south korea etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
south korea etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2023 Cumartesi

The Secret Romantic Guesthouse [꽃선비 열애사] (2023)


Tahmin edin yine neredeyiz? Joseon'da! Joseon Krallığı'nın hangi döneminde geçiyor olduğunu ya da geçiyor olabileceğini daha sonra inceleyeceğimiz bu hikayemiz, başkentin curcunasında karşılıyor bizi. Ülkenin memuriyete girmek üzere hazırlanan genç erkekleri (çünkü kadınlar - doğru bildiniz - olamıyor devlet görevlisi falan) akın akın şehre geliyor. Kalacak yer bulup, sınava hazırlanacaklar. Hatta bu yüzden bazı hanlar meşhur bile, orada kalanlardan sınavı kazanan çok kişi çıktığı için (dershanelerin boy boy kazananlar diye asması gibi düşünün). Ama bizim esas kızımız Yoon Dan Oh'nun işlettiği hanın böyle bir ünü yok. Sokaklarda şehre yeni gelmiş sınav çocuklarının karşısına dikilip, hanına müşteri kazandırmaya uğraşıyor. Ailesini kaybettikten sonra sadık hizmetçisi Nae Ju ile birlikte elinde kalan tek şey olan evini han olarak kullanıp, hayatını kazanmaya çalışıyor.

Yoon Dan Oh böyle sokaklarda kendini hırpalarken zar zor da olsa yeni bir misafir buluyor hanında kalacak: Şehre yeni gelmiş, muhafızlık sınavına girecek olan Kang San. Sessiz ve sert görünümlü Kang San ile birlikte 이화원 (Ihwawon - Yaz Sarayı diye çeviriyor Papago) isimli hanın 3 misafiri daha var. Memurluk sınavına hazırlanıyor olması gerekirken orada burada kızlarla kumarla gününü gün eden neşeli Kim Shi Yeol, sınava tüm ciddiyetiyle hazırlanırken bir yandan da Yoon Dan Oh'ya derinden derinden hisler besleyen düzgün çocuk Jung Yoo Ha ve memuriyet sınavının gediklisi, Yoon Dan Oh'nun tee babasının öğrencisi olan artık orta yaşlı olan, sınavı bir türlü geçemeyen ve Ihwawon'dakilerin ailesi gibi olan Yook Yook Ho.

Ama bu mutlu mesut ortam yıllar öncesinden gelen bir kaçak kovalamaca ile bölünüyor. Şu anki kral, yıllar önce tahta çıkabilmek için kendi abisini ve onun ailesini katletmiş. Bir tek küçük oğlu kaçabilmiş bu katliamdan. Kartanesi lakabına sahip bu minik prensi yıllardır bulamamışlar. Ama şimdiki kralın zalimliğinden ve manyaklığından bıkan halk da umudunu kesmemiş, kral da kendisine en büyük tehdit olan bu yeğeni aramaktan hiç vazgeçmemiş. Ihwawon'daki misafirlerimiz ve güzel sahibemiz Yoon Dan Oh da işte kaçak hikayesinin tam ortasında buluyorlar kendilerini.

The Secret Romantic Guesthouse - orijinal adıyla 꽃선비 열애사 (koçsonbi yoresa gibi okuyabiliriz, çiçek aliminin aşk hikayesi gibi çevrilebilir ama buradaki çiçek hani böyle yakışıklı tatlı çiçek gibi çocuklar anlamında yani :p ) Güney Kore'nin SBS kanalında 20 Mart-16 Mayıs arasında yaklaşık 70'er dakikalık 18 bölüm halinde yayınlanan bir dizi. Kim ung Hwa'nin "꽃선비 열애사" yani dizinin oriinal adıyla aynı ada sahip romanından uyarlama. Hikayesi en başta böyle yumuş yumuş, neşeli ve hafif bir sageuk gibi geliyor. Posterleri, tanıtımları falan dışarıdan görünüşü öyle. Ama hikaye ilerledikçe insanı şaşırtan ve beklemediği anda, beklemediği şekilde vuran bir ciddiliğe de bürünüyor. İntikamdan gözü dönmüş acılı karakterlerle, herkesin ortasında vurun kellesini diyebilen ve kendisi vuran manyak krallarla, minicik çocukları öldürmek için peşlerine düşenlerle falan doluyor ortalık. Ama bir yandan da yine o cringelik seviyesindeki romantik komedi sahneleri de yaşanıyor. Böyle aşırı kafası karışık bir hikaye var karşımızda anlayacağınız.
Daha da kötüsü ki bence en kötüsü, prodüksiyon acayip derecede ucuz ve amatör görünüyor. İlk bölümde hevesle yaşasın bir tarihi romantik komedi daha diye açıp, ne bu nasıl bu diye gözlerim kanayarak kapattım mesela. Sonra devam ettim etmesine de, kendimi zorlayarak, hikayenin hatrına, nereye varacak bu iş, asıl prens kimmiş şu bu diyerek (bir de başroldeki Shin Ye Eun ile doğum günü paylaştığım için tabi bir de :p ). Nitekim bölümler ilerledikçe görüntüye de amatörlüğe de alıştı gözlerim ama uzun zamandır izlediğim en çiğ görüntüye ve yönetime sahipti dizi. Yani şöyle düşünün, 1990'larda çekilmiş dizileri getirin gözünüzün önüne. Bir de şimdi çekilenleri. Ya da mesela önünüze iki dizi koysam, nerede yayınlandıklarını söylemesem, görüntülerine bakarak (hikayelerini falan kastetmiyorum) hangisinin trt'de hangisinin atv'de hangisinin star'da falan yayınlandığını söyleyebilirsiniz ya hani, öyle düşünün. Şey gibi, evde oturmuşuz, telefonun kamerasıyla kendi kendimize skeç çekiyoruz. Dizide de her karakter repliğini söylüyor, duygusunu yapıyor, bekliyor. Karşısındaki karakter de hah tamam sıra bana geldi değil mi yönetmenim diyerek o da aynısını yapıyor. Böyle tvde değil de okul tiyatro kolunun yılsonu gösterisinde gibi, ekranda dikilen karakterler var, sırasıyla repliklerini söylüyorlar. Ve hayır, bu durum oyuncuların amatör olması veya oynayamıyor olmasından ötürü değil. Doğru bir şekilde yönlendirilmiyor oluşlarından. Çünkü hemen hemen hepsi film sanatları türü bölümlerinden mezun, idol bile değiller ve ilk dizileri falan da değil. Hele yan rollerde sektörün tumturaklı oyuncuları var ama onlar bile sabit duruyor, durup bekliyor. Bir şeyler akmıyor, sahne doğal bir akışa sahip olamıyor. O akış olmayınca da sessizlikler kulağımıza batıyor, bir arka ses mi lazım bir şarkı mı lazım birşeyler lazım diyorsunuz. Görüntülerin çiğ durması da sanırım (işin uzmanı falan da değilim yani sadece uzun yıllardır deli gibi dizi film izleyicisiyim hani) doğru düzgün bir filtre uygulamayışlarından. Böyle direkt sahneleri çekip, kameradaki görüntüleri bir araya getirmişler gibi. Ya da artık nasıl bir kamera kullanıyorlarsa.
Hikayenin gidişatında bir sorun yok aslında. Tüm bu çiğlik ve amatörlük olmasa. Oldukça da sürükleyici, gizem yaratma, olayları bağlama, merak ettirme konusunda iyi. Her ne kadar o da o kadar iyi yazılmış olmasa da. Bazen aşırı derecede anlamsız, havada diyaloglar uçuşuyor, çoğu sahnede sabun köpüğü etkisi alıyorsunuz. Gerçi yine de dizinin en büyük artısı ve kendisini izletme sebebi hikayesi. Ve asıl yapabildiği şey, dövüş sahnelerinin koreografisi. Adeta birer sanat eseri gibi her bir dövüş, kovalamaca, mücadele sahnesi. Özellikle kaçak prensin sadık koruması olarak belirtilen karakterin - dizide watchman olarak çevrilebilecek bir kelime söylüyorlar - kim olduğu ve geçmişine dair hikayenin inşa edilişi ile sonunda kimliğinin biz izleyicilere gösterilmesi, sanırım on yıllar geçse de unutulmayacak sahnelerden biriydi. İnanılmaz güzellikte, izlemesi aşırı keyifli. Herhalde bütçenin hepsini stuntlara ve dövüş koreografına vermişler.
Oyuncular, dediğim gibi, aslında kötü değil. Sadece öyle bir ortamda, öyle bir yönetmen ve senaryoyla bu kadar oynayabilmişler gibi görünüyor. Ihwawon Hanı'nın perişan sahibesi Yoon Dan Oh rolündeki Shin Ye Eun'ı daha önce başrol olarak (ve ilk defa) Meow, the Secret Boy'da izlemiştim. Orada da çok öne çıkan, parlayan bir oyunculuğu yoktu, gerçi o senaryoda çok çaba sarf etmesine de gerek yoktu. Burada da aynı düzlükte. Düz yani kız, sevimli normalde kendi haline bırakılsa ama rol yapmaya başlayınca düz. Hatta buradaki karakteri neredeyse sinir bozucuydu. Öyle yazmışlar ama Shin Ye Eun da bana bir sevimlilik geçiremedi yani. Yoon Dan Oh karakteri yalnızca yoksulluğu ve hayatta kalabilmek için devamlı çalışması, çaba sarf etmesi gerektiğini gösteren sahnelerde içime oturabilmeyi başardı. Yansıtabildiği en iyi duygular bunlardı. Rookie Cops'ta çok ufak bir rolde karşıma çıkmıştı, iyiydi mesela. Glory'de de çok övüldüğü için izlemek istemiştim ama o dizinin ruh sağlığıma çok iyi gelmeyebileceğini düşünüyorum, neyse bir ara denerim.

