1 Temmuz 2016 Cuma

Harper Lee'den giderayak "Tespih Ağacının Gölgesinde"

Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Ama hepsi de öylesine düzensiz, sırasız, alakasız biçimde dolanıyor ki aklımda, klavyenin üstündeki parmaklarımın tüm bu düşünceler bütününden şöyle eni konu okunabilecek, bir şeyler ifade edebilecek biçime getirebilmesi mümkün değilmiş gibi geliyor. Harper Lee'nin yazdığı - her iki - kitapla da bana neler yaptığını anlatabilmemin bir yolu yok belki de.
4 yıl önce okumuşum "Bülbülü Öldürmek"i, şimdi Neverland'e baktığımda gördüm. Cey'in doğumgünü hediyesi olan kitabı raftan alıp baktığımda o yazısı karşılıyor beni ilk sayfada. "25 oldun ama ne mutlu ki hayalgücünü kaybetmedin sen." diye okuduğumda içime oturuyor yine, tıpkı Harper Lee'nin yazdıkları gibi ilerleyen sayfalarda. Ülke çamurlu bir yokuştan aşağı son sürat yuvarlanıyorken, ben o hayalgücümün 29 yaşımda hala peşimi bırakmayan o hayalgücümün, kafamdaki şeytanların beni sürüklediği yerdeyim, sürükleniyorum. "Bülbülü Öldürmek"te beni Scout'la birlikte ağaçların tepesinde fındık kavsuklarının üzerindeki yazlara götüren Lee, bu kez de ben 29'uma gelmişken Scout'u 26 yaşında bir Jean Louise olarak önüme getiriyor. Ben artık beni sarıp sarmalayan o kabuğu yırtıp, parçalayıp, "ev" kozasından çıkmaya, kendimi büyütmeye çabalarken Jean Louise, tüm o "ev" kavramından bağımsızlaşmış olduğunu düşünen Jean Louise ise eve dönüyor ve aslında hiç de büyümediğini, o kozayı hiç delmediğini fark ediyor. Çünkü,
"...şimdi sen, bir vicdanla doğmuş genç bayan, yaşamının bir yerlerinde onu bir deniz kabuğu gibi babanın vicdanına yapıştırmışsın. Büyürken, büyüdüğünde, yaptığın şeyden tamamen habersiz bir şekilde, babanı Tanrı ile karıştırmışsın. Onu hiçbir zaman bir erkeğin yüreğini ve bir erkeğin kusurlarını, zaaflarını taşıyan bir erkek olarak görmedin - kabul ediyorum, görmen gerçekten zor olurdu, çünkü çok az hata yapıyor, ama o da hepimiz gibi hata yapıyor. Sen duygusal anlamda sakattın, ona dayanıyor, aradığın yanıtları ondan alıyor ve kendi yanıtlarının mutlaka onun yanıtlarıyla örtüşeceğini varsayıyordun.Sonra bir gün, tesadüfen onu vicdanının - tabii senin de vicdanının - tam da antitezi olan birşeyi yaparken gördüğünde, bunu sözcüğün gerçek anlamıyla kaldıramadın. Bu seni bedenen hasta etti. Hayat senin için yeryüzündeki cehenneme döndü. Kendini öldürmek zorundaydın ya da ayrı, bağımsız bir varoluş sürdürebilmen için o seni öldürmek zorundaydı."
Jean Louise gibi ben de adeta bir tanrı gibi baktığım Atticus'u öldürmek zorunda kaldım. "Atticus'la çoğu yerde aynı düşündüğümü, aynı tepkileri verdiğimi gördüm. İçimdeki Atticus'la tanıştım. Eğer olsaydı öyle bir ihtimal, günün birinde aynen onun gibi bir ebeveyn olmak istedim." diye yazmışım 4 yıl önce. Meğerse ben de tıpkı o 6 yaşındaki Scout gibi vicdanımı, yargılarımı Atticus'a yapıştırmışım. "Tespih Ağacının Gölgesinde"yi okurken de o sonsuz güvenimin çıktığı o gökdelenin çatısından pat diye düşüp milyonlarca parçaya ayrılmasını izledim. Bu yüzden nefret ettim zaten kitaptan, Harper Lee'den, Atticus'tan. O kozayı parçalamak içerden bakınca tek bir darbeye bakıyor gibi geliyorken, o kozanın kendim olduğunu anladım. Delip geçmek için, parçalamak atmak için kendimi önce parçalamam, öldürmem gerekiyormuş. Günün birinde olur da bir çocuk yetiştirmem gerekirse aynen Atticus'un Scout ve Jem'i yetiştirdiği gibi, onun davrandığı, konuştuğu gibi bir ebeveyn olmak istemiştim o zaman onunla tanıştığımda. Hatta o güne kadar aklımda olan düşünceye uyuyor, bunu destekliyordu. İnsanlar belli bir seviyeye, akıl mantık gücüne, yetkinliğine, anlayışına sahip olana kadar, olmadıkça çocuk da yapmamalı diyordum. Sonra ortada böyle bizler gibi bir sürü ne yaptığını, ne olduğunu bilmeyen, zarar ziyan insanlar çıkıyor diyordum. Bunu da yerle bir etti "Tespih Ağacının Gölgesinde". Şimdi her şeyin ne kadar da gri olduğunu görebiliyorum. Öylesine mükemmel olup, o mükemmeliyetimin sarsılmaz küresinde bir çocuk yetiştirmenin yanlışlığını görebiliyorum. Çocuklarımızın da bizim de ayrı ayrı hatalarımız, doğrularımız, gelgitlerimiz olmalı ve onları bırakmalıyız ki o bağlayıcı vicdanımızdan, bilincimizden kendilerini büyütebilsinler, kendi kendilerine birer insan olabilsinler.
Şimdi ben de kendimi ve tanrılarımı öldürerek, zor olan yoldan, Jean Louise gibi gitmeye çabalıyorum:
Hemen hemen aşıktı Hank'e. Yo, olanaksız bu, diye düşündü: ya aşıksındır ya değilsindir. Aşk bu dünyada sarih olan, su götürmeyen tek şey. Sevginin pek çok çeşidi var, tamam, ama hepsinde de "ya seviyorsun ya da sevmiyorsun" önermesi geçerli.Jean Louise kolay bir çıkış yoluyla karşılaştığında, mutlaka zor yolu seçen biriydi. Şu anki kolay yol, Hank'le evlenmek ve kendine baktırmaktı. Birkaç yıl sonra, çocuklar beline geldiğinde, asıl evlenmesi gereken adam ortaya çıkacaktı. Kalp yoklamaları, telaşlar, alevlenmeler ve kızgınlıklar, postanenin basamaklarında uzun bakışmalar; kısacası herkesin payına bolca düşecek bir bedbahtlık. Bütün o harala gürele ve alicenaplık bitince, geriye kalan tek şey, Birmingham taşra kulübü tarzı bir başka küçük, pespaye gönül macerası olacaktı, bir de Westinghouse marka son model mutfak aletleriyle dolu, kendi elinle inşa ettiğin, sana özel bir cehennem. Hank bunu hak etmiyordu.Hayır. Jean Louise şimdilik evde kalmışlığın taşlı patikasında ilerlemeyi seçecekti.

