan silmek istiyorum. Öyle diyeyim.

Carey Mulligan ayrıca en iyi kadın oyuncu Oscar ödülüne adaydı, tabiki Sandra Bullock'a kaybetti. An Education en iyi film olmalı mıydı peki? Daha iyileri vardı herhalde. Kötü olduğu anlamına gelmiyor, kesinlikle, çok iyiydi. Ama almadı ödülü doğal olarak.
Of Jenny off !

İki Yıl Okul Tatili (Deux Ans De Vacances) ile Jules Verne


Okulun yeni bittiğini, yaz tatilinin yeni başladığını ve bu başlayan cillop gibi yazın birkaç haftasını 10-15 okul arkadaşınız ve ailesiyle okyanusta bir gemide geçirmek üzere yola çıkmakta olduğunuzu hayal edin. Yaşınız 10, hadi bilemediniz en fazla 14. Ergenliğe henüz tam ulaşamadığınızdan öyle aile istememe tiripleri de ortada pek dolanmıyor. Sadece önünüzde sıcak, güzel, eğlenceli birkaç hafta var.
Sonra tam ertesi sabah yola çıkmadan önce gemide tüm arkadaşlarınızla birlikte yataklarınızdayken gemi limandan uzaklaşmaya başlıyor! 'Bu gemiye neler oluyor böyle? Kendi kendine nereye gidiyor?' diyorsunuz. Çünkü tüm yetişkinler ve de gemi personeli sahilde, artık kafesinde restaurantında eğlencesiyle meşgul. Ama siz ve arkadaşlarınız daha gemiyi limana bağlayan ipin nasıl çözüldüğünü bile anlayamadan çoktan okyanusun o bilinmeyen sularında kayboluyorsunuz. Üstüne günlerce süren fırtınalar atlatıyor, en sonunda da ıssız bir adanın kenarına neredeyse parçalanmış geminizle vuruyorsunuz.

Hayal edin. 10 yaşında bir çocukken tüm bunları okumak ne hissettirir insana? 'Ben de istiyorum, ben de gideceğim, şuradan bir gemi verin, okyanusa açılacağım!' nidalarıyla kendinizi kanepenin üstünden arkasına fırlatırken bulmaz mısınız?
Pek çok çocuk buldu, tam 123 senedir, pek çok çocuk yaşları kaça gelirse gelsin hep 2 yıl boyunca sürecek bir okul tatilinin hayalini kurdu. Yemek yapan anneleri, eşyaları taşıyabilen babaları, tehlikelerden koruyacak büyükleri olmadan iki yıl boyunca maceralarla dolu bir okyanusta ya da adada yaşadıklarını düşündüler. Ekmek ağacını ya da süt veren inek ağacını keşfettiklerini, tuzaklar kurup hayvanlar avladıklarını, bir devekuşunu evcilleştirip üstüne binebilmeyi, fok avlayıp yağ elde ettiklerini, acımasız asi denizcilerle kapıştıklarını hayal ettiler. Kimi zaman Briant'ın cesaretini, Gordon'ın mantığını, Doniphan'ın kendine güvenini; kimi zaman Baxter'ın teknik marifetliliğini, Service'in esprililiğini, kimi zaman da Costar'ın çocuksu saflığını üstlendiler.
Jules Verne, Ocak ile Aralık 1888 arasında Fransız Magasin d’Éducation et de Récréation dergisinin 'Extraordinary Journeys' bölümünde yayınlanan bu hikayesini daha sonradan kendisinin de belirttiği gibi "çocuklar için bir Robinsonvari ortam yaratmak ve böyle bir ortamda onların neler yapabileceklerini, nelere yetkin olduklarını göstermek" amacıyla yazmıştı. Ayrıca aynı yıl içinde iki farklı baskısı da kitap olarak yayınlanmıştı. Bilim-kurgu'nun (science-fiction) babası sayılan Jules Verne'in belki de çocukları en çok etkileyen hikayesidir İki Yıl Okul Tatili.

Kendisi de 12 yaşına geldiğinde Hindistan'a giden bir gemiye kaçak olarak binmiş, ancak babası tarafından anında yakalanması üzerine 'Bundan böyle sadece hayalimde seyahat etmeliydim.' diyen Verne'in ölümüne kadar yazdığı 54 romanın hemen hepsi de olağandışı yolculukları ve keşifleri anlatır. Aslında gayet anlaşılır bir durumdur bu, çünkü zaten yazmanın amacı da bir yerde insanın kendisi ve diğerleri için aslında yaşayamadıkları bir başka dünya yaratmak ve onun içinde de olsa en azından yapamadıklarını yapabilmek değil midir?Babasının, hukuk okumak yerine yazı yazmakla meşgul olduğunu öğrenip, maddi desteğini kestiği Verne sonradan iyiki de devam etmiş yazmaya. Hayalinde tasarladığı pek çok bilimsel buluşa bu sayede onun verdiği isimler verilmiş. Kullandığı coğrafi bilgiler, denizcilik bilgileri ve biyoloji bilgileri hemen hemen her romanında insanı bombardımana tutarcasına yer almış. Ki biz de böylece sayfalar ve onların üzerinde süzülen maceraperestleriyle birlikte en olmadık yerlere gider, en şaşırtıcı ağaçları, hayvanları, böcekleri, yöntemleri keşfederiz.
Her çocuğun yolunun Chairman Adası'na düşmesi ümidiyle, Madeleine Mezarlığındaki heykele saygılar...

