30 Nisan 2017 Pazar

Passengers (2016)

Uzak bir gezegene koloni kurmaya, yaşamaya giden yaklaşık 5000 insanın olduğu Avalon yıldızgemisinin 120 yıllık yolculuğu süresince yolcuları mutlu mesut, uyku "pod"larında mışıl mışıl uyuyacaktır. Ama yolculuğun 30.yılında bir şey olur, mühendis Jim Preston'ın podu kendiliğinden açılır, Jim'i 90 yıl erken uyandırıverir.
Diye başlıyor Passengers. Spoiler vermemek adına bu ilk paragrafta daha fazla bir şey söyleyemedim ama film hakkında ne düşündüm, ne hissettim söyleyebilmem için sanırım bundan sonrasında az biraz spoiler dökülecek önünüze. Elimden geldiğince yapmamaya çalışacağım ama bakalım.
Öncelikle ilk uyarı. Bu bir bilim kurgu filmi değil. Yani tam anlamıyla değil. Bir miktar bilimi kurgunun içinde geçirtiyor evet, ki nedir bilim kurgu? Olası teknolojileri, bilimi kullanarak bize yakın, uzak gelecek kurguları sunması. Bu anlamda Passengers bize zaten hayal etmediğimiz, yapılmaya çalışılmayan bir geleceği anlatmıyor değil. Ama odağına aldığı bu koloni kurulması olayı değil, insanlığın oraya ulaşması, yaşaması çabası değil. Aksine bu bilim kurgu olayını fon ediyor kendine. O fonun önünde bize aslında en eski hikayeyi anlatıyor. Bir çeşit Adem ve Havva hikayesi bu aslında. Yani en azından senarist Jon Spaihts'in kendi versiyonu (Kendisi aynı zamanda Prometheus'un ve Doctor Strange'in de senaryo ekibinde görev yapmış). Tanrının ilk insanı dünyaya gönderişi gibi, Passengers da uzak bir gezegene koloni kurmaya gönderiyor insanları. Tıpkı kutsal öykülerde olduğu gibi ilk uyanan bir erkek, sonra onun yanına bir kadın. Uzayın sonsuz boşluğunda, etrafta başka insan yokken, sadece iki insan bir başına kalırsa ne olur, gibi bir soru etrafında şekilleniyor gibi görünse de hikayemiz içine insanlığa, doğamıza, yaradılışımıza dair  sorular yerleştirmiş halde ilerliyor. Etrafta aslında kimse olmasa kendimize dikkat eder miyiz? Bizi "insan" yapan nedir? Aslında amaç en başından beri "yalnız" olmamamız mıydı? Var oluşumuzu anlamı kılan diğerlerinin de var olması mı? 

(İşte bu noktada spoiler gümbür gümbür geliyor çocuklar) Jim'in Aurora'yı uyandırması bir anlamda onun hayatını çalması mı demek oluyor? Ya Aurora da Jim'e aşık olmasaydı sorusu geliyor insanın aklına belki ilk aşamada ama bence böyle bir olasılık yoktu. Yok yani. Öyle bir ortamda, hayatınız, yaşamanız otomatik olarak diğer insana bu şekilde bağlanmışken tabiki de öyle hissedecek hale gelirdi Aurora diyorum ben. Hatta daha da ileriye götürürsem, bence bu aşk değildi zaten. Yani böyle bir ortamda ikisinin de duygularına tam anlamıyla sağlıklı diyemeyiz. Jim uyku podları arasında gördüğünde ilk etapta Aurora'nın görünüşüne çekiliyor. Sonra onunla ilgili araştırma yaptıkça, konuşma kayıtlarını dinledikçe, yazdıklarını okudukça duyguları anlam kazanıyor ama Aurora'nın hemen hemen başka seçeneği yok mesela. Hani bazılarına diyoruz ya tüm dünyada bir sen kalsan yine de seni sevmem diye. Yok öyle bir şey. O en umutsuz durumda insan aklının kendine oynayamayacağı oyun yok. Tabi bu yorum biraz da benim bağlamımdan kaynaklıyor haliyle. Hiç aşık olmadım, dahası sizin de aşık olduğunuzu söylediğiniz insanlara gerçekten aşık olduğunuzu zannetmiyorum. Çünkü elinizde olan seçenekleri değerlendirdiniz sadece gibime geliyor. Yani tüm bir dünya nüfusu içinden kendinize en uygununu seçme şansınız yoktu, ulaşabildiğiniz çember içindeki size en uygun seçeneğe kendinizi inandırdınız. Tabi yineliyorum, bana şimdilik böyle geliyor.

Filmin hikayesinin bir diğer yönü de aslında bu "uyanmaların" hiç de tesadüfi olmadığı. Meteorlardan dolayı arızalanan gemi esasında kendini onarmak için, kendi varlığını devam ettirebilmek için gerekli birini uyandırıyor gibi görünüyor. Ama burada da sorun şu, gidip en yetkili en bilgili, işini hemen şıp diye halledecek olanı uyandırsana be gemi? Çünkü filmin ilerleyen safhalarında Jim Preston seçiminin ne kadar yanlış olabileceğini görüyoruz, gemi de görüyor haliyle ve müdahale ediyor. Tabi bu bağlamda, filmin hikayesinin odağını yansıttığımız o en eski hikayeye dönersek, insanın dünyaya gönderilişinin bir amacı var mı, o amaç ne, bir amaç uğruna mı oldu bu gibi sorular ortaya koyabiliriz.
Son olarak da, filmin sonundan hiiiç bahsetmiyorum bile. Diyecek bir şey bulamıyorum. Kötü desem değil, iyi desem hiç değil. Bir tuhaf. "Ne yani?" diyorsunuz. Yani? Ama izlenir mi gene de derseniz, öyle bir vaktinizde izlersiniz. Chris Pratt iyi, Jennifer Lawrence iyi, geminin tasarımı çok da ilginç değil, teknoloji aşırı şaşırtmıyor ufuk açmıyor, ama Michael Sheen süper. (Bir de yönetmen Morten Tyldum, The Imitation Game'i de yönetmiş bir insan. Gerçi o filmi asıl hikayesi ve Cumberbatch yüzünden sevmiş olabiliriz, yönetmene ne kadarını borçluyuz, siz karar verin.)

27 Nisan 2017 Perşembe

Where does it lead? Don’t ask, walk!

Nietzsche zamanında şöyle satırlar yazmış (nerede okudum ben, Brain Pickings'te), okumakta, düşünmekte fayda var :

Any human being who does not wish to be part of the masses need only stop making things easy for himself. Let him follow his conscience, which calls out to him: “Be yourself! All that you are now doing, thinking, desiring, all that is not you.”
Every young soul hears this call by day and by night and shudders with excitement at the premonition of that degree of happiness which eternities have prepared for those who will give thought to their true liberation. There is no way to help any soul attain this happiness, however, so long as it remains shackled with the chains of opinion and fear. And how hopeless and meaningless life can become without such a liberation! There is no drearier, sorrier creature in nature than the man who has evaded his own genius and who squints now towards the right, now towards the left, now backwards, now in any direction whatever.
(...)
No one can build you the bridge on which you, and only you, must cross the river of life. There may be countless trails and bridges and demigods who would gladly carry you across; but only at the price of pawning and forgoing yourself. There is one path in the world that none can walk but you. Where does it lead? Don’t ask, walk!
(...)
Let the young soul survey its own life with a view of the following question: “What have you truly loved thus far? What has ever uplifted your soul, what has dominated and delighted it at the same time?”