Yol

Saat gecenin bir kırk üçü. Otobüs molasından yazıyorum. Evden çıkana kadar yetiştiremediğimden. Temmuzun 11'ine kadar yokum. Bu arada önceden hazırlayıp kaydettiğim iki kitap yazısını paylaşacağım şimdi. Çok uykusuzum, uzun zamandan sonra ilk defa çift koltuklu eski usül bir otobüsle uzun yol gidiyorum, herkesle dipdibeyim ve önümdeki ergen irisi koltuğun yataylaşma limitlerini zorluyor. Ve tam anlamıyla bir aile bayramı geçirmeye gidiyorum. Babamla ve tüm akrabalarımla geçireceğim 10 gün için bana acıyın ve şans dileyin.
Haa bir de Aşti'de hiçbir şey patlamadan çıktım şimdilik. Bakalım geri dönüşe.

26 Haziran 2016 Pazar

Homefront (2013)

Eski DEA ajanı Phil Broker, son görevinde işlerin biraz yoldan çıkmasıyla yaşadığı trajediden sonra küçük kızı Maddy ile birlikte hayatına yeni baştan, küçük bir kasabada başlamaya karar verir. Ama Maddy de Phil de küçük bir kasaba için pek normal tipler değildir. Eh bu kasaba da öyle en masum küçük kasaba portremize uyan bir yer değildir. Maddy'nin okulda kavga ettiği çocuğun annesi ve babası Phil'in üstüne gelince, sonra da Phil'den güzelce ağızlarının payını alınca çocuğun uyuşturucu bağımlısı annesi, Phil'in üstüne uyuşturucu üreticisi-satıcısı abisi Gator'ı salar. Gator'un da kendine ait planları devreye girince, Phil ve Maddy yine belayı peşlerine takmış olurlar.
İşte bu en sevdiğim türden filmlerden. Sağlam aksiyon, çelik gibi bir başrol, motivasyonu olan ve zeki görünen ama sonradan salak kalan kötüler, melek gibi güzel kadın yan rol, şeytanımsı seksi kadın yan rol ve habire dövüşler yumruklar tekmeler, savrulmalar...Ciddiyim ya. Hakikaten bayılıyorum böyle filmlere. İnsanı mutlu ediyor, eğlendiriyor, tamamen başka bir dünyada güzelce vakit geçirtiyor. Ben filmi en son yaptığım otobüs yolculuğunda izledim köye giderken. Kamil Koç'un sınırlı film seçenekleri içinde en makulu bu gibiydi bana göre. Aslında Jason Statham'a çok önyargılı yaklaştığımı fark ettim bu filme izleyince. Etrafımda bu adamı pek beğenen, böyle bir karizmatik hatta yakışıklı falan bulan insanlara denk geldikçe sinir olmuştum adama. Hayır yani ne buluyorsunuz ne buluyor olabilirsiniz diyerek. Şimdi de onlar gibi düşünmüyorum ama bir sempati duymaya başladım. Yani ben de öyle dövüşmek istiyorum ya! Adama çok saygı duydum ha. Bir de filmde ciddi anlamda rol yapma kırıntısı gösteriyordu, inanamadım. Normalde aksiyon starları tek tiptir, tekdüzedir, kamera karşısına geçer dövüşür, sert sert bakar, çıkarlar. Ama Statham'ın suratında bu filmde birşeyler vardı ya. Chuck Logan diye bir adamın kitabından bizim Slyvester senaryolaştırmış hikayeyi, her şey doğal olarak yılların tecrübesiyle tık tık tık yerine oturuyor. Bilindik o matematiğin içinde aslında her bir oyuncu bir değişik geldi bana bu sefer. Yani artık hep bir alışmışım herhalde daha anormal, daha bağımsız, daha farklı işlerde görmeye bu oyuncuları. Böyle en eski, en temel formülün içinde görünce bir değişik geldiler. Winona Ryder, Rachelle Lefevre, Kate Bosworth...Ama bu James Franco ile hala anlayamadığım bir şeyin içindeyiz. Spider Man'de görüp aşık olmuştum ben bu adam. Sonra Freaks and Geeks ile Tristan+Isolde ile izleye izleye doyamamıştım. Ama sonra bir noktada bir şey oldu. Bu böyle birşeyler yapmaya, herşeyi yapmaya başladı. Nasıl olduğunu anlamadan bir bakmışım nefret ediyorum, önüme çıkınca kazara, mazallah geçireceğim tokatı o derece nefret ediyorum. Gıcık oluyorum ya. Her gördüğüm yerde, filmde hep bizimle dalga geçiyormuş gibi hissediyorum. Hep o kendisi eğleniyor ve bizi kekliyor ifadesi var suratında. Ama bu filmi izlerken ona bile dayanabildim, teşekkür ederim Statham abi.
Diyeceğim o ki film iyi, güzel. Çok sıkıldığınız, ne yapacağınızı bilemediğiniz bir vakitte açın izleyin, içiniz ferahlasın. Yani bana öyle yapıyor, siz illa yok Fransız sineması izlerim yok Fellini'den geçemem diyorsanız o da sizin eğlence anlayışınız.

25 Haziran 2016 Cumartesi

l'ingenuo e i problemi e questo mondo


(Dvorak eşliğinde okursanız daha az sıkıcı olur diye umuyorum.)

