1 Mayıs 2011 Pazar

Amazing Grace (2006) - Britanya yine kendini aklıyor


"Yüce İnayet/Ne tatlıdır o ses
Benim gibi bir zavallıyı kurtaran/Bir zamanlar kaybolmuştum
Ama şimdi hak yolu buldum/Kördüm/Ama artık görüyorum."


Amazing Grace, 1700'lerin sonunda İngiliz protestan din adamı John Newton tarafından söylenmiş bir ilahi esasında. Aynı adı taşıyan filmimiz de Hristiyanlar arasında oldukça bilinen bu ilahinin ardındaki olayları, insanları ve o insanları oluşturan dünyayı anlatıyor.
kalbimdeki yerin ayrı, tarihi kostümler içerisindeki Ioan Gruffudd
William Wilberforce, 1780li yıllarda İngiliz Parlamentosu üyesi, zengin bir tüccarın oğlu ve bu sebeple de hali vakti yerinde. Parlamentoda genç yaşında iyi bir konuma gelmek üzere. Arada Lordlar Kamarasıyla dalaşıyor, soylulara karşı fikirlerini açıkça beyan ediyor, şahane evinin bahçesinde çimenlere yatıyor, örümcek ağlarının güzelliklerine dalıp gidiyor, fakirlere yemek dağıtıyor, öyle mutlu mesut geçinip gidiyor. Derken arkadaşı William Pitt, başbakanlık konusundaki hırsını açıklıyor Wilber'a. Pitt'in bu konuda planları detaylı, herşeyi düşünmüş, başbakan ne zaman ölecek,o yerine nasıl geçecek, kimi ne bakanı yapacak, hepsi belli. Ama politikada yapılması gereken bazı oyunlar var ve Pitt de bunun için Wilber'dan yardım istiyor. Wilber'ın yapması gereken, köle ticaretinin kaldırılmasına dair yasa tasarısı hazırlamak ve bunu savunarak geçmesini falan sağlamak.
hem güzel hem yetenekli, daha ne yapsın bu Romola Garai
Evet, köle ticareti. Canlı canlı, bildiğimiz, saf köle ticareti. Afrika'nın kendi halindeki, hayatından memnun kabilelerinden binlerce siyahi, soylu İngilizlerin ve sonradan görme tüccarlarının para hırsı sebebiyle, gemilere doldurulup, Jamaika'ya şeker üretiminde çalıştırılmak üzere götürülüyor. Tabi sadece oraya değil, sonuçta köle bunlar, insan değil, çeşitli yerlerde çeşitli şekillerde kullanılabiliyorlar.
Evet sene 178...'i gösteriyor ve İngiliz parlamentosundaki peruk takmış, pudralı suratlar için bu olağan birşey. Wilber da önceleri sadece diğerleri gibi kulaktan duyduğu şeylerle bu işe karşı. Ancak yapacağı siyaset için arkadaşı Pitt aracılığıyla işin erbaplarıyla tanışıyor. O zaman köle ticaretine karşı cephe oluşturmuş aynı zamandan devrimci Thomas Clarkson, kölelikten kurtulabilmiş Afrikalı Olaudah Equiano, avukat James Stephen gibi isimlerle işin aslını öğrenmeye başlıyor. Ama insanların günahı çok büyük, bir kişinin yüklenebileceğinden de büyük. Nitekim Wilber da gördükleri, duydukları, öğrendikleri ve yaşadıkları ile başaramadıkları arasında can çekişmeye başlıyor, kabuslarla allak bullak olup, yataklara düşecek vaziyete geliyor.
henüz 30 yaşında bir Cumberbatch
Film, Wilber'ın yıllarca uğraşıp, yasa tasarısını kabul ettiremeyişi üzerine neredeyse yenilgisini kabul etmiş halde, hasta ve bitkinken, genç takipçisi Barbara Spooner ile karşılaşması ve tüm yaşadıklarını ona anlatması ile yol alıyor. Wilber Barbara'ya anlatırken biz de dinliyoruz onunla birlikte kah şöminenin karşısına oturup, kah yeşil çayırların içinde dolanarak.
İlahinin kaynağı John Newton'la da karşılaşıyoruz, Wilber'a destek olup olayın seyrini değiştirenlerden biri olan Lord Charles Fox'la da. Kara bir tarihin ünlü şahsiyetlerini, yetenekli İngiliz oyuncuların suretlerinde canlanmış izliyoruz. Hornblower'luktan sonra benim için Le Morte D'Arthur'un tek Lancelot'u olan Ioan Gruffudd, Wilber olarak her zamanki gibi temiz, yerinde. Filmi görmeme sebebiyet veren Romola Garai, Barbara Spooner olarak ekranda pek uzun kalamasa da hakkını veriyor. Michael Gambon, Rufus Sewell ve Ciaran Hinds filmin içinden her bir notayla birlikte etkiyi katlıyor. Tarihi filmlerden, özellikle dönem kostümleri ve dekorlarıyla, yetenekli oyunculardan hoşlananlar için bulunmayacak fırsat. Bir de tabi işin içyüzünü biraz da İngiliz gururu süslenmiş halde görmek de cabası.
[IMDb'de Amazing Grace-->http://www.imdb.com/title/tt0454776/]