25 Nisan 2017 Salı

ölmeyen kraliçenin başında-->The Crown

Direkt lafa giriyorum çünkü başka nasıl anlatılır bilemedim. Hala hayatta olan, orada, Britanya adasında 1952'den beri tahtta olan, tam 13 başbakan görmüş kraliçe II.Elizabeth'in bu tahta çıktığı tarihten başlayıp, ne oldu ne bittiyse, kimle ne konuştuysa anlatan dizi yapmışlar! 600 yıl önce yaşamış VIII.Henry'nin Anne Boleyn'le - ve daha milyonlarcasıyla - oynaşmasını izlemek başka, bu başka yani. Sonuçta düşünsenize bir akşam Buckingham Sarayı'ndaki odanızda kanepenize uzanıp, televizyonu açıp, kendi hayatınızı izleyebiliyor oluyorsunuz. Ekranda bir bakıyorsunuz kocanızı oynayan oyuncuya bir şeyler fırlatan sizi oynayan oyuncuyu görüyorsunuz. Ya da kız kardeşinizin yüzünüze hönkürdüğü intikam yeminlerini izliyorsunuz. Çocukluğunuzun en kişisel, en özel anlarının canlandırılmasına tanık oluyorsunuz. Ya da bilmiyorum sonuçta 91 yaşında kadın, direkt uyukluyor da olabilir.
Yani neresinden baksanız, insan izlediği şeye şaşıp şaşıp, kalıyor. Tamam olabilir her şeyi parlatmış, cilalamış, asıl ayrıntıları göstermiyor olabilirler, ben bilemem o kadarını ama, gene de biraz fazla ortaya saçma dökme değil de ne bu? Ha benim için hiç sakıncası yok, afiyetle izliyoruz ama bu insanların bu konuda aşırı tutucu falan olması gerekmiyor muydu? İlginç. Gerçi şöyle de bakarsak, 10 bölüm boyunca hayatlarını izlettikleri insanlardan herhalde sadece ikisi hayatta şu an ve o ikisi de 90 yaşının üstünde olduğundan çok sallamıyorlar mı artık, kısmet.

Haa, asıl konu şey işte. Taht, taç. Aman efendim çok ağır bunun yükü, oy aman çok zor, ben istemez miydim sabah 9 akşam 5 mesaisi yapayım, eve geleyim çocuklarıma yemek yapayım, selvi boylu yakışıklı kocam da işinden gelsin, oturalım ona meyve soyayım serzenişleri satır aralarına serpiştirilmiş halde II.Elizabeth'in stresli maceraları. Tüm o zenginlik, gurur, bir eli yağda bir eli balda hayatın içine doğmuş olmaları onların seçimi olmadığı için acımaya çalışıyoruz zavallıcıklara. Çünkü en büyük sorun mesela sarayın şu köşesindeki sandalyeyi bu köşeye koyamamaları. Kraliyete ait yüzlerce muhteşem ev arasından bir tanesinde yaşayacakken tüh bak görüyor musun sarayda yaşamamız gerekiyor olunca çok üzülüyoruz. Sorunumuz bu. Amaaaa...işte bu görsel sanatın da sihri burada. Yazanlar öyle bir yazıyor, oyuncular öyle bir oynuyorlar ki ekrana kilitlenmiş halde izliyorsunuz. Ortada hiçbir şey yok ama gerilim fışkırıyor ekrandan, nasıl bir psikolojik savaş, nasıl bir insan ruhu analizi, apışıp kalıyorsunuz. Ne ellerinde kılıçlar var, oradan oraya savuruyorlar, ne ejderhalar ateş püskürüyor, ne de arabalar uçaktan atlıyor. Ama bir Winston Churchill izliyorsunuz mesela, sanki tam önünüzde, onunla aynı odada, tüm o havayı, düşünceleri, egoyu, çaresizliği, kibri, her şeyi gözlerinizle tecrübe ediyorsunuz. Elizabeth'i oynayan Claire Foy ile kocası Philip'i oynayan Matt Smith bir bakışıyor uzaktan uzağa, iliklerinize kadar donuyorsunuz o evliliğin tam ortasında kalmışçasına. Elizabeth'in annesi olan Elizabeth ile bir yemek masasında siz de çaresiz kalıyorsunuz, hıçkırıklarınız onunkini bastırıyor. Ben uzun zamandır böylesine mükemmel oyunculuklar izlememiştim yeminle. Böylesine temposuz görünüp, bu kadar yavaş ilerleyen, durağan havasında bir hikayede böylesine heyecan, gerilim yaşamamıştım. Tüm o giysiler, saçlar, ellerden düşmeyen sigaralar, Churchill'in purosunun dumanı, saraylar, malikaneler, ahh o eşyalar o dekorlar o arabalar ölürüm o arabalara, Londra'nın taş döşeli sokakları, İskoçya'nın rüzgarlı kıyıları...her bir sahne, her bir kare birer tablo gibi, bakmalara doyamıyor insan. Hele müzikler, müziklerimiz, Hans Zimmer müziklerimiz...



Valla Netflix 4 kasımda 10 bölüm yayınlamış ilk sezon olarak. 1952'nin başından alıyor bizi ilk sezon, VI.George'un ölümüydü Elizabeth'in taç giymesiydi Margaret'tı Churchill'di derken 1955'te bir yerlerde bırakıp, soluklanıyor. Yeni sezon ne zamana bilmiyorum. Ama böyle 10 bölümde ancak 3 sene ilerlemeye devam etmeyecekler diye düşünüyorum, yoksa işimiz var.