Hakikaten benim evlat edinilmem ne bileyim böyle bir koruyucu aile olsun veyahut da vasi falan olsun o tür bir şeylere falan ihtiyacım var. Bu dünya üstünde böyle tek başıma dolaşmamam lazım. Resmen bu yaşa kadar nasıl hayatta kaldığıma şaşırıyorum, o derece. Ben bu dünyanın işleyişini, işlerin yürüyüşünü, hayatın nasıl ilerlediğini neden bir türlü çözemiyorum, neden ayak uyduramıyorum, neden yapamıyorum yahu neden? Bugün bilgisayarı servisten alayım diye çıktım evden. Çıkmadan da telefon ettim ama telefonu bir türlü açmadılar. Dedim herhalde telefonlara bakılmıyor olur ya. İnatla çıktım evden. Otobüsle yolu yarılamıştım ki arıza teslim formunu yanıma almadığımı hatırladım ki o olmadan bilgisayarı vermeyiz demişlerdi. Hatırladığım anda kendime küfürler eşliğinde otobüsten indim, karşıya geçtim, yeni otobüs bekledim, eve döndüm. Formu alıp evden çıktım, yine otobüs beklemek üzere durağa gittim ama bu arada kalp krizi geçiriyordum az kalsın çünkü durup dururken tam da benim geçeceğim yoldaki trafik ışıkları çalışmıyordu. Halbuki bir öncekiler çalışıyordu. Hayatta beceremediğim şeylerden biri de bu karşıdan karşıya geçme meselesi zaten. Her zaman ışıklardan, üst geçitlerden geçerim çünkü mesafe-hız hesaplama algım eksilerdedir. E bir zahmet ölmemek için de tüm önlemleri alıyorum. Ama böyle zamanlarda ışık bozuksa ya da en kötüsü ışık ve geçit olmayan yerlerde geçmek zorundaysam kalakalıyorum. Olduğum yere çöküp ağlayasım geliyor, geçemiyorum. Her neyse, bir önceki ışıkta durduğu için arabalar geçebildiğim karşıya da otobüse binebildim. Servisin olduğu yere gittim, o da ayrı bir dert zaten, sanayi gibi bir yerin kıyısında, güneşin altında yürü de yürü. Ama bir gittim kapı duvar. Haftasonu kapalı olmasın mı? Bundan daha mantıklı ne olabilir değil mi? Ama benim kafam işte. Gerisingeriye otobüs beklemeye döndüm, eve geri döneceğim. Bir süre salak salak köprünün altında bekledikten sonra arkada, biraz mesafe uzakta asıl durağın olduğunu ve insanların orada beklediğini fark ettim, neyseki. Sonra otobüse bindim ama o da biraz gittikten sonra bozulmasın mı? İn, başka otobüs bekle, ona bin, eve geri dön derken akşam 5'te eve tüm günümü otobüslerde dikilerek, güneşin altında yürüyerek, sersefil halde geçirdikten sonra dönebilmiş oldum. Şahaneyim.
Haa tabi bilgisayar bozuldu ona ne diyorsunuz. Ben göbek atıyorum nasıl mutluyum yarabbim. Bu nasıl kader ya. Bu nasıl bir evren nasıl bir enerji nasıl bir nasıl. Tam ohh sınavlar da bitti, ders dönemini bitiriyorum tamam artık sadece roma'yla ilgili işlerimi hallederim, didik didik ederim her ayrıntıyı hesaplarım falan modundayım pat bilgisayar siyah ekran. Güvenli moddur cmd'dir scannow'dır her bir şeyi denedikten sonra hah herhalde bir format işini görür diyerek umutla servise teslim edince daha da bir belaya battım. 160 dolar diye yuvarlayabileceğim -bakınız kdvsi eksik bir de ba ba ba- bir rakam önerdiler harddisk bozukmuş! Kabul edersem yapacaklardı, etmedim ama öldüm öldüm dirildim allahım napabilirim diye. Elimde bilgisayar mühendisliği diploması var ama arka kapağı açsam bulamam şimdi hangisi ney. Evet utanıyorum ama bu uzun hikaye. Neyse işte son çare sorup soruşturayım nedir ne değildir dedim. Eski işyerinden arkadaşlardan bir sürü yardım önerisi geldi. Bu da ayrı bir hüzünle karışık mutluluk meselesi oldu benim için. Böylesine yardım görünce çok mutlu oldum be. Gerçi daha bir şey yaptırabilmiş değilim, bilgisayarımı alabilseydim arkadaşa götürecektim. O değil de, asıl bundan sonraki aşamada hard disk nasıl değişecek nerden bulurum sonra nasıl formatlayacağız hepsi ayrı bir uğraş. Çarşambaya da bilet aldım köye gideceğim diye, bayram kalabalığı girmeden biletimi kapıp gideyim demiştim ama bu bilgisayar ne zaman nasıl olacak, daha onunla uğraşmam lazım (Şu an normalde abimlere kullanmaları için verdiğim emektar bilgisayarımı aldım da abimden onunla idare ediyorum. Bu benim tüm visual studio debuglarımı xilinxlerimi ilk müzikleri keşfedişimi msnde gecelerce sabahlara kadar muhabbetlerime şahitlik etmiş hp bilgisayarım. En son artık 5.senesinde ısınıp ısınıp pat diye kendini kapatmaya başlayan bilgisayarım. Şu an misal altında iki üstünde bir tane buz kalıbıyla duruyoruz, klavyenin yarısını kapatıyor buz kalıbı, çok eğleniyorum yazarken.).
Roma'da ev kalacak yer bulma konusu ise ayrı bir derdim. Hayata küsme nedenim. Okulun yurdu bir şeysi yok. Bazı web sitelerine yönlendiriyor. Misal uniplaces. Orada kriterleri girip aratıyorum, aaa bir bakıyoum hibenin hepsini sadece oda kirasına vermem gerekiyor görünüyor. Tabi başka yollar da var. Mesela şimdilik hostel ayarlayıp, orada okulun panosundan gazete ilanından falan öğrenci evinde yer arayabilirim. Çok daha ucuz olur ama ben kendimi biliyorum, beceremem. Bir diğer yol, face'de falan gruplar buldum orada insanlar ilan veriyor ya da şöyle bir şey arıyorum diye yazıyor iletişiyorlar anlaşıyorlar. Ama bunlara da nasıl güvenebilirim bilemedim. Yani bir yandan acayip korkuyorum, diyorum ki tanıdığım bildiğim birileri olsa keşke şöyle gönül rahatlığıyla gitsem hatta işte türk olsa da birlikte kalacağım insan/insanlar falan. Bir yandan da diyorum ki kendini büyütmek, değişmek için gidiyorsun tam olsun bari git o ilandaki gibi iki italyan kız bir fransız erkeğin olduğu evdeki odayı tut. Her şey çok karanlık. Her şey dert şu an. Hayır hiç benimle gidecek kimseyi de bulamadım ki azcık güvende hissedeyim.
Zaten roma'daki okul da alabildiğine sallıyor beni. Daha kabul mektubunu bile yollamadılar. Hoş zaten benim de pasaportum yok. O da ayrı bir dert. Bu defter harcından muaf olmak için önce bir form doldurdum, sonra onu bölüm başkanına uzun uğraşlar sonucu iki günde ancak imzalatabildim. Sonra enstitüye imzalatmak için bıraktım, orası da iki günde imzaladı. İki imzalı formu aldım bu sefer de ana kampüsteki merkez öğrenci işlerine bıraktım ki orası da vergi dairesine yazı hazırlasın. Pazartesi bir ihtimal o yazı hazır olursa yazıyı da alıp, vergi dairesine gideceğim. Oradan da başka bir yazı alıp, emniyetten pasaport randevusu alacağım. Haa bir de bu işlerin hepsi böyle tek cümlede olmadı. Enstitüden aldığım formu defterdarlığa götürdüm, orası yok bize değil vergi dairesine dedi, vergi dairesini aradım, o kişi öbürünü öbürü diğerine bağladı, tamamen farklı bir kağıt beklediklerini anlayınca bu sefer ab ofisini aradım çökmüş halde. Valla ordaki kadının hakkını nasıl öderim bilmem. Ondan tam olarak ne yapmam gerektiğini öğrenince dedim ki ben yapmayayım valla. Ödeyeyim 87,5 tl'yi, nasıl olsa battı balık yan gider. Hatta gitmekten vazgeçeyim ne olacak kısmet değilmiş derim. Yook dedi kadın, sen şimdi git git öğrenci işlerine, ödeme o parayı daha çok para ödeyeceksin bu erasmus bitene kadar oralara sakla paranı diye diye ikna etti beni, kalktım güneşin altında yürü yürü merkez öğrenci işlerine. Orada karşılıklı iki koridorda resmen çember çizdikten sonra her bir odaya girip çıkıp sorduktan sonra bıraktım formu ki yazıyı hazırlayabilsinler.
Bir de bu insanların yardımını, güler yüzünü, sempatisini görünce yaşadığım şaşkınlık hali var tabi. Hayır gerçekten saçma bir durumdayım. Yani ben kendimi çok saf biliyorum, hemen herkese güvenirim diye kızarım hatta kendime. Hemen güvenir, güleryüz gösteririm. Ama ne hikmetse, insanlardan iyi davranış görünce de şaşkınlıktan ölüyorum. Hayır yani hemen güveniyorsam safça, iyilik yaptıklarında neden şaşırıyorum değil mi? Anlamadım valla. Misal enstitüdeki Mustafa abi. Önceki hafta o belgeleri imzalatıp yollama aşamasında çıldırdığım vakitte resmen melek gibi indi önüme. O kadar işinin arasında geç dedi şuraya, taratalım dedi belgeleri, çıktı aldırdı,..Var ya nasıl anlatırım bilemiyorum resmen o birkaç saat ağlayacaktım ellerine kapanıp, abi sen ne iyi insansın diye. İşte böyle şeyler olunca çok şaşırıyorum.
Ben nasıl kalacak yer bulacağım ya? Tüm o bavullarla çantalarla havaalanından termini'ye oradan kalacak yere nasıl gideceğim ya?