Öyleyse Celtic Woman'dan gelsin filmimize ismini veren ilahi:

ALEXANDER (2004)


 "Talih, cesareti olanlara güler."miş ünlü Aeneid'inde Virgil öyle diyor. "Ben kazananım ama hatırlayacak kimse kalmamışsa bunun ne önemi var ki?" diyen ise "Alexander"ın ilk beş dakikası içinde karşımıza artık ak sakallı tonton bir dede olarak çıkan Ptolemaios. Hatırlayanlar için, evet Mısır'daki o ünlü (sonunda Kleopatra'yı da çıkarmış olan) Ptolemaios Hanedanının kurucusu, ilk Ptoleme kendisi. Büyük İskender'in 33 yaşındaki kimilerine göre erken, beklenmedik, şaibeli; kimilerine göreyse geç bile kalınmış, oldukça olağan ölümü üzerine Mısır'ın yönetimini elde eden Ptoleme.

Oliver Stone'un Alexander anlatısı, İskender'in komutanlarından ve yakın arkadaşlarından biri olan Ptoleme'nin artık yaşlanmış ve gidici olduğunu anladığı bir zamanda tarihe ve bir bakıma da insanlığa karşı görevini yerine getirmek, günahlarından arınmak veya sadece başta da söylediği cümlesinden anlaşılacağı üzere "hatırlanmak" için İskender'in hayatını yazdırması şeklinde gelişiyor. İhtiyar Ptoleme anlattıkça yazıcıları yazıyor, anlattıkça o günleri hatırlayan tonton Ptoleme'nin gözlerinden ekranımıza M.Ö.356'dan 323'e kadar kanla, savaşla, entrikayla dolu günler yansıyor. 
İskender'in doğduğu ortamı görüyoruz, onu şekillendiren aileyle tanışıyoruz, fikirlerini ve hayallerini filizleyenleri izliyoruz ve büyüyüşünü takip ediyoruz, adım adım bir çeşit deliliğe giden sonuna doğru onunla birlikte yürüyoruz. Ptoleme çoğu kez pişman bir adam görüntüsü çiziyor esasında ama önünde durduğu mavili, sarılı, geniş, ferah, sıcak Mısır manzarası ve etrafında fırıl fırıl dönen ihtişam ile rahatlık arasında pek de pişmanmış gibi hissettirmiyor nedense.
Oliver Stone ve Christopher Kyle'ın senaryosuna göre film bize neredeyse tamamen çatlak annesi ve ayyaş babası yüzünden tüm hayatı etkilenmiş, alabildiğine hassas, sevgi dolu ama kendine bir ev bulamayan, her bulduğu yeni yeri evi gibi gören, bir durduğu yerde duramayan, devamlı bir şeyler arayan ama bulamayan bir İskender portresi çiziyor. Tahta geçene kadarki entrikaların ardından olay örgüsü hemen Gaugamela Savaşı'na savuruyor bizi. Arada tahta ilk geçtiğinde ayaklanan Yunan şehir devletlerini nasıl dize getirdiği, Perslerle ilk karşılaşması olan Granikos Çarpışmasında nasıl ölümden döndüğünü falan atlıyoruz. Annesi Olympias'ın kendi elleriyle şekil verdiği aklı, kendini antik dönemin büyük kahramanları Achilles ve Herakles'le özdeşleştirdiği mantığı ve baba sevgisi arayan kalbi ile İskender sonunda çoğu hayalini gerçekleştirememiş mutsuz ve ihanete uğramış bir adam olarak ölüyor.