tv.com'da The Crown-->http://www.tv.com/shows/the-crown/

genius

22 Nisan 2017 Cumartesi

1998 yapımı Mulan

O kadar özenip bezenip yaptıkları seddi aşıp, imparatorlarına giden yolu yarılayan acımasız Shan-Yu komutasındaki Hunları durdurmak için Çin ordusu toplanmaya başlar. Her köydeki her aileden birer erkek, evlerinin asil bir köşesinde duran zırhını, miğferini kuşanıp, birliklerine ulaşacaktır. Fa ailesinin babası da uymak zorundadır bu çağrıya çünkü annesi, eşi ve tek kızı ile yaşadığı evin tek erkeği odur. Ama baba Fa zaten imparatora daha önceki hizmetlerinde yaralanmış ve aksayan bacağıyla zar zor adım atabilir halde olduğundan kızı Mulan son gece babasının zırhına kuşanır, beline kadar uzanan güzelim saçlarını keser ve atına atlayıp, askeri birliğin yolunu tutar. Onun böyle bir çılgınlık yaptığını gören evin tapınağındaki koruyucu ataları ise peşinden onu koruması için koca ejderhayı yollamak isterler ve bunun içinde ufak - ve çılgın - ejderha Mushu'yu görevlendirirler. Kader karışıktır, babası için kendini feda eden Mulan, yanında Mushu ve şans çekirgesi ile birlikte komutan Shang'in birliğindeki diğer askerlerin arasında buluverir kendini. Erkeklerin dünyası çok farklıdır, askeri eğitim çok daha farklıdır.
Mulan'ın hikayesi aslında Çin'de oldukça bilinen bir efsaneymiş "Ballad of Mulan" olarak adlandırılan bir şiir şeklinde, Disney onu bu kadar şahane bir çizgi film haline getirene kadar. Gerçek bir kişilik kendisi, hakikaten de erkek kılığına girip, uzun süre orduda görev yapmış. Tam tarihine karar veremeseler de Kuzey ve Güney Hanedanları dönemi olan 386-589 yılları arasındaki döneme denk geldiğini söylüyorlar. Gerçekte erkek kardeşi de var ve çok ufak olduğundan, babasının da durumu çizgi filmdeki gibi olduğundan Mulan atlayıp gidiyor orduya. Başarılarından dolayı imparator, çizgi filmde de olduğu gibi, Mulan'a yüksek rütbeli bir danışman görevi vermek istiyor ama Mulan eve dönmesi gerektiğini söylüyor. Çizgi filmin aksine tüm bunlar olurken hiç kimse Mulan'ın kadın olduğunu fark etmiyor. Ancak sonraları, birlikte savaştığı askerler köyüne onu ziyarete gidince anlıyorlar gerçeği. Yalnız var ya tam 12 sene (!!!) savaşta görev alıyor Mulan, acayip başarılı bir general haline geliyor bu seneler içinde. Tam 12 sene erkek olarak herkesi inandırıyor yani. Cidden çok güçlü bir kadınmış demek ki.

Disney'in Mulan portresine gelirsek, bence gayet de başarılı bir iş yapmış görünüyorlar. İlk 3 prensesinden sonra Disney'in girdiği bu "kendini bulmaya çalışan, çevresi tarafından farklı görülen, içindeki kişilik çevresi tarafından kabul görmediği için toplumda bocalayan, arada kalan, olduğu kişiden utanan" prenses imajının çok da güzel bir anlatısı olmuş Mulan. En başta tam olarak nasıl bir insan olduğunu anlıyoruz. Ailesini çok seviyor, onlar da onu. Dönemin kafasıyla da olsa aslında ailesi onun için en iyisini istiyor, iyi bir evlilik yaparak hem toplum içinde güzel bir yeri olsun hem de mutlu olsun istiyorlar. Mulan da ailesini mutlu etmek istiyor, onları utandırmak istemiyor. Evlenmemek de istemiyor, insanlarla iyi geçinmek, mutlu olmak istiyor. Ama işte, Mulan'ın tek suçu, yani aslında insanlar tarafından tuhaf görülmesinin, çok da uyum sağlayamamasının nedeni, biraz sakar, biraz şaşkın, bolca da akıllı olması. Film boyunca hemen hemen her durumdan aklını kullanarak, kendini ve imkanları zorlayarak kurtuluyor Mulan. Ama çoğu zaman iyi niyetle, akıllıca giriştiği işler sarpa sarıyor olduğundan ya da ortalığı her seferinde biraz fazla dağıttığından insanlar onu hiçbir işe yaramaz, onların kıstaslarına göre kadın olmayı bilemeyecek bir tuhaf olarak görüyor.
Disney'in hikayesinde hoşuma giden nokta ise şuydu: Mulan kendini erkek kılığına sokarak, babasının yerine askere gidiyor evet ama hikayenin hiçbir noktasında "erkeksi" bir hali olduğuna dair bir alt metin yok. Yani hikayesinin ana temasını ne bileyim bir Rose of Versailles'teki Oscar karakterinin yaşadığı ikilem oluşturmuyor. Mulan'dan "kadın" olabilmesi beklenirken o da aslında kadın. Sadece onların beklediği davranışlar içinde değil. Yoksa öyle bir "tomboy" değil, kaba değil, hareketlerinde bir cinslik yok. Aksine oldukça zarif mesela ama savaşçı kimliğinde bu zerafetinin aklıyla birleşmesinin ona kuvvet verdiğini görüyoruz. Esas oğlanımız da diğer Disney prenseslerinden bir tık daha farklı tabi. Mulan'ın birliğinin genç komutanı Li Shang, bir yandan ünlü general olan babasını onurlandırmak isterken bir yandan da emrindeki birliğe kendini kanıtlamaya çalışan bir genç. Tumblr'da gördüğüm şu aşağıdaki gif aslında Shang'i ve diğer Disney prensleri çok iyi açıklıyor:
gifler Daily-Disney'den

Diğer karakterlerse bir ayrı güzeldi. Mulan'ın babasında o zarafeti, asaleti ve sevgi dolu kişiliği görebiliyoruz. İmparatorun ekranda belirmesi bile insanın içine huzur dolduruyor mesela. Mulan'ın asker arkadaşları inanılmaz eğlenceli, hele Eddie Murphy'nin sesiyle ortamı ateşe veren Mushu süperdi. Ama asıl, filmin kötüsü, Hun komutanı Shan-Yu herhalde en karizmatik Disney kötüsü olabilir. Miguel Ferrer'in sesi zaten çok delice bir şey, üstüne bir de o çizimi, o gözler, o davranışlar. Ama gene de benim favorim büyükanne. Göründüğü bir iki sahnede bile ortamı ele geçiriveriyor, hem o ilk baştaki çekirge sahnesi hem de sondaki beni de orduya yazdırın temalı bakışı, dünyalara bedel.
Müzikler konusunda ise Disney müzikal olayını hepten ikinci plana atmış gibi duruyorken Mulan'ın öncesinde, burada pek de yerinde müziklere imza atmış durumda. Filmin içindeki şarkılar az ve öz ama mükemmel. Asıl damga vurması beklenen şarkılar bitiş jeneriğine saklanmış.




17 Nisan 2017 Pazartesi

hiiiç kolay değil

John Steinbeck'ten Kaygılarımızın Kışı [The Winter of Our Discontent]