22 Haziran 2016 Çarşamba

Gone With The Wind (1939)

1861'de ABD'nin güneyinde zengin toprak sahibi ailelerin arasında, yemeler içmeler, eğlenmeler, partiler atmosferinde başlıyor film. O'Haraların şımarık büyük kızı Scarlett çevresinde ne kadar erkek varsa hepsini kendine aşık etmiş halde, parmağında oynatıyor. Ama bu kendini beğenmiş, gıcık, kimseye yüz vermez halinin arkasında Scarlett, Wilkesların oğlu ağırbaşlı Ashley'e delicesine aşık. Tüm bu parti ortamı Scarlett'in, Ashley'nin Melanie Hamilton ile evleneceği haberini alması ve bu güney kasabası insanlarının da güney ile kuzeyin savaşa girdiği haberini almasıyla değişiveriyor. 1877'ye kadar Scarlett'in, Ashley'nin, Melanie'nin ve bu arada olaya dahil olan Charleston'dan orayı ziyarete gelen Rhett Butler'ın yaşadıkları etrafında Amerikan İç Savaşı'nı izliyoruz.
"Gone with The Wind" esasında Margaret Mitchell'in ilk defa 1936'da yayınlanan romanının adıymış. Hatta roman da adını Ernest Dowson'ın "Non Sum Qualis eram Bonae Sub Regno Cynarae" diye bir şiirinin bir dizesinden almış (insanlar nelerle uğraşıyor hey yarabbim). Neyse işte zamanında büyük olay olan filmi ben uzun zamandır izlemek istiyordum, öyle ya Casablanca'yı izlemişim e bunu da artık izlemenin vaktidir diyordum. Diyordum da neye kalkıştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. 3 saat 58 dakika yazıyor açar bakarsanız IMDb'de. Şaka yapıyor zannediyorsunuz en başta, bir yanlışlık olmuştur diyorsunuz. Sonra aklınızın bir ucundan o uçsuz bucaksız, bitmeyen "Lawrence of Arabia" çölleri geliveriyor, olabilir olabilir sürebilir diyorsunuz ama hala o sürenin gerçekliğini kavrayamıyorsunuz. Üstüne bir de sonradan düzeltmiş bilmem ne versiyonu olan daha da uzun halini açmışım ben. Hayır bir Miğfer Dibi savaşını olsa izlerim o kadar saat ama rüzgar gibi geçen 4 saatte mi geçer arkadaş! (Tamam gençler heyecan yapmayın GoT'un da malum en son savaş sahnelerini izledim, efsaneviymiş orası ayrı, hakkını veriyorum ama benim için yüz yıl da geçse ne o ne Braveheart ne başkası. Her daim Miğfer Dibi olacak.) Ne yaptım biliyor musunuz, her gün yarım saat izleyip kapattım. Harbiden diyorum ya. Bir kere çöktü üstüme o sürenin sıkıntısı çünkü. Böyle böyle günlere yayarak izledim bitirdim. Ama kafamda deli sorular. Bu millet zittin sene önce tee 1939'da falan nasıl oturup da izledi bunu sinemada. Ben hala ordayım ya. Yani Amerika'da sinemaya da gittikti, gördüm olayı, yer falan yok istediğin yere geçip oturuyorsun, ara falan da yok istediğin zaman zırt pırt gir çık kimse karışmıyor kapı falan da yok. Eh ama hep mi böyleydi bu, hayır hep böyleyse bunların sinema kültürü düşünsenize 4 saat boyunca benim gibi bir tip misal, 15 dakikada bir tuvalet ihtiyacı ile 4 çarpı 60 bölü 15'ten 16 kere tuvalete gider film boyunca. Her bir gidişinde de 5 dakika harcasa en iyi ihtimalle, 4 çarpı 60 eksi 16 çarpı 5'ten filmin yalnızca 160 bölü 60 yani 3,3 saatini falan izleyebilmiş olacak. (vallahi mazur görün elimde değil, son bir yıldır ömrüm boyunca çalışmadığım kadar sözel ders çalıştım öğk geldi artık yeminle, az biraz sayı işlem görmek istiyorum resmen integrallerin arasında yüzmek istiyorum o derece)
Kafanızı yeteri kadar ütülediysem asıl diyeceklerimi diyeceğim. Filmin savaşın başlamasından Sherman'ın Denize İlerleyişi dedikleri kısma, yani savaşın bitti gibi olup, Scarlett'in evine dönmesi ve etrafı mahvolmuş, kendini ve ailesini en derin yoksulluğun, açlığın içinde bulmuş olmasına kadar herşey şahane aslında. İnanılmaz derecede muhteşem sahnelerle adeta dantel gibi gidiyor buraya kadar. Ama bundan sonrasında beni ne yalan söyleyeyim baydı. Tüm film bu bölüm gibi olsaydı inanın 4 saat 5 saat demez ayıramazdım gözümü ama, bu noktadan sonrası ne bileyim sanki hikaye için de gereksiz gibiydi. Yani tamam kadın yazmışsa kitap olsun diye yazmış, sonuçta "coming of age" hikayesi olsun diye. Scarlett'i tamamen şımarık, dünyayı kendi etrafında dönüyor sanan, yediği önünde yemediği arkasında bir yaklaşık 16 yaş ergeni olarak alıp, başından bir dolu evlilik geçmiş, çocuğu olmuş, ailesini evini herşeyi yeniden inşa etmiş, dünyaya meydan okumuş, güçlü bir kadın haline getiriyoruz. Ama bunu filmde izlemek istemedim ben. Ne bileyim, keşke o toprağın üstüne çöküp, güneşe doğru ellerini kaldırıp yeminini ettiği noktada bitseydi film.
Yalnız Vivien Leigh değil de Olivia De Havilland çok zarif, pek güzel kadınmış vakt-i zamanında.

