1 Aralık 2016 Perşembe

Testraller ve makarnalar

Düşünüyorum. Günlerdir böyle. Müzik çalarken yanıbaşımda, balkon kapısından gökyüzüne sabitlenmiş gözlerimle, düşünüyorum. Gerçekten düşündüğümün farkına varmadan, ne yaptığımın bilincinde olmadan. Bu günler geçecek mi, bilmiyorum. Yani tabiki geçecek, geri döndüğümde biraz daha farklı bir boyut alacak.
Bu sabah güneş doğmadan hemen önce uyandım, sonra da bir daha gözümü kırpamadım. Ki son bir aydır falan hayvan gibi uyuyorum. Sadece uyuyorum. Gece 12 olmadan gözlerim kapanıyor, ertesi gün, öğlen 12'de ancak kaldırabiliyorum kendimi yataktan. Oysa bugün, böyle leyla gibi, oturuyorum. Ama uyuyamıyorum.
Zaten başımdaki çoraplar..Bir de açıyor insan ondan sonra interneti, önünde yanarak ölen çocuklar, ölümler ve saçmalıkların son gaz devam ettiği, o eninde sonunda geri dönmek zorunda olduğu çukuru görüyor. Günlerdir evde makarnadan başka bir şey yiyemiyorken bir tarafta savaşın ortasında kalmış bir çocuğun haberini izliyorum. Evet, hiç yararı olmuyor. Bugün gene makarna yedim.
Bir yanda da kenara kaydettiğim bir yazıya denk geldim. Umutsuzluğa düştüğünüzde hayatınızın amacını nasıl bulursunuz, hede höde diye yazıp durmuş kadının biri. Bu tür gaz verici, savaşın ayağa kalkın yapabilirsiniz sevdiğiniz işi yapın mutlu olduğunuz şeyi yapın herşeyi yapabilirsiniz falan filan diye konuşmalar yapan, yazılar yazan, çok bilen insanların hemen hemen hepsinin de gayet hali vakti yerinde ülkelerde yaşayan, gayet hali vakti yerinde insanlar oldukları sizin de dikkatinizi çekti mi acaba? "Tamam faturaları ödemek gerek, faturalar önemli" gibi birşeyler yazmış kadın bir noktada, ama yine de sevdiğiniz bir şeyi yapın demeye devam ediyor. Ama bir türlü açıklamıyor o faturalar nasıl ödenecek biz sevdiğimiz şeyi yaparken. Misal ben oturup öylece film izlemek istiyorum, bir yandan da bol tereyağlı iskender yemek istiyorum. Benim sevdiğim şey bu mesela, ama ev kiramı, telefon faturamı ödemiyor. Ne yapacağız? Sadece konuşuyor. Onun için hava hoş, çekmiş taytını altına yoga yapıyor, binbir çeşit meyveyi koymuş kaseye, üstüne de kim bilir ne servet ödediği salak saçma bir şeyin ununu dökmüş, fotoğrafını çekiyor ahahah bugün de sağlıklı besleniyoruz diye gülücükler saçıyor. Ben de 1 euroluk makarnamın yanına yumurta kırayım da sağlıklı olsun o zaman. Haa ama tüh, yumurta da bitmişti.
Gene de dün ve önceki gece, konuşmalar konuşmalar...Aklımda bir sahne var. Hatırladıkça gözyaşlarına boğuluyorum her seferinde ama aslında mutlu bir sahne, umut verici:

29 Kasım 2016 Salı

Herşey mi ters gider?

Herşey mi ters gider? Herşey mi sarpa sarar? Her bir şeyde mi sorun çıkar ya? Roma'ya döndüğümden beri yerimden milim kıpırdamadım, para kalmadı zaten, dışarı çıkmıyorum, odadan zar zor çıkıyorum. Ama gene de sorun çıkıyor.
Dün gece bilgisayar yine bozuldu. Azıcık keyiflenelim diye "Sister Act"i açmıştım, o bitti, kapattım bilgisayarı. Banyoya gittim, geri geldim, haa şuna bir bakayım diye birşey hatırladım açmak üzere düğmesine bastım bilgisayarın. Ama o da ne, windows açılıyor ekranında o dört renkli logo duruyor, parlaklaşıp sönükleşiyor parlaklaşıp sönükleşiyor. Yarım saat böyle bekledikten sonra güç düğmesinden kapattım. Geri açılırken onarım yaptırtmaya başladım (Win7). Onarım ekranında sistem geri yükleme önerdi, tamam dedim, geri yükleme yaptı bir saat. Sonra yeniden başlatmaya geçti kendini ama gene windows başlatılıyor ekranında kaldı. Gene güç düğmesinden kapattım. Sonra güvenli modda açmayı denedim, siyah ekranda beyaz yazılar akarken takıldı, güvenli modda da açılmadı. Tamam dedim, sıçtım, buraya kadarmış. Kendimi atayım altıncı kattaki balkonumuzdan. Aşağıda da kuran kursu var zaten, bir kefenleyip gömüverirler herhalde. Bu esnada tabi telefondan sorunla ilgili ne var ne yoksa okuyorum internette. En sonunda, ben bu dünyaya hep sorunlarla uğraşayım diye geldim dedim, kabullendim. Bilgisayarı koydum masaya, fişini çekip geri taktım, ben de yattım yatağa, en salak young-adult kitaplarından birini açtım telefondan. Bilgisayar açılırken onarım ekranı geldi yine, iyi dedim onar gene sen nasıl istiyorsan. Gene sistem geri yüklemeye geçti, bir kendi kendine kapandı açıldı, durdu saatlerce. Sonunda ben kitabın sayfalarını atlaya zıplaya okurken, masaüstünün geldiğini gördüm uzaktan. Açıldı. Sistem geri yükleme yapabilmiş, çünkü virüs veritabanı bu hafta başında istediği gibi güncelleme istedi, windows da bazı güncellemeleri yüklüyor göründü, o da hafta başında güncelleme almıştı. Şu an bilgisayarı geceden beri kapatmamış haldeyim, tırsıyorum, kapatınca bir daha açılmayacak diye. Böyle Ankara'ya dönene kadar kapatmayacağım herhalde.
Böyle bir gecenin sabahı daha güzeldi tabi. Türkiye'deki bölüm arkadaşlarımdan mesaj aldım uyanır uyanmaz, kayıt yenileme yapmadığımdan bölüme yazı gelmiş, kaydımı silmişler. Erasmus toplantılarında erasmus öğrencisi olduğumuz için bu dönem kayıt yapmamıza gerek olmadığını söylemişlerdi bir de. Kafayı yiyeceğim ya. Hayır ben biliyordum kesin sorun çıkacağını. Böyle bir şey dedikleri anda biliyordum, ulan bunların sisteminde kesin sorun çıkacak diye. Nerdeyse mutlu olacağım kaydımı sildiklerine, okula dönmek zorunda değilim anlamına geliyorsa. Kurtuldum diye düşünebilirim tez yazmaktan ama sadece geçen eylülden şubata geçirdiğim o korkunç ötesi günlerdeki emeğime yanarım. O kadar zamanımı boşa harcamış hissetmesem, zerre umrumda olmayacak. Ama asıl kendimi bıçaklamak istememe neden olan şey şu, diğeri hani yıllar yıllar önce burdan da bilirsiniz, yüksek lisans yapmaya çaabalayıp yine tez yazarken bıraktığım okul var ya, geçen sene oraya gidip kaydımı sildirmek istiyordum demiştim. Oradaki öğrenci işleri durumu şöyle açıkladı: Yahu boşver arkadaşım kaydını sildirmek çok zor, önce gidecen bölümünün formunu dolduracan sonra onlar dilekçe isticek onu yazacan verecen sonra bölüm kurulu toplanacak dilekçeyi görüşecek karar verecek de öyle kaydını silmeye gelecen. Ölme eşek yonca bitecek. Lanet gelsin, alın sizin olsun kaydım dedimdi. Hayır hem o okulla bir daha bağım kalmasın istiyordum hem de o okulda kaydım durduğu için bu şimdiki okula harç ödemek zorunda kalıyordum. İşte demem o ki o  gerizekalı okul yüzyıllar olmasına ve ben hiçbir sene kaydımı yenilemememe rağmen, bir türlü kaydımı silmezken kendi kendine, burası daha iki ay olmadan hoppadanak kayıt siliyor. Çünkü herşey ama herşey, tüm evren tüm hayat bana karşı duruyor, benim varlığımı reddediyor, öldürmüyor süründürüyor, zevk alıyor bana işkence etmekten tüm evren.
Lanet olsun ya lanet olsun!
Hatta bir tane daha! Bakın geliyor hazır mısınız? Şubatın 15'inde döneceğim diye bilet aldım aylar önce. Airfinder diye bir siteden, en ucuzu oydu. Thy'nin bir uçuşu işte. Geçen gün mail geldi, tamamı italyanca. Bu ocakları yanasıca airfinder - sanırım, hiç emin değilim - yok uçuşa bir şey oldu, olmayacak etmeyecek isterseniz 14,90 daha verin birşeyler yapalım bilmem ne bilmem ne diyordu. Ya durup dururken noluyor ya? Açtım web sitelerinden baktım, aldığım uçuş cancelled diyor, altına yeni saatlerde bir uçuş yazmışlar changed diyor. Benim makul saatlerdeki uçuşu iptal edip, yerine gecenin üçünde uçuş koymuşlar ve benim bileti herhalde ona geçirmişler. Ama biletimin geçerli olup olmadığından emin değilim çünkü yazdıklarından hiçbir şey anlamadım. Mail attım hemen ingilizce yazın ne diyorsanız, hiçbir şey anlamadım dedim. Cevap yok. Sıfır. Günlerdir. Uçuş iptal olduysa biletimi iade et, başımın çaresine bakayım değil mi? Benim hatam değil ki bu, sizin. Ben gecenin üçünde uçmak zorunda değilim ki. Hayır bir de bir daha para istiyorlar. Neden ya, nasıl ya?
Lanet olsun! Herşeye, her bir şeye lanet olsun! Doğduğum güne lanet olsun! Ne gerek varmış ki beni doğurmuş annem, varmış işte çocuğunuz, ne diye başka bir tane yapıyorsunuz ki ben anlamıyorum. Sırf çile çeksin, mutsuz olsun, ezilsin, çiğnensin, dert çeksin, işkence çeksin diye mi?
Lanet olsun ya, lanet olsun!