Alexander rolünde, ünlü Pompei freskindeki görüntüsüne ne kadar benzediği tartışılır Colin Farrell var. Farrell'ın normalde kendi halindeki olağanüstü karizması, sarıya boyanmış zaman zaman tavus kuşu misali kabarık, zaman zaman post-işle uzatılmış olduğu pek bir belli olan tuhaf saçlarla ve her daim köpek yavrusu bakışları sarf ettiğini belirten eğik kaşlarıyla yerle bir olmuş. Senaryo zaten eline oynaması gereken hassas bir Alexander koyunca onun da yapabileceği pek bir şey kalmamış. Generallerini oluşturan Jared Leto, Jonathan Rhys Myers gibi bildiğimiz isimlerse görüntüyü ve hikayeyi kurtarabilen istisnalar. Myers sanki sonrasında 4 sezon boyunca ortalığı yıkacağı 8.Henry'nin işaretlerini veriyor hırslı Cassender rolünde. Alexander'ın aşık olduğu ve tüm hayatı boyunca tek gerçek dostu Hephaistion olarak Leto'ya ise o halinde herhalde aşık olmayacak kimse yoktur:) Alexander'ı her şeyiyle şekillendiren annesi Olmpias olarak Angelina Jolie'se resmen tek başına ekranı kasıp kavuruyor. Bu kadın bunun için doğmuş dedirtecek kadar var.

Film birçok Razzie ödülüne aday olmuş, hiç almamış ama gene de o kadar kötülenecek, beğenilmeyecek bir yanı yok. Evet eleştirilecek pek çok şeyi barındırıyor olabilir ama her şeyden önce büyük paralarla yapılmış bunca özenli savaş sahnesi, işinin ehli ünlü oyuncular ve görkemli setlere eşlik eden müzikleriyle dişe dokunur bir seyirlik sunduğu kesin, yaklaşık iki buçuk saat boyunca.

THE TOURIST (2010)


Johnny Depp ve Angelina Jolie'nin birlikte bir filmde rol aldıkları haberi internete, gazetelere, basının herhangi bir organına düştüğü ilk andan itibaren zaten gişesini garantilemiş, seyredileceğini belgelemiş bir yeniden çevrimle (2005 tarihli Fransız filmi Anthony Zimmer'ın yeniden çevrimiyle) karşı karşıya olduğumuzu aklınızın bir kenarına not edip öyle okumaya başlarsanız ve hatta filmi izlemeye hazırlanırsanız herşey daha da kolaylaşacak.
Öncelikle Fransa'nın güzel giyimli insanları ve sokaklarıyla bezeli başkenti Paris'te buluyoruz kendimizi. Her zamanki gibi etrafını umursamadan, havasına, tavrına kurban olunacak şekilde yürüyen bir Angelina Jolie'yi takip eden Fransız polislerinin arasına dalıyoruz sonra. Elise (Angelina Jolie)'in sevgilisi olan adamın bir süredir kaçak olduğunu ve uluslararası bir operasyon dahilinde arandığını öğreniyoruz. Alexander Pearce isimli bu kaçak, Reginald Shaw denen gangster-mafya babası kılıklı zengin bir adamın muhasebecisi ve baya yakın bir adamıyken, Shaw'ın yüklü bir miktar parasını çalıp, kayıplara karışmış. Elise'le de bir süredir sadece mektuplar ve notlar şeklindeki gizli yazışmalarla haberleşiyor. Shaw, Elise ve Pearce esas itibariyle İngiliz. Kendilerinden kaçırılan bu 744 sterlinlik verginin peşine düşen İngiliz polisi (direkt Scotland Yard'ın operasyon esasında) de haberleştiği diğer Avrupa polisleriyle birlikte Pearce'ın peşinde tabiki.