Ihwawon'un misafirlerini canlandıran ve Yoon Dan Oh kızımızın üç yakışıklı koruyucusu gibi duran Ryeoun, Kang Hoon ve Jung Gun Joo üçlüsünden bir tek Kang Hoon'u daha önce izlemiştim. Yine Meow, the Secret Boy'da. Rookie Historian Goo Hae Ryung'da da yan roldeymiş ama hatırlamıyorum, ahh o diziyi de anlatmayı çok istiyorum ama bir türlü yapamıyorum, çok uzun sürecek yazmaya başlarsam gibi bir his var içimde :) Pek çoğunuz da A Time Called You'da izledi bu sene kendisini, Jung In Kyu olarak. Bu dizimizde açık ara en iyi oynayan ve en ilginç, en duygu ve olay barındıran karaktere ve hikayeye o sahipti. Spoiler olur diye bir şey demiyorum ama rahatlıkla diyebilirim ki keşke diziyi onun üstüne kursalarmış. Düşününce mesela, A Time Called You'daki haliyle buradaki hali(halleri:p) arasında bin kat fark var. Bu da ne derece iyi oyunculuklar sergileyebildiğinin kanıtı gibi duruyor.
Üçlünün en düzgünü ve olgunu rolündeki Jung Gun Joo'yu hiçbir yerde izlememişim, bu onu ilk görüşüm ve aşırı düzgün olması dışında diyebileceğim bir şey yok hakkında. Duygusal sahnelerinde iyi, ciddi sahnelerinde iyi, komedi olması gereken yerlerde dozunda. Yani oyunculuğu her açıdan düzgün. Ne eksik ne fazla. Eline verilen metin tam olarak öyleyken yapabileceğinin en doğrusunu düzgününü yapmış.
Kang San rolünde Ryeoun

Üçlünün son üyesini canlandıran Ryeoun da ilk defa izlediğim bir genç oyuncu. Bu dizideki rolü aslında temelde soğuk, dışarıdan ciddi ve serinkanlı görünüp, sonradan içinden sıcak birinin çıkması gereken bir karakter. Ama işte tam da bu sebeple dozunu ayarlayamamış da odun gibi kalmış hissi veriyor. Şu an tamamen başka bir rolde Twinkling Watermelon'da izlemiyor olsaydım eğer kendisiyle ilgili görüşüm öyle de kalacaktı ama Twinkling Watermelon'daki halini görünce anladım ki elindeki senaryo ve karşısındaki yönetmenle yapabildiği o kadarmış The Secret Romantic Guesthouse'da. Diziyi izlerken o kadar sinirimi bozuyordu ki odunluğu, tepkisizliği, durgunluğu neredeyse sahnelerini atlamak istiyordum. Oyunculuk namına bir şeyler görmedikçe de başka şeylere takıyordum. Sesi mesela burnu çok doluymuş da zar zor nefes alıyormuş gibi çıkıyor, diziyi izlerken off diyerek sonunda ekrana elimi daldırıp çocuğu sarsmak istiyordum açın şunun burnunu diye. Sonra burnunun şekline taktım mesela, bir sinir bozucuydu. Yani o kadar kötüydü hali düşünün böyle şeylere takılıp durdum. Şu an izlediğim dizide hiçbir yerine bakmıyorum halbuki, aklıma gelmiyor çünkü Ryeoun da etrafındakiler de çok iyi oynuyor.
İşte zalim kral

Habire her taşın altından çıkan Başhadım



Asıl evlere şenlik (kötü anlamda şenlik yani) olan iki karakter var: Manyak kralla kraliçesi. Kralı canlandıran Hyun Woo'yu da, kraliçesi canlandıran Gil Eun Hye'yi de ilk defa izliyor olabilirim ve normalde oyunculukları nasıl bilemem ama burada o kadar kötü, o kadar saçmalar ki izlemekten gözlerim kanadı. Kral o kadar çizgifilm kötüsü gibiydi ki, o kadar karikatürize o kadar eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibiydi ki...Durdurup, karşıma alıp, neden böyle yapıyorsun sayın oyuncu, yapımcıyla yönetmenle kanalla falan kan davan mı var sorunun ne diye bağırasım geldi. Hele o kraliçeyi canlandıran oyuncu...Aman yarabbi. Evlerden uzak. Yani Gangnam'da alışverişini yaparken canı sıkılmış da gelip zengin kocasına ısrar etmiş, o da getirip dizi ekibine benim karım kraliçeyi oynayacak karşı çıkanı kovarım demiş gibi. Öyle olduğuna yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Hayır ikisi de o kadar kötü ki, etraflarındaki diğer yardımcı rollerdeki yılların yetenekli oyuncuları falan ne yapacaklarını bilemiyor birlikte sahneleri olduğunda. Mesela Ahn Nae Sang, tüm dizi boyunca sabit durdu. Arada gülümsedi, bazen yorgun yorgun pöff gene sahne mi çekiyoruz diye baktı, çoğunlukla bu da bu sene aldığım pek çok yan işten biriydi ama sırf hatır uğruna oynuyorum çok yormayın beni der gibiydi. Bir an bile oyunculuk yapmadı mesela. Sarayın eski hadımını canlandıran Lee Joon Hyuk, ohh nasıl olsa ortada rol yapabilen yok ben de eğlencesine takılayım şuralarda diye dolaştı. Bir muhafızların kaptanı gibi bir rolde olan Oh Man Suk kendinden geçti rol yaparken ara ara, onun motivasyonunu anlayamadım. Böyle devasa devasa, teatral bir şekilde oynamaya çalıştı aralarda ama.
Tüm bu anlamsızların arasında en anlamlısı Ihwawon'un sadık hizmetçisi NaeJu'yu canlandıran Lee Mi Do'nun oyunculuğuydu valla. Çoğunlukla komedi, bol bol absürd komedi ve aralarda dramı da komedik unsurlarını kaybetmeden gösterdi. O kadar kanım ısındı ki ona burada, diziden beri Insta'dan da takip ediyorum, aşırı eğlenceli bir komedyen aslında.
Naju rolünde Lee Mi Do

Hikayemizin tarihi gerçekliğine bakarsak bu arada, yok. Yani tam olarak yaşamış bir kral ya da veliaht prens ya da taht mücadelesinden, yaşanmış bir olaydan bahsetmiyor dizi ama kurgusal karakterlerle tarihin içinden bir hikaye anlatıyor denilebilir. Lee Chang adında bir kral yok bildiğimiz kadarıyla Joseon'da. Ki zaten kral olduklarında "temple name" denilen bir isim alıyorlar, bu Chang şeklindeki isim ancak veliaht prenslik ismi olabilir ve kralken hala öyle durması biraz tuhaf. Neyse. O yüzden tam olarak hangi zaman aralığına konumlandırdıklarını hikayeyi bilmiyorum. Gerçi bir yerde okuduğuma göre 1400lerde geçebilir diyor. Bu kurgusal hikayemizde kullanılan teknoloji, elementler, gelenekler falan sanırım bu anlamda Joseon'da 15.yy.da geçiyor diyebiliriz. Dizimizin zalim kralı Lee Chang'ın tahta geçebilmek için tüm ailesini katlettiği abisi, asıl veliaht prensin ismi Lee Pyeong olarak geçiyor dizide, bu isimde de bir veliaht prens yok Joseon tarihinde. Yani isminin ikinci hecesi Pyeong olan bir dolu prens var ama tek başına Pyeong yok. Aynı şekilde Lee Seol (bu Lee Pyeong'un oğlu olan, kaçan ve peşine düşülen, zalim kralın öldürmek için aradığı veliaht prens) isminde de yok. Dizide zalim kralı tahttan indirip, saklanan veliaht prens Lee Seol'u/Kar Tanesi'ni bulup tahta çıkarmak ve ülkede yeniden dirliği, huzuru saklamak için genç alimler tarafından oluşturulan gizli Mokinhoe birliği/isyanı da tarihte bulamadığım şeylerden biri. Yani tabiki bu tür isyanlar, gizli örgütler var Joseon tarihinde de ancak özellikle bu isme rastlayamıyoruz.
Neyse o kadar yerden yere vurdum oyuncularını ama hikaye aslında ilerledikçe çok sardı ve karakterlere de farkında olmadan alışmış buldum kendimi. Ayrılırken üzüldüm yani, fark ettim ki izlerken arkadaşlarım gibi olmuşlar yine de, hikaye de her hafta ikişer saat ikişer saat hayatımın bir parçası olmuş. Sonuçta ortada yine de sevimli bir hikaye ve ellerinden geleni yapan genç oyuncular var.

16 Ekim 2023 Pazartesi

Our Blooming Youth [청춘월담] (2023)

Bu posterin de saçmalığı

Joseon Dönemi'nde olduğunu farz ettiğimiz bir zamanda, Gaeseong valisinin kızı olan Min Jae Yi, Jwauijeong'un yani Left State Councillor'ın oğlu Han Sung On ile nişanlı. İkisi de birbirlerini ancak ressamların yaptığı portrelerinden görmüşler ama görmeden de olsa birbirlerini beğenmişler, mutlular evlenecekleri için. (Burada bir parantez açıp, bu left state falan ne demek söylemem gerek. Kral var şimdi tamam, tahtta oturuyor. Onun önünde iki yanda, ayakta sıralanmış duran devlet görevlileri var. Gözümüzde canlandırdık, tamam. Kralın 6 bakandan oluşan bir bakanlar kurulu var, asıl halka yani, tüm hinliklerin döndüğü ortam. Hah işte bunların en yükseği başbakan gibi bir kademede olan Yeonguijeong-Chief State Councilor, sonra da Right ve Left State'ler geliyor. Adalet bakanı, genel/kamusal işler bakanı, ayinler bakanı, vergilendirme bakanı, askeri işler bakanı var işte.) Oğlumuz başkentte yaşıyor, kralın sarayında asker aynı zamanda. Kızımız ise ülkenin bir diğer ucunda, düğününe kadar kalan zamanda ev işleriyle ilgili şeyleri öğrenmeye çalışıyor azimle. Çünkü o zamana kadar biraz geleneksel olmayan bir genç kız olarak büyümüş. Sadık hizmetkarı Jang Ga ram ile birlikte yaşadıkları bölgede el altından amatöre dedektifler olarak çalışmışlar, gün boyu etrafta koşturup, suçları cinayetleri çözmekle geçirmişler vakitlerini. Yani haliyle dikiş dikmek ya da yemek yapmak yerine kılıçla dövüşmeyi, hangi zehri hangi ot köküyle kaynatırsan zehir olduğunu anlamayı falan öğrenmiş Min Jae Yi kızımız. Ama olsun, kısa zamanda o diğer şeyleri de öğrenir nasıl olsa. Derken, bir gün her şey, dünyası başına yıkılıyor. Tüm ailesi, annesi babası ve erkek kardeşi kendi evlerinde öldürülüyor ve tüm suç da Min Jae Yi'nin üstüne kalıyor. Hizmetkarı ve ölümüne dostu Jang Ga Ram diyor ki kaç, kendini temize çıkaracak kanıtları ve gerçek suçluyu bulana kadar kaç. Jang Ga Ram da başka yöne kaçıyor, başkentte buluşmak üzere sözleşiyorlar.

Bu poster çok daha güzel

Tüm ülke azılı cani Min Jae Yi ile ona yardım ettiğini düşündükleri Jang Ga Ram'ı aramaya başlamışken ülkenin sarayında lanetli prens Yi Hwan, kendini devletin asıl sahibi olan soylu ve güçlü ailelere kanıtlamaya çalışıyor. Yi Hwan'ın üstünde lanet olduğuna inanıyor herkes çünkü önceki sene bir hayaletin onu okla vurup yaraladığını ve artık bir kolunu kullanamadığını, ara ara da hayaller gördüğünü düşünüyorlar. Bir yıldır insan içine çıkıp da kolunu kullanabildiğine dair ufak bir iz bile göstermemiş olan Yi Hwan ise veliaht prens olarak kalabilmek için kendini kanıtlamaya uğraşıyor. İşte bu lanetli prensimiz ile ailesini katledip kayıplara karışan azılı suçlu kızımızın yolları kesişiyor ve ikisi de kanıtlamaları gereken şeyler için birlikte uğraşmaya başlıyor.

