24 Mayıs 2011 Salı

The Greatest (2009)


Carey Mulligan'ı An Education'dan sonra takip etmemek elimde değildi. Bu sebeple rotamı hemen aynı sene gösterime girmiş olan The Greatest'a çevirdim.
Shana Feste'nin hem yazıp, hem de yönettiği filmin kadrosu bir kere ikna edici: Carey'nin yanında, Pierce Brosnan, Susan Sarandon ve Aaron Johnson. Ama tam da bu sebeple, önümüzde iflah olmaz bir duygusallığın içinde yüzen aile dramı var.
Bennett Brewer aynı okulda senelerce görüp de bir türlü açılamadığı Rose'la sonunda, okulun son günü konuşabilme şansı yakalamış ve iki güzel-genç insan hemencecik bir ilişkiye başlayıvermişler. Ama kader ağını çok feci örmüş ve tam da en mutlu oldukları bir gece vakti, hızını alamamış bir kamyon arabalarına çarpmış. Bennett hemen orda ölmüş ne yazık ki. Rose ise filmimizin kendisini oluşturmak üzere hastaneye kaldırılıp, iyileşmiş.
Bennett'ın cenazesinde, parça pinçik olmuş, bir kamyon da onların üzerinden geçmiş gibi olan ailesiyle tanışıyoruz. İnsanın içini sızlatan sessizliği ve bitik görünüşüyle babası Allen, tüm gücünü ve dikkatini hastanede komada olan kamyon şoföründen oğlunun son anlarını dinlemek için uğraşmaya adamış dağılmış annesi Grace ve sonradan suçluluk olduğunu anlayacağımız kıvranışlarının içinde kendi yöntemiyle Bennett'ın ölümünden etkilenen kardeşi Ryan. Araya sokuşturulan detaylarda öğreniyoruz ki Allen, zaten Grace'le kopma noktasındaymış, onu aldatmış. Grace bu da dahil herşeye kızgın ve Ryan da uyuşturu-içki konusunda kendini tamamen serbest bırakmış.
Tüm bunların üzerine hanemize güneş gibi doğan Rose, çıkageliyor Brewer'ların evine. Rose'un annesi rehabilitasyon merkezi gibi bir yerde ve kızıyla ilgilenmekten aciz. Bu yüzden Rose, rahmetli Bennett'tan hamile kaldığını öğrenince soluğu Brewerlarda alıyor. Zaten büyük oğullarının ölümüyle kafayı yemiş, kendi iç meseleleri yüzünden kopmuş bu bitik aile fertlerinin bu duruma tepkisi de birbirlerinden alabildiğine farklı oluyor. İlerleyen dakikalarıyla birlikte filmin de anlatmaya çalıştığı, bu dağınıklıktan ve karanlıktan bir ışığın nasıl doğabileceğini göstermek haline geliyor.
Film belki çok da iyi eleştiriler almamış olabilir, hatta Sundance ve Method'da birer adaylıkla yetinmiş olabilir ama genelindeki etkileyici su götürmez. Özellikle Pierce Brosnan'ın boğazınıza düğümlenen o dağılmamaya çalışan aile reisi olabilme çabaları ve Susan Sarandon'ın serseri kamyon şoförüyle diyaloğu, insanı parçalıyor. Açılıştaki kaza sahnesi de benim için tamamen şoktu mesela. Bu kadar gerçekçi gelmemeliydi dedim kendi kendime.
The Greatest ismi bu arada, Rose ve Bennett'ın yaşadıkları en güzel şey olduğundan dolayı. Tıpkı Rose'un anlattığı gibi:
"Bir çocuk vardı. Benim için mükemmel biriydi. Onu ilk kez, birinci sınıfların İngilizce dersinde gördüm. Okulun ilk günü bir beyzbol şapkası takıyordu ve öğretmenimiz ondan şapkasını çıkarmasını istemişti. Çıkardığında, saçları kafasına yapışmış durumdaydı.Düzeltmeye çalışırken,bana gülümsedi.Ondan sonra birbirimizi izledik.
Ve sanki onu tanıyormuşum gibi hissetmeye başladım. Sık sık, yıllıktaki resmine baktım.Yüzünü, tüm benliğimle tanıyordum. Son yılımızda,ben piyano dersi aldım o da futbolu seçti, böylece her gün okuldan sonra yollarımız tam aynı yerde kesişiyordu. Bu olay, artık dört gözle beklediğim bir şey hâline gelmeye başladı, öyle ki, artık onun gelmediği günler benim için tam bir hayal kırıklığı oluyordu. Bazen o da bana bakıyordu. Bazen de dönüp gidiyordu. Ve bazen de, öyle bir an geliyordu ki, birbirimize daha ilk adımlarımızı attığımız anda bakmaya başlıyorduk. Sonra, okulun son günü benimle konuştu. Söylediği her şey, tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Düşlerimi birebir yaşatıyordu ve her şey tıpkı hayal ettiğim gibi gerçekleşiyordu. Aynı anda hem çok mutlu hem de ölesiye korkmuş durumdaydım. Ve ona âşıktım. İşte bu yüzden bebeği doğuracağım. Ona tam dört yıldır âşıktım. Onu çok az tanıyordum ama her şey tam da hayal ettiğim gibiydi. Tam da düşündüğüm gibiydi. Bu yüzden bebeği aldırmadım. Sanırım o benim hayatımın aşkıydı."
(Orijinali:  I knew this boy... who was really wonderful to me. The first time I saw him was in freshman English. He wore a baseball hat on the first day of school, and our teacher made him take it off and his hair was all pasted on top of his head, and he smiled at me while he tried to fix it. We watched each other after that. And I started to feel like I knew him. I looked at his yearbook picture so often I knew his face by heart. Our senior year I took piano, and he had soccer, so we would pass each other every day after school in the exact same spot. And it became something I looked forward to. So much so that I could tell you all the days that he was absent because those were the days I was disappointed. And sometimes he would look at me, sometimes he would turn away, and sometimes it would be so intense that we would start looking at each other from the very beginning of the steps. And then on the last day... he talked to me. And everything he said was exactly how I pictured it would be. And he felt the way he felt in my dreams and I thought everything was happening exactly the way it was supposed to. And I was the happiest I've ever been. Happy and scared all at the same time.  I was in love with him. That's why I'm keeping this baby. I was in love with him for four years. I barely knew him, but everything was exactly how I imagined it, everything was just how I pictured it. I had to keep this baby. I think he was the love of my life.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...