Yalnız bu arada öğrendiğimiz bir ufak detay daha var. Pearce bunca takipten dolayı, tanınmaması gerektiğine karar vermiş olacak ki polisin öğrendiğine göre estetik yaptırmış. Ama estetikten sonraki yüzünü bir türlü bulamadıklarından dolayı tüm peşindekilerin umudu Elise olarak kalıyor. Alexander da boş durmayıp, Elise'e not bırakıyor ve diyor ki "Şu saatte Venedik'e giden trene binip, benim ölçülerimde bir adam bul ve polisleri onun ben olduğuma inandır."Böylece peşlerindekileri şaşırtmaca yoluyla oyalayıp, sevgilisiyle kaçabilme şansı bulacak. Elise de o dünya üzerinde karşı koyabilecek bir canlının bulunmadığı cazibesiyle trene atlayıp, Frank'e kancayı atıyor görev icabı.
Filmin başından itibaren ilk yarısında hikayenin bize verdiği ipuçlarıyla birlikte takık Scotland Yard dedektifi olarak o ince silüetiyle Paul Bethany'yi, acımasız ve esprili gangster olarak Steven Berkoff'u ve şef dedektif Jones rolünde de Timothy Dalton'u izliyoruz. Bu arada sahnelerin çeşitli yerlerinde sanki gizemli bir durum olduğu gözümüze gözümüze sokulmak isteniyormuş gibi karşımıza çıkarılan sokaktaki adam olarak da Rufus Sewell'ı görüyoruz ki ben kendi adıma ondan hiç sıkılmadığımdan olsa gerek güzel bir seçim olarak görüyorum.
Filmin bu oyuncu,mekan gibi parçalarının güzelliği ve göz dolduruculuğunun dışında söylenebileceklerse pek öyle parıltı içermediği olur herhalde. Yani iki saat boyunca oturduğumuz yerden güzeller güzeli Paris sokaklarını, Venedik kanallarını, pahalı otelleri, baloları görmüş oluyoruz ki bunda şikayet edilebilecek bir yan yok. Ama daha filmin yarısına bile gelmeden aklımızı ekrandan koparan birşeyler buluyoruz.
Angelina Jolie tüm ihtişamıyla perdeyi dalgalandırırken karşısında kafası karışık, anormalliğini nasıl normalleştirebileceğine karar verememiş bir Johnny Depp sıklım püklüm bakınıyor gibimize geliyor. Alelade bir Matematik öğretmeni olarak pek de dikkat çekmemesi gereken bir adam olarak görmek isteyeceğimiz karakter, Johnny'nin karizmasının ve    deli deli koşuşturmasının altında kaybolup gidiyor. Hikaye deseniz, normal bir hafta içi akşamı televizyon izlencesinin barındıracağı eğlence, aksiyon ve dozunda romantizmle birlikte ele avuca gelir başka hiçbir şey sunmuyor.İniş, çıkış, meraklandıracak bir nokta, tahmin edilemeyecek bir gizem, üzülecek, sevinecek, heyecanlandıracak bir aksiyon barındırmıyor. Johnny'nin kişisel gayretiyle belki bir miktar komedi ilişmiş o kadar.
bence de yak üstüne bir sigara johnny
Sadece oyuncu fetişistleri ve sinemaya gidip hep birlikte eğlenceli bir 2 saat geçirmek isteyecekler için bir film. Ciddi ciddi Johnny Depp onca manyak karakter arasında dinlenmek istemiş dedirtiyor.Önümüzdeki maçlara bakacağız artık.