Hah işte ortam bu

"Our Blooming Youth", 6 Şubat - 11 Nisan arasında 1 buçuk saatlik 20 bölüm olarak Güney Kore'nin tvN kanalında yayınlandı. Orijinal adı "청춘월담", çongun woldam gibi okunuyor. İlk kelime gençlik anlamına geliyor, ikinci kelimeden çok emin değilim ama ay (zaman terimi olarak ay) anlamında sanırım (isminin gençlikle ilgili bir şey olmasını diziyi izlerken hiç anlayamadım, hikaye ile de bağdaştıramadım, sorun bende mi bilemiyorum). Çinli Qinghan CeCe'nin "簪中录" (The Golden Hairpin diye çevrilerek yayınlanmış) isimli kitabından uyarlanmış. Yani aslında uyarlanmış denemez, daha çok esinlenmiş. Çünkü kitabın anlattığı hikaye ile dizininki oldukça farklı elementlere sahip. Koreliler hikayeyi haliyle kendi tarihlerinden olaylarla katıştırarak değiştirmişler. Çin'de de tee 2020'de bir uyarlaması çekilmiş ama ne olaylar ne olaylar. Başroldeki erkek oyuncunun skandalı çıkınca yayınlanamamış, sonra onun yüzünü mü değiştirsek yapay zekayla yeni biriyle sahneleri yeniden mi çeksek falan filan derken bu sene olmuş, dizi hala yayınlanacak. Neyse. Bu sene hafta hafta, yayınlanma zamanıyla senkronize olarak izlediğim ikinci diziydi ama niyeyse bitirdiğimde yazmamışım. Bu sene izlediğim ilk dizi "Crash Course in Romance"i yazmışım, üçüncü izlediğim dizi "The Heavenly Idol"ı yazmışım ama arada bunu yazmamışım. Sanırım Nisan'ın ortasında bittiğinden, o ara Seul seyahatim için elim ayağıma dolaşmıştı. Bir de işte yine kaderin evrenin bana mesajları :) Bu dizide geçen hikayenin aslında çıktığı ve esinlendiği hikayeyi burada oturduğum yerden, bilgisayarımın başında araştırıp da bulmam çok olası değildi. Seul'de yürürken tesadüfen gördüğüm bir heykel (Seul Macerası'nın 10.bölümünde anlattığım heykel) ve onun ait olduğu gerçek tarihi olayı okuyunca kafamda her şey yerli yerine oturdu.

Bahsettiğim olay, Kore'de 1894-1895 arasında gerçekleşen ve Donghak Köylü Hareketi ya da Devrimi denen tarihi olay. Jeon Bongjun heykelinden bahsederken şöyle anlatmıştım : 

Donghak Köylü Hareketi denen bir hareket var Kore tarihinde. 1860'ta Choe Je-u tarafından oluşturulan bu harekette, anlayışa göre insanlar, cinsiyetler eşit görülüyor. Kişi cennetini kendi içinde taşıyor aslında. İnsan kendi doğasını geliştirerek bu cennete ulaşabilir deniyor. Tabi çiftçi/köylü sınıfı arasında çok yayılınca bu fikirler, fikrin babasını yakalayıp infaz ediyor yetkililer 1864'te. Ama tabiki sözcükler ve düşünceler öldürülemediği için devam ediyor hareket. 1894'te Jeon Bongjun, takıyor çiftçileri peşine, Kuzey Jeolla'daki Gobu bölgesinde yolsuzluk yapan milleti sömüren valinin ofisini basıp, tüm yiyeceği fakirlere dağıtıyor. Ayaklanmanın ardından hükümet yeni bir vali atıyor ve köylülere dokunulmazlık teklif ediyor, yani tamam bize göre suç işlediniz ama size bir şey yapmayacağız deniyor. İşte bu noktada gerçeklerle bizim dizimizin hikayesi ayrılıyor. Dizide kralın ordusunu peşine takan kötü adamımız tüm köyü kılıçtan geçiriyordu. Gerçeklere dönersek, kışkırtıcılara ve katılımcılara yönelik baskının artmasının ardından halkın öfkesi yeniden alevleniyor. Jeon Bongjun diğer Donghak liderlerine haber salıyor, herkesi toplayın diye. 13000 kadar kişi toplanıyor, Jeonju eyaletinin başkentini bir ay içinde ele geçiriyorlar. Bunun üzerine hükümet Çin'den yardım istiyor. Bunu duyan Japonlar ulan Çinliler Kore'nin içinde toplaşıyor durun bakayım diye olaya dahil olmaya çalışınca Jeon Bongjun abi tamam diyor. Yolsuzluk yapan görevlileri cezalandırır, köleleri özgür bırakır ve toprakları insanlara adaletli bir şekilde bölüştürürseniz geri çekiliriz diyor hükümete.

Ama Kore'nin son çöküşünün eşiğinde olduğunun hiçbiri farkında değil. Kısa bir süre içinde Japonlar Seul'ü ele geçiriyor ve bir Japon yönetimi kuruyor. Bakıyor Jeon Bongjun ortada aslında bir Kore ordusu, hükümeti, yönetimi kalmamış, ülke elden gidiyor. Arkasındaki 12000-13000 çiftçi ile birlikte Japonların önüne dikiliyor bu sefer. Ama Japonlar yüzyıllardır adalarında herkeslerden saklanıp, bu işlere hazırlanmış durumdalar. Teknolojileri, silahları var. Çok kötü bir şekilde eziliyor Donghakçılar. Jeon abimiz saklanıyor ama ihanete uğrayıp aynı yılın Aralık ayında yakalanıp, sonraki Mart'ta da idam ediliyor.

 İşte dizimizin de hikayesinin temelinde bu tarihi olaydan açıkça esinlenildiği belli olan bir olay var. Yok ben illa izleyeceğim ve izlerken de işin aslını astarını kendim çözeceğim diyorsanız bu paragrafı ve ikincisini okumayın (gerçi yukarıda Donghak Köylü Hareketi'ni anlatırken de spoiler yemiş oldunuz ama olsun). Dizimizde de yıllar yıllar evvel Byeokcheon'da bir köylü ayaklanması oluyor. Devletin güçlü ailelerinden Jo ailesinin hiçbir işe yaramayan pislik üyelerinden bir tanesi oranın valisi. Köylülere zulüm ediyor, tüm mahsülü kendine alıyor ve devamlı da vergi alıyor. İnsanlar artık sürünüyor Byeokcheon'da açlıktan ama bunu başkente, krala da bir türlü bildiremiyorlar. En sonunda bir mektup yazıp, imza toplayıp, krala gönderiyorlar. Bu sırada da pislik valinin konağını basıp, onu kaçırıyorlar. Köylüler saf, temiz. Valiye ya da başka kimseye zarar vermiyorlar. Yalnızca kendilerinden çalınan pirinci alıyorlar valilikten. Ama o pislik yok mu o haşere, kendini bıçakla şununla bununla yaralayıp, başkente koşturuyor. Diyor ki köylüler ayaklandı, krala karşı geliyorlar beni öldüreceklerdi. İsyanı bastırmaya tabiki akrabası olan bir diğer Jo geliyor, çünkü askeri işler bakanı o zaman. İşte hikayemizin asıl kötüsü bu Jo, yıllar sonra daha da yükselip Right State Councilor oluyor ve kralı parmağında oynatıyor. İşte bu zebani, zavallı köylülerin hepsini çoluk çocuk kılıçtan geçiriyor. Öyle ki yıllar geçiyor, hikayemizin ana zamanına gelindiğinde Byeokcheonlu olmak çok kötü görülen bir şey haline geliyor. O pislik vali de yükseliyor tabi, şimdi adalet bakanı.

Bu Byeokcheonlu köylülerden geriye kalanlar kaçıyor, Gaeseong'un bir dağında saklanarak yaşıyorlar. Ama bir yandan da bir intikam planı kuruyorlar. Kralın hiçbir şeyden haberi yok aslında, onları öldüren tamamen Jo ailesi ama köylülerin intikam planı kralı ve ailesini lanetleyerek, tahttan indirmek temelde. İşte yukarıda da dediğim lanetli prens Yi Hwan'ın laneti buradan geliyor. Hikayemiz görebileceğiniz gibi iç içe geçmiş bir dolu motivasyonlu hikayeciklerden oluşuyor. Aslında çok iyi düşünülmüş, iyi tasarlanmış. Bir yanda Byeokcheon var, bir yanda yıllar sonra Gaeseong'da gerçekleşen o aile cinayeti var, bir yanda veliaht prensin ve kraliyet ailesinin üstündeki lanet var, bir yandan kötücül ve güç peşindeki Jo ailesinin oyunları var, bir yandan da olmazsa olmazımız esas kızla esas oğlan ve ikinci oğlan arasındaki aşk üçgenimiz var. Esas kızımız ve hizmetçisi, erkek kılığına giriyor (esas kızımız sonra da saray hadımı kılığına giriyor gerçi), başkentte de bir yandan cinayetler işleniyor. Veliaht prensimiz de kılık değiştirip, sokaklarda dedektifçilik yapıyor. Yani anlayacağınız çok katmanlı, bol detaylı, şenlikli, iyi düşünülmüş bir hikaye var karşımızda. Ama...


İşte kocaman bir "ama" var. Olmuyor. Nereden veya kimden kaynaklandığını anlayamadığım, bir türlü parmağımı üstüne koyamadığım bir olmamışlık var. En başından başlayayım. Önce bir tarihi gibi görünen bir hikaye olduğu için dizi ilgimi çekti. Sonra Park Hyung Shik'i gördüm başrolde, Strong Woman Do Bong Soon'da hepimizin gönlüne yerleşmişti zaten, yeni bir dizi yapmışsa bakacaktım mutlaka. Hevesle açtığım ilk bölümde süründüm. Zor izledim. Min min'in hatrına, izlemeye devam ettim bölümü. Park Hyung Shik'te bir terslik var gibiydi. Tamam paranoyak, kimseye güvenmeyen, çıkarcı devlet ahalisi arasında hayatta kalmaya çalışan ve ölümcül bir suikastten yeni yeni toparlanmış, ciddi bir prensi oynaması gerekiyordu ama fazla tutuktu, donuktu, ciddi olayım derken ne yapacağını bilememiş ve öylece durmuştu. Diğer karakterler de renksizdi bu ilk bölümde. Hiç kimseyi kimseden ayırt edemedim, hikaye yoktu ortada bir de. İkinci bölümden itibaren biraz hikaye oturmaya ve içine almaya başladı. Sonraki bölümlerde gizemler, dedektiflik, olaylar gelişmeye başlayınca dizi de iyice izlenir oldu. Dördüncü beşinci bölümden 13. bölüme kadar falan keyifli gitti hikaye.


