Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Ama hepsi de öylesine düzensiz, sırasız, alakasız biçimde dolanıyor ki aklımda, klavyenin üstündeki parmaklarımın tüm bu düşünceler bütününden şöyle eni konu okunabilecek, bir şeyler ifade edebilecek biçime getirebilmesi mümkün değilmiş gibi geliyor. Harper Lee'nin yazdığı - her iki - kitapla da bana neler yaptığını anlatabilmemin bir yolu yok belki de.
4 yıl önce okumuşum "Bülbülü Öldürmek"i, şimdi Neverland'e baktığımda gördüm. Cey'in doğumgünü hediyesi olan kitabı raftan alıp baktığımda o yazısı karşılıyor beni ilk sayfada. "25 oldun ama ne mutlu ki hayalgücünü kaybetmedin sen." diye okuduğumda içime oturuyor yine, tıpkı Harper Lee'nin yazdıkları gibi ilerleyen sayfalarda. Ülke çamurlu bir yokuştan aşağı son sürat yuvarlanıyorken, ben o hayalgücümün 29 yaşımda hala peşimi bırakmayan o hayalgücümün, kafamdaki şeytanların beni sürüklediği yerdeyim, sürükleniyorum. "Bülbülü Öldürmek"te beni Scout'la birlikte ağaçların tepesinde fındık kavsuklarının üzerindeki yazlara götüren Lee, bu kez de ben 29'uma gelmişken Scout'u 26 yaşında bir Jean Louise olarak önüme getiriyor. Ben artık beni sarıp sarmalayan o kabuğu yırtıp, parçalayıp, "ev" kozasından çıkmaya, kendimi büyütmeye çabalarken Jean Louise, tüm o "ev" kavramından bağımsızlaşmış olduğunu düşünen Jean Louise ise eve dönüyor ve aslında hiç de büyümediğini, o kozayı hiç delmediğini fark ediyor. Çünkü,
"...şimdi sen, bir vicdanla doğmuş genç bayan, yaşamının bir yerlerinde onu bir deniz kabuğu gibi babanın vicdanına yapıştırmışsın. Büyürken, büyüdüğünde, yaptığın şeyden tamamen habersiz bir şekilde, babanı Tanrı ile karıştırmışsın. Onu hiçbir zaman bir erkeğin yüreğini ve bir erkeğin kusurlarını, zaaflarını taşıyan bir erkek olarak görmedin - kabul ediyorum, görmen gerçekten zor olurdu, çünkü çok az hata yapıyor, ama o da hepimiz gibi hata yapıyor. Sen duygusal anlamda sakattın, ona dayanıyor, aradığın yanıtları ondan alıyor ve kendi yanıtlarının mutlaka onun yanıtlarıyla örtüşeceğini varsayıyordun.Sonra bir gün, tesadüfen onu vicdanının - tabii senin de vicdanının - tam da antitezi olan birşeyi yaparken gördüğünde, bunu sözcüğün gerçek anlamıyla kaldıramadın. Bu seni bedenen hasta etti. Hayat senin için yeryüzündeki cehenneme döndü. Kendini öldürmek zorundaydın ya da ayrı, bağımsız bir varoluş sürdürebilmen için o seni öldürmek zorundaydı."
Jean Louise gibi ben de adeta bir tanrı gibi baktığım Atticus'u öldürmek zorunda kaldım. "Atticus'la çoğu yerde aynı düşündüğümü, aynı tepkileri verdiğimi gördüm. İçimdeki Atticus'la tanıştım. Eğer olsaydı öyle bir ihtimal, günün birinde aynen onun gibi bir ebeveyn olmak istedim." diye yazmışım 4 yıl önce. Meğerse ben de tıpkı o 6 yaşındaki Scout gibi vicdanımı, yargılarımı Atticus'a yapıştırmışım. "Tespih Ağacının Gölgesinde"yi okurken de o sonsuz güvenimin çıktığı o gökdelenin çatısından pat diye düşüp milyonlarca parçaya ayrılmasını izledim. Bu yüzden nefret ettim zaten kitaptan, Harper Lee'den, Atticus'tan. O kozayı parçalamak içerden bakınca tek bir darbeye bakıyor gibi geliyorken, o kozanın kendim olduğunu anladım. Delip geçmek için, parçalamak atmak için kendimi önce parçalamam, öldürmem gerekiyormuş. Günün birinde olur da bir çocuk yetiştirmem gerekirse aynen Atticus'un Scout ve Jem'i yetiştirdiği gibi, onun davrandığı, konuştuğu gibi bir ebeveyn olmak istemiştim o zaman onunla tanıştığımda. Hatta o güne kadar aklımda olan düşünceye uyuyor, bunu destekliyordu. İnsanlar belli bir seviyeye, akıl mantık gücüne, yetkinliğine, anlayışına sahip olana kadar, olmadıkça çocuk da yapmamalı diyordum. Sonra ortada böyle bizler gibi bir sürü ne yaptığını, ne olduğunu bilmeyen, zarar ziyan insanlar çıkıyor diyordum. Bunu da yerle bir etti "Tespih Ağacının Gölgesinde". Şimdi her şeyin ne kadar da gri olduğunu görebiliyorum. Öylesine mükemmel olup, o mükemmeliyetimin sarsılmaz küresinde bir çocuk yetiştirmenin yanlışlığını görebiliyorum. Çocuklarımızın da bizim de ayrı ayrı hatalarımız, doğrularımız, gelgitlerimiz olmalı ve onları bırakmalıyız ki o bağlayıcı vicdanımızdan, bilincimizden kendilerini büyütebilsinler, kendi kendilerine birer insan olabilsinler.
Şimdi ben de kendimi ve tanrılarımı öldürerek, zor olan yoldan, Jean Louise gibi gitmeye çabalıyorum:
Hemen hemen aşıktı Hank'e. Yo, olanaksız bu, diye düşündü: ya aşıksındır ya değilsindir. Aşk bu dünyada sarih olan, su götürmeyen tek şey. Sevginin pek çok çeşidi var, tamam, ama hepsinde de "ya seviyorsun ya da sevmiyorsun" önermesi geçerli.Jean Louise kolay bir çıkış yoluyla karşılaştığında, mutlaka zor yolu seçen biriydi. Şu anki kolay yol, Hank'le evlenmek ve kendine baktırmaktı. Birkaç yıl sonra, çocuklar beline geldiğinde, asıl evlenmesi gereken adam ortaya çıkacaktı. Kalp yoklamaları, telaşlar, alevlenmeler ve kızgınlıklar, postanenin basamaklarında uzun bakışmalar; kısacası herkesin payına bolca düşecek bir bedbahtlık. Bütün o harala gürele ve alicenaplık bitince, geriye kalan tek şey, Birmingham taşra kulübü tarzı bir başka küçük, pespaye gönül macerası olacaktı, bir de Westinghouse marka son model mutfak aletleriyle dolu, kendi elinle inşa ettiğin, sana özel bir cehennem. Hank bunu hak etmiyordu.Hayır. Jean Louise şimdilik evde kalmışlığın taşlı patikasında ilerlemeyi seçecekti.