20 Haziran 2016 Pazartesi

The Adjustment Bureau (2011)

kadere inanır mısınız? siz daha dünyaya gelmeden, nefes almaya başlamadan önce, hatta siz henüz bir fikir bile değilken, kaderinizin bir deftere kaydedildiğine ve yaşamınızı bu defterde yazılı olanlara göre yaşadığınıza inanır mısınz? eğer dindar bir insansanız bu soruya olumlu cevap vereceğiniz kesindir. dindar değilseniz bile cevabınız müspet olabilir. peki ya özgür iradeye inanır mısınız? kaderinizi kendi iradenizle değiştirme gücünüz olduğuna, hayatınızın yol haritasında birkaç ara sokak, yeni sapaklar, kısayollar bulabileceğinize, açamayacağınıza dair karar kaderinizde yazılı olan kapıları özgür iradenizi kullanarak açabilir misiniz? ya birileri sizin yerinize, özgür iradenizi kullanarak kaderinizi rotasında tutmaya çalışıyorsa, yani özgür iradeniz o kadar da özgür değilse?
Genç politikacı David Norris için herkesin çok büyük umutları vardır. Hemen önündeki seçimde en yakın rakibine son bir virajda yenilirken olayı toparlayacak, kazanmasını sağlamayacaksa da gelecek seçimler için toparlamasını sağlayacak son bir konuşma yapması gerekmektedir. Ama hiç de havasında değildir, artık ne yaptığını, ne olduğunu bile bilemiyor haldedir. Sıkılmıştır belki de. Yine o bilindik konuşmalardan birini yapacaktır okuması için yazılan. Ama sonra o büyülü anda, rüya gibi, kelebek gibi bir kadına rastlar. Dansçı Elise, o sevimli gülüşüyle güvenlik görevlilerinden kaçmaktadır. Aynı sırada kendinden kaçmaya çalışan David de onun rüzgarına takılır ve birlikte bir 10-15 dakika geçirirler, ufak bir muhabbet, birkaç içten, samimi gülüş ve Elise geldiği büyülü rüzgarla geri kaybolur. David de o malum konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıkar. Ama David o son 15 dakikanın büyüsüyle çok daha harika bir konuşma yapar, seçimi kaybetmiş olsa da gelecek seçim için arkasına milyonları alır. Gelecek seçime kadar olan zamanda yakın dostuyla bir şirket işine girer David bu arada. Aklının ufacık bir köşesinde Elise'in büyüsüyle. Bir gün şirkete giderken kaderin  işi ya, otobüste Elise'in yanındaki koltuğa denk düşer. Bu sefer herşey tamamdır, telefonunu alır Elise'in ve şirkete gider. Ama şirkette arkadaşının odasına geldiğinde birden tüm dünyası alt üst olur. Kaderine uymamış, Elise'le karşılaşıp, numarasını almıştır. Bu yüzden kaderin adamları ya da ajanları artık ne dersek onlara, herşeyi düzeltmek ve David'i geri rayına sokmak için olaya müdahale etmeye gelmiştir.
bu bizdeki amel defteri
fötr şapkalı team kader

Açıkçası film çok iyi bir başlangıca, neler neler yapılabilir bir çıkış noktasına ve konuya sahip. Ben okumadım ve haberim de yoktu ama Philip K.Dick'in "Adjustment Team" isimli kısa hikayesinden senaryolaştırılmış (Wikisourcedan okuyabilirsiniz tüm hikayeyi buraya tıklayarak). O yüzden hikayenin ne kadarına el verdiğini bilmiyorum ama bu konuyla neler yapılır, neler anlatmaya çalışılır nerelere gidebilir düşünsenize. Yani bu kader konusunu aklında çözebilmiş, bir sonuca ulaşabilmiş kaç insan vardır ki şu dünya üstüne, bir elin parmaklarını geçmez. Ama film hiç de bir şey yapmaya çalışmıyor. Şöyle diyeyim, hiçbir açıdan bir şey yapmıyor. Baya bir süre önce izledim ben filmi yani baya dediğim de birkaç ay falan işte ama yazacağım için bir kenara not edip bırakmıştım. Burada en son "Far From The Madding Crowd"ı anlatmışım zaten taa ağustosta. Yani demem o ki filmde bir sorun var. Önce dedim Matt abi mi acaba. Çünkü öylesine durgun, öylesine süzgündü ki film boyunca. Hani Richard Gere'in "Pretty Woman"daki hali vardır ya, böyle hemen hemen hiç bir falso vermez, hiç duygu kırıntısı göstermez, gözlerini o kısık kısık halinden hiç açmaz ama film bittiğinde aslında tüm film boyunca ne yapığını öyle bir hissetmiş olursunuz ya. Çünkü yönetmen demiştir Richard Gere'e, böyle oynayacaksın, çok ufak ama insanların içine içine oynayacaksın. Dedim Matt abi de böyle bir kafada mı, hani onların vardır böyle yöntemleri oyunculuk şeysileri. Ama yok arkadaş, adam bildiğiniz film boyunca orada değildi ya. Yoktu, off neden burdayım halinde de değildi, tamamen yoktu. Bunu da çekiyoruz gibiydi. Ben kimdim yahu gibiydi.

Halbuki bir Emily Blunt vardı karşısında...Aman yarabbi! Evlere deva, dertlilere çare, gönüllere ferahlık...Bakın güzellik falan diye demiyorum, ondan daha güzel bir dolu kadın sayabilirim, hoş onu da beğeniyorum ayrı konu ama bu daha farklı bir şey. Emily Blunt bu filmde resmen rüyaların kadını gibiydi. Gerçi şimdi erkekler için başka bir tanımı, imgesi olabilir bu rüya kadını konusunun o yüzden erkek olan insanlar size söylüyorum aklınıza ilk geldiği şekliyle düşünmeyin dediğim şeyi. Böyle bir güneş gibi düşünün, böyle bir konuşması, gülmesi, hareket etmesi, herşeyiyle bir rüya gibi. Hani ne öyle trip atıyor ne de bir Hemingway'in "Silahlara Veda"sında beni deli eden, o çizdiği manyak derecede erkek aklı ne söylemesini istiyorsa onu söyleyen kadın karakteri gibi bir erkek aklı için mükemmel portreyi çiziyor. Emily Blunt artık nasıl bir yetenek sergilediyse filmde Elise'i canlandırırken, inanın ömrümün sonuna kadar harika kadın diye düşündüğümde aklıma ilk Elise gelecek.
Ve böylece filmin de tek artısını anlatmış oldum. Emily Blunt ve onun Elise'i. Halbuki ben oh Matt abimiz de var Emily de, hem de koşuyor gibiler oh oh iyi güzel yüzlerle sağlıklı bir aksiyon izlerim kafayı yormam mutlu mesut ayrılırız diye açmıştım filmi. Matt bu sefe beni çok büyük hayalkırıklığına uğrattı. Senaryo, ilerleyiş falan zaten olmamış, bari sen azcık çaba göstereydin be adam. İlla açıp Bourneları mı tekrar edeyim.
Yani. İzlemeyin. Müziklerini dinleyin. Emily Blunt'a bakıp, sonra açın "Edge of Tomorrow"u izleyin. Valla.