Ama o keyifli hikayenin içinde bile bir şeylerin saçmalığı eksikliği hissediliyordu. Bu kadar iyi kurgulanmış bir hikaye içinde hikayeler bütününde haliyle tek bir kötü ya da her şeyin tek bir sebebi olmayacaktı, hemen hemen herkesin birbirine bir şekilde ettiği kötülükler vardı. Ama mesela esas kötümüz olarak hikayenin en başından itibaren gözümüze sokulan Right State Councilor olan Jo, hikaye ilerledikçe karikatürize bir hale girmeye başladı. Halbuki en başında gayet akıllıca hamleler yapan, kendine güvenli, hep iyilerimizden birkaç adım önde olan bir karakterdi. Motivasyonu da bu tür tarihi dramalardaki en geçerli motivasyondu, adam güçlü ve güç sahibi olarak kalmak istiyor. Ama hikaye ilerledikçe böyle saçma sapan hareketlere girdi. Bir an hah şimdi çözecek olayı dediğim noktada hiçbir şey anlamadı, hiç alakası yokken her şeyi anladı falan, böyle karakteri sanki her bölüm kağıt kimin önüne geldiyse o yazmış gibiydi.

Bir benzeri durum esas kızımız için de geçerliydi. En başında uçan kaçan, zeka küpü, zamanının çok ötesinde adeta bir Gen Z gibi ortaya konan kızımız, birkaç bölüm sonra ağlak, eblek, saçma sapan bir karaktere dönüştü. Gene de iddiasından vazgeçmediklerine dair zorlamaları daha kötüydü, hani senaryo bize habire amaaa bakııın bu kız aslında çok zekiii her şeyi çözer tamam mııı demeye devam etti. Ama senaryo bunları derken, kızımız hiçbir şeyden habersiz ortalarda dolanmaya devam etti. Bir de oyuncuya laf edeceğim cidden, kusura bakmasın ama, belki çok iyi bir insandır çok da yeteneklidir belki ama ışığı yok. Çok renksiz. Çok olmamış. Yani inanın hizmetkarı rolündeki kızın neden başrol olmadığına sövüp durdum izlerken. O kız parıl parıl parlıyordu sahnelerde. Esas kızı oynayan oyuncunun ismi Jeon So Nee imiş, işin okulunu da okumuş ama insan ışık olmayınca olmuyor demek ki. Ya da yazılan karakter mi kötüydü, kızın yapabileceği bir şey mi yoktu bilemedim. İzlemesi tam bir eziyetti kendisini, her sahnesinde ekranımda kız dışında her şeye odaklandığımı ama bir ona odaklanamadığımı çünkü zerre dikkatimi çekemediğini fark ettim dizi boyunca.



Dizinin tek iyi hatta diğer pek çok diziye göre en iyi yanı Byeokcheon'la ilgili flashbackler ve tüm o Byeokcheon hikayesiydi. Her bir oyuncu, tek tek, madalya takılasıydı. Esas kızımızın tüm ailesi zehirlenmiş, gözlerinin önünde ölmüş, kız kaçak durumuna düşmüş, kılıçlarla oklarla yaralanıp nehre atlamış, aç bilaç yolları kat etmiş gene de iki saniye üzülmemizi sağlayamazken tüm o Byeokcheon köylüleri, tüm o hikaye ciğerimi söktü. Nasıl güzel yazılıp, nasıl güzel oynanmış...Baksak başrollerdekilerin yarısı kadar ancak para ödeniyordu o yan rollerdeki oyunculara. İsimleri de yan rol güya. Ama her biri inanılmazdı. Aslında sırf o hikayeden bir dizi yapsalarmış mükemmel olurmuş. Esas kızla veliaht prensin aşk üçgenine falan girmeden, yine aynı olaylar ama kamera Byeokcheonluları ve onların intikam planını takip ediyor mesela. Mükemmel bir şey olurmuş.

İşin tarihi kısmına, en sevdiğim kısmına gelirsek, Byeokcheon diye bir yer var Güney Kore'de gerçekten de. Orta batıda bir köy, Güney Chungcheon ilinde. Gaeseong diye bir yer de var, şu an Kuzey Kore'nin sınırları içinde bir şehir. Seul'den azcık kuzeyde, sınırın hemen üstünde. Özellikle mandusuyla meşhur. Goryeo Krallığı'nın da başkentiymiş zamanında.

Veliaht prensimiz Yi Hwan'a baktığımızda ise Joseon Kralları arasında prenslik dönemi ismi Yi Hwan olan iki kral var: Biri 1545–1567arasında hüküm sürmüş Myeongjong, diğeri ise 1834–1849 arasında hüküm sürmüş Heonjong. Köylü ayaklanması olayına daha yakın bir zamanda olduğundan ikincisinden esinlenmiş olmaları daha muhtemel gibi dursa da direkt Heonjong'dan alınmamış hikayemiz. Annesi Pungyang Jo klanından mesela tarihte ama bizim hikayemizde Yi Hwan'ın annesi öldükten sonra kralın eşi olan kraliçe o klandan. Ya da tarihteki kral Heonjong'un babası hiç tahta çıkamamış, genç yaşta öldüğünden taht direkt dedesinden Heonjong'a geçmiş. Ve çocukken tahta çıkmak zorunda kalmış. Yi Hwan ismini taşıyan diğer kral Myeongjong'un hayatının ise bazı kısımları benzerlik taşıyor hikayemizdeki veliaht prensle. Myeongjong da ikinci erkek çocuk mesela. Kendisinden önce, anneleri farklı olan abisi Injong tahta çıkıyor, onun ölümü üzerine Myeongjong kral oluyor. Ama ikisinin annesi de farklı farklı Yun klanlarından. Bu ve diğer pek çok ayrıntı hikayemize uymuyor. Hikayemizin ana kötüsü Right State Councilor gibi Jo klanından bir çok Right State Councilor var. Özellikle yukarıda bahsettiğim kral Heonjong'un krallığı döneminde Jo klanından bu görevde biri var ama ismi tutmuyor. Yani işin aslı şu ki, dizimiz hikayesi için tarihin zaman çizgisinde kendi alternatif gerçekliğini oluşturup, pek çok şeyi kurgulamış.

Tüm bunlara dönüp bakınca dizi böyle başından ilk 12-13 bölüm izleyip, sonra da finali izlemelik, tarihi-fantastik denebilecek bir hikaye. Fantastikliği, alternatif tarih yazmaktan geliyor yoksa gumiholar goblinler olduğundan değil. Güney Kore dizi sektörünün kalburüstü pek çok oyuncusunu ehh işte denebilecek karakterler içinde izlemek ve belki de biraz Park Hyung Shik özleminizi gidermek için bakılabilir.

7 Ekim 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm XII - Seul festivali, Gyeonghuigung, Seul'e veda


Seul'deki son sabahıma uyanmadan önceki gece, yağmurla yattığımda yatağıma, yan odadan horultu sesleri gelmeye başlamıştı. Kulak tıkaçlarımı takıp yatmıştım. Yan odada önceki sabah tanıştığım kızların olduğunu sanıyordum hala. Ama horultu sesi o kızlardan gelmiş olamazdı. Kafamda sorularla uyuyakalmıştım. Sabah kahvaltı için mutfağa geçtiğimde Lee teyze iyi uyudun mu diye sorunca dedim yandan çok ses geldi, taklit ettim horuldamayı. Lee teyze yarıldı gülmekten, kızlar gitmek zorunda kaldı dün, odaya bir çift geldi dedi. Kızlardan biri polisti ya, dün aramışlar iş yerinden, acil bir şey çıktığı için geri çağırmışlar. Onlardan sonra da odaya 50li yaşlarında bir çift gelmiş. Mutfak tezgahına oturdum, Lee teyze ile muhabbet etmeye başladım, o da kahvaltıyı hazırlıyordu, bu sabah yağmurlu da olunca herhalde onlar da biraz geç kalmıştı. Biz konuşurken benim yan odadan o çift çıktı, kısa saçlı bir teyze ile eşi olan amca. Günaydınlaşırken haa dedim, bunlardan çıkar o horultu tabi, vay benim başım. Shin amca geldi mutfağa, o da dedi bana nasılsın iyi uyudun mu, akşam başım çok ağrıyordu ya. Lee teyze horlama duyduğumu gülerek anlatmaya çalıştı, Shin amca benim yan odadakilerin mutfağa çıktığını görmemişti, bağırarak haa şeyler horladı mı tabi horlar falan diye konuşmaya başladı. Lee teyze onu susturmaya çalıştı, kaş göz edip yandalar sus sus demeye başladı. (Bu arada o sabahın kahvaltısı da yine koyu renkli bir sebzeler kavurmasının altında tabiki pirinç ve üstünde göz yumurtaydı.)

son gün kahvaltısı

Kahvaltı yaparken o gün için kafamda şekillenen plan, kabul edelim, saçmaydı. Bavulumu evde bırakabileceğim aklıma niye gelmemişti anlayamıyorum kendimi. Halbuki bundan önceki seyahatlerimin hepsinde bunu defalarca yaptım. Sabah check-in yapıp, kaldığım yerlere bavulu bırakabilir miyim diyerek, günün kalanında, gidiş saatine kadar dolaştım. O gün kafam leylaydı büyük ihtimalle. Bunun yerine, şöyle düşünüyordum kendimce: Kahvaltıyı yapıp, yavaş yavaş toplanırım. Sonra oyalana oyalana - ki bavulla zaten hızlı hareket edemem - Incheon'a giderim. Havalimanında bir sürü yer var, oralarda otururum, yazı yazarım, fotoğrafları düzenlerim. Salaklığım üzerimdeydi yani. Gece 12'de uçak, nasıl bir kafaysa benimki de. Neyse ki kahvaltıda yine herkesle muhabbet ettim ve kahvaltı sonrasında her günkü o genel konuşmalar geçti evde, Shin amca ile Lee teyze herkese bugünkü planlarını sordu, ben oraya gideceğim ben şunu yapacağım diye muhabbetler döndü. Benim temelde bir planım olmadığı için ilk başta herkesi dinlediğim için jetonum düştü.Fransız abla ile kızının da uçağı vardı o gece, hatta sonradan fark ettik ki aynı uçakla İstanbul'a gidecektik, onlar oradan Fransa'ya ben Ankara'ya. Neyse işte, onlar bavullarını evde bırakıp, akşam 7-8 civarı alacaklardı. Haa dedim, tamam ben de bırakayım o zaman. Ama kafamda bir gezi planı yok ya, hala mal gibi diyorum ki Shin amcaya, amca ben öğlende gelir alırım bavulu çok oyalanmam. Te allahım! Bavulu topladım, giyindim, evden çıktım.
müze bahçesindeki tramvay
(Seoul Museum of History)