30 Nisan 2011 Cumartesi

THOR (2011)

Mitolojiyle çocukluğunda-gençliğinde bir parça ilgilenmiş herkesin kulağına bir yerlerden çalınmıştır,Thor bizim şu kızdığına Olimpos'tan şimşekler yollayan Zeus misali şimşeğin-yıldırımın kuzey versiyonudur.Ayrıca sonradan gördüğümüz üzere de bir Marvel kahramanıdır.
Kendisi mükemmel bir Shakespeare oyuncusu olan ve benim gibi Harry Pottercılar içinse Gilderoy Lockhart olan Kenneth Branagh'ın yönettiği filmde ise Thor,elinde çekici,üstünde zırhı-pelerini,heybetli mi heybetli ama bir o kadar da ukala,bilmiş,düşüncesiz,mantıksız bir prens,Asgard kralı Odin'in varisi olarak karşımıza çıkıyor.Kardeşi Loki ise onun aksine saman altından su yürüten cinsten ki gözümüze sokulan bir ayrıntıdan dolayı daha en başından devamlı onun yaptıklarından işkilleniyoruz.Nitekim Buz Devleri buz silahlarını çalmak için krallığa sızdığında tam da Thor'un kral falan ilan edileceği geceye konuk oluyoruz,bu durumda düşünmeye başlayan babasına karşın 4 kahraman arkadaşıyla birlikte Thor harekete geçmeye karar veriyor.Buz Devleri'yle savaş başlatıp,canlarını zor kurtarıyorlar.Baba Odin de Thor'u dünyaya sürgüne gönderiyor ama gelin görün ki sürgün olarak Natalie Portman'ın kollarına düşüveriyor bizim kaslı mı kaslı tanrımız Thor.
Hikaye anlatımı,görsellik,oyuncular hepsi filmin artıları.Zaten Stellan Skarsgaard(ah o Skarsgaardlar) ve Anthony Hopkins evet demişse bu olayda bir iş var demektir.Filmin gene de bazı ufak tefek eksileri yok değil.Natalie Portman'ın karakterinin sığlığı,basitliği ve hiç inandırıcılığının olmaması,Thor'un dünyada yemek yiyip,Natalie'ye astronomi anlattığı ve özel ajan patakladığı iki gün içinde nasıl olup da eski fevri kahraman halinden sıyrılıp birden krallığa yakışır düşünceli insan modeline geçiş yaptığının anlaşılamaması gibi örnekler verilebilir.Tabi bir de bizim gibi Kentpark'ta havalandırmasız salonda yüz kişi pişerek ve camları yağlı bir tabakayla kaplı,hiçbir şey görünmeyen 3 boyutlu gözlüklerle 3 boyutlu izlemekte ısrar ederseniz tam bir eziyete de dönüşebilir film.
Ekleme:Aklımdaydı ama demeyi unutmuşum.O yüzden de filmi beğenmemişim gibi durmuş.Halbuki macerası, aksiyonu ve özellikle espri dozu oldukça iyi ayarlanmıştı.Özellikle Thor'un iki evren arasındaki geçişlerde kimliğinden, kişiliğinden hiçbir şey kaybetmeden saçma sapan durumlara düşmemesi hikayenin en güzel yazılmış kısmı bence. Bir de Thor'un sadık arkadaşlarının onun için dünyaya indiği sahnede polislerin telsizden bir rapor verişi var ki, Thor'un Pet Shop'a girip at istemesiyle birlikte salonu kırdı geçirdi desem yeridir.
Neyse 2012'de Avengers'da Chris Hemsworth'ü bir kere daha Thor olarak izleyeceğiz, rahatlayabiliriz.