"Now is the winter of our discontent
Made glorious summer by this sun of York;
And all the clouds that lour'd upon our house
In the deep bosom of the ocean buried."
{Şimdi hoşnutsuzluğumuzun kışıdır
Muhteşem yaz bu York güneşi tarafından ortaya çıkarılmıştır;
Evimizin üzerinden geçen bütün bulutlar
Okyanusun derin koynuna gömülmekte.}

der Shakespeare'in III.Richard oyununun başlarında Gloucester Dükü Richard. Güller Savaşı'nda nihayet galibiyet alıp da İngiltere tahtına çıkan abisi IV.Edward'ın kral olmasını - kendince - böyle ifade eder. Hem hırslı hem kötücül olan Richard, abisini kıskanır, abisinin evlendiği Elizabeth'ten ve onun ailesinden nefret eder. Kendisi çirkindir, kamburdur, bir kral olmaya layık değildir ama içindeki hırs onu kral yapar. IV.Edward ölünce birden bire, iki küçük oğlunu kuleye kapattırır ve tahtı ele geçirir. O, artık III.Richard'dır. Ondan nefret eden bir dünyada, mutsuz, hoşnutsuz bir adam olan Richard adım adım iktidarı ele geçirir.
Steinbeck'in Ethan Allen Hawley'si de bir anlamda içindeki Richard'la tanışıyor, yüzleşiyor, mücadele ediyor. Belki daha sade bir dünyada hiç ortaya çıkmayacak canavarını besleyen karısı, kızı, oğlu ve kasabası sayesinde kendiyle, olduğu insanla, olmayı ummadığı ama olmaktan başka çaresi yokmuş gibi görünen insan arasında kıyasıya bir savaşa tutuşuyor. Yaşadığı kasabanın kurucu ailesi olan ve tüm parlak, zengin dönemlerini kaçırmış Hawley ailesinin son halkası Ethan, önce babasının tüm aile servetinin kaybetmesiyle, sonra da kendisinin elinde kalanlarla iflas etmesiyle Marullo isimli bir İtalyan göçmenin bakkalında tezgahtarlık yapıyor hale gelir. Aslında belki kendi haline bırakılsa çok da - bir nebze de olsa - mutlu mesut yaşayıp gidecektir Ethan ama zaten tüm o geçmiş güzel günlerin hayaletleri kafasının içindedir ve ufak bir ittirmeyle son hızla uçurumdan düşmeye hazırdır. Onu ittiren de kasabadakilerin baskıları ile ailesinin hırsları olur. Tamam ailesi belki o kadar da Yaprak Dökümü ailesi çapında değil ama Hawleylerin de kendilerine özgü, zararsız gibi görünen ama içe işleyen bir hırs anlayışları, herkes öyle olduğu için doğru olduğunu düşündükleri bir yoldan çıkmışlıkları var. Ki zaten tüm kasaba halkında da var bu "o kadar uzun zamandır yanlış şeyler yapıyorlar ki artık bunun yanlış olup olmadığını düşünmüyorlar bile," olması gereken bu diye biliyorlar.
Ah be John..
1961'de yayınlanan "The Winter of Our Discontent" yazıldığına göre Steinbeck'in son romanıymış. 1902'de doğu, 68'e kadar yaşadığı hayatında yüzyılın başlarına, iki dünya savaşına, ekonomik buhranın fakirliğine tanık olmuş Steinbeck'in yazdıklarını anlatırken, yazıldıkları bağlamı da düşünmeden geçirtmiyor hiçbir kaynak esasında. Kitaplarındakiler gibi fiziksel güçle çalışılan işlerde de çalışmış, tezgahtarlık da yapmış. Doğru düzgün devam etmediği ve bitirmediği üniversite eğitimi de yazıyor biyografisinde, başarılı olamadığı ve memleketine geri dönmek zorunda kaldığı gazetecilik kariyeri de. Bir anlamda yazdığı karakterleri, hayatları yaşamış, o düşünce bulutlarının içinde dolanmış, o çukurlara düşmüş, o vicdan muhasebelerini, içsel mücadeleleri yaşamış gibi görünüyor. Kim bilir.
İkinci Steinbeck'im bu benim. İnci'den sonra Steinbeck'e de önyargıyla yaklaşıyordum. 11-12 yaşlarında insan eline Kino'nun ve ailesinin böğrünü deşen hikayesini alınca e haliyle bir sarsılıyor. Çok kötü olduğumdan bahsetmiyorum bile, öylesine sarsmıştı ki iliklerime kadar, yok demiştim, bir daha böyle bir şey yapamam kendime, okuyamam. Ama yeniden gözden geçirdiğim One Tree Hill Kitap Listesi projem kapsamında önümde belirince bu Steinbeck, şans vermeye karar verdim. İyi ki de şans vermişim, arkamı dönmemişim, korkuyla kaçmamışım. "The Winter of Our Discontent" bana çok daha farklı bir Steinbeck'i tanıttı. Daha doğrusu çocukluğumun aklıyla adam akıllı anlayamadığım, tanıyamadığım, takdir edemediğim bir Steinbeck'i gösterdi. Satırlarında ne mucizeler gizliymiş halbuki. İnsan ruhunu bu kadar nasıl bilebilir dedim satırlar ilerledikçe. Mesela, "Babamın ölmeden önce söylediği bir şey geldi aklıma. Derdi ki hakaretin zeka ve güvenle ilişkisi vardır. Yani birisine piç dersen bu ancak annesinin kim olduğunu iyice bilemeyen birisi için hakaret sayılır."  dedi. Ya da "Hiç kimse diğer insanlar hakkındaki gerçekleri bilemez. Yapabileceği en iyi şey onların kendisine benzediği sanmaktır.", "Bir şey sadece ona sahip olmak isteyen kadar değerlidir.". Sonra Ethan'ın içinde birlikte savrulduk. Mahalle baskısını, dünyanın işleyişini gösterip durdu, "İş demek para demektir. Para dost değildir. Belki sen ok iyi sevimli birisin küçük. Ama para sevimli değildir. Paranın daha çok paradan başka dostu yoktur." diyen Marullo ile. Hatta "Para sadece ona sahip olduğunuz zaman tenezzül etmeyeceğiniz ahmak bir maddedir."
Hayatlarımız boyunca bakıyor ama kimseyi gerçekten de görmüyor oluşumuzun Ethan'ın suratında ve de bizim ruhumuzda patlayışı,...
"Hala bilemiyordum. Bir insan karşısındakinin hiç değilse dış yüzünü bilebilir mi? Siz nasıl birisiniz? Mary beni duyuyor musun? Sen kimsin? Nasıl birisin?"
"Ömrüm boyunca kaç kişiye bakıp da görmediğimi merak ettim. Bunu düşünmek bile acı veriyor."
Bilmiyorum, belki de tamamen benimle ilgilidir kitabın bu kadar etkileyici oluşu. Çünkü Steinbeck de diyor: "Herkes öyküden dilediğini ya da alabileceğini alır, bu yüzden de okuyanın ölçülerine göre öykü farklılaşır. Kimi insan öykünün bir bölümünü alır, gerisini görmezden gelir; kimisi önyargılarının çarkında öyküleri çarpıtır; kimisi de zevkine göre boyar. Okuyucunun kendini oradaymış gibi duyabilmesi için bir öykü bazı şeylere sahip olmalı. Ancak o zaman okuyucu mucizelere inanabilir."