17 Kasım 2016 Perşembe

I got guns in my head and they won't go, spirits in my head and they won't go



Dün yine bir tesadüfün peşindeyken, tamamen alakasız bir mekanda, tamamen alakasız bir durumda - ya da belki tam da alakalı bir durumda - çalıyordu arkada düz ekran bir duvar tv'sinde. Bir şeyler yapıyor bu şarkı, o anda yapmaya başladı. Bir şeyler değişiyor her bir notasını duydukça bende. Yarın ilk kez italya sınırlarını terk etmeye çalışacağım, her şey yolunda gider mi, nuremberg'de havaalanında oturma iznimiz yok diye gerisingeriye yollarlar mı, münih'ten kafamdaki hogwarts'a - neuschwanstein kalesi'ne - gidebilir miyim, viyana'daki o karışık yatakhane odasından, gecenin bir vakti the lumineers konserinden çıkıp viyana'nın bir ucundan diğer ucuna gidebilir miyim, viyana'dan sağ çıkıp bratislava'ya geçebilir miyim...hiçbirini bilmiyorum şu an. Ama şarkı...

I got guns in my head and they won't go
Spirits in my head and they won't go
I got guns in my head and they won't go
Spirits in my head and they won't go

I spent a lot of nights on the run
And I think oh, like I'm lost and can't be found
I'm just waiting for my day to come
And I think oh, I don't wanna let you down
Cause something inside has changed
And maybe we don't wanna stay the same

And I don't want a never ending life
I just want to be alive while I'm here
And I don't want a never ending life
I just want to be alive while I'm here
And I don't want to see another night
Lost inside a lonely life while I'm here