SCREAM 4 (2011)

Scream serisinin 3 filmini de oturup baştan sona izlemişliğim yok. Çocukluğumdan beri ara ara tvde yayınlanır,birkaç sahne görür, değiştiririm. Olaylardan bir miktar haberim vardı yani.
Gene de bu 4.filme gitmem tamamen tesadüfler zinciri sonucunda oluşan boşluktan ötürü oldu.Fena da olmadı esasında.Bir süredir hem böyle kanlı,bıçaklı,yerinde bir miktar hoplatıcı,şaşırtıcı,ters köşeye yatırıcı ve bir o kadar da kendiyle dalga geçen ama bunu hem kendi zekasını hem de izleyicinin zekasını hafife almadan yapan bir "teen horror" izlememiştim.1996'da gelen ilk filmin efsane olmasıyla 1997'de ve 2000'de ikinci ve üçüncü filmler yönetmen Wes Craven-yazar Kevin Williamson işbirliğinde işlemeye devam etmiş.Bu filmde de beraberliği ve dahası 3 başrolü bozmadan yeni bir nesle hoşbulduk demiş oldular.
Film daha ilk on dakikasında neyin gelmekte olduğunu gösteriyor aslında.Ürkütücüyüz,şaşırtıcıyız,komiğiz ve yine de zekiyiz mesajını temiz bir şekilde veriyor önce.Ardından da başlıyor hem eskilerin ne halde olduğunu göstermeye hem de yeni gelmekte olan jenerasyonla tanıştırmaya.Gençler artık ellerinden kameralı ve internetli telefonlarını düşürmüyor,tüm olan biteni canlı canlı internette paylaşıyor ve hepsi bir şekilde ünlü olmaya çalışıyorlar.Ama klişeler asla değişmiyor,"Scream"de her anında canlı bir sinema tarihi,bir eğitim semineri olmaya devam ediyor böylece.
Neve Campbell ne yaparsa yapsın hep Sydey olarak kalacak galiba.Courteney Cox ve David Arguette her zamanki gibi mükemmeller.Yeni nesil olarak birleştirilen Emma Roberts,Hayden Panettiere,Erik Knudsen ve Rory Culkin oldukça başarılılar.Gerçi Heroes'dan kalma bir gıcıklığım Panettiere'ye karşı hep öne geçecek ama Rory Culkin'in varlığı beni yumuşattı sanırım.Bu arada özlemiş olanlar için Adam Brody'nin ufak rolü su niyetine olmuş.Dawson's Creek laneti de hep işe yarayacak gibi,Kevin Williamson ne yapsa izleyebilirmişim demek ki.
"Scream 4" gayet eğlenceli,tadında,havasında bir Wes Craven işi.Toplaşıp,mümkünse kalabalık bir grupla güzelce izlenmeli.

28 Nisan 2011 Perşembe

Çılgın Gençlik

Bugün olamayan dersimin sonucunda kampüsten otobüse bindim her zamanki gibi.Hava ha yağmur yağdı ha yağacak serzenişlerinde,bunaltıcı.Orta kısımda bir yere oturdum,arkamda da iki tane pek üniversite muzdaripi delikanlı vardı.Dinlediğim kadarıyla bir mühendislik bölümüne yeni başlamış bu ikisinin muhabbetlerinden parçalar:
-Bizim orda o kadar pohpohladılar tabi bizi.Biz de inandık,tıptır mühendisliktir yazdık.Ne ... varsa mühendislikte?Bak işte ben yazacaktım sınıf öğretmenliği sen de matematik öğretmenliği,mis gibi okuyacaktık.En  müthiş bölümmüş,...yım en müthiş bölümüne.Kaldık işte en müthiş bölümde.
-Babam demişti daha başlamadan.Oğlum bak 4 yıl okul okuyacağına 2 yıl git polislik oku,polis okul,başla 2 milyar maaşla demişti.Biz de dinlemedik.Şimdi ne olacaksa?4 yıl da değil bir de hazırlık var 5 yıl.5 yıl mühendislik okuyacağız da ne olacak?Su yakmıyoruz ki para yakıyoruz para!Bizim durumumuz belli.Millet deyince biz de akıllı,başarılı zannettik kendimizi.
-Var ya sinir hastası oldum ben burda.Gerçekten bak buraya gelmeden önce sinir minir yoktu bende,hiç.Şimdi resmen sinir hastası oldum,bu bölüm sinir hastası etti beni.
-Bırakıp gideceğim.Ne halleri varsa görsünler,amele gibi çalıştırıyorlar bizi burda.Ben sınava hazırlanırken bile bu kadar ders çalışmadım ya.
-Kimse üniversite yazarken demedi.Aslında önce bir getirip gezdirip göstermeleri lazımmış.Bu okulu yazacağız ama nerededir,yolu izi nasıldır,nasıl gidilir gelinir?Al işte ...Üniversitesi,Türkiye'nin en iyi okullarından biri dediler,nasıl gidilir gelinir haberleri var mıydı?
Dinlediğim için özür dilerim gençler ama elimde değildi,hem çok açık ve nettiniz,hem de  o sinirle pek bir bağırıyordunuz.
Gene, durum bu.