(Ben kitabı netten uzun didiklemeler sonucunda bulup, indirdiğim rezil bir pdften okudum. Bilgi Yayınevi yazıyor üstünde ama çevirmeni basım yılı falan belli değil. İsmini de Mutsuzluğumuzun Kışı olarak çevirmişler. Bana sorarsanız en uygun çeviri herhalde Hoşnutsuzluğumuzun Kışı olurdu. Discontent kelimesi etimolojik olarak 16.yy.a kadar takip edilebiliyor ve content olmamak gibi düşünülebilir. Eh öyle olunca da durumdan memnun olunmayan durumun kış mevsimi gelmiş, Richard'ın dediği gibi güneşi doğuyor York'un [evladının] ama Richard için bir kış güneşi bu, mutsuz, hoşnutsuz Richard için. Ama gördüğüm kadarıyla Sel Yayıncılık pek şahane bir çeviriyle güzel bir basım yapmış durumda. Piyasada o basımı rahatlıkla bulabilirsiniz. Nette baya indirimli olarak 14 tl'ye bulunabiliyor. Remzi'nin basımı ise tükenmiş görünüyor. İki yayınevi de Kaygılarımızın Kışı olarak çevirmiş ki bence bu da gayet uygun olabilir, içerik açısından. Ne bileyim be çocuklar, sonuçta Shakespeare uzmanı da değilim, hakikaten de belki kaygılarımızın kışıdır söz konusu olan.)

Goodreads'te Kaygılarımızın Kışı-->https://www.goodreads.com/book/show/23264548-kayg-lar-m-z-n-k
Sel Yayıncılık'ın John Steinbeck sayfası-->http://www.selyayincilik.com/yazar/john-steinbeck-373
Steinbeck'in memleketi Salinas kentindeki Steinbeck Merkezi-->http://www.steinbeck.org/ (Mayısta festival bile yapıyorlarmış, vay arkadaş!)
1983'te de bir film uyarlaması varmış-->http://www.imdb.com/title/tt0086592/?ref_=nv_sr_1

16 Nisan 2017 Pazar

Bir muallakta: Assassin's Creed (2016)

Sene 1492. Tapınak Şövalyeleri ile Assassinler (evet suikastçiler olarak çevirebiliriz ama bu kelime ile adlandırmaya devam edeceğim ben) arasında uzun zamandır süregelen mücadele Endülüs topraklarında devam etmektedir. Tapınakçılar, Assassinlerin koruduğu elmayı (ulan ne elmaymış arkadaş, ne mühim meyveymiş! o elma işte, cennetten kovduran elma!) ele geçirebilmek için elmaya sahip olan Sultan XII.Muhammed'in oğlu prens Ahmet'i kaçırır, onu kurtarmaya çalışan assassinleri de kıskıvrak yakalayıp, halka açık yakma töreni gerçekleştirir. Ama iki tanesi, Aguilar ve Maria kaçar ve Sultan elmayı tam tapınakçı üstadı Tomas de Torquemada'ya verirken ortalığı toz duman ederler. Elma yeniden güvendedir, tapınakçılarsa yüzyıllar sürecek arayışlarına devam ederler.

Sene 1986'da Teksas'ın kavruk bir köyünde çatılarda gezen velet Callum Lynch, kapüşonunu kafasına geçirmiş babasının annesini öldürdüğüne tanık olur. Tam bu sırada son model zırhlı arabalarıyla tapınakçıların modern versiyonları eve doluşmaya başlar, babası Cal'e kaç git der. 30 yıl sonra ise çocukluğunda böyle bir travma yaşamış bir insan olarak Cal'in yolu nihayetinde idam sehpasına çıkar. Öldüm sanırken Abstergo Vakfı'nın deney faresi olarak kullanılmak üzere kurtarılır. Tapınakçıların bilim şubesi olan Abstergo'nun başında Alan Rikkin, bilimsel projenin başında da kızı Sofia Rikkin bulunmaktadır. Abstergo'nun geliştirdiği makine, Animus, ona bağlanan deneklerin genetik kodları aracılığıyla önceki atalarının anılarına, yaşamlarına ulaşılmasını sağlamaktadır (keşke bize de gelse, alet şahane). Bahtsız bedevi Cal'in atası ise elmanın en son elinde görüldüğü assassin olan Aguilar'dır.
Baya zamandır böyle uzun uzun "film konusu" yazmamıştım onu fark ettim şu an. Yani uzunluk açısından olmasa da detay açısından abarttım gibi görünebilir ama inanın çok mantıklı bir açıklaması var bunun. Tekrar tekrar kafamda üstünden geçtim filmi izledikten sonra. Anlamaya çalışıyorum nerede sorun, nerede nerede? Yani her şey harika görünürken neden sonunda böyle bir his yaratıyor film?

İlk fragmanlarla birlikte kendimden geçmiştim halbuki. Aylarca bekledim gelmesini, geri geldiğinde izleyemedim hemen ama gayet de heyecanlıydım. İzlemeye başladığımda da süperdi her şey, yerimde zor oturdum, harika gidiyordu, hiç bitmesin istedim. Bakın ciddiyim, film hiç bitmesin istedim. Sanki o "leap of faith"i ben yapıyordum, filmin başında kulenin kenarında dikilip, başlayınca atladım ve film boyunca süzüldüm süzüldüm süzüldüm...Ama sonra film bitti ve aslında hep kulenin dibinde yerde öylece bağdaş kurmuş oturuyor halde olduğumu fark ettim. Atlayış yalandı. Sonunda hiç bir yere düşmüyordum. Film öylece saçma sapan bir halde bitti. Sadece sonunu kastetmiyorum, sonu ayrı bir saçmalık da zaten, filmin tamamının insanı devamlı bir gaza getirme çabası ile birlikte aslında hiçbir duygunun içine bir türlü girememenizi kastediyorum. Ulan halbuki filmin muhteşem olması için her şey var önümde; bilim kurgusu var, geçmişe yolculuk var, 15.yy.İspanya'sına ait harikulade görüntüler var, kovalama sahneleri süper, dövüş sahneleri bale resitali gibi, kostümlere ölmüşüm zaten, tarih var komplo teorileri var, Marion Cotillard var - bakmalara doyulamayacak bir kadın, bir oyuncu, o ne gözler allahım, o gözlerle ne dese yaparım, o ne zariflik, o kıyafetlerin hepsi mi üstünde o kadar güzel durur, Michael Fassbender var - FASSBENDER diyorum!, ölümcül karışım Fassbender var, müzikleri var Jed Kurzel'in ki beğenmemişler ama o Leap of Faith temasıyla Young Cal teması gibi bir şey yok bu dünya üstünde,...Ama işte. Tüm film boyunca heyecanlanıp heyecanlanıp, gaza gelip, ortada kalıyorsunuz. Kimsenin motivasyonuna tav olamıyorsunuz. Elma neden o kadar önemli mesela, akıl alır gibi değil. Ne tapınakçıların amacı belli adamakıllı, ne assassinlerin gücü heybeti nasıl işliyor belli değil. Yani kim besliyor sizi, nereden çıkıyorsunuz, siz hangi tarafsınız aga? Marioncuğumun tüm film boyunca sanki bir buzlu camın ardındaymışçasına rol yapmasına ne demeli hele? Tamam karaktere çizdiği yön öyle, o yüzden bir tutuk falan filan oynamayı seçmiştir ben uzman değilim metot oyunculuğu karaktere girme şu bu nedir bilmem ama, bir tuhaf bir insanın ağzında tuhaf bir tat bırakan bir hali vardı hep. Callum'un kişiliğine dair hiç doğru düzgün bir fikrimiz oluşmuyor mesela sonra. Neden yalnız değilsin cümlesi bu kadar önemli bir motto onun için, anlayamıyoruz. Hareketlerinin arkasındaki motivasyonunun içine bir türlü giremiyoruz. Bu mücadele neden bu kadar ölümcül yaşamsal, bu insanlar, assassinler neden bu kadar kararlı, motive olmuş ya da çok önemliler...bilemiyoruz. Hani süre yetmedi, yetiştiremedik, hızlı hızlı geçmemiz gerekti olayı da değil bu. Bu kadar sürede de pekala anlatılamaz mıydı? "Sinema" sanatının püf noktası bu değil mi?
Halbuki çok mutluydum izlerken be. Müzikle de gaza gelmiş, ulan yüklesem mi oyunu acaba, oynayabilir miyim ki, hobaaa hiç bitmesin hiç bitmesin diye çıldırıp duruyordum. Anlamadım ki ben niye böyle oldu?