Filmin resmi sitesi: http://www.theadjustmentbureau.com/





Alicia Keys'den yeni, "Hallelujah"

la voglia

Resmen, hiç tuhaf olmayan bir ruh hali, duygu durumu, akıl sağlığı içinde olduğum bir zaman dilimi olmadan yaşayıp gideceğim bu hayatı, şu günlerde en son bunu anlamış bulunuyorum. Çünkü neler olup bittiğini anlatmak için sayfayı açtığımda fark ettim ki elimin ucuna gelen ilk cümle "gerçekten çok tuhaf bir ruh hali içindeyim"di ve bununla beraber, bu cümleyi ya da benzerlerini burada ne kadar çok sarfettiğim gerçeği dank diye vurdu kafama. Saçmalıyor da olabilirim ki saçmalamadığım çok nadir olduğundan bir şey diyemeyeceğim ama aslında çok da şahane falan olmam gerekmiyor mu benim, yerime koysanız bilmem kaç kişiyi bunun yüz katı kadar mutlu olmaz mı? Ama ben gene de bir tuhaflık içindeyim. Feci derecede yoğun ve sinir harbi şeklinde geçen final haftasından yeni çıktım. İtalyanca kursuna tam gaz devam ettim, o da bu başladığımız hafta bitecek. Bitirdiğimiz hafta içinde bir gece, sanıyorum çarşamba gecesiydi, yine okuldaki manyak bir sınavın ardından kursa gitmiş, kurs çıkışında tren bekliyordum. Bir an salak gibi sırıttığımı fark ettim. Böyle saçma sapan bir halde havada uçuyor, gecenin içinde ılık ılık esiyor gibiydim ama bir yandan da içim içime sığmıyor, kalk koşalım diyordu. Dedim ki kendi kendime, bugünleri ömrümün her anında hatırlamam gerek. Çünkü aslında öylesi günler yaşıyordum ki, tam olarak hakkını vererek, bana tam da nasıl hissettirdiğini hakikaten de ifade edebilerek nasıl anlatırım bilemiyorum. O çarşamba mesela, kursta manyaklar gibi, ölesiye güldüğümüz bir akşamdı. Bu 5 insanla dedim, 3'ünü 5 aydır, birini 1 aydır, bir diğeriniyse 10 gündür tanıdığım bu 5 insanla yaşadığım 5 ayı bir daha yaşayabilir miyim ki. Ettiğimiz muhabbetleri bir daha edebilir miyim, duvarları inlettiğimiz kahkahaları bir daha atabilir miyim, hayret ettiğim hikayelerini bir daha dinleyebilir miyim başka insanlardan, böylesine çok başka yerlerden gelmiş, çok başka yaşlarda 5 insanla neredeyse bir aile olmuşçasına 5 aydır nerdeyse her akşam bir araya gelebilir miyim. Bu hafta işte o hüzünle, bunun bitecek olmasının hüznüyle başlıyor benim için. Arada mesajlar atacağız birbirimize, özel günleri kutlayacağız, belki yolumuz düştüğünde bir çay içeceğiz birlikte ama böyle, bu yaşadığımız 5 aylık aileyi geri getirmeyecek hiçbiri.
Okulda desem, ders aşamasını resmi olarak bitirmiş bulunuyorum. Bundan sonra bir tez yazması bir de seminer vermesi kaldı. Ve ordaki 5-6 kişilik ailemden de ayrılmış gibi hissediyorum. Eylülden beri o kadar stres, sıkıntı, zorluk içinde, düşe kalka, ölüp ölüp dirilip geçirdiğimiz tüm o zamanı, yaşadıklarımızı düşünüyorum. O çarşamba günü o sınavdan çıkıp da kursa doğru yürürken de aynı sırıtış vardı mesela yüzümde. O kadar uykusuz, stresli, dağılmış haldeydim ama yine manyakça güldüğümüz, muhabbet çevirdiğimiz, "çay söyleyelim"li bir sınavdan çıkmıştık ve dedim ki kendi kendime öyle sırıtarak yürürken, bu günleri bir daha yaşayamayacağım. Bu sarsak, komik, her biri ayrı telden çalan, her biri başka bir manyaklık peşinde olan, her biri daha da ilginç bir "backstory"ye sahip olan bu genç insanlarla bir daha böyle bir 10 ay geçiremeyeceğim. O gece, o çarşamba gecesi işte böylesi bir sırıtışla bindim trene ve döndüm eve. Ama sınavlar bitmemişti, çok duramazdım üstünde devam ettim. Ta ki cuma günü son sınav da bitip, sarılıp vedalaşıp evlere ayrıldıktan sonra çöktü üstüme herşey.
Sanki her şeyi herkesi terk edip gidiyormuşum gibi hissediyorum. Şu son bir yıldır ya da iki bilemiyorum artık ne kadar, habire bir şeyleri terk ediyormuşum gibi hissediyorum. Evet işten nefret ediyordum ama orda da bir aile gibi olan insanlarım vardı ve onlardan ayrıldım. Bunu koşturarak yaptım doğru, güle oynaya kaçtım evet. Ama içimden kopanları fark etmemişim, geriye atmıştım. Ta ki bu en son ayrılıklarla birlikte hepsi yüzüme vuruncaya dek. Şimdi herşeyi, hayatımı terk ediyormuşum gibi geliyor. Bu senenin başında, okul, kurs, abimlerle aynı evi paylaşma..hepsi sanki sonsuza kadar sürecek şeylermiş gibi geliyordu. Bir sonu, bir bitişi olacağını aklımın ucuna bile getirmemişim meğerse. Yani bitmesini istiyor, bitmesi için uğraşıyordum evet ama bilinçli bir şey değildi bu, gerçek gibi değildi. Oysa hepsinin bir sonu varmış. Ve ben o sonda, bavulumu arkama katıp, kendimi başka bir ülkeye atıyormuşum. Bunun da gerçekliği çöktü üstüme. En çok da dün, sabah kalktığımda çok kötü hissedip, tüm gün kendimi kanepeden kaldıramadıktan sonra akşama doğru da ateşim çıktığında ve kalkıp kendi kendime, alnıma ıslak bez koyup ateşimi düşürmeye, tir tir titrerken battaniyeyi üstüme almamaya çabalarken çöktü üstüme. Yalnızdım. Yapayalnızdım. Bunca sene didinip, uğraşıp yapmaya çalıştığım şey buymuş dedim kendime. İlkokul yıllarımdan itibaren düşündüğüm şey adım adım gerçekleşirken farkına varmamışım. Bir anda olmayınca, dilek kabul görmedi zannetmişim. Ranzanın üst katında abim artık ışığı kapatsa da yatsa, artık kendi odam olsa diye söylenirken ortaokuldayken abim gitti önce evden. Sonra büyükbabamla babaannemin horultuları içinde uyuyamıyorum diye çemkirirken, önce büyükbabam gitti tamamen başka bir diyara, şimdi de babaannem hasta. Keşke kendi evime çıksam keşke beni bir özgür bıraksalar diye yıllarca  söylendikten sonra annemler evi bana bırakıp başka bir şehre gitti. Beni çok sevdiğini fark ettiğim insanlardan birer birer soğudum her defasında. Hep farklı bir yerlere koşmaya çalıştım, her gittiğim yerde hemen arkadaş edindim ama sonra onları da hemen bir diğer yere doğru koştururken arkamda bıraktım. Tüm bunlara bakınca o tuttuğum ilk dileğin, adım adım, kendini hissettirmeden gerçekleştiğini fark ediyorum. Ama her sihrin bedeli var. Özgürlük dileğim bedel olarak yalnızlık getiriyormuş. Dilekleri işleyen, kabul eden ilgili makam "özgürlük mü, eh o zaman al bakalım" diyormuş. Ki böylece o yana yıkıla istediğim, uğruna 30 sene tükettiğim özgürlüğün aslında çok da matah bir şey olmadığını görmemi istemiş olabilir o ilgili makam. Sen o çocuk aklınla, o hiç büyümeyen aklınla, o saçmasapan düşünen, saçmasapan karar veren, fındık kadar beyninle kendin için en iyisinin ne olduğunu bildiğini mi sanıyorsun, özgürlüğün ne olduğunu gerçekten bildiğini mi sanıyorsun diyormuş meğerse ben her seferinde offf keşke bir özgür olsam keşke bir beni kendime bıraksalar diye dilediğimde. Al işte diyor şimdi de, buydu istediğin. Bir lanetli gibi, teker teker insanlara bağlanıp, sonra kopmak. Hiçbir yere ait olamadan, ait hissemeden oradan oraya savrulmak. Habire bir başka yerin hayaliyle koşturup durmak. Hep bir ortada olmak, hep bir yarım hissetmek, hep bir arafta olmak.
Bir elma istiyorum diye dilek tutmak gibi. Elimde bir elma belirdi. Ama kurtsuz elma istiyorum diye doğru düzgün şartları belirtmediğim için elmayı yiyemiyorum şimdi, o kurt kemirip duruyor içini elmanın.
Dileğim gerçekleşti. Heyoo..