{2010 Oscarları} DISTRICT 9 (2009) : İnsan olmak!

En iyi film dalında Oscar adayı olmuş olan District 9, Neill Blomkamp (yönetmenimiz)'ın daha öncesinden yaptığı bir kısa film üzerine geliştirilen bir senaryo ve film. Öncelikle bunda da bilmemiz gereken, değişik olduğu. Ciddiyim, gerçekten filmin ilk açılış sahnelerinde bir gariplik sezdirmekle başlıyor.
Sanki gece geç bir saatte Discovery Channel'ın bir anına denk gelmişsiniz gibi. Görevleri veya ünvanları yazan insanlar sırasıyla ekrana gelip, bir olayla ilgili birtakım üstü kapalı şeyler söylemeye başlıyor. Belgeselvari çekim olarak nitelendirilebilecek bir yöntemmiş bu. Ne yalan söyleyeyim ilk başlarda kafamı toparlamakta zorlanmama neden olsa da sonradan hoşuma gitmeye başladı. En azından onca film izleme durumlarım arasında değişiklik oldu diye düşündüm.
Ta ki, ortalama normal bir genç izleyici olarak içgüdülerim algılarıma müdahale etmeye başlayana dek. Her ne kadar üstüne uzun yıllar boyu film izlemişliğin de kattığı bir avantajla dayanabilme potansiyeli eklesem de, o "karides" uzaylılar ve etrafı götüren et-kan durumu iğrenmekle geçireceğim 2 saati tetiklemiş oldu. Hayır film açısından kötü demiyorum, sadece öyle uzaylılar gördükçe içim bir hoş oluyor, izlemem zorlaşıyor ondan yani.
Bu arada filmin bize anlattığına göre, 20 yıl önce Güney Afrika'nın Johannesburg kenti semalarına bir uzay gemisi inmiş. Ancak uzunca bir süre hiç bir ses çıkarmadan öylece durunca, insanlık müdahale etme gereği duyarak, araca çıkmış ve açmışlar. Karşılarında nerdeyse hepsi ölmek üzere olan binlerce (attım, galiba filmin başında öyle diyordu) uzaylıyı perişanlıkları içerisinde bulmuşlar. Bunun üzerine hepsini alıp, Johannesburg'da 9.Bölge adını verdikleri bir yere yerleştirmişler. 20 yıl boyunca da uzaylılar için kanunlar yapmışlar, kurumlar kurmuşlar, mafyalar oluşmuş, sorunlar hiç bitmemiş. Bunun üzerine alınan son bir kararla uzaylıların oradan başka bir bölgeye tahliyesine karar verilmiş. Ancak bunun için de hepsine belge imzalatmaları zorunluluğu doğmuş ve bu iş için de ana kahramanımız Wikus van der Merwe görevlendirilmiş.
Wikus, bana ekranda göründüğü ilk andan itibaren karikatür gibi bir adam olarak göründüğü için, filmin onca dramında, ciddiyetinde bile bir türlü olayların içinde hissedemedim. Hep bir komiklik olarak algıladım hareketlerini. Film de sanki parodiymiş de olay bu kadar vahim değilmiş gibi geldi uzunca bir süre. Gerçi neyseki sonunda içim dışıma çıkmıştı, gülecek birşey göremiyordum. Bu arada imdb'nin belirttiğine göre Wikus'u oynayan Sharlto Copley daha önce hiç aktörlük yapmamış, daha da yapmayı düşünmüyormuş.
Filmin ya da belgeselin anlattığı da van der Merwe'nin bu aşamadan itibaren başına gelenler. Uzaylı-insan ilişkilerini de sorguluyor metin, insan olmanın nelere yol açtığını. En azından herşeyin güzel, inanılmaz büyülü göründüğü bir ortamda değilken uzaylılar, olayı daha bir sefalet içerisinde anlatıyor (Filmi izlediğim dönemde Avatar'a nedense gittikçe yerleşen bir sinir edinmeye başlamıştım, kıskançlıktan olsa gerek, her neyse.). Bu "uzaylı gelmiş" klasiğine farklı bir açıdan bakıyor. Gerçi filmin seveni kadar nefret edeni de çok, internet genelinde öyle bir hava hakim. Çok amaçsız ve komik bulanlar var. Çok etkili ve anlamlı bulanlar da. 
En iyi filmin yanında, en iyi yazım, düzenleme ve efekt dallarında da adaylığı mevcuttu District 9'ın. Aldı mı? En azından bir tane? Maalesef. Peki film iyi miydi? Eh o kadar aday etmişler, kötü olur mu? Hatta pek çok açıdan insanın içine dokunuyor denebilir.
En azından bu sefer uzaylılar Amerika kıtasına dokunmadılar, buna da şükür.
Chris döner mi, onu da bilmiyoruz ya.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...