Dümdüz yürüdüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hava güneşliydi, sanki ilk geldiğim günlerdeki gibi sıcacıktı. Gyeongbokgung İstasyonu'na kadar yürüyüp, aşağı geçtim gene, Saemunan-ro 3-gil'den daldım aşağı, yine dümdüz yürüyorum. Baktım böyle ağaçlıklı, parklı, böyle yüksek yüksek binaların arasında güzel bir yerler görünüyor. Seul Tarih Müzesi'ne denk gelmişim (Seoul Museum of History). Tam böyle aaa ne güzel tarih müzesi gireyim diye yeltendim, sonra dedim ki ama hava çok güzel içeri girmeyeyim, son birkaç saatim zaten sokaklarda yürüyeyim. O arada kaldırımda, hemen yolumun üstünde böyle eski zamanlardan DeLorean'ın tren vagonu temsili gibi fırlamış da gelmiş bir vagona rastladım. Benim denk geldiğim tarafında önce kimse yoktu, etrafına dolaşmaya başlayınca insanların içine girdiklerini, içinde ve önünde fotoğraflar  çekindiklerini fark ettim. Bu, gözlerimin önünde beliren zaman makinesi, aslında 467 numaralı kültürel mirasmış. Bir "streetcar", 1930lardan. 1968'e kadar 38 yıl boyunca Seul'ün aşağı tarafında çalışmış. Streetcar'lar - yani tramvaylar işte - Seul'de ilk 1899'da kullanılmaya başlanmış. 1960larda tabi şehir arabalarla ve otobüslerle dolmaya başlayınca kullanımdan kaldırmaya karar vermişler. Bu sevimli tramvay ise şehirde kalan son iki tramvaydan biriymiş. Şimdi müzenin bahçesinde bu şekilde sergileniyormuş. Sarılasım geldi araca. Öylece orada, sevimli sevimli duruyordu. Sanki biraz sonra yürümeye başlayıp, 1930ların sokaklarına dalacak gibi hissettiriyordu. İçine atladım hemen. Ahşap döşemelerine hasretle baktım. İnsanlar içeride durup, pencerelerinden bakarken poz veriyordu. Yapamadım tabi ama olsun.
Gyeonghuigung'un bahçesi

Tramvaydan zor koparıp kendimi, bahçelerin parkların içine attım. Burası aslında sarayın bahçesi oluyordu ama o zaman nerede olduğumu pek anlayamadan yürümüştüm. Ama o da ne, bir diğer sarayın da yanındaymışım: Gyeonghuigung. Tabi bunu giriş yapısını falan görene anlayamamıştım çünkü ağaçtan yeşillikten bir şey göremiyordum. Böyle kimsecikler yoktu, arada bir araba geçiyordu. Nasıl hissettirdi biliyor musunuz, hani taa 10 yıl önce Nihan'ın Amerika'daki okuluna gitmiştim ya gezinin son günlerinde. Okulun kampüsünde yürüyormuşum gibi bir histi. Tam kayboldum derken müzik sesleri duymaya başladım. Merdivenler çıktım, araba yollarından geçtim ve müziği takip ettim. Yaklaştıkça, yemyeşil bir parkta insanların örtülerini sermiş, oturduğunu, önlerinde bir sahne kurulmuş olduğunu ve oradan müzik sesi geldiğini gördüm. Etraftaki çocuk sayısının ve sahnedeki sunucunun çocuklarla konuşuyor olmasının sonucu olarak da yarı yoldan geri döndüm. Çünkü ilerideki yazılardan okuduğum kadarıyla bir çocuk festivali gibi bir şeydi. Mis gibi havada, şehrin göbeğinde, bir parkta örtünüzü serip oturabiliyorsunuz. Sinirim bozuldu gene. Neyse.





Festivalden tam ters tarafta Gyeonghuigung'un binaları göz kırpıyordu. Gyeonghuigung, Seul'deki 5 büyük saraydan biri. Joseon'un 15.kralı Gwanghaegun'ın zamanında yapılmış (1575-1641 arasında yaşamış, tam Japonların ilk işgal yıllarına denk geliyor). Sarayın inşası 1617'de başlamış, 1623'te tamamlanmış. Sarayın yer aldığı arazide öncesinde Kral Injo'nun babasının evi yer alıyormuş, bu yüzden arazide önemli bir enerji var yani. Kore sinema ve tv dünyasında çokça işlenen ve anlatmayı pek sevdikleri bir dönem onunkisi. Birçok tarihi dizide bu kralı canlandıran oyuncu var, ben The Tale of Nokdu'dan ve The Crowned Clown'dan biliyorum demiştim bir önceki yazıda da (Deoksugung'a da bu Gwanghaegun'dan bir önceki kral Seonjo gelip yerleşmişti. Hani şu Japon işgalinden kaçan). İşte o zaman yapılan bu sarayın görevi krala acil durumlarda sığınak olması. Şehrin batısında kaldığından batı sarayı da deniyor. 100'ün üzerinde binası bulunan saray 1829'da bir yangınla yerle bir olmuş. Ardından Japon işgali sırasında Japonlar burada ne var ne yok yıkmış. Bir okul açılmış sarayın olduğu yere, kapı yapısını şurasını burasını söküp başka yerlere taşımışlar. 90lara gelinip de Seul belediyesi haydi şu sarayları elden geçirelim dediğinde Gyeonghuigung'tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış yani. Eskiden saray olan yerin ancak yüzde 33'ünü gezilecek bir yer haline getirebilmişler. Boşuna kampüs gibi hissettirmemiş bana parkında yürürken, cidden de 80lere kadar burada bir lise varmış. Şimdi alanın çoğunu yürüyüş yolları, park ve müze kaplıyor. Bu arada buranın böyle bir girişi, kapısı falan yok gibi. Biletsiz de. Öyle park gibi yani. Dalıveriyorsunuz. (Seoul Museum of History'nin Gyeonghuigung sayfası)
bu hiç güzel değildi, yedim işte

Sarayın içinde gezmeye çalıştım baya, ufak da görünüyordu harbiden ama güneş o sırada yavaş yavaş bulutların arasına girmeye başlamıştı. Bir de öğlen olmadan bir yerde oturup çay içeyim dedim. Çayımı içer, eve döner bavulumu alırım çünkü Shin amcaya söz verdim. Çünkü onlar da dışarı çıkacaklardı, sırf ben bavulu alacağım diye eve döneceklerdi. Yeniden caddeye döndüm saraydan çıkıp. Saemunan-ro üzerinde etrafa bakındım, gözümün görebildiği mesafede en az 3 tane Starbucks vardı. Gülmeye başladım, yapacak bir şey yoktu. Bir tanesine girip, yine Earl Grey'imi ve pastamı aldım. Aşık olduğum pastayı son bir kez daha yiyecektim ama yoktu. Onun yerine iyi peki diyerek çikolatalı olan bir tanesinden aldım (çay 4500 won, pasta 5900 won).
pembe ayıcıkla

Çayımı bitirip, eve dönmeye hazır olduğuma kanaat getirince aynı cadde üstünde yürüyüp, Gwanghwamun meydanına çıktım. Meydandan dümdüz yukarı çıkıp, evin oraya varacaktım. Ama meydana çıkınca festival ile karşılaştım. Hani demiştim ya tam benim gideceğim gün başlayan kent festivali. Hah işte o başlamıştı. Meydana bir dolu şey getirmişlerdi, insanlar dolaşıyor, eğleniyordu. Gene de bakmayacaktım, bir kere kafama koydum ya eve gitmem gerekiyordu. Ama o kocaman pembe ayıcığı gördüm. Pembe bir ayıcık. Öylece oturuyor meydanda. Tamamen refleks gibi ayıcığa yürüdüm. Önüne geldiğimde fark ettim ki kıvrım kıvrım bir sıra var yanında. İnsanlar sırayla önüne geçiyor, görevli gençler de fotoğraflarını çekiyor. Devasa bir ayıcıkla fotoğraf çektirmek için sıraya girdim ben de. Bir süre sonra başka görevliler gelip, fotoğraf çeken görevli gence yeter sen çekme artık insanlar kendisi yapsın falan dedi, o da bıraktı. Tam tüh dedim, ben ne yapacağım. O sırada hemen önümdeki kadın da yalnızmış meğer, sıra ona gelince bana çeker misin dedi, tabi olur sen de beni çeker misin dedim.
Tamam dedim fotoğrafımı çektirdim gidebilirim. Ama bir baktım önümde bir dolu festival standı duruyor. Anlaşılmıştı, kendimi Seul'den bu kadar çabuk koparamayacaktım. Shin amcaya utana sıkıla çekine mesaj yazdım. Biliyorum öğlende geleceğim dedim ama festivale denk geldim çok eğlenceli burası biraz daha kalabilir miyim ben diye. Şansıma kızmadı, tabiki bak keyfine dedi. Ben de daldım standların arasına. Bir sürü değişik, ilginç aktivite vardı. Hepsine bakmak istiyordum ama önlerinde çok sıra vardı. Bu yüzden en çok istediğim hangisiyse karar verip, sırasına geçtim. Sırada beklerken de etrafı izledim. Sırasına geçtiğim aktivite kendine Koreli ismi bulma gibi bir şeydi. Böyle geleneksel bir fonda, erkekler için olan hanboklardan giyinmiş bir görevli genç bir yer sehpasında oturuyordu. Sehpada bir defter vardı, ayakkabılarınızı çıkarıp çocuğun karşısına oturuyorsunuz, bir süre muhabbet ettikten sonra isminize karar verip size bir Koreli ismi veriyordu. Baya bir bekledim sıramı. Sıra bana gelince oturdum, asıl isim veren çocuğun yanında bir başka görevli çocuk daha oturuyor ve diğer yanında da görevli kızlar buyrun böyle oturun gibi yardımcı oluyordu. Önce ismimi sordular, önümdeki deftere yazdırdılar falan. Bu arada hepsi yüzüme bakıyordu dikkatlice. Çok güzel bir yüzün var dediler, hadi ya oldum içimden, nasıl yani. Ciddilerdi, inanılmazdı. Bu şehirde 10 gün içinde aldığım iltifatların ve beğeninin son 20 yılda yerle bir olan özgüvenime katkısı inanılmazdı. Bir de birkaç ay yaşasam psikolojime neler olurdu hayal edemedim. Neyse bu halimden de yola çıkarak bana 박 별 이 ismini verdiler - Park Byeol-i yani. Byeol yıldız demek bu arada. İsminizi öğrenince bir de yan tarafta duran kiosktan Seul şehri kimliği bastırılıyordu. Kioskun başında da görevli kızlardan biri yardımcı oldu. Sanırım bu festival boyunca böyle üniversite öğrencisi gibi gençleri görevlendirmişler, her yerde onlar koşturuyordu. Çok tatlılardı ama her biri.
Bu aktivite yerlerinin dışındaki standlarsa bilindik, hani böyle butik bir şeyler satan şeylerdi. Sabundur, el işidir, tatlıdır, kalemdir falan. Onlara şöyle bir bakınıp, kendimi meydanın dışına attım. Nasıl olsa akşama kadar vaktim vardı artık. Bir yer görürsem oturur, yemek yerim dedim. Canım ne isterse onu yapacaktım. Yürürken nasıl olduysa bir gökdelene konumlanmış bir avmye denk geldim. Sanırım o meçhur Lotte'lerden biriydi. Sonuçta avm, tuvalete falan giderim, avm de görmedim demeyeyim dedim. Ama hiç hayal edebileceğim gibi değildi içerisi. Neye uğradığımı şaşırdım. Böyle her bir mağazanın kapısında jilet gibi giyinmiş satış görevlileri bekliyordu, içerisi parıl parıl parıldıyordu. Lüksten zehirlenme geçirecektim. Şoka girmiş gibi nereye yürüyeceğimi şaşırdım, tuvalet işaretini bulup, kendimi içine attım. En kısa mesafeden nasıl binanın dışına çıkarım onu düşündüm. Anlatamam size o havayı ya, böyle kendimi nasıl paspal, nasıl fasfakir, 10 yaşıma geri dönmüş hissettim.