14 Kasım 2016 Pazartesi

bu hep böyle

Hava  o kadar kapalı ki Roma'da, böyle yorganın altında, cenin pozisyonunda tüm dünyadan nefret ederek, balkon kapısından kara gökyüzüne doğru bakıp, öylece durasınız geliyor. Kara bile değil ya, renksiz resmen, böyle sarımtrak gri. Ev sessiz, soğuk, morg gibi. Yan odada Baran bilgisayarına gömülmüş, battaniyenin altında. Bu odada ben aynı şekilde. İkimizin de oda arkadaşları okulda derslerindeler. Ev çok soğuk demiş miydim? Ankara'da kombiyi gaz parasını idare edebileyim diye ben de az yakıyordum, çok öyle sıcak kışlar geçirmiyordum ama burada resmen öleceğim soğuktan. Kaloriferler merkezi olarak yanıyor, yanacak yani, kasımın ortası geldi hala yanacak. Kim nerden ne zaman yakacak, işte bunlar hayati sorular. Apartmanda kimse üşümüyor herhalde. Ve ısıtıcımız da yok. Çünkü ona da para verip, 2 ay sonra burada bırakıp gitmek zorunda kalmak istemiyorum. Çünkü burada hayatım boyunca hemen hemen hiç yapmadığım, yapmak zorunda kalmadığım bir şeyi yapmaya çabalıyorum, belirli bir miktardaki parayı idareli kullanmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar çünkü, hep bir yerden bir gelirim vardı. Üniversiteye kadar öyle harçlığa ihtiyacım olmamıştı pek, üç beş elime tutuşturdukları yetiyordu, evden okula okuldan dersaneye yürüyerek gidip, aynı yolu geri yürüyerek geri gelebiliyordum. Üniversitedeyken bir yandan kyk'nın kredisi geçiyordu elime, o zamanlar 100-150 arası bir miktardı ama sonuçta ailenizle kalıyorsanız yemeye içmeye hayda hayda yetecek bir miktardı. Sonrasında da maaşım vardı zaten ve yine ev kirası, elektrik, su, gaz falan vermiyordum. Resmen tüm maaşım harçlığımdı. Ama şu an, 30 yıllık hayatımda ilk defa, ev kirası, elektrik gaz parası veriyorum. Market alışverişini, tüm ihtiyaçlarımı ab ofisinin yatırdığı o gülünç miktar içinden karşılıyorum. Ankara'da olduğu gibi babamın kredi kartıyle gidip de markette kendimi kaybedemiyorum, çünkü burada aldığım her şey türk lirasının değersizliğinin zirvesinde olmasından dolayı babamın ekstresine neredeyse 4 katı yansıyor ve saçma bir emekli maaşıyla bir yandan abimin iki çocuklu ailesine destek olmaya çalışan bir adama böyle miktarlar yüklemek istemiyorum. Zaten buraya tamamen gezmek için, kendi keyfim için gelmişim, bir de bunun sorumsuzluğunu geçirmeyeyim üstlerine değil mi?
Çok zormuş be. Para idare etmek çok zormuş. Her şeyinden, ama her bir şeyinden, kendinin sorumlu olması özgürlük falan değilmiş, zorlukmuş. Vallahi cumartesi sabahı evin ortasında çöküp, zırıl zırıl ağlayacaktım. Önce hafta içinde günün ortasında birden elektrik gitti. Sadece bizim ev gitti, komşularda asansörde falan vardı. 3 kişiydik evde, benim oda arkadaşım ve demin de dediğim yan odadaki. Diğer odadakiyle ben evi kurcalamaya başladık nereden gitti nasıl gitti diye. Ev kapısının arkasında bir kutusu var duvarda, orası tamamdı, bir sorun yok görünüyordu. Dedim bizde bir de apartmanın bodrumunda falan ana kutu olur, oradan atmış olabilir. Aşağı indik, kutu arıyoruz. Bir adam çıktı, napıyonuz dedi, arkadaş anlattı işte, adam burada olmuyor onlar evin içindedir dedi, biz de gerisin geri eve çıktık ama evde başka bir şalter yok. Ev sahibini aramaya başladı Baran ama adam cevap vermiyor. Bense vazgeçmedim, duvarları her yeri incelemeye devam ettim. Sonunda ilham geldi, bir de hayal meyal ilk geldiğimiz gün ev sahibinin gösterdiği bir şeyi hatırladım, ilk baktığımız şalter kutusunun hemen üstünde duvarda tablo asılı. Onu kaldırdım, aha burda! O şalter atmış, onu kaldırdım, elektriğimiz geldi haliyle. Baran da diyor ki tanrım ne kadar zeki bir kızsın sen! Keşke kardeş, keşke...
Sonra da cuma gecesi, saat bire geliyor yatacağız, oda arkadaşım tuvalete gitmişti, sifona bastı, odaya geldi ama sifon sesi susmadı ısrarla. Önceki günlerde bana da yapmıştı, su akmaya devam ediyor hani, sifon kutusunun içindeki şamandıra ağırlık yapıp da su deliğini kapatmalı ya, o olmuyordu, ben de bir kere daha basmıştım düzelmişti. Gittim yine, bastım, bu sefer bana mısın demiyor. Su çılgınlar gibi akıyor klozete. Basıyoruz, ediyoruz, kabus gibiydi, su durmadı.  Gene çözüm üretmeliyiz, böyle durum kendi evimde de çok başıma gelmişti. Benim evde diğer tuvaletin duvarında evin tüm suyunu açıp kapamaya yarayan yer var, oradan kapıyordum çaresiz kalınca mesela suyu. Ama bu lanet evde öyle bir şey bulamadım, aradık, tüm eve baktık, yok. Yorgunum, hasta olmak üzereyim, gecenin bir vakti, zaten ev de buz gibi, bir an önce yatağa girmek ve ısınmaya çalışmak istiyorum. Çığlıklar atarak kaçmak istedim ya o su sesinden, bu evden, bu şehirden. Sonunda hemen klozetin yanında, duvarda, yere yakın bir noktada bir tuhaf bir şey vardı, üstündeki kapağı çekince bir vana gibi birşey çıktı ama bizimkilerle alakası yok. Onu çevirince su kesildi sifondan klozete akan. Ama bu sefer de o kadar saçma ki, büyük banyoda ve mutfakta su akmıyor, küçük banyoda var. Bu vana bu işe yarıyormuş! Neyse dedik, şimdilik yatalım. Sabah ola hayrola. Ama sabah karın ağrısıyla, berbat bir durumda uyandım. Mutfağa koştum hap içeyim, sıcak bir şeyler içeyim diye. Çünkü gene ev buz gibi. Mutfaktaki manzara: Diğer odadaki arkadaş mutfak masasında elindeki telefondan kendi dilinde bir şeyler izliyor ve gülmekten boğuluyor, arkasında ocağın bir tanesi yanıyor son gaz ama üstünde bir şey yok, terek levye hepsi pis bulaşık dolu, önceki günküleri ve az önce yaptıkları kahvaltıyı yıkamamışlar su yok diye, daha doğrusu mutfakta akmıyor diye, etrafta yumurta kabukları,...Dolaba cama kafa atmamak için zor tuttum kendimi. Hiçbir şey içecek bardak yok, zaten bu görüntüde bir şeyde kaldırmıyor midem. Ama ayakta zor duruyorum, regl olmuşum, öleceğim, tuvalete de gidemiyorum gerizekalı sifon yüzünden. Çöküp kaldım bir sandalyeye. Bu arada mutfağın bir duvarı, tamamen çürümüş halde, küflü ve ortasında da kocaman bir delik duruyor, geçen hafta tesisatçı ustanın açtığı. Öyleyiz yani. Ev sahibi hala getirecek ustayı yapması için. Haa o delikten de duvarın içinde su akıyor boşlukta, duyup görebiliyoruz falan. Sonunda kendimi topladım, kalktım, küçük banyodan cezveye su doldurdum, ocağa koydum, ısıtıp en azından bardakları yıkayayım diye. Ben işe girişince diğer odadaki diğer kız geldi, ben yıkarım suyu açıp dur dur diye bana acıdı sanırım. Suyu açtılar, sifon sesi geri geldi, bulaşıkları yıkadı o. O gün akşama doğru ev sahibi de geldi gelmesine ama, adamın asıl amacı 3. odaya kiracı getirmekmiş yine, bir iki kişi katmış yanına onlara odayı göstermeye gelmişti, gelmişken sifon işini falan halletti. Bu arada diğer odadaki Baran da yanımda habire söyleniyordu, bu ev dördümüzü zor kaldırıyor bir de hala birilerini getirmeye çalışıyor, önce şu bozuk şeyleri yapsın bu nedir falan diye. Allahım şubat ne zaman gelecek?
İki gündür yatıyorum, Ev buz gibi. Bugün kursa gitmedim. Bu arada yapı kredi de sapıttı. Booking.com'dan yaptığımız son rezervasyonda habire sorun çıktı. Yapı kredinin banka kartıyla yapıyorum, kartınız kabul edilmedi başka kart verin diyor habire. Bundan öncekilerde hep bu kartla yapmıştım ama son bir haftadır böyle hata veriyor. Arkadaşımın aynı  kartıyla unicredit atmsinden para çekerken de yine son bir haftadır komisyon istemeye başladı, ki yapıkredinin unicredit anlaşması olduğundan komisyonsuz çekebiliyoruz diye özellikle yapıkredi hesabı açıp gelmiştik. İnternet üzerinde bir yere varamıyoruz, illa aramamız gerekiyor müşteri hizmetlerini ama yapı kredinin müşteri hizmetlerine hiç ulaşmaya çalıştınız mı bilmiyorum, inanın gidip er ryan'ı  kurtarmaya tercih ederim. Saatlerce bekletip, gerçek bir insana ulaşamıyorsunuz ve bunu buradan aramaya çalışsam herhalde tüm hibe paramı turkcelle ya da wind'e veririm. O yüzden arayamıyorum da. Neden her şey sarpa sarmak zorunda? Neden habire sorun çıkmak zorunda? Sonunda allah belanızı versin diye alacağım elime telefonu arayacağım, girecek telefon faturası ama bunu yaptığımda bile bir sonuca ulaşabileceğimi zannetmiyorum. Bir sorun görünmüyor ki deyip duracaklar. Siteyle ilgili problem vardır diyecekler. E sitede 5 tane rezervasyon daha yaptım onlarda neden sorun çıkmadı aynı kartla? En sonuncusunda niye çıktı? Hem de iki farklı otel denedim. Yani ilk otel reddedince kartı dedim oteldedir sorun, gıcıktır bu otel kesin, ben de başka yer bulurum. Ama orası da reddetti, şimdi ayın 19'unda münih'te olacağım ama kalacak yerim yok.
Her şey sorun. Her şey problem. Türkiye'ye dönsem ne olacak bir de. Antalya'da bile terörist çatışması oluyorken, ekonomik kriz varken (evet var siz hala farkında değilsiniz azıcık ekonomi okuyun birazcık kafayı çalıştırın allah aşkına) ve elimde hiçbir yetkinlik yokken ne yapacağım orada? İş bulamam, duramam, oturamam, okul zaten arap saçına döndü...
Biletleri falan aldım, güya birkaç şehir göreceğim ama sıfır istek var içimde. Hiçbir şey görmek istemiyorum. Neden istemeliyim ya da neden görmeliyim, bunlara cevap bulamıyorum. Anlamı ne yani. Bir iki müze görmemin, kilise görmemin falan ne anlamı var. Buz gibi sokaklarda yürümek zorunda kalacağım, üç beş kuruş daha ucuz bir şeyler yiyebilmek için sürünüp duracağım. Evet, çok anlamlı.
Yalnız şu an bir baştan okuyunca yazdıklarımı pek şımarık geldim kendime. Resmen artık her defasında para para para ve yine para diye çemkiriyorum, vızıldanıp duruyorum gibi. Bildiğiniz şımarıkmışım ben.