(Bir de oyunu hiç oynamadım, bilgisayarda oyun beceremiyorum, dikkatim sıfır ve algım da çok yavaş olduğundan ancak mal mal bakıyorum ben oyunlara ama yıllardır fragmanlarını, tanıtımlarını falan takip ediyorum. Bir onu yapabiliyorum yani. Demem o ki film için oyunun evreni içinde yeni baştan bir hikaye yazılmış durumda. Oyunun şimdiye kadarki versiyonları Haçlı Seferleri, Rönesans, Koloni Dönemi, Fransız İhtilali, Çin İmparatorluğu, Victoria Dönemi, Sikh İmparatorluğu ve Ekim Devrimi[Bolşevik] dönemlerinde geçiyor. Filmin Animus'taki dönemi ise İspanyol Engizisyonu dönemi, Granada savaşları adı verilen  dönemde İspanya'daki İslam yönetimine son verilmesi zamanına denk geliyor. - Aman yarabbi tarihe bayılıyorum resmen, hep okusam, durmadan onu bunu araştırsam tarihin sayfaları arasında kaybolsam, ahh kader ahh kadeeerr)


15 Nisan 2017 Cumartesi

1995 yapımı Pocahontas

Şef Powhatan'ın özgür ruhlu kızı Pocahontas, rüzgarın sesi kulaklarında, ırmaklar boyunca dolaşıp, çavlanlardan atlar, bir yandan da gideceği yolun hangisi olacağına karar vermeye çalışır. Babasının önüne serdiği kolay yol olan, kabilenin güçlü savaşçısı Kocoum ile evlenip, kabilesine ve geleneklerine sahip çıkmasıdır. Diğer yol ise rüyalarında devamlı gördüğü, dönüp duran okun simgelediği, nereye gittiği, ne olduğu belli olmayan zor yoldur. Su gibi ol der Şef Powhatan, su gibi ırmak gibi sakin ol, yerleşik ol. Ama suya baktığında gördüğü Pocahontas'ın aynı ırmakta iki defa yıkanılamadığıdır. Her şey değişir, her şey yer değiştirir yolunu bulur ve su akar. Tıpkı Pocahontas'ın kendi yolunu kendisinin seçecek olması gibi.
Tam bu sırada yaşlı kıta avrupanın gözü aç ve kibirli insanları doluştukları gemileri ve altın hırslarıyla, Powhatan kabilesinin topraklarının kıyısına adım atar ve ağaçları keser, toprağı delik deşik etmeye başlar. İçlerinden bir tanesi, gözüpek kaptan John Smith, Pocahontas ile ormanda karşı karşıya gelince bu savaşmaya dünden razı iki tarafın kaderi de değişmeye başlamış olur.
Disney bu sefer de - nispeten - yakın zamandan sayılabilecek bir olayı, tarih kayıtlarına hakikaten de düşmüş bir olayı işte böyle romantize ediyor. Tarihler  1607'nin mayısını gösterirken İngiliz kolonistler bugünkü Virginia olacak olan topraklardaki Jamestown yerleşimini kurmak üzere yeni dünyaya ayak bastıklarında cidden de 27 yaşındaki kaptan John Smith yanındaki iki adamla birlikte gezinirken Powhatan kabilesi tarafından yakalanıp esir edilmiş. Diğer iki adamı öldürdükten sonra sıra kaptana geldiğinde şefin ufak kızı atılarak kafasını onun kafasının üstüne koyup, öldürülmesine engel olmuş. Sonra da kaptan ve Pocahontas sayesinde yerleşimci İngilizler ile kabile arasında ilişkiler gelişmiş bir süre. Kabile bu aç bilaç kolonicilere yardım falan etmiş. Tabi bunları çok sonradan John Smith anlatmış, yazmış. Yani ondan başka kaynak olmadığı için dediklerini doğrulayamıyorlar. Ama Pocahontas'ın John Smith'ten sonraki hikayesini tam olarak biliyoruz, çünkü resmen spot ışıkları altında yaşamış bundan sonrasını.
Kaşif kaptanımız John Smith
Kaptan ile tanıştığında 10-13 yaşları arasında olduğu yazılıyor hep, birisi de çıkıp hah tamam tam şu yaştaymış dememiş. Tahminleri bu yönde. 1609'da John Smith hastalanıp, İngiltere'ye geri dönmek zorunda kalmış. Ama asıl hikaye buradan sonra başlıyor. Bu arada iyice rezil hale gelen yerleşime yeni erzakla hızır gibi yetişip, her şeyi yeni baştan kurmaya geliyor bir vali işte adı lazım değil. 1610'da gelen yeni kanla canla birlikte John Rolfe de ayak basıyor kabilemizin kıyısına. Smith gitti Rolfe geldi bir bakıma. Neyse, sene 1613 olunca işler iyice arap saçına dönmüş. İngilizler Pocahontas'ı kaçırıp, kabilesiyle pazarlığa girişmiş. Kaçırıldığı ve tutulduğu süre içerisinde Pocahontas iyice asimile edilmiş, bir de üstüne - diyenlerin yalancısıyım - Rolfe'a aşık olmuş. 1614'te evlenmişler, bir sene sonra oğulları doğmuş, sonraki sene de ver elini İngiltere'ye gidelim demişler. İngiltere'de pek ünlü olmuş tabi Pocahontas, egzotik bir şey sonuçta. Davetler saraylar krallar...Ama çok keyfini sürememiş, 1617'de topraklarına geri dönecekken ölüvermiş.
İşte böyle, esasında Rolfe ile evlenip çocuk yapan Pocahontas artık Smith'in yazdıklarından mı bilinmez daha çok John Smith ile romanslara konu oluyor hale gelmiş. Disney'nin versiyonu da bunu pek sevimli bir hale sokuyor. Görüntü açısından bana ilk başta biraz Sleeping Beauty'yi anımsattı, sanırım tekniğinden. Ama bunun dışında hem hikayesi hem de görüntüleri açısından inanılmaz şahanelikte bir şey duruyor karşımızda. Karakterlerin hareketlerindeki o akıcılık, o ormanın, ağaçların, toprakların, suların, yaprakların büyüsü, o müzik,.. içinizde duyuyorsunuz. Hiçbir zaman çok büyük bir kızılderili kültürü hayranı ya da doğa aşığı, aman toprakla bütünleşelim, doğal yaşayalım, rüzgarı dinleyelim insanı olmadım, hatta hemen hemen hiç olmadım ama bana bile o kadar büyüleyici, içe dokunur geldi ki.
John Rolfe ile çocuk yaşta gelin olan Pocahontas
Ha ama bu görüntü ve hikayenin yanında Disney'in bir şeyden ödün vermeye başladığını, çok sonraları bir nebze olsun toparlayacağı bir şeyi boş verdiğini görüyoruz. Müzikal açıdan çok boşlanmış geliyor animasyon. Ses verenler içinde bir Snow White sesi yok mesela, öyle kaymak gibi seyirciyi yakalayıveren lezzette şeyler yok. Akılda kalıcı bir şarkı yok, filme damga vuran bir tema yok.
Yine de Pocahontas, Disney prenses çizgi filmleri içinde güzel bir yere konuyor tabi. (Bu arada Disney prenses çizgi filmleri diye adlandırıp duruyorum bu izlediklerimi ama bunun sadece bir kategorileştirme olduğunu anlamışsınızdır sanıyorum. Yoksa hepsi illa ki bir şekilde "prenses" ünvanı taşıyan karakterler ya da yalnızca onlar üzerine yapılmış çizgi filmler değil bunlar. Bu mecazi kategoriye dahil olanlar yalnızca.).
Ha bir de neden onca sene testlerde hep Pocahontas çıktığımı da anlamama az buçuk yardımı olmadı değil. Belli ki eski ben, hiçbir yere çıkmayan dolambaçlı yolları seçmekte kararlı, aklı yağmurlarda rüzgarlarda bir Pocahontas'mış. Hiçbir türlü mutlu sona ulaşamamam bundan herhalde.
tüm film boyunca ayrı bir oscarı hak eden saçları ve Pocahontas