Oradan çıkıp, sokaklarda, büyük caddelerde yürüdüm öyle. Arada restaurantlar gördüm, aa burada mı yesem şurada mı diye bakına bakına, karar veremeye veremeye sonunda yine sokak satıcılarının arasına kadar geldim. Off iyi aman atıştıracak bir şeyler alayım elime deyip, bir şeyler yiyerek dolaşmaya başladım. Ama o da ne, Myeongdong'da da festival tüm hızıyla başlamış durumdaydı. Boyunlarında davullarıyla bir müzik grubu yürümeye başladı, biz de kalabalık olarak peşlerinden oynaya oynaya yürüdük. Myeongdong sokaklarında onlar çaldı zıpladı, biz oynadık. Sonra gördüğüm her mağazaya girip baktım. Tüm küpecilere, tokacılara girdim, ne var ne yoksa inceledim. Bir tokacıda gerçi binbir hevesle seçtiğim tokaları kasada bırakmak zorunda kaldım, yine kredi kartım geçmedi, son gün diye de nakitleri harcamıştım.

Myeongdong'da da festivalle eğlenip, tek bir gün bile olsa keyfini çıkardıktan sonra daha fazla üstelemedim. Eve gidip, bavulumu alayım, ancak yola koyulurum dedim. Saat 5 civarı eve dönmüştüm. Shin amca ile Lee teyze beni sokağın başına kadar geçirip, sarılarak veda ettiler. Bir de hediye verdiler, minik bir kimchi kavanozu gibi bir hediyelik. Düşündükçe hala gözlerim doluyor, bu iki tatlı insan bana orada o kısacık zamanda çok güzel duygular geçirdi.
Kocaman bavulumla taş döşeli Seochon sokaklarında ilerlemeye çalıştım. Otobüs durağına gittim ısrarla. Halbuki gideceğim yer tren istasyonuydu, bir taksiye binebilirdim gayet. Bazen gerçekten kafam basmıyor. Ya da o kadar içime işlemiş ki fakirlik, çok derinde. Boyumdan büyük bavulla otobüse sığışmaya çalıştım. Bir pazar akşamıydı, her yer tıka basa doluydu. Otobüse çıkarırken panik oldum, hani herkesi bekletiyorum falan diye. Türkiye'de olsa küfrederler ya, orada sürücü benim panik olmama üzüldü, sakin ol yavaş yavaş çıkar acele etme dedi. Otobüsle Seul İstasyonu'na gittim, saat altıyı geçerken havalimanı AREX'i için biletimi almıştım (yine 9500 won). 18:50'deki trene. İstasyonda oturup, son kez etrafıma bakındım, insanları izledim, annemle konuştum. Hızlı tren Seul'den çıkıp, Incheon'a doğru yol alırken camdan yolu, denizi, binaları izledim. Seul'e veda ediyordum. Tuhaftı. Hiç düşündüğüm gibi olmamıştı ama düşünebileceğimden de güzeldi bir anlamda. Hüzünlüydüm. Mutluydum. Gitmek istemiyordum. Ayrılmak istemiyordum.
7 buçuğu geçerken havalimanındaydım. Çok erken gelmeyi abarttım diyordum ama iyi ki de öyle yapmışım. O akşam Incheon'daki kalabalık inanılmazdı. Kaç kere güvenlikten geçtim bilmiyorum. Bir dolu güvenlik noktasında sıra bekledim. Artık sıra beklemek hayatımın bir amacı gibi oldu. Hele bavul teslim etme sırasında - abartmıyorum - 2 saat bekledim. O geceki İstanbul uçağı tüm milletleri Seul'den götürmekle yükümlüydü sanırım. Herkes vardı sırada. Hele bir de turist kafilesi vardı, 20-30 kişi Türkiye'den. Tüm Kore'yi Japonya'yı almışlardı sanırım, bavul çanta kutu torba...Onu oraya sıkıştıralım bunu buraya sokuşturalım diye saatlerce oyalandılar. 2 saatin sonunda bavulum verebilmiştim ki bu sefer de kontrol için bekledim. Bavulu teslim edip, koltuklara oturup bekliyorsunuz. İçeride kontrol edip, bavulunuzda Kore'den çıkarmamanız gereken bir şeyler bulurlarsa isminizi söylüyorlar, geri gidiyorsunuz. Öyle de bir 15 dakika oturdum bekledim. Sonunda neyimi çağıracaklar, BTS albümüne mi kızacaklar diyerek kalktım, bu sefer de kapı sırasına girmeye gittim. Kapıların olduğu bölümde de yarım saat sıra bekledikten ve güvenlikten geçebildikten sonra nihayet uçağın kapısını bulacağım alana geldim diye sevinmiştim.

Ama orası da devasa bir alandı. Ucu bucağı yoktu. Susamıştım, acıkmıştım ama saat on buçuğa gelmişti, koskoca alanda bir tane açık yer yoktu. Boydan boya yürüdüm, koşturdum, etrafa bakındım. Sonunda görevlilere denk gelip açık yer var mı dedim, ileride Starbucks var o açık bir dediler :) Şaka değildi. O saatte Incheon'da tek bir açık yer vardı, o da Starbucks'tı ve onun da önünde kilometrelerce sıra vardı. Uçak iyi ki gece yarısındaymış dedim. Su alacaktım sadece, ama önümdekilerden bir tanesinin dolaptan bir şeyler aldığını görünce bakındım. Greek yogurt görünce ooo gecenin bu vaktinde sevgili dostum da buradaymış diye bir tane ondan alayım dedim. Alırken kafayı dolaba geçirdim, kasada çocuk korktu, arkamdaki kızla arkadaşı şaşkınlıkla durdu önce, ben de onlara baktım, karşılıklı güldük sonra napalım. Çok yorgun, çok üzgün ve susuzdum. Halime güldüm. İki su ile bir minik yoğurt aldım (950x2 won ve 4200 won). Uçağın kapısının olduğu yerde oturup, beklerken yoğurdumu yedim.
Şu an düşündüğümde dönüş uçağı ile ilgili gözümün önüne hiçbir şey gelmiyor. İstanbul'dan Seul'e gittiğim yolculuğu tüm hatlarıyla hatırlıyorum ama Seul'den İstanbul'a nasıl geldim hiç hatırlayamıyorum. Çok tuhaf. Görüntüler direkt İstanbul'da havalimanında daha güneş doğmamışken Ankara uçağını beklediğim andan başlıyor. Kucağımda Ben's Cookies'den aldığım kurabiyeler. Elimdeki Seul kimliğine bakıyorum. İstanbul'da olduğuma inanamıyorum. Rahatsız sandalyelere uzanmışım, kocaman camlardan gökyüzü görünüyor. Önce koyu maviyken yavaş yavaş aralanıyor. Güneşin doğuşunu izliyorum İstanbul Havalimanı'nda. Döndüm diyorum. Neden döndüm ki? Başka gittiğim hiçbir yerden dönüşte böyle hissetmedim. Hepsinden dönüşte ilk anda hep bir rahatlık hissetmiştim. Roma'dan mesela dönüşte mutluydum. Yani genel anlamda Roma'da artık yaşamıyor olacağıma üzülüyordum ama o anda dönmüş olmaktan memnundum. Sanki birkaç günlüğüne kampa gitmişim de, eve geri dönüyormuşum, sıcak banyomu yapıp, pijjamalarımı giyip, kanepeye uzanıp tv izleyecekmişim gibi bir histi o zaman. Gezdiğim yerlerde mutlu hissetmiş olsam da, her seferinde ulan bu ülkeden nefret ediyorum niye dönüyorum da desem, döndüğüme mutlu oluyordum çünkü o pijama hissi vardı.

Oysa bu sefer...Farklıydı. Bilmiyorum tek başıma olduğum ilk seyahat olmasından mıydı, hayatımın belki değişik bir evresi mi olmasındandı ya da ben mi değişmiştim...Ya da...Seul olmasından mıydı? Belki gerçekten de bu sefer ev diyebileceğim bir his oluşturmasından mıydı? Bilmiyorum. Bilemiyorum. Üniversitedeyken tüm her şeyden o kadar bunaldığımda, gecenin bir vakti odamın camına alnımı dayayıp, kapkaranlık geceye bakardım. Kafamı cama vurduğumu fark etmeden eve gitmek istiyorum diye mırıldanırdım. Mırıldandığımı da kafamı cama vurduğumu da sonradan fark edip, dururdum. Evdeydim, içeride annemle babam odalarındaydı, odamdaydım, arkamda benim eşyalarım vardı. Ama eve gitmek istiyordum. Bilmiyordum.
İstanbul'dan Ankara'ya gelecek uçak bomboştu. En arkadan almıştım bileti gene de. Mayıs sabahının serinliğinde koltuğuma geçtiğimde tükenmiştim. 3lü koltuğa uzanıp, kalmışım. Kalkışa geçerken hostes uyandırdı. Yatak dışında bir yerde uyuyabilmem için gerçekten bayılmış olmam gerekiyor, düşünün halimi. Öğlene doğru eve girebilmiştim. Pazartesi sabahıydı. 1 Mayıs. Salı sabahı işe gittim. Hiçbir şey olmamış gibi. Sanki daha dün dünyanın bir ucunda değilmişim gibi.
Lee teyze ile Shin amcanın hediyesi


1 Ekim 2023 Pazar

Bir Seul Macerası Bölüm XI - Inwangsan'a yağmurlu tırmanış, keyifli sohbetler, YG Entertainment, Urban Plant

 


Artık sondan bir önceki günümdeydim. Cumartesi yine erkenden ama yağmurlu bir sabaha uyandım. Gece başlayan yağmur, gökyüzünü tamamen ele geçirmişti. Hanok'un minik bahçesi şırıldayan yağmur altında üzgün gibi görünüyordu. Ben de üzgündüm. Ertesi gün geri dönüş uçağıma binecektim ve o cumartesi günü son tüm günümdü Seul'de.

Sabah mutfakta kahvaltı ederken mutfağın üst katından bir kadınla kızı indi. Onlar da dün yeni gelmiş. Fransa'dan, hatta bizim o Fransız doktor teyze ile yakın bir mesafede oturuyorlarmış (bunu tanışıp muhabbet ettikten sonra fark etmişler). Kadın 40lı yaşlarındaydı, kızı da üniversite çağındaydı. Shin amca onlar da bir posta beni anlattı. Kahvaltı boyu hep beraber karman çorman bir İngilizce, Fransızca, Korece karışımı dille hepimiz sohbet etmeye çalıştık.