10 Kasım 2016 Perşembe

tecrübe ettiklerinin tutsaklığı

Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 2

Piazza dei Cavalieri
 Floransa'daki ilk günümüzden (Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 1) sonra oldukça gürültülü geçen gecemizin ardından cumartesi sabahı erkenden kalkıp, Santa Maria Novella tren istasyonuna gittik. Bu arada resepsiyona gidip, akşamki durumu açıklayıp 8 numaralı odanın anahtarını önceki günkü teyzeye bıraktık. Bir yandan da pişman oldum tabi keşke bırakmasa mıydık diye düşündüm. Çünkü teyzenin durumdan haberi yoktu, o gündüzcü diğer adam gececi herhalde. Neyse Pisa'ya trenimiz 08:28'deydi. Trenitalia ile gittik, bir saat sürdü Floransa-Pisa arası ve 8,40 gidiş+8,40 geliş olarak 16,80 euroya mal oldu. Pisa'da da Pisa Centrale'de iniyorsunuz. Trenin 2.sınıfı temiz, rahat, elektrik prizi var, tuvalet var, daha ne olsun. Bir de biletinize bakan kimse yok, ne dışarıda ne içeride görevli var. Gidip tren istasyonunda elinizi kolunuzu sallayın. Pisa'ya kadar 3-4 durak hiç bilet kontrolü olmadı, sonrasında tren Livorno'ya devam ediyordu, o arada falan baktılarsa bilemem.
Pisa'ya indiğimizde saatin 9 buçuğa bile gelmemiş olması tabi ayrı bir dertti. Ki üstüne çılgın gibi gökgürültüsü yağmur fırtına, ortalık kapkara. Şimdi mantıklı ve zeki olanlarımız kaşınmaya başladı fark ettim ordan. Evet bence de Roma'dan direkt Pisa'ya bilet alıp, cuma öğleden sonra Pisa'yı dolaşıp, akşamında Floransa'ya geçip, cumartesi tüm gün Floransa'nın sokaklarını, pazar da müzelerini bedava olarak gezebilirdik. Evet tüm bir günü sabahın köründen akşamın bir yarısına kadar Pisa'da geçirmek en salakça şey ama, hatırlatmama gerek var mı, ben dünyanın en büyük salağıyım. İllaki her durumda ve zamanda en salakça olanı yapmalıyım. Bu yüzden sabah 9 buçuktan akşam 8 buçuğa kadar Pisa'da yağmurda ıslanıp ıslanıp, üşüyüp durduk. Neyse, istasyondan çıktık, çılgınlar gibi yağan yağmurun altında şemsiye satmaya çalışan gayet ısrarcı arkadaşlardan zar zor sıyrıldık.
Piazza del Duomo
Buraya, İtalya'ya geldiğimden beri içimi yakan bir başka konu da bu. Roma'da da böyle mesela, her köşe başında her adımda güney asyadan olduğu gayet net görünen insanlar, fakir ve çaresiz insanlar turistlere herkese ellerinde artık ne tutuyorlarsa satmaya çabalıyorlar. Hiç "beyaz" biri yok aralarında. Çoğunluğu Bangladeşli. Sanki tüm Bangladeş nüfusu buraya göç etmiş gibi. Pisa'da da siyahiler çoğunluktaydı bu konuda. Dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğu burada her adımımda daha da çok suratıma çarpıyor bu yüzden. Türkiye'de nasıl her sokakta, her kaldırımda Suriyeli bir insandan adım atamıyor durumdaysanız, burada da bunun Bangladeşli ve siyahi versiyonu var işte. Sapsarı besili turistler ellerindeki devasa dondurmaları yalayarak bu insanların arasından yürüyor her gün. Onlar da umutsuzca o turistlere ellerindeki şallardan, saçmasapan hediyelik eşyalardan satmaya çalışıyor. Zaten şehrin en işlek yerlerinde, en turistik binalarının dibinde, merkez tren istasyonunun dibinde evsizler kartonları içinde kaşınıyor, sidik kokusu ve diğer kokular içinde oturuyor. Sonra da insanlar ay aman Roma çok güzel bir şehir ama diyorlar ya da İtalya çok güzel diye ayılıp bayılıyorlar. Hayır, dünyada böyle bir durum devam ettiği sürece hiçbir şehir güzel görünmüyor gözüme. Kimseye görünmemeli. Ama işte kendi balonlarımız içinde bunların hepsini unutup, o makarnadan değil de öbüründen yemek zorunda kaldık diye moralimiz bozuluyor mesela.
Pisa'daki Vaftizhane'nin
merdivenleri
Ne diyordum, Pisa. İstasyondan çıkıp, Viale Antonio Gramsci üzerinden yürümeye başladık ama hem erken hem de yağmur olunca hemen orada denk geldiğimiz ilk yere girdik kahve ve kornet (kruvasan) için. Bar Gambrinus'a girmişiz, hiç sormadan da kahvelerimizi ve kornetlerimizi istedik, oturduk yedik. Evet kahvesi de iyi, kornetleri de. Ama tüm bunlarada 17,40 euro verince bir tokadı yemiş olduk. Haa bu arada Floransa'da otelde de oda parasının üstüne 5'er euro şehir vergisi verdik, onu da unutmayalım. İtalya'da her şehirde bu vergi böyle kafanıza kafanıza gömülüyor. Gambrinus'tan çıkınca Pisa'daki ilk görülecek yerimiz Piazza Vittorio Emanuele II'ye ulaşmış olduk. Burası gene bu amcanın heykelinin olduğu meydan işte. Bu amca İtalya için pek mühim. Roma'daki favori manzaramın da sahibi, Altare della Patria'da kocaman at üstünde heykeli var. 1849-1861 arası Sardinya kralıymış, sonra da birleşik İtalya'nın ilk kralı olmuş, o sebepten atamız babamız havasında. Pantheon'da gömülü, ki ne heveslerle girmiştim Pantheon'a, onu da demeden geçemeyeceğim. Dışı daha manyak kesinlikle, içeri girince bir "ulan burayı da mı bazilikaya çevirdiniz ne ettiniz lan" oluyorsunuz.
Oradan Corso Italia'ya girdik ve o sokak boyunca yürüdük. Burası böyle dükkanların, tanıdık markaların dükkanlarının, kafelerin falan olduğu canlı bir sokak. Gençler falan gırla. Sokak biterken, nehre çıkmadan hemen önce Logge dei Banchi var. Buraya "tourist attraction" diyor ama hiçbir esprisi yok, kermes gibi birşeyler vardı biz geçerken. Bu noktada Ponte di Mezzo'dan karşıya geçmek yerine sağa doğru nehir kenarında devam ettik, çünkü altıgen mimarisiyle ilginç görünen bir kilise olan San Sepolcro'yu görmek istiyorduk. Ama kapalıydı, bazen salaklığımın şanssızlığım ile kol kola zıplayarak gülüşerek yürüdüğünü düşünüyorum. Devam edip Ponte della Fortezza'dan Arno nehrini geçtik. Karşıya geçince sola dönüp, Lungarno Mediceo üzerinde yürümeye devam ettik.
Camposanto, Pisa
Şimdiki hedefimiz Medici saraylarından biriydi ama artık yağmur kendini aşmış, üstümüze nehri savuruyordu adeta. O yüzden hiç hesapta yokken tesadüfen görünce orada, Museo Nazionale di San Matteo'ya atıverdik kendimizi. İşte bazen de kader devreye giriyormuş demek ki. Bomboştu müze, kimse yoktu. Girişteki görevli amca tonton mu tonton, iyiliği her yerinden akan bir amcaydı. Hem bize çok iyi davrandı, hem de bir güzellik yapmakta hiç sakınca görmedi. Biletleri vermek için yaşlarımızı sordu, arkadaşımın yaşı 20, ben de 29 dedim. Arkadaşım için 25 yaş altı olan yarı fiyattaki bileti kesti, bana da bir daha bakıp sen de 24 yaşındasın dedi. Peki dedim, bana da o biletten kesti, verdi (18-25 yaş arası 2,50 euro, gerisi 5 euro). Şimdi bir şey hissettim yalnız ya, böyle hep parayı az alan insanlara iyi çok iyi mükemmel falan diyorum burda sanki, resmen bir maddiyat canavarı böyle bir para almamalarına göre insanların iyiliklerine karar veren pis bir insanmışım gibi göründüm kendime ama saçmalıyorum değil mi ya. Neyse tamam.
San Matteo Müzesi erken ortaçağdan 16.yy.a kadar eserleri barındırıyor. Ama şöyle diyeyim sadece tahtadan haçlar ve incilden sahnelerin boyalı olduğu yine ahşap şeyler var. Bir de çok çirkin heykeller var, hristiyan aziz ve azizelerine ait. Resimlerdeki insan görüntüleri de çok çirkin, aman yarabbi hiç bu kadar kötü eseri bir arada görmemiştim. 13.yy.sanatından tiksindim yeminle. Ortaçağ hikayeleri iyiymiş sadece, sanatına hiç dokunmayın, benden tavsiye.
Müzede biraz kendimize gelmiştik ki çıkınca daha beter fırtınaya yakalandık. Ara sokaklardan dolana dolana o havada Piazza dei Cavalieri'ye gittik. Burası ilk Medicimiz Cosimo'nun sarayını ve heykelini barındıran pek havalı bir rönesans meydanı ama o havada hiçbir şey anlamadım. Gözümü kapşondan çıkarıp da görebildiğim çok az şey var. Meydandan kendimizi hemen kıyısındaki bir kemerin altına attık. Oradan sonunda çıkabildiğimizde Via Dalmazia-->Via della Faggiola-->Via Capponi yolunu izleyerek Piazza del Duomo'ya çıktık.
amca pek çirkin, Uffizi'den