13 Nisan 2017 Perşembe

13 nisan - Baharın İlk Sabahları

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar;
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimdeki kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: "Sıkıntılar duradursun!"
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.


Yine mi gelmiş bir 13 nisan..

12 Nisan 2017 Çarşamba

guardians of the whills suite



Yeni izleme fırsatı bulabildim. Ve çok kötüyüm şu an. İçime çöreklendi bir hüzün. Halbuki "We have hope. Rebellions are built on hope!". Ama işte..
Şarkı şahane, sadece o kadarını söyleyeyim.

9 Nisan 2017 Pazar

1992 yapımı Aladdin

Altın gibi bir kalbi olsa da beş parasız gezinen hırsız Aladdin ve minik maymun dostu Abu, bir gün pazar yerinde çok güzel bir genç kızı hırsızlık suçlamasından kurtarır. Ama güzel kız Agrabah'ın sultanının kızı, prenses Jasmine'dir ve vezi Cafer, Aladdin'i yakalayıp, kendi şeytani planı için kullanmak üzere mucizeler mağarasına gönderir. Cafer'in amacı mağaradaki sihirli lambayı ele geçirip, içindeki cin sayesinde kendini sultan yapmaktır. Ama lambayı ilk alan Aladdin, cinin de yardımıyla zengin bir prens kılığına girip, Jasmine ile evlenmek üzere sultanın sarayına gelir ve prensesi kendine aşık etmeye çalışır. Tabi bu sırada kötü vezir Cafer de boş durmaz, tüm planları alt üst edip gücü ele geçirmeye başlar.
Disney'in evirip çevirdiği, ekleyip çıkardığı masaldan önümüze koyduğu hikaye hemen hemen böyle. Cinderella'da tek cümlelik de olsa bir karakter verilmeye çalışılan, Sleeping Beauty'de nihayet kendi hikaye çizgisine kavuşan, The Little Mermaid'de artık karakteri de hikayesi de ortada olan prens figürlerimize en büyük değişikliği Beauty and The Beast'te izlemiştik. Beauty and The Beast ile Disney prenses filmlerinin yönünün artık birlikte gelişip, hikayeyi oluşturan prens ve prenses karakterlerine evrildiğini gördüğümüzden sonra Aladdin ile yine aynı şeyin devam edişi karşımıza geliyor. Hem de bu sefer filmin ismini birlikte oluşturmayı geçiyor, sadece prensimize verildiğini görüyoruz: Aladdin. Her defasında doğma büyüme asil bir aileden gelip, zengin ve yakışıklı, beyaz olmasa da atlı olan prense karakterimizin kalıbı yıkılıyor ve insanın içine işleyen sıcaklıkta bir Aladdin ile tanışıyoruz. Aladdin sokaklarda büyümüş, karnını doyurabilmek için her an çabalamak zorunda. Agrabah kentinin her bir karesinde atlıyor, zıplıyor, hırsızlık yapıyor elbet ama kötülükle uzaktan yakından alakası yok. Sadece kendinin ve maymun arkadaşı Abu'nun karnını doyurabilmek için. Haksızlığa da karşı, hayalleri de var. O da bir gün bu baldırı çıplak halinden kurtulup, her gece uyurken manzarasına karşı iç geçirdiği sarayda yaşamayı, zengin ve saygıdeğer bir prens olmayı düşlüyor.
Disney prenses sıralamamızın bu seferki karakteri olan Jasmine ise yine önceki prenseslerden aldığı özelliklerine yenilerini eklemiş bir karakter sunuyor. Jasmine yasalara göre evlenmek zorunda ve tonton sultan babası ona her gün yeni bir prensi talip olarak sunuyor. Ama Jasmine de her hikaye kahramanı gibi, aşk için evlenmek istiyor. Ha bir de haklı, çünkü gelen taliplerin hepsi ukala, salak ya da kalbi kötü olunca prensesimiz ne yapsın? Jasmine aynı zamanda zeki, önceki prenseslerimizdekinden - hatta Belle'dekinden de - daha farklı bir aklı var. Dişiliğinin farkında, onu kullanabiliyor, zekasıyla oyunlar oynayabiliyor ve hiç de öyle kenara çekilip, kararlar alınmasına müsaade eden bir yaradılışta değil. Onun da hayali, dışarı çıkılmasına izin verilmeyen o koskoca saraydan, her gün ne yapması ne yemesi ne giymesi gerektiğini söyleyenlerden uzakta özgür olduğu bir hayata kavuşmak.
Aladdin ve sihirli lambadaki cinin hikayesi, yazdığına göre 1001 Gece Masalları'nda Şehrazat'ın anlattığı masallardan bir tanesiymiş (yazanların yalancısıyım çünkü 1001 Gece Masalları'nı okumadım). Ama normalde İslamiyet'in Altın Çağı olarak adlandırılan döneme (ki kabaca Abbasiler dönemi diyebiliriz, Abbasi hükümdarı Harun Reşid ile başlayıp, pek sevimli Moğolların dünyanın içine etmek üzere yola çıkışlarına kadarki bir zaman dilimi) ait olan masalların içinde yer almadığını, Antoine Galland isimli bir abinin 1700lerde derlemeyi yazarken kendi eklediği bir masal olduğunu söylüyorlar. Valla demiş ki Galland, ben bunu Halep'de birinden dinledim gezerken. Tabi Galland'ın aktardığı hali Disney'in sunduğu halinden dünyalar kadar farklı ama eh artık bu zaten bizim için olağan. Arapça kaynaklarda bu masalın izini süremiyormuş araştırmacılar, bu yüzden Galland uydurdu diyorlar. Bir de şöyle bir ilginçliği var ki en eski metninde Aladdin ve sihirli lambasının hikayesinin, Aladdin Çinli bir genç adam. Mekan da Çin gibi bir yerler gibi sanki ama o konuda herkesin kafası karışmış durumda.
Masalı bir kenara bırakırsak çizgi filmde artık her şey bizim bildiğimiz seviyeye ulaşmış durumda. Yani çoğumuzun 90ların çizgi filmlerine aşina olduğunu düşündüğümden diyorum bunu, bol renkler bol hareket, aksiyon macera romantizm. Ama tabi bu çizgi filmin bir iç burkan özelliği de var, Robin Williams'ın sesiyle alıp sizi çok uzak bir yerlere götürüyor her dakikasında (Lamba cinini seslendiriyor). Yeniden çocuk oluveriyorsunuz, sırtınızda külçe gibi ağır çantayla buz gibi bir sabahta en iyi arkadaşınız kapıda sizi bekliyor okula gitmek üzere. Uykulu uykulu Peter Pan düşleri kuruyorsunuz, Jack olup o ağaç eve sığışmaya çalışıyorsunuz ve kulaklarınızda bir goood moooorniiiiing vietnaaaaam sesi çınlıyor. İnsanın hiç tanışmadığı, konuşmadığı, gülüşmediği bir insanın, insanların bu dünyadan göçüp gitmesine üzülmesi böyle mümkün oluyor demek ki. Gidenlere üzülmüyorsunuz aslında, hayatınızda bir şeylerin bittiğine, size ait bir şeylerin kaybolduğuna, bir parçanızın artık geri gelmeyecek oluşuna üzülüyorsunuz. Kendinize ağlıyorsunuz bir anlamda, kendinize, eski size veda ediyorsunuz. Bir anda etmek zorunda kalıyor oluşunuza ağlıyorsunuz.
(Kendimi de, yazıyı da) Toparlamam gerekirse, Aladdin artık - bizim bildiğimiz anlamda - klasik Disney çizgi filmi. Bekleyebileceğimiz ve alabileceğimiz her şeyi var. Bir sonraki - dijital - çağına kadar Disney'in en güzellerinden ve en kazandıranlarından biri. Ama nedense kendinden öncekiler gibi tam olarak yakalayıcı, akıldan vurucu bir şarkısı yok. Genel olarak bütününü keyifle izliyoruz ama hah işte şurası şurası diyebileceğimiz bir sekansı bulamıyoruz.