Annyeong Jajangbap :D

O sabahın kahvaltısı jajangbap'tı. Siyah fasülyeli pirinç yani. Çok severim zaten, şimdi de tam evde yapılmışını yiyordum, çok güzeldi. Kahvaltının sonunda o günkü meyve olarak mandalina verdi Lee teyze. Ama böyle kabuklu haliyle tabakta verince ben bir baktım, hayatım boyunca mandalinayı eliyle soyabilen bir insan olmadım. Annemler dalga geçer ama hemen her şeyde bıçak kullanma ısrarımın bilinçli bir sebebi yok, öyle rahat ediyorum (evet anne önceki hayatımda Buckingham'da yaşıyordum, üzgünüm bu hayatta beni çekmen için sana düşmüşüm). Bıçak ister gibi oldum Lee teyzeden, mutfağa bakınmaya başladım. Shin amca mandalinayı nasıl yiyeceğimi bilmediğimi düşündü ya da sanırım hiç görmediğimi. Bak böyle yeniyor diye göstermeye başladı, Lee teyze ise dolaptan başka bir mandalina çıkarıp bir güzel soyup öyle verdi bana yiyeyim diye. Ay allahım aslında her işimi kendim yapmaya, kimseyi uğraştırmamaya çalışıyorum, tüm hayatım bunun üzerine kurulu ama nedense hep, böyle eninde sonunda insanlar beni koruyup, kollayıp, gözetmeye, beni kundaklara sarıp beslemeye başlıyor. Teyzem teyzem ah teyzem, zamanında yapaydım liseye giden çocuğum olacak yaştayım diyemedim tabi. Elinden alıp, yedim mandalinayı. Jeju mandalinasıymış, iyisiymiş yani.

Kahvaltıdan sonra Shin amca allah aşkına gelin size etrafı gezdireyim diye tutturdu. Fransız ablayla kızını ve beni haydi haydi diyerek sürükledi. Aşırı yağmur yağıyor bu arada, ellerimize evden birer şemsiye aldık, Seochon'un ara sokaklarına daldık. Evin olduğu muhit, daha önce de yazdığım gibi, eski ve güzel bir yerleşim. Hanokların, eskinin hatırı sayılır evlerinin olduğu, en büyük iki sarayın hemen yanı başında. Aslında gezilecek yerlerden biri, turist rotasında. Ama o havada değil. Ben o sabah kafamı odamın kafasından uzatıp, bahçeye baktığımda demiştim ki öğlene kadar odamın önünde romantik romantik takılırım, belki bir iki satır bir şey yazarım. Bahçeyi izlerim, yağmuru izlerim. Çay yudumlarım, kurabiyelerimi kemiririm. Öğleden sonra çıkar şu yeğenlerimin hediyesi işini hallederim, bir kafede oturur gene yağmuru izlerim. Öyle bir hüzünlü, sakin bir gün ile Seul'e veda ederim. Ama Shin amcanın çok başka planları olduğunu hesaba katamamışım. Üçümüzü taktı peşine, sokaklarda koşturuyoruz. Kendisi atom karınca gibi, pıldır pıldır yürüyor. Burada bu var diyor, orası şöyle diyor, anlatıyor da anlatıyor ama aramızda kilometreler olduğu için duyamıyoruz da. Ona yetişmek için bir şeylere de bakamıyoruz. Çok güzel dükkanlar görüyorum mesela, iki saniye aaa deyip önünde dursam Shin amca öbür köşede gözden kayboluyor. Dedim tamam madem, sadece peşinden gidip, bir şeylere bakmayayım, zaten Seochon avuç içi kadar yer, bir yarım saat içinde eve döneceğiz.


Önce bir geleneksel pazar/markete girdik. Tongin Traditional Market ismi. Sabahın köründe daha tezgahlar bile açılmamıştı. Örtüler var ama tepeden yine de şıpır şıpır sular damlıyordu, Shin amca mutluydu gene de, burası da pazar ne güzel değil mi falan diye anlatıyor. İkide bir durdurup, fotoğraflarımızı çekiyor, sen şöyle dur sen böyle poz ver diyerek. Pazarda dolandıktan sonra yine sokaklarda koşturmaya başladık. Sonunda bir evin önüne geldik, yamacın tepesinde duruyor ev. Shin amca burası da şunun evi, çok güzel işte falan diyerek bu sefer de oraya daldı. Park No Soo müze-eviymiş. Park No Soo, 1927'de doğmuş, 2013 yılında vefat etmiş bir Koreli ressam. Kore çağdaş ve modern sanatına katkıları olan, öncü bir sanatçı. Japonya'nın işgalinden sonra gelen bağımsızlık döneminden itibaren Kore'nin ilk mürekkeple resim sanatçılarından biri. Önemi şuradan geliyor, o dönemde yıllar süren yoğun bir Japon sömürüsü ve işgalinden sonra Koreli sanatçılar kim oldukları, ne oldukları ve ne ürettikleri ile ilgili bir buhran içindeyken Park No Soo yeni bir soluk getiriyor. Shin amca ısrarla Lee Byung Hun'un ismini söyleyip durdu, bizi evin bahçesine sokarken. Sonunda anladım ki şey demeye çalışıyormuş, Mr.Sunshine ve Our Blues gibi dizilerden tanıyabileceğiniz Lee Byung Hun'un kendisi gibi oyuncu olan eşi Lee Min Jung, bu Park No Soo'nun torunu. Shin amca için önemli bir detaydı.

Park No Soo evi-müzesi böyle bir şeydi, ben o havada ve yorgunlukta çekememiştim
o yüzden fotoğraf Timeout.com'dan

Ev o bölgede diğer evler gibi oldukça güzel görünüyordu, iki katlı, kırmızı taşlardan yapılmış, arkasını minik ama dik bir tepeye vermiş, ömür güzelleştirecek bir bahçeye sahip, şahane bir ev. Biz evi gösteriyor zannederken Shin amca girişe yöneldi, girişte görevli bir teyze vardı. Müzeye mi geldiniz buyrun falan oldu, biz müzeye mi geldik diye birbirimize bakınırken Fransızlarla, Shin amca kafasını sallıyordu kadına. Bilet almanız gerekiyor dedi kadın, biz cidden müzeyi gezmek istiyor muyuz bir müzeye mi geldik bu adam kimdir bile düşünemez haldeydik. Yorulmuştuk, ıslanmıştık, nefes nefese kalmıştık, terlemiştik, nemli havadan yapış yapıştık. Teyze bilet için 3000 won istedi, düşünmeden biner won çıkardık. Teyze kişi başı dedi, Fransız ablayla birbirimize baktık o an. Ulan biz napıyoruz burası neresi diye. Verdik parayı, biletlerimizi aldık. İçeri daldık ama ayakkabıları çıkarmak gerekiyordu. Ayakkabılarımızı çıkarıp, misafir terliklerinden geçirdik ayaklarımıza.

Park No Soo evinin bahçesinde

Bu ev, ressamın 1973'ten 2011'e kadar yaşadığı evmiş. Evin kendisi 1937'de o zamanın ünlü mimarı Park Gil Ryong tarafından yapılmış, Batı ve Japon mimarisinin karışımı. Tüm ev boyunca koridorlarda odalarda eserleri sergileniyor. Eserlerinin 1000 kadarını buraya ve bu semte bağışlamış. Ama nedense evin içinde ben o kadar çok eser görmedik gibi hissettim. Bir de fotoğraf çekmek yasaktı. Peşimizde görevli amca dolandı ama o da bizim ve Shin amcanın sevimliliğine dayanamayıp, hatıra olsun diye fotoğraflarımızı bile çekti. Ev gerçekten güzel, yani Fransız ablayla ikide bir birbirimize bakıp off ama çok güzel off ne hoş olur burada yaşamak deyip durduk. Yaşanırmış be vallahi.

Evin içini gördükten sonra Shin amca bizi bir de evin bahçesinin bir parçası olan tepeye de çıkardı tabiki. Adam karınca. Böyle sarp merdivenlerle bahçeden ağaçların arasındaki tepeye çıkılıyor, minik de bir oturma kamelyası gibi yer yapılmış. Oraya çıktık, indik. Evden çıkarken tamam dedim, benden bu kadar. Gezimiz de bu kadardı herhalde, eve dönüyoruzdur dedim. Ama daha yeni başlıyormuşuz, bu ısınmaymış.

Dağa tırmanmaya başladığımız nokta, başıma gelecekleri görememişim

Inwangsan'ın tepesinden manzara o havada işte böyle


Seochon'un yanı başında yükselen Inwangsan'a (Inwang Dağı'na yani) doğru yol almaya başladık. Tabi ben bilmiyorum ya, eve dönüyoruz zannediyorum. Bir de baktım sokaklar bitti, önümde sisli kocaman bir kütle yükselmeye başladı. Ağaçlar, yamaçlar, yağmurdan dolayı kayaların arasında şelale olmuş sular. Gene de dağa tırmanacağımızı aklımın ucuna getirmedim, park gibi olan yeri dolanıp geleceğizdir diye son gücümle peşine düştüm Shin amcanın. Ama tırmandık. Bitmedi. Tırmandık da tırmandık. Islanmayan yerim kalmadı. Sucuğa döndüm. Yine de tırmandık. Shin amca bir saniye teklemedi, ben ikide bir durup yok ben gelemiyorum dedim, sürüklediler. Yol boyu söylendim. Dağın tepesine kadar çıktık. Allahım ben nerelere geldim allahım bu kabus mudur sabah uyanamadım mı günahım neydi yarabbim diye diye süründüm. Bir de güzel manzaralar olduğunu düşündüğü yerlerde haydi durun haydi fotoğraf diye çekiyor, gülümse diye şirinlik yapıyor. Hay allahım bu bir şaka değil mi diye baktım, kesin bir tv programıydı bu, öyle olmalıydı, kamera şakasıydı. Olmalıydı. Ama değildi. Koskoca dağa tırmandık o sabah deli yağmurun altında. Kot pantolon ve spor ayakkabı ile.