Bu noktada belirtmem gerek, bu kadar şaşırmayı ve etkilenmeyi beklemiyordum. Yani milyonlarca kez resmini görüyor, okuyor, dalga geçiyorsunuz falan ama ufak bir sokaktan o meydana çıkıp da birdenbire o kuleyi öyle pat diye önünüzde bulunca bir afallıyorsunuz. Harbiden yamuk ya la! Ciddi yamuk, öyle böyle değil. Bir tırsıyorsunuz nasıl yani diye. Kuleyle bir yarım saat apışıp kaldıktan sonra ancak diğerlerini katedrali, vaftizhaneyi, duomoyu, meydandaki kafeleri falan görebiliyorsunuz. Gene çılgınca yağmur yağdığı için biz ancak etrafta koşturup, oranın buranın altına sığındık diğer turistlerle birlikte. En sonunda dedik buralara girip, gezelim. Bunun da yöntemi bilet almak. Museo delle Sinopie'nin girişindeki yerden gezmek istediğiniz yerlere göre fiyatını seçerek bilet alabiliyorsunuz. Biz kişi başı 8 euroluk olan katedrali, vaftizhaneyi, camposanto'yu ve Sinopie müzesini kapsayanından aldık. Kuleye çıkış parası ayrı ve 10 euronun üstünde sanırım.
Sinopie müzesi iki katlı, ufak. İçinde duvarlarda Camposanto'nun duvarlarına yapılan fresklerin deneme çizimleri var. Yani önce bunları çizmişler, sonra gidip boyamışlar. Vaftizhane altıgen, pek bir şey yok içinde. Bir dar, dolambaşlı merdivenden üst katına çıkıp, aşağıya bakıyorsunuz o eğlenceli. O merdivenlerden çıkarken falan kendinizi bir ortaçağ filminde hissedebilirsiniz (niye böyleyim ben ya, çok üzülüyorum kendime). Katedraldeyse ölürsünüz, ne resimler ne resimler. Ama pek karanlık ya, benim gözlerim zor görüyor zaten, gözümdeki lensler eskidi, elimde de bir çift kaldı. Ama muhteşem resimler. Camposanto ise mezarlık. Heykeller ve yerde mezar taşları. Fibonacci'ninkisi de burda misal. Buranın duvarları da şahane.
Bir de tuvalete gitmek isterseniz, hemen camposanto'nun yan tarafında 80 cent'e. Evet o derece.
Buradaki kültürel gezimizi de bitirince sanırım Via Ulisse Dini üzerinde rastladığımız ve ucuz görünce, canımız da hamburger gibi birşeyler çekince Chicken Grill&Chips diye bir yere girdik. Tek müşterileri olarak yedik içtik ama o ne turuncu bir dekorasyondu öyle. Bir de bir tane Bangladeşli abinin işlettiği dükkandan Pisa hatıralarımızı aldıktan sonra artık yapacak hiçbir şeyimiz yoktu Pisa'da. Kaldık mı öyle fırtınada sokakta. Valla üşüye üşüye ara sokaklarda dolandık saatlerce. Saat daha 5 falandı herhalde. Öyle boş boş, hayır bir de hava berbat ya, bir şey yapacağın varsa da yapamıyorsun. Son birkaç saat istasyonda oturduk, neyseki buradaki istasyonda kapalı bir oturma yeri vardı. Floransa'da yok mesela, pazar gecesi en son donmak üzereyken otobüse bindik.
Uffizi'deki Niobe Odası ve muhteşem Rubens
8 buçuk trenimizle Floransa'ya dönüp, otelimize korkular içinde geldik. Bu gece sahiden de başka insanlarla kalacağım aman yarabbi diye diye çıktım merdivenlerden. Bu sefer de resepsiyonda tamamen başka bir adam olmasın mı?! Bu seferki bize ilk gece özel odayı veren bangladeşli adam gibi değildi, resmen 70ler türk filmlerindeki sapık katil kılığındaydı sırıtışıyla falan. 7 numaralı yatakhanemize ait anahtarı aldık ve indik odaya, ama korka korka. İçerde en kötü olasılık iki kişi daha olacak çünkü. Ama neyseki, kimse yoktu. Ama kahretsin ki kapı kitlenmiyordu. Tüm gece diken üstünde, biri gelecek mi, ya şimdi ipsiz sapsız biri kapıyı açıp dalıverirse diye hop oturup hop kalktık. Gram uyumadık. Bir de gene dışarıdan sesler, zaten gökgürültüsü şimşekler hiç durmadı. Valla bu durumun korkusu bile aklımı aldığı için eve döner dönmez diğer seyahat için olan planı yeniden gözden geçirdim. Paraya kıyıp, alabildiğimiz yerlerde iki kişilik odaları aldık şimdi. Gerçi Nuremberg'de ve Viyana'da yine mecburen yatakhanede kalacağız ama Nuremberg'deki en azından sadece kadın. Viyana'dan sağ çıkabilirsek artık, bir daha da başıma birşey gelmez herhalde.
Floransa'daki son günümüzdeyse beleşçiliğin dibine vuralım, her ayın ilk pazarı müzeler bedava olayından yararlanalım diye sabahın köründe, abartmıyorum köründe, çıkıp Uffizi Galerisi'ne geldik. Gene de sıra vardı ya arkadaş! Ha ama neyseki bir Vatikan değil, buna da şükür. Vatikan adeta bir açlık oyunları, adeta bir miğfer dibi savunması. O yüzden Uffizi sırası yeşil çimenlerdeki teletabiler gibiydi ama bu örnek de şu an çok ürkünç oldu tamam susuyorum.
Uffizi şahane, demiş miydim? Ama o turist kalabalığıyla, kapılar açıldığında istanbul surlarına ilk bayrağı kim dikecek ruhuyla birlikte saldırmak zorunda bırakılmasaydık daha güzel olabilirdi. Hayır neye saldırdılar böyle anlamadım ki. İlk kattaki çizimlere hemen hemen hiç kimse dönüp de bakmadı mesela. Merdivenlerden bir tırmanışları var ki eh aman allah! Üst katta 3 koridor var, u şeklinde bir yapı oluşturuyorlar. Bu her bir koridorun bir de yan galerileri var, birbirine geçişli. Ana koridorlarda duvarlar boyunca heykeller var, tavanla duvarın birleşim yerlerinde de portreler. O portreleri oraya koymak kimin fikriyse iyi küfür yedi benden 2,5 saat boyunca haberi olsun. Ulan hem bir şey seçemiyorsun hem de boynun tutuluyor. Hayır belki ben durup saatlerce Newton abimle bakışmak istiyorum, ne diye 5 metre yukarı asarsın. Yan galerilerde de tablolar var. Botticelli'ninkilerde ayrı bir kalabalık vardı, hele Primavera'ya yanaşamadım bile. Venüs'ün Doğuşu'nun önünde, tam ortada dikilebildim ama ne yalan söyleyeyim. Nihayet koridorları bitirebilip, terastaki kafeye falan da uğradıktan sonra çıkışa yöneliyorsunuz ama o da ne? Kandırmışlar! Çıkış yazıyor ama sonra binadan gerçekten çıkabilmek için yüz tane daha galeriden geçiyorsunuz ve hepsi tablo dolu. Ayrıca da muhteşem şeyler bunlar. Bu bölümde bir Leonardo odası da var mesela. Birkaç tablosu var. Ama asıl, ne Leo, ne Botticelli...Benim asıl aradıklarım Caravaggio ve Artemisia Gentileschi'ydi, ki onlar da bu çıkış kısmında. Caravaggio odası dedikleri yerde Artemisia ablanınkiler de yer alıyor. Bu arada yukarı katta bir de Niobe odası vardı, öldüm. Duvarlarında devasa Rubens tabloları - ki adamsın Rubens! - ve önlerinde insanın tüylerini diken diken eden, kafasını allak bullak bırakan Niobe ve çocuklarının heykelleri. Bakınız sanat güzel yapıldı mı şahane birşey işte - sözüm sana Picasso, seni hiç sevemedim Picasso.
Uffizi'den nihayet çıkabildiğimizde açlıktan ölecektik. Hemen oradaki sokaklarda baktık insanlar bir yerlerden sandviçler kapmışlar, yumuluyorlar. Ama biz öküz gibi yiyen iki hobbitiz, bir sandviçle tüm günü geçiremeyiz diye Via dei Neri üzerinde gayet italyan bir yere oturduk. Sanırım İtalya'ya geldiğimizden beri ilk defa yaptık bunu. Ve domates soslu spagetti, patates kızartmalı tavuk ve et tabağı, tiramisu ve elmalı kek derken iyice abarttık. Kısmet.
Nihayet yemeğin ardından Galleria dell'Academia'ya gittik. Ama burası beni hayalkırıklığına uğrattı biraz. Bir David var diye bu kadar saçmalanmaz. Evet bir David var. Müzenin gerisinde sadece Pisa'daki San Matteo Müzesi'ndeki gibi ortaçağ hristiyan eserleri dolu. Ha bir de Pacino di Bonaguida'nın Hayat Ağacı paneli var, o kadar. Bir de yan kısmındaki ufak bölümde müzik aletleri sergisi vardı biz gittiğimizde denk geldik, o iyiydi. David'in olduğu ana kısımdaki duvarlardaki tablolar muhteşem yalnız.
Galleria'dan çıktığımızda 4-5 civarıydı, aslında Galileo Müzesi'ne gidecektik ama yakınlarda bir antropoloji müzesi görmüştük ona mı uğrasak diye bir dolandık. Felaket yağmur bitmek bilmediğinden ve telefonlarımızın şarjı bittiğinden döndük durduk. Müzeyi bulamadık, sonunda vazgeçip Galileo'ya doğru gittiğimizde o da kapanmıştı. Sanırım Floransa'daki en büyük pişmanlığım Galileo Müzesi'ni görememek oldu.
Bir de akşamın sekizine kadar otobüs beklemek o soğukta, yağmurda. Zalımsın İtalya.