KEROUAC-BURROUGHS-GINSBERG MOD MEDYANI

Melis Alphan'ın bugünkü köşe yazısından bir bölüm:
"“Yumuşak Makine”yi yayımlayan Sel Yayıncılık o kadar doğru bir açıklamada bulunmuş ki hiçbir şey eklemeye gerek yok aslında. Satır başlarına buyrun:
- Yetişkinler için hazırlanan kitapların “çocuk” kurullarına gönderilmesinde ısrarı anlamak mümkün değil. Tüm dünyanın okuyup öncü yazar olarak kabul ettiği Burroughs’yu Başbakanlığa bağlı edebiyatçı, estet,eleştirmen, çevirmen gibi sıfatlardan yoksun bir kurulun incelemeye kalkması böyle “ucube” bir durumu ortaya çıkarmıştır. 

- Hiçbir yazarın insanın güzel yönlerini göstermek gibi bir mecburiyeti olmadığı gibi, edebi nitelik taşıyıp taşımadığının ölçütü devlet kurumu değil, kitabın okurudur.

- Statükocu orta sınıf ahlakına başkaldırı olarak doğan Beat Kuşağı, toplumsal hegemonyaya karşı bireysel başkaldırıyı düstur edinen, kural ve baskının karşısına hayat tarzları ve eserleriyle dikilen, birçoklarını etkilemiş bir sanat ve hayat akımıdır. Kitabın yazılış amacı, sınırların dışına çıkmak iken “kitaptaki yazıların normal sınırlar içinde kaldığını ve toplumun sosyal normlarıyla çatışmadığını iddia etmek mümkün değildir” gibi ifadeler ile suç unsuru aramanın absürtlüğü aşikârdır. 

- Devletin bir kurumunun toplumun ahlak çerçevesinin sınırlarını çizmek, bu sizin için ahlaklıdır gibi bir hüküm vermek, halkın haberi olmadan onun ar ve hayâ duygusunun incindiğine dair karar çıkarmak gibi görevi mi var?  

- Bireysel hak ve özgürlüklerin tartışıldığı 2011 Türkiye’sinde 50 yıl önce yazılmış ve edebiyatta öncü bir akım olarak kabul edilen Beat Kuşağı’nın önemli bir temsilcisinin kitabını “halkın ahlakını bozar” düsturu ile yargılamaya kalkmak, “bize özgü” gülünçlüklere bir halka daha eklemekten öteye gitmeyecektir."
Valla elime "Yolda"nın tüm rulosunu alıp,Kızılay'da ve çeşit çeşit meydanlarda çöküp,okuyasım geliyor yeni baştan.
Bir dakika,yoksa o da mı yasaklanmıştı?
Hatta belki de "yasaklı kelimeler"den kullanmışımdır da blog gene yüzüme kapanır.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...