Dağın tepesinde bir tesis göründü sonra ufukta. Hayal görüyorum zannettim. Bir kafe gibi bir yerdi. Arabalar çekilmişti önüne, biz niye yürüdük o zaman dedim Shin amcaya, madem arabayla gelinebilen bir yerdi. Otobüs de geçiyor  mu dedim, öyle ineceğiz değil mi dedim, güldü. Kafede mola verdik, şaşkınlığımın içinde. Güzel fırın ürünleri vardı, kahveler çaylar vardı ama o kadar umutsuz o kadar pes etmiş haldeydim ki ne seçeceğimi ne yapacağımı bilemeden bir şeyler geveledim kasada. O havada buzlu americano almış olduğumu fark ettiğimde iş işten geçmişti. Yanına da bir pastel de nata (portekiz turtası diyelim) almışım. Elimle gösterdim sadece, ne olursa olsun aman be ya diyerek. Yerin adı google'a göre The Forest Choso Chaekbang diye geçiyor. Orijinali 더숲 초소책방, orman - kontrol noktası - kitabevi kelimeleri. İçeride kitap rafları da vardı, doğru ya. Kahveye 4900 won, minik turtaya da 2100 won verdim. Dişimin kovuğuna gitmedi tabi pastel de nata, ben ondan bir oturuşta 10 tane falan yiyebilirim. Kahveyi de su niyetine içtim işte. (Kafenin web sitesi : https://chosobooks.com/)

Orada kahvelerimizle oturup, ormanı seyrederken baya sohbet ettik. Sanırım o günün o eziyetinin benim için tek artısı, belki de en büyük artısı buydu. Shin amca ve Fransız teyze ile ülkelerden, şehirlerden, gezmekten, geleneklerden, insan davranışlarından, anlayıştan, alışkanlıklardan...pek çok şeyden bahsettik. Hatırlayabildiğim kadarıyla başka bir dilde, başka milletlerden insanlarla ilk defa böyle bir şeyler konuşuyordum. Yani genelde herkes için yabancı bir dilde konuştuğumuzdan üstün körü konuşuruz ya. Havadan sudan bahsederiz, basit cümlelerle basit şeyler konuşuruz. İki Fransız, bir Koreli ve bir Türk İngilizce anlaşarak, o gün o kafenin dışındaki oturaklarımızda sislerin arasındaki ormana, dağa bakarak derin şeyler konuştuk. Ben ertesi gün gidecektim, onlar da aynı zamanda ayrılacaklardı, bir daha hiçbirimiz birbirimizi göremeyecektik. İsimlerimiz dışında bir şey bilmiyorduk, yalnızca o sabah tanışmıştık (Shin amca ile de işte 3 gün önce tanışmıştım) ama birbirimize içimizden geldiği gibi, hissettiklerimizi, düşüncelerimizi söyledik. Fransız ablanın, zar zor hatırlıyorum hepsini ama dediklerinin, sanki dedesi mi ne siyahiydi, öyleymiş sanırım, öyle anlattı. Üniversite çağında atlamış İngiltere'ye gitmiş, İngilizce öğretmeni kendisi. Orada bir süre yaşadıktan sonra kapalı havadan fenalıklar basmış, geri Fransa'ya. Bu arada ilk eşi Cezayirli mi Faslı  mı öyle bir şeymiş. Kore'ye birlikte geldiği kızı ondan. Sonra biriyle ve başka biriyle daha evlenmiş. Toplamda 3 kızı varmış, şu an boşanmıştı, evli değildi. Çok karmaşık ailesini anlattı orada baya bana.

Yun Dongju'nun şiiriyle ben - Shin amcanın azimli çekimlerinden

Kafede öyle bir soluklandıktan sonra yine başladık yürümeye. Shin amca bu sefer benim yanımda gidip, beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Çünkü her adımda söyleniyordum artık, bitmiş görünüyordum. Tırmanıyor gibi değildik bu bölümde, inişe geçmiştik ama yine de dağın tepesinde patikalarda dolanıyorduk. Seyir terası gibi bir yerlerde yağmurdan sisten manzaraya bakmaya çalıştık. Sonra üzerinde yazılar olan kocaman bir kayanın önüne geldik. Shin amca orada o kayayla hepimizi fotoğraf çekimine soktu. Yun Dongju'nın Tepesi deniyormuş buraya, şair Yun Dongju'nun ünlü bir şiiri kazılıymış o kayaya. Tepenin eteğinde de onun adına bir edebiyat müzesi bulunuyor. Yun Dongju'nun tüm hayatı Japon sömürü yönetimi altında geçmiş. Kore'nin bağımsızlığı için fikirleri olan ve çaba gösteren bir şairmiş ancak Japon yönetimi tarafından yakalanıp, hapse atılmış. Hapiste ölmüş henüz 27 yaşında.

Şairin tepesinden sonra neyse ki tam olarak inişe geçtik. Kale surları gibi surların yanından, merdivenlerden inmeye başladık. Hava güzel olsa mükemmel bir manzaraydı ancak o havada sadece iki metre ötesi görünüyordu. Nihayet merdivenler bitti, dağ bitti, sokağa çıktık. Otobüs durağına geldik. Fransız abla ile kızı bir yeri gezmeye gideceklerdi, Shin amca da bir yere mi gidecekti, hep birlikte otobüse bindik. Ben eve uğradım tabi önce, otobüste onları bırakıp, evin orada indim. Evde kuru şeyler giyip, önemli işim (yeğenlere Blackpinkli hediyeler) için çıktım.


Hediyeler için YG Entertainment'ın resmi dükkanına, binasının hemen karşısındaki The Samee Cafe'ye gidecektim. Metro durağına yürürken evin yakınlarındaki Baskin-Robbins dükkanının önünden geçtiğimi fark ettim. 10 gündür bir dolu Baskin-Robbins görmüştüm ama bir türlü içeri girmeye fırsatım olmamıştı. Bir yere acele ettiğimden falan değil, sadece ne bileyim bir türlü girememiştim işte. Halbuki Kore'ye gelirken mutlaka denenmesi gereken şeylerden biri de buydu benim için. Baskin-Robbins dondurmasıııı! Evin yakınındaki o dükkana girer girmez de bunca gündür girmemiş olduğum için kendimi tokatlamak istedim. İçerisi 45 dereceydi! Bir dondurma dükkanı, sahra çölü gibiydi. Öyle bir sıcaklık ki böyle otururken bile değil, ayaktayken mayışıyorsunuz, böyle yumuş yumuş bir uyku haline giriveriyorsunuz. Ama dondurmacı. Her yerde dondurma var. Nasıl olabilirdi? Hala hayal etmedim ben o sıcaklığı değil mi diyorum kendi kendime. O kadar gün dışarıda donmuştum Seul'de, halbuki bir BR'nin kapısından içeri dalsam tüm dertlerim bitecekmiş. Bu arada en minik kapta şeftalili dondurma almıştım sanırım. Hatırlayamıyorum. Ne kadar vermiştim onu da bulamadım. Neyse.


Metro, otobüs, yürüme derken tee Seochon'dan Haepjong tarafına gelmiş oldum. YG Entertainment binasının karşısında The Same Thing ya da The Samee Cafe diye geçen bu yerin giriş katı kafe, alt katlarında YG'nin sanatçılarının ürünleri satılıyor. O yağmurlu günde sokaklar bomboştu. YG'nin binası koskocaman yükseliyordu. Bir an önce bir şeyler alıp, gitmek istiyordum. Tamam k-pop dinliyorum ama bu yaşımda da Blackpinkli şeyler alırken görülmek istemem. Kafenin girişinde şemsiyelik vardı, oraya bıraktım şemsiyeyi. Alt kata indiğim anda BP üyelerinin yüzleri her tarafta uçuşmaya başladı. Şöyle bir kere bir dükkanı dolandıktan sonra aslında o kadar da fazla şey olmadığını gördüm. Önceki gün metronun altındaki mağazalarda daha çok ve çeşitli BP'li ürün vardı. Ama onları kesin uyduruk bulur benim abim yengem yeğenlerim diye, buradan lisanslı ürün almaya ant içmiştim. Bir saat ne alacağımı bulmaya çalıştım, çünkü dedim ya o kadar da çeşit yoktu. İşe yarar bir şeyler yoktu. Sonunda iki tişört aldım (ki çocuklar için uygun ebatını bulamadım büyük oldular), bir de Blackpinkli monopoly oyunu (o da ingilizce olduğu için çocuklar bensiz oynayabiliyor mu bilmiyorum). Abim bir miktar para göndermişti çocuklara alacağım hediyeler için (bu da küfür gibi, sanki para göndermezse almayacakmışım gibi). 139200 won tuttu bu iki şey valla. Acıyorum Blackpink'e YG'e kazandırdığım paraya. (Kafenin instası : https://www.instagram.com/thesamee_official/)

Kafeden çıkarken şemsiyemi almak için şemsiyeliğin önüne bir geldim, anksiyete krizi. Ben bırakırken iki üç şemsiye vardı, şu an dopdoluydu şemsiyelik. Benimkisi de öyle renkli, farklı bir şey değildi. Böyle şeffaf bir plastik gibi birşey. Şemsiyelikte öyle bir dolu şemsiye vardı. Şemsiye benim değil, evin ya, yanlış şemsiyeyi götürürsem anlarlar mıydı ki? Benden günah gitti diyerek bir tanesini çektim, herhalde doğrusunu çekmişim ki akşam eve götürünce ses etmediler.

Urban Plant'teki çay tepsim :)

Spagettim


Oradan çıkıp, yürümeye başladım etrafta. Bir şeyler yiyeyim diye düşünüyordum ama etrafta işaretlediğim bir yer yoktu. İşaretlediğim yerlere gitmek için bir daha metro, otobüs falan binmem gerekiyordu, içimden gelmedi. Yürüdüm, bakındım, sonra Urban Plant diye bir yer gördüm. İçeri bir daldım, cennet gibi. Her yer yeşillik, çiçekler, bitkiler, sarmaşıklar...Çok tatlı bir yer bulmuştum, şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Bir de sadece kafe de olmadığını, normal yemek türü şeyler de olduğunu görünce mutluluktan bayılacaktım. Kasada menüye bakıyorsunuz, siparişini orada veriyorsunuz. Elinize siparişiniz hazır olduğunda ses çıkaran o minik aletlerden veriyorlar. Siparişimi verdikten sonra nereye oturacağımı şaşırdım, her yer çok güzel görünüyordu. Hepsinde oturmak istiyordum ama doluydu her yer. Üst kata çıktım, tek bir masa buldum boş, minik. Herkes arkadaşlarıyla buluşmuş, muhabbet ediyordu. Bir ben yalnızdım bu kafede. Pesto soslu spagetti ile earl grey çay almıştım. Mutlulukla makarnamı yedim, insanları izledim, bitkilere baktım. (Urban Plant'in instası : https://www.instagram.com/urbanplant_official/, bu da web sitesi : https://urbanplant.business.site/)

Resmen Seul'de Starbucks Starbucks dolaşıp, bu pastayı yedim
Aşırı mükemmel ötesi bir şey
Aşk

Keyifli yemeğimden sonra metroya binip, Myeondong'a gittim. Dün gördüğüm bir şeyler aklımdaydı, alabilirim diye düşünmüştüm. İşimi bitirdikten sonra oradaki bir Starbucks'a oturdum yine. Gitmeden önce son kez o güzelim pastadan yemek istiyordum. Choux Baumkuchen yazmışlar bu sefer fişe, 6900 won. Bir de yine earl grey'imi aldım, 4500 won. İki üst kata çıkıp (baya katı vardı bu Starbucks'ın), cam kenarında bir yer bulup, bıraktım kendimi. Karşımda, tam ileride Namsan Kulesi ve Namsan vardı. Son kez vedalaşıyordu şehir benimle sanki. Görünüşte pazar günü gece 12'de uçağa bineceğim için, bir günüm daha var gibiydi ama bavul toplamakla, havalimanına gitmekle falan geçer diye düşünüyordum. Pazar gününü yok gibi düşünmüştüm kendimce yani (çok aşırı yanlış düşünmüşüm, hayal ettiğimden çok farklı geçti pazar günü). O yüzden o cumartesi günü şehirle vedalaşıyordum bir anlamda. Yağmur da yağıyordu zaten. Yorulmuş ve hüzünlü, hanok'a döndüm o akşam.



Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...