8 Kasım 2016 Salı

Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 1

Kafayı yiyeceğim şu yağmura bakın ya! Birileri toplanmış tepede, habire kovalarla su döküyor başımızdan aşağı. Duruyor gibi yapıp gene yağıyor. Hayır bir de ev arkadaşlarımdan biri - ki 5 yıldır Roma'da yaşıyor - demez mi ki burada kış böyle oluyor şubata kadar durmadan yağar diye! Yağmur var ama ılık da değil ki hani. Soğuk yani, bildiğiniz ıslak ve soğuk. Öleceğim galiba ben burada çürüyerek ve donarak. Neden gittiğim hiçbir yer sıcak olmuyor? Neden sıcak bir yere gidemiyorum? Üstüne üstlük bir de dün gece 12'de bir geldik odaya, yer su. Balkon kapısından girmiş herhalde, döşeme sırf göl olmuş. Sile sile kuruttuk şimdi neyseki ama dışarıda yağmur yağmaya devam ettiği sürece gene olmayacağının garantisi yok. Diğer odadaki arkadaş biz panjurları indirip yatmıştım belki o engel olmuştur dedi. Bakalım en son öyle yaparız.
Ben size Floransa'yı ve Pisa'yı anlatacaktım değil mi? Ama anlatacaklarım da sırf yağmur ve gökgürültüsünü barındırıyor o yüzden lafa buradan girdim. Aslında Floransa'yı inanılmaz merak ediyordum, gitmeyi çok istiyordum. Da Vinci's Demons'da izlediğim hikayenin gerçek mekanlarını görecek, Medici hayaletleriyle dolanacak ve kendimi oradaki - dizideki yani yoksa gerçekteki değil - Leo gibi hissedecektim. Yalnız hayata dair bilgilerimin ve meraklarımın ve dahi kafamın içindekilerin sırf izlediğim ve okuduğum hayali dünyalardan oluşuyor olması da ayrı bir durum, şu an bir gariplik sezdim. Yani misal Floransa'yı, Medici ailesini biliyorum, nereden, diziden. Normandiya çıkarmasını biliyorum, nereden, filmden. Gibi. Neyse.
Cuma sabah 07:55 otobüsüyle Floransa'ya gittik. Otobüs flixbus. Zaten öğrenci olarak avrupaya gelmişseniz ilk öğreneceğiniz şeyler flixbus ve ryanair. Tiburtina istasyonundan bindiğimiz otobüs yaklaşık olarak 11 gibi Floransa'da Santa Maria Novella istasyonunun gerisindeki Viale Filippo Strozzi'de indirdi. Otobüsler konusunda Türkiye'deki durumları beklemeyin bu arada. Tiburtina'da neyseki bir tür bizim ufak kasaba otobüs garı havası vardı mesela, firmaların yazıhaneleri, otobüslerin duracakları çizgiler falan ama Floransa'da kuytuda, iki yanı yüksek duvarlı bir cadde üzerinde kenara bırakıveriyor otobüs. Binerken de aynı yerden. Bir de zaten otobüste yer numarası falan olmadığından, bavullarınız varsa kendiniz alt bagajı açıp koyduğunuzdan ve nereyi bulursanız geçip oturduğunuzdan hiç bahsetmiyorum bile (Evet ikram yapan muavin de yok.). Giderken bindiğimiz otobüste priz vardı ama dönüştekinde yoktu mesela. Ama içerde tuvalet vardı her ikisinde de, bakın bu beni en mutlu eden nokta.
Santa Maria Novella Bazilikası
İndiğimiz noktadan direkt dümdüz yüründüğünde önce tren istasyonunun içinden geçiliyor, sonra da Piazza della Stazione'ye çıkmış buluyorsunuz kendinizi. Karşısında Santa Maria Novella Bazilikası var, biz girmedik, biletliydi. Ama önündeki Piazza di Santa Maria Novella'da oturup, kahvaltı niyetine yanımızda getirdiğimiz keki falan atıştırdık, o noktadan kilisenin dış cephesini keyifle seyredebilirsiniz (bu ara piazza yazıp duruyorum ama meydan demek biliyorsunuz ya da anladınız değil mi şimdi aklıma geldi, çevirmeden yazıyorum onları hep.). Kaldığımız yer, Hotel Ottaviani, hemen bu meydanın arkasındaydı, o yüzden önce oraya uğradık, fazlalıkları bırakıp, hemen dışarı attık kendimizi (Bizi karşılayan teyze mükemmel bir insan yalnız, kısacık kesilmiş saçları, maskülen takımı, ince gözlükleri ve o yüzündeki gülümsemeyle sarılasınız geliyor. Oda hazır değil, ikide olur, o zaman şey edelim dedi, isimleri odaya yazdı.). Hemen orada Via Palazzuolo ile Via dei Fossi'nin kesiştiği köşede Gelateria Caffe' Dei Fossi var, bir kruvasan bir kahve 2 euro yazısını görünce daldık. İçerdeki kadın acayip şeker, gidin görün, bir iki muhabbet edin mutlu olun, valla. Ve o kruvasanlar - buradaki ismiyle kornetler - muhteşem. Ama muhteşem. Muh-te-şem. Elimizde onlarla önce tam tersi tarafa yürüdük. Ha tersi dediğim Duomo'nun tersine. Neden? Çünkü elimde kağıttan bir harita vardı. Google Maps'i açmayayım bir sefer de dedim, eh oteldeki teyze de haritayı verip, tatlı tatlı üstünde her şeyi her yeri işaretleyip şöyle gideceksiniz böyle edeceksiniz diye anlatınca, o nostaljiye kaptırıp haritadan ilerledim. Ama en son kağıt üstünde ne zaman harita kullanmıştım bilmiyorum (biliyorum, New York'ta, parça pinçik olan harita üstünde ve yine orada da hep tersi tarafa gitmiştik), berbatmışım bu konuda onu gördüm. Buradan 10 dakikalık bir yürüyüşle Piazza del Duomo'da olabiliyorsunuz normalde.