10 Haziran 2016 Cuma

il calcio

Her şey arap saçına dönmüşken; öğleden sonra okula gidip en uyuz hocaya grup olarak sunum yapmamız gerekirken ve grup arkadaşım yorgan döşek yataklara düşmüş hasta olduğundan gelemeyeceğinden ve tüm sunumu - koskoca sunumu!- tek başıma yapmam gerekiyor olmasına ve hiçbir fikrim olmamasına rağmen; pazartesiden itibaren 5 gün içinde 3 tane finalim daha olmasına ve hiçbirine açıp da bir satır bakmamış olmamam rağmen; Roma'daki okul sonunda beklediğim maili atmış ve tüm evrakları hazırlamam için sadece 27 günüm kalmışken daha pasaportum bile olmamasına rağmen; İtalyanca kursu haftada 3 akşam tam gaz devam ediyorken ve ben hala adımı bile söyleyebilir hale gelememişken; hala işsiz-beş parasızken ve kursun parasını bir şekilde bulup buluştursam da babamdan almasam diye kırk takla atarken
iyi ki futbol var. Bakın hakikaten dalga geçmiyorum. Şu bir ay akıl sağlımı koruyabilmemi sağlayacak tek şey futbol. Kurstan koştura koştura gelip tv başına geçeceğim dakikaları sayıyorum şu an. Kadroları gözden geçiriyorum tekrardan, stadlara bakıp bakıp iç geçiriyorum. 98'de tuttuğum fikstürleri daha yeni attım evde yer açılsın diye, yenilerini hazırlıyorum, tahminler yapıyorum bakalım ne kadarı tutacak.
Şu an iyi ki futbol var.

http://www.uefa.com/uefaeuro/

DailyMail'den

5 Haziran 2016 Pazar

la bugia

O kadar yoruldum ki kendime acımaktan. Farkında bile olmadan, içten içe acımaya devam ediyormuşum meğerse. Hayır daha iyiyim, daha normalim demiyordum son zamanlarda o kadar da değil ama en azından hiçbir şey düşünmüyordum. Üstüne düşünmüyordum yani. Düşünmeyince, irdelemiyor olunca, sanki biraz daha az anormalmişim gibi geliyordu. Ama sanırım o kadar ince bir ipin üstünde, o kadar uzun zamandır yürümeye, dengede kalmaya çalışıyorum ki bazen böyle günler geliyor ister istemez ve yorgunluğumun farkına varıyorum. Yanlarında olduğumda o ipin üstünde hissetmediğim sadece 3 insan olduğunu fark ettim şu son iki günde. Kendim olabildiğim demeyeceğim, diyemem, çünkü ben kendim kimim neyim bilmiyorum - ki en büyük sorun da bu - ama en azından diğer herkese, tüm dünyaya karşı takındığım o yüzlerce maskeden birini geçirmek zorunda hissetmiyorum onlara karşı. Her düşündüğümü, düşündüğüm haliyle, yan çizmeden, sivri uçlarını törpülemeden, oynadığım role uygun hale getirmeden söyleyebiliyorum onlara. Anlatabileceğim her şeyi biliyorlar ama gene de dinlemeye devam edeceklerini biliyorum. 29 yıllık hikayemi tüm ayrıntılarıyla biliyorlar ve o hikayenin uçurumlarında, dik yokuşlarında, sert tepelerinde kendimi kaybedebileceğim her noktada elimden tutacaklarını da biliyorum. Her defasında sığınabileceğimi biliyorum.
Ama gerisi. Dünyanın geri kalanına, aileme, diğer tüm arkadaşlarıma, beni tanıyan herkese yedi gün yirmi dört saat oyun oynuyorum. Bilinçli yapmıyorum bunu ama şu an tamamen anladığım üzere, sonuçta rol yapıyorum. Herkesten ayrı ayrı birşeyleri gizliyorum, her bir yerin kişinin farklı kutuları var beynimde ve hiçbirini birbirine değdirmeye, sızıntı olmamasına dikkat ediyorum. Bu o kadar yorucu ki, herkesten birşeyi gizlemek, herkese farklı bir ben sunmak, her yerde kendimin bir versiyonunu oynatmak. O kadar yoruldum ki. Keşke diyorum en başından herkese her şeyi söyleseydim. Sevdiklerimi sevdiğimi belli edebilseydim, nefret ettiklerime defol git diyebilseydim. Nasıl olurdu ki. Ne olurdu yani. Savaş mı çıkardı sanki. Ahh tabi ya rezil olurdum değil mi? Ne rezilliği allah aşkına! Sanki şu an olduğum durumdan daha rezil bir hale düşebilirmişim gibi. Sanki şu an içinde bulunduğum halden daha saçma bir halde olabilirmişim gibi. En kötüsü de herkes demiyor mu suratıma ne kadar da düşündüğünü olduğu gibi söyleyen, ne kadar da doğal bir insansın diye. Kafayı yiyorum. Yeminle çığlıkları basasım geliyor. Değilim diye bağırmak istiyorum, değilim! Neler neler gizledim sizden bir bilseniz! Neler geçiyor aklımdan bir bilseniz! Doğal falan da hiç değilim! Karşınıza geçmiş en sevimli, en tatlı insan numarasını oynuyorum. Sadece beni sevin diye. Sadece kavga çıkmasın diye. Annemlere sertmişim numarası yapıyorum, duygularım yokmuş gibi, hiçbir şekilde yıkılmazmışım gibi. Bazılarına salak numarası yapıyorum, gerçekten de salak olduğum durumlar var ama onların düşündüğü gibi değil mesela. Bazılarına önemli değilmiş gibi yapıyorum, umrumda değilmiş gibi. Ama ölüyorum o ifadeyi o kadar sabit, o kadar normal tutabilmek için. Bazılarına akıllıymışım gibi gösteriyorum, olduğumdan bin kat zekiymişim gibi. Oysaki hiçbir fikrim olmuyor. Sonuçta o kadar sevimli bir insan gibi görünüyorum ki, şimdi beni tanıyan 100 kişiye sorsak nasılım diye tek kelimeyle 100'ü de sevimli der benim için. Aa o mu, çok tatlı bir kız, çok şeker. Ya da birkaç tane ayy çok saf diye ekleyen olur, birkaçı da salak der o kesin. O mu, pek salak, herşeye gülümsüyor, biraz karşı çıksa ya. Biliyorum, yüzlerinize baktığımda benim için tam olarak ne düşündüğünüzü görebiliyorum. Karşınızda tam olarak hangi ben'i çizmişsem onu görüyorsunuz, ve o gördüğünüz şey de umrunuzda olmuyor, çünkü bir tehdit oluşturmuyor sizin için, o kadar sevimli ki burda olsa da olur olmasa da.
Neden böyle yaptım bilmiyorum. En başından neden büründüm o rollere bilmiyorum. Yine babama, çocukluğuma, beni yetiştiriş tarzlarına falan atacağım suçu ama bir noktada ipi elime alamaz mıydım? Böyle bir ailede büyürken içime dönmek yerine her defasında, dışıma patlamayı seçemez miydim? O kadar yoruldum ki. Artık o kadar şahane yalan söyleyebiliyorum ki, bazen durup kendime inanamıyorum. Bu kadar da ustalaşmış olamam diyorum her seferinde ama yapıyorum işte. Her düşündüğüm okunuyormuş yüzümden, bir de öyle derler hep. Görmenizi istediğim için görüyorsunuz o ifadeyi. Asıl görmenizi istemediğim şeyleri kırk yıl düşünseniz bilemezsiniz çünkü. Ama bundan çok bunaldım artık, çok yoruldum. Bitsin istiyorum. Bitmiyor.