Project Gutenberg'de Arabian Nights (yani işte 1001 Gece Masalları) metni-->http://www.gutenberg.org/ebooks/128
Arabian Nights'ın değişik düzenlemeleri-->http://www.wollamshram.ca/1001/index.htm

6 Nisan 2017 Perşembe

neden

3 gün içindeki ikinci iş görüşmem geldim bir saat önce. Moralim sıfır. Ama aklınıza gelen nedenden ötürü değil. Neyim var benim ya, niye böyleyim, neden neden...diye kendi kendimi yediğimden. Tüm aile, arkadaşlarım seferber oldu bana iş arıyorlar demiştim ya, herkes her gün bir yeri haber vermeye başladı, ben de iki tanesine gittim işte geçtiğimiz günlerde. Ama bildiğim, duyduğum, insanlardan dinlediğim iş görüşmelerinden çok farklı geçiyor benimkiler. Bir kere 30 yaşında bir mühendis bekleyen karşımdakiler, beni görünce bir şoka giriyorlar. Sonra iki saniye içinde dönüşümü görebiliyorum, bir tür abla-kardeş, dayı-yeğen samimiyetine dönüveriyorlar. Bir bakıyorum hep konuşma benim hayatımda neler yapabileceğime, kendime güvenmem gerektiğine, evlenmeme, hayatımı kurmama falan gelmiş. Yarım saat karşımdakinin hakkımdaki güzel düşüncelerini dinliyorum. Ama kafamın karışıklığının aynen yansımasını da okuyabiliyorum yüzlerinde. Neden böyle acaba diye bir kafaları karışıyor onların da. Ama hiçbir türlü benimkisinin karışıklığı kadar olmuyor tabi onlarınki.
Evet iş istiyorum. Yani çalışmam gerektiğini düşünüyorum çünkü hayatta kalabilmemizin yolu para kazanmaktan geçiyor. Para kazanmak istiyorum yani, daha doğrusu param olsun istiyorum. Ama görüşmelere gittiğimde kendimi o kadar kötü hissediyorum ki..Tarif edemiyorum. O kadar saçma, o kadar tuhaf bir his ki. İlk defa iş aramak zorunda olduğum ve bulduğum zamanki gibi değil. O zamanki de çok kötü bir duyguydu ama çıkış noktası belliydi. Başka bir şey yapmalıydım, bir hayalim vardı ve onun peşinden gitmeliydim. Bu işler hep önüme engeldi, yanlıştı yollar, sapıyordum. Bir kavşakta gitmek istediğim yöne koşmaya çalışırken kolumdan tutup öbür tarafa sürüklüyorlardı. O zamanki öyle bir histi.
Ama şimdiki..öyle de değil. Hayalim yok artık, puf oldu o hayal. Hayatımın hiçbir döneminde böyle olmamıştım. Hiç hayalsiz kalmamıştım. Hikaye bile yazamıyorum. Kendimi tamamen yıkılmış gibi hissediyorum. Saçma sapan, eğri büğrü bir bina dikmiştim yıllar boyunca ama geçtiğimiz birkaç yılda o binanın hayalet temeller üzerine yığıntı şeklinde dikildiğini fark etmemle birlikte o yılların birikimi yıkıldı. Bina çöktü, yerle bir oldu. Yeni baştan başka bir bina dikmem gerekiyor ama nasıl yapacağımı bilmiyorum çünkü bildiğim tek yöntemle diktiğim bina yıkıldı. Kendimi yıktım, kendimi yerle bir ettim. Yeniden oluşturmam gerekiyor. Ama bilmiyorum. Nereye yönelsem eğreti duruyor, midem kabul etmiyor. Nereye gitsem ne yapıyorum ben burada diyorum. Burada olmamam gerekiyor, öyle hissediyorum ama oradan fırlayıp çıktığımda nereye gitmem gerektiğini, nereye gideceğimi de bilmiyorum. Ve insanlar görüyor bunu. Fark ediyorlar içimdeki çatışmayı. Birilerine, birşeylere hayır demek istiyorum, çünkü istemiyorum ama neden hayır dediğime, demek istediğime bir sebep bulamıyorum. Sadece istemiyorum diyorum kendi kendime ama kendim de soruyor kendime "neden?". Kendime de bir cevap veremiyorum.
30 yaşında huzur evine kabul ediyorlar mıdır? Abimler öder belki parasını.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...