Duomo'nun bayıldığım kapısı
Piazza del Duomo'ya çıktığınızda bu şahane güzellikteki yapılar karşısında bir kalıyorsunuz önce. Yeşil-beyaz. Çizgiler çizgiler. Zaten buradaki ve Pisa'daki çoğu şey üstünde bunu görebiliyorsunuz. Santa Maria del Fiore Katedrali'ne Duomo diyoruz, kırmızı kubbesi olan bu işte. Burada 7.yy.a ait Santa Reparata Kilisesi varmış, 12.yy.da Arnolfo Di Cambio tarafından bu kiliseyi yapmışlar üstüne. 15.yy.da da Filippo Brunelleschi bu kubbeyi eklemiş. Yapının dışı ne kadar ilgi çekiciyse içerisi o kadar sade. Roma'da bulduğumuz her kiliseye girip, manyak eserler, dekorasyonlar gördükten sonra burası haliyle bir sönük geldi bize ama bu kötü bir şey değil. Ortadaki kapısının iki kanadı mükemmel bu arada ama hemen sol taraftaki girişten alıyorlar içeri. İçerde, kapının üstünde çok güzel bir saat var, Paolo Uccello tarafından 1443'te yapılmış (diye tüm bilgileri söyleme gereği hissettim bir zaman ve saat manyağı olarak). Tavanda da Vasari'nin tasarladığı Last Judgment var (valla ben de bir Terminator Judgment Day'i bilirdim ama ne sanatlar varmış :p ). Aynı meydanda katedralin bir de çan kulesi var: Giotto'nun Çan Kulesi. Bir 14.yy. gotiği. Yine katedralin karşısında bir de vaftizhane var, sanırım o da altıgendi. Aziz John Vaftizhanesi. Bu binanın yerinde 4-5.yy.da bir Mars tapınağı bulunuyormuş, onun üstüne kondurmuşlar (Mezopotamya'daki kutsal yerlerin kutsallığının devam etmesi, tapınak üstüne tapınak yükselmesi geleneği nereye gitsek değişmiyor demek ki, insanın değişmemesi gibi). Vaftizhanenin kapıları pek önemli, ama açıkçası duomonun kapısı benim daha çok hoşuma gitti, ilgimi çekti. Vaftizhanenin kapıları altın rengi falandı, aman aman, hiç sevmem, ne o öyle parlak parlak. Bu binaların hepsine girip, dolaşabiliyorsunuz.
Biz oradan çok görmek istediğim Medici Şapelleri'ne gidelim dedik. Piazza del Duomo'dan Via dei Martelli'ye girdik, oradan da Via L.Gori'ye döndük. Zaten bir iki adım sonra karşınızda Monumento a Giovanni delle Bande Nere çıkıyor (yine aziz john işte, onun heykeli anıtı). Ama şapellere giremedik o gün, biletliydi, e biz de biletli her yere pazar günkü bedava giriş hizmetiyle adım atmak istediğimizden, orası kaldı.
Orsanmichele Kilisesi, her kilisenin
önü gibi yardım bekleyen teyzesiyle
Oradan duomoya geri gelip, Via dei Calzaiuoli'ye kaptırdık, yürüdük. Yürürken Orsanmichele Kilisesi'ne girdik bir. İçeride güzel eserler var, fena değil. Devamında bir sonraki hedefimiz olan Piazza della Signoria'ya geldik. Burası Palazzo Vecchio'nun önündeki meydan, ama ne meydan! (bu arada palazzo da saray falan gibi demek, ama öyle versailles gibi düşünmeyin, bina işte). Bu meydanın 3 tarafında restaurantlar ve kafeler var, bir tarafında da Loggia dei Lanzi. Bir köşesinde Cosimo'nun at üstünde bir heykeli (ilk Medicimiz), bir köşesinde Fontana del Nettuno (Neptün çeşmesi yani, Poseidon'un Roma versiyonu). Meydanın bir tarafındaki Palazzo Vecchio'nun sağ girişinde Baccio Bandinelli'nin "Hercules ve Cacus" heykeli, diğer tarafında Michelangelo'nun David'inin bir kopyası. Yine bu heykellerin yakınında az önce de dediğim Loggia dei Lanzi var ki bu kemerli bir yapı, içinde heykeller, bir tarafı meydana açık, dikilip heykellere bakabiliyorsunuz (içeri de girip bakabilirsiniz tabi). Burada çok manyak heykeller var: Patroclus'un bedenini taşıyan Menelaus, Medusa kafası tutan Perseus, Hercules ve Nessus, Sabine kadınlarına saldırılış, Medici aslanları...Buranın hemen yanındaki aradan girdiğinizde Piazzale degli Uffizi'ye çıkıyorsunuz. Zaten burası da Uffizi Galerisi'nin olduğu yer ama oraya pazar günü bedava girdik, o yüzden şimdi bahsetmeyeceğim. Bunun yerine biz Neptün Çeşmesi'nin arkasındaki sokak Via dei Gondi'ye daldık. Devamındaki Borgo dei Greci'den ilerleyip, kendimizi Piazza di Santa Croce'de bulduk. Bu meydanın da 3 tarafında kafeler restaurantlar, tek tarafında Basilica di Santa Croce di Firenze var. Meydan ve bazilikanın merdivenleri turist kaynıyor, biz de merdivenler de oturmak durumunda kaldık soluklanmak için çünkü ne bazilikaya ne de yanındaki binalara girebildik. Bir çeşit devlet töreni gibi birşey vardı, son model zırhlı araçlar, süslü giyinmiş askerler, kameralar flaşlar falan derken nasıl kaçacağımızı şaşırdık. Halbuki ben daha içeri girip Michelangelo ve Galileo'nun mezarlarında fatiha okuyacaktım. Neyse, bu meydanın bir diğer güzel yanı, bazilikanın sol çaprazında kalan Enrico Pazzi tarafından yapılmış Dante heykeli.
Loggia dei Lanzi
Buradan sonra artık bazilikalara bile giremiyoruz diye başımızı önümüze eğdik, ver elini Arno nehri dedik. Direkt nehir kenarına gelip, Ponte alle Grazie'den karşıya geçtik (ponte de köprü demek), sola doğru yürümeye devam ettik. Karşımıza pek de şirin, sarı sonbahar yapraklı bir park çıktı, Piazza Nicola Demidoff'muş. Tam buraya geldiğimizde bana mail geldi ve moralim düzelmemecesine çöktü. Geçen hafta bir web sitesinin bir tür yazı yarışması gibi birşey görmüştüm, ona yazı yollamıştım, cevabı geldi. İlk defa ingilizce bir yazı yazdım ve yolladım, britanya kökenli bir kuruluştu. Ama çok üzgünlermiş, yazım diğerlerine göre "short-listed"miş, o yüzden yayınlamayacaklarmış ama bundan sonraki çalışmalarımda bana çok çok başarılar diliyorlarmış. İşte, insan bir kere dipte doğmayagörsün, ne yaparsa yapsın kurtulamıyor. Neyse.
Santa Croce Meydanı ve kilise
Bu taraftaki hedeflerimiz Giardino Bardini (Bardini bahçesi), Forte di Belvedere (Belvedere kalesi), Giardino di Boboli (Boboli bahçesi) ve Piazzale Michelangelo'ydu. Via del Olmo'dan devam ettiğimizde karşılaştığımız ufak giriş ve onun sağından devam eden kale duvarları kenarındaki ağaçlı yokuş yol alabildiğine davetkardı, biz de yokuşa tırmanmaya başladık. Via di Belvedere. Yağmur, ağaçlar, kale duvarlarının kenarına bilgisayarlarını çantalarını yaymış ellerinde ipler tabletler ölçüm yapan öğrenciler, her bir noktada fotoğraf çeken turistler ve üstünüze üstünüze süren, o daracık yolda ölümüne süren araba sürücüleri. Üstüne üstlük yukarı ulaştığımızda hiçbir yer açık değildi. Giardino Bardini'nin girişi sımsıkı kapalı, kalenin girişi kapalı (salak bir genç adam gidip dakikalarca devasa tahta kapıları yumrukladı mesela, sonra da sıkılıp gidip yan taraftaki çöp konteynırlarının arasına işedi), Boboli bahçesinin girişinde 16:30'da açılıyor yazıyordu falan. Burada da elimizde sıfırlarla kalakalıp, aynı yolu geri indik. Via del Monte alle Croci'ye döndük, Piazza Ferrucci'den itibaren diğer pek çok çekik ve gürültücü ispanyolla birlikte vurduk kendimizi Scalea del Monte alle Croci'ye (merdivenler). Burası Viale Galileo'ya ve Piazza Michelangelo'ya çıkıyor. Ordaki terastan da selfie çubuklarınızla Floransa manzarası ve ben temalı fotoğraflar çekebiliyorsunuz. Ya da sadece Floransa manzarasının üstünde asılı gökyüzünü seyreyleyebiliyorsunuz. Bu meydanda yine bir David heykeli daha var tabi. Oradan aşağı kaptırıp, kendimizi Giardino delle Rose'ye attık biz çok soğumuştu hava çünkü tepede. Burası acayip güzel, minik bir çiçek bahçesi. Tatlı bir yaz günü muhteşem olur mesela.
Sonra yine nehrin kenarına çıktık ve Ponte Vecchio'dan geçelim dedik karşıya geri. Çünkü Ponte Vecchio ünlü. Çünkü Ponte Vecchio'da anlamsız bir turist kalabalığı var, çekikler köprünün ortasında herhangi bir noktada selfie çekinip duruyor. Aslında burası Roma dönemine kadar uzanan bir geçmişi olan ortaçağ köprüsü, böyle o tanıdık kemerli mimarisiyle. Şimdi gördüğümüz hali 1345'ten kalmaymış, daha eski hali bir selle yıkıldıktan sonra. II.Dünya Savaşı'nda almanların nehir üstünde yıkmadıkları tek köprüymüş bir de. Üstünde 13.yy.dan beri dükkanlar varmış, 1593'te I.Ferdinand artık sadece kuyumcular falan olsun dedikten sonra da sadece onlar var şu an, köprüde parıltıdan yürüyemiyorsunuz. Ama o dükkanların ahşapları muhteşem, onu belirtmem lazım.
Michelangelo terasından sana baktım ey Floransa!
Tabi bu arada saat akşamın bir vakti olduğundan ve tüm gün aç bilaç gezdiğimizden birşeyler yiyelim diye bakınmaya başladık. Ama saat 19 olmadan italyanlar yemek yemiyor, hiçbir yer açık değil. En son güzel bir tesadüfle Via dei Benci üstündeki İstanbul Döner Kebap'la karşılaştık ve 5'er euroya lezzetli dürümlerimizi yedik (bir haftalığına italya turuna geldiğinizde makarna ve pizza gayet leziz gibi görünebilir sevgili kayıp çocuklar ama artık 2.ayımızı devirmişken makarnayı sadece evde pişirmek istiyor hale geliyoruz). Ardından da Via Guiseppe Verdi üzerindeki Off The Hook'ta birer birşey içtik, mekan güzel, sevimli, çalışanlar samimi, eh bir de canlı müzik oluyormuş, daha ne olsun.
Floransa'daki ilk günümüzün sonunda çok da geç olmayan bir saatte otele geri döndük, ertesi sabah erkenden yollara düşüp Pisa'ya gideceğimiz için dinlenelim diye. Bu arada karışık bir yatakhanede, böyle ortak banyolu tuvaletli bir hostelde ilk kez kalacaktım ve acayip tırsmış durumdaydım. Otele geldiğimizde resepsiyonda sabahki teyze yoktu, kavruk bir amca vardı ki sonradan bangladeşli olduğunu öğrendik. Amcaya dedik biz sabah gelmiştik, teyze bize 7 numaralı odada kalacağımızı söylemişti dedik. Baktı baktı kayıtlarına, bir şaşırdı. E ben o yatakları başkalarına verdim dedi. Haa dedi sonra ben de diyorum bu kızlar hiç Türk'e benzemiyor nasıl yani diye dedi. Gün içinde bir amerikalı bir de çinli gelmiş, onlara vermiş. Artık kayıtlı şey nasıl oluyorsa. Ama bakın bu noktada çemkirmeyip, itiraz etmememin çok güzel bir sebebi var. Durumu nasıl karıştırdığını anlamaya çabalayan adam, bir odaya bakmaya falan gitti yanımızdan ayrılıp. Geri geldiğinde de bize iki kişilik odanın anahtarını verdi, benim hatam olduğundan bu gece bu odada kalın aynı paraya, yarın diğer yatakhane odasına geçersiniz dedi. Olley diye zıplamamak için zor tuttum kendimi. Şans eseri ilk yatakhaneli hostel deneyimimin ilk gecesi rahat bir odada geçmiş oldu. Gerçi tuvalet ve banyo yine ortaktı, katta 2 tuvalet bir de banyo vardı. Bir de gece boyu hostelin içi kulüp gibiydi, müzik gümbürtüsünden duvarlar sarsıldı, kavga bağırış koptu devamlı, dışarıda meydanda sokakta insanlar bağırmaya çağırmaya devam etti. Ama neyseki kapımızı kilitledik, yattık.
Ohoo bu yazı çok uzamış, diğer günler diğer yazıya.