2 Haziran 2016 Perşembe

olamadınız, bir severus snape olamadınız


Ama hiç adil oynamıyorsun google translate. Hiç. Hayır gayet aklım başım yerinde, normal normal oturmuşum "after" aratıyorum kuracağım cümleye yerleştirmek üzere, sen tut, bunu yap. Bu düşmanına bile yapılmaz, bir insanın duygularına bu kadar yüklenilmez, tüm ruh hali böyle saniyeler içinde harabeye çevrilmez. Ayıp.
Hayır, kendimi halının üstüne atıp ağlamıyorum şu an. Kesinlikle.

31 Mayıs 2016 Salı

Richard Marsh'tan "Böcek"

Victoria Dönemi Londra'sında bir gece vakti eski katip, yeni işsiz ve evsiz Robert Holt artık açlıktan ölmek üzereyken son anda bir evin penceresinden içeri atıverir kendini. Ama bu ev ona hayatı boyunca görebileceği en tuhaf şeyleri yaşatmasının yanında Londra siyasi hayatının ve sosyetesinin ortasına akıl almaz olayların kocaman bir sarmalını bırakacaktır.
Richard Marsh (asıl adı Richard Bernard Heldmann) sanırım yaşadığı dönemin en gözde konularından bir derleme yapıp, çağdaşı insanların bayılarak okuyacağı bir kitap yazmış. O zamanlar Avrupa halkına oldukça egzotik, merak uyandırıcı bir dünya sunan Eski Mısır inançları-gelenekleriyle gotik öğeleri harmanlayıp, bunları bir de Parlamento dünyasıyla, ilginç bilim adamlarıyla ilişkilendirip, oldukça canlı bir hikaye yaratıyor aslında. 4 karakterin bakış açısında, ağzından dinliyoruz olanları. Evsiz Robert Holt'un içler acısı yiyecek bulma arayışıyla olayın geneline bir pencere aralayıp, egzantrik bilim adamı Sydney Atherton'la olayların etrafında tam tur dönüyoruz. İnatçı bir politikacının saygıdeğer kızı olan Marjorie Lindon'ın anlatmaya başlamasıyla ise etrafında döndüğümüz olayların ortasına atlıyor, en sonunda da özel dedektif Augustus Champnell bize herşeyi özetliyor, kapanışı layığıyla yapıyor. Olayın asıl noktası, Böcek'in peşinde olduğu isim, genç ve başarılı politikacı Paul Lessingham ise tüm bu ayrı ayrı ağızlardan karşımıza değişik bakış açılarıyla çıkıyor.
Yazarımız, gerçek adıyla
Richard Bernard Heldmann,
Hemlock Books'tan
Hikayenin konusu açıkçası bana o kadar da değişik, ilginç, şaşırtıcı vb. gelmedi. Daha büyük beklentilerle almıştım elime kitabı, Eski Mısır bağlantısı ister istemez beklentiye sokuyordu beni çünkü. Ama yazıldığı dönemden dolayı sanırım (1897). Yani okurken pek çok noktada artık hikayenin nereye gittiğini, kime ne olacağını biliyorsunuz ve bu da haliyle okuma isteğine balta vuruyor. Ama dediğim gibi, bu durum bu zamana kadar böyle nice filmler izlemiş olmaktan hep. Yoksa düşünseniz sene 1897, bir yanda Bram Stoker Dracula'sını yayınlamış, bir yanda elinizde İsis kültüyle bağdaştırılan acımasız ayinler, lanetli bir böceğin peşine düştüğü bir aşk üçgeninden bahseden bu kitap var. Ve tüm o filmler yok, Tutankhamon'un mezarı bile bulunmamış, Mezopotamya'da kazılar, Gertrude Bell, Leonard Woolley yok, Machu Picchu dünyaya gösterilmemiş, her şey bir gizem her şey tarihin tül perdesinin altında uykuda. Düşünsenize ne heyecan, ne heyecan.
Ama hakkını yemeyeyim, özellikle ilk bölümde zavallı Robert Holt'un ağzından o açlığı, o çaresizliği anlatırken döktürüyor Richard Marsh. Hele yarattığı Sydney Atherton karakteri o kadar okuması keyifli ki, keşke herşeyi sadece onun ağzından dinlesek diyor insan. Genelinde, okumak isterseniz aslında oldukça keyifli bir kitap ama çok bir şey beklememek lazım.

[Benim bu bir türlü bitmeyen Gotik serimden (Can Yayınları'nın Nazire Ersöz'ün çevirisiyle 2011 tarihli ilk basımı) olan kitabın arka kapağında 24 tl yazıyor. KitapYurdu'nda 19,25 tl'ye görünüyor.]

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...