Uzak bir gezegene koloni kurmaya, yaşamaya giden yaklaşık 5000 insanın olduğu Avalon yıldızgemisinin 120 yıllık yolculuğu süresince yolcuları mutlu mesut, uyku "pod"larında mışıl mışıl uyuyacaktır. Ama yolculuğun 30.yılında bir şey olur, mühendis Jim Preston'ın podu kendiliğinden açılır, Jim'i 90 yıl erken uyandırıverir.
Diye başlıyor Passengers. Spoiler vermemek adına bu ilk paragrafta daha fazla bir şey söyleyemedim ama film hakkında ne düşündüm, ne hissettim söyleyebilmem için sanırım bundan sonrasında az biraz spoiler dökülecek önünüze. Elimden geldiğince yapmamaya çalışacağım ama bakalım.
Öncelikle ilk uyarı. Bu bir bilim kurgu filmi değil. Yani tam anlamıyla değil. Bir miktar bilimi kurgunun içinde geçirtiyor evet, ki nedir bilim kurgu? Olası teknolojileri, bilimi kullanarak bize yakın, uzak gelecek kurguları sunması. Bu anlamda Passengers bize zaten hayal etmediğimiz, yapılmaya çalışılmayan bir geleceği anlatmıyor değil. Ama odağına aldığı bu koloni kurulması olayı değil, insanlığın oraya ulaşması, yaşaması çabası değil. Aksine bu bilim kurgu olayını fon ediyor kendine. O fonun önünde bize aslında en eski hikayeyi anlatıyor. Bir çeşit Adem ve Havva hikayesi bu aslında. Yani en azından senarist Jon Spaihts'in kendi versiyonu (Kendisi aynı zamanda Prometheus'un ve Doctor Strange'in de senaryo ekibinde görev yapmış). Tanrının ilk insanı dünyaya gönderişi gibi, Passengers da uzak bir gezegene koloni kurmaya gönderiyor insanları. Tıpkı kutsal öykülerde olduğu gibi ilk uyanan bir erkek, sonra onun yanına bir kadın. Uzayın sonsuz boşluğunda, etrafta başka insan yokken, sadece iki insan bir başına kalırsa ne olur, gibi bir soru etrafında şekilleniyor gibi görünse de hikayemiz içine insanlığa, doğamıza, yaradılışımıza dair sorular yerleştirmiş halde ilerliyor. Etrafta aslında kimse olmasa kendimize dikkat eder miyiz? Bizi "insan" yapan nedir? Aslında amaç en başından beri "yalnız" olmamamız mıydı? Var oluşumuzu anlamı kılan diğerlerinin de var olması mı?
(İşte bu noktada spoiler gümbür gümbür geliyor çocuklar) Jim'in Aurora'yı uyandırması bir anlamda onun hayatını çalması mı demek oluyor? Ya Aurora da Jim'e aşık olmasaydı sorusu geliyor insanın aklına belki ilk aşamada ama bence böyle bir olasılık yoktu. Yok yani. Öyle bir ortamda, hayatınız, yaşamanız otomatik olarak diğer insana bu şekilde bağlanmışken tabiki de öyle hissedecek hale gelirdi Aurora diyorum ben. Hatta daha da ileriye götürürsem, bence bu aşk değildi zaten. Yani böyle bir ortamda ikisinin de duygularına tam anlamıyla sağlıklı diyemeyiz. Jim uyku podları arasında gördüğünde ilk etapta Aurora'nın görünüşüne çekiliyor. Sonra onunla ilgili araştırma yaptıkça, konuşma kayıtlarını dinledikçe, yazdıklarını okudukça duyguları anlam kazanıyor ama Aurora'nın hemen hemen başka seçeneği yok mesela. Hani bazılarına diyoruz ya tüm dünyada bir sen kalsan yine de seni sevmem diye. Yok öyle bir şey. O en umutsuz durumda insan aklının kendine oynayamayacağı oyun yok. Tabi bu yorum biraz da benim bağlamımdan kaynaklıyor haliyle. Hiç aşık olmadım, dahası sizin de aşık olduğunuzu söylediğiniz insanlara gerçekten aşık olduğunuzu zannetmiyorum. Çünkü elinizde olan seçenekleri değerlendirdiniz sadece gibime geliyor. Yani tüm bir dünya nüfusu içinden kendinize en uygununu seçme şansınız yoktu, ulaşabildiğiniz çember içindeki size en uygun seçeneğe kendinizi inandırdınız. Tabi yineliyorum, bana şimdilik böyle geliyor.
Filmin hikayesinin bir diğer yönü de aslında bu "uyanmaların" hiç de tesadüfi olmadığı. Meteorlardan dolayı arızalanan gemi esasında kendini onarmak için, kendi varlığını devam ettirebilmek için gerekli birini uyandırıyor gibi görünüyor. Ama burada da sorun şu, gidip en yetkili en bilgili, işini hemen şıp diye halledecek olanı uyandırsana be gemi? Çünkü filmin ilerleyen safhalarında Jim Preston seçiminin ne kadar yanlış olabileceğini görüyoruz, gemi de görüyor haliyle ve müdahale ediyor. Tabi bu bağlamda, filmin hikayesinin odağını yansıttığımız o en eski hikayeye dönersek, insanın dünyaya gönderilişinin bir amacı var mı, o amaç ne, bir amaç uğruna mı oldu bu gibi sorular ortaya koyabiliriz.
Son olarak da, filmin sonundan hiiiç bahsetmiyorum bile. Diyecek bir şey bulamıyorum. Kötü desem değil, iyi desem hiç değil. Bir tuhaf. "Ne yani?" diyorsunuz. Yani? Ama izlenir mi gene de derseniz, öyle bir vaktinizde izlersiniz. Chris Pratt iyi, Jennifer Lawrence iyi, geminin tasarımı çok da ilginç değil, teknoloji aşırı şaşırtmıyor ufuk açmıyor, ama Michael Sheen süper. (Bir de yönetmen Morten Tyldum, The Imitation Game'i de yönetmiş bir insan. Gerçi o filmi asıl hikayesi ve Cumberbatch yüzünden sevmiş olabiliriz, yönetmene ne kadarını borçluyuz, siz karar verin.)