2 Kasım 2016 Çarşamba

mutsuz mu gün

Bugün nedense bir mutsuz uyandım. Evet şu an ben de gülüyorum kendime, bu yazdığım cümleyi okuyunca. Ne zaman mutlu oldun ki diyorsunuz haklı olarak. Neyse oralara hiç girmeyelim. Böyle bir enerjisiz, böyle bir bezgin uyandım. Ha tamam normalde de şen şakrak uyanmam da bu böyle gün içine yayılan, evden çıkarken eşofman altımı bile çıkarmak istemediğim bir tür neşesizlikti. Temel yaşamsal fonksiyonları zar zor yerine getirmeye yetecek kadar enerjili olma durumu.
12'de italyanca kursum vardı okulda. Sene başındaki sınavda seviyem, B1 sınıfa başlamamı gerektiriyordu normalde ama B1 sınıfında geçirdiğim iki dersten sonra koşa koşa A2 sınıfına gitmiştim. Şu an devam ettiğim A2 sınıfı. B1'de sınıfın hepsi ispanyol, hoca pamuk gibiydi. A2'de sınıfta ispanyol nüfusu az ama hoca biraz sinir. Gerçi kadının hakkını yemeyeyim, gülüyor, konuşuyor, normal bir hoca aslında. Ama işte, ilk gün bana bir böyle gıcık geldi ya. Sanki böyle benden hazzetmiyormuş hissindeyim. Kendi kendime gelin güvey oluyorum işte, yoksa kadının beni salladığı falan yok. Normal işini yapıyor, italyanca öğretmeye çalışıyor hepimize. İlk derslerde tüm sorulara ben cevap veriyordum, herşeyi ben söylüyordum. Aman yarabbi resmen Hermionelik yapmışım ya sınıfa! Hoca da en sonunda çıldırmıştı, kimseden ses çıkmıyor ya başka, ödevi bir tek o mu yaptı cevabı bir tek o mu biliyor demeye başlamıştı. O yüzden artık çok ses çıkarmıyorum derste. Bırakıyorum çocuklar söylesin. Ama onların da ağzından iki kelime çıkmıyor, ben ne yapayım. Hayır bir de bu seviyeye fazlayım grammer olarak, B1'de bile tüm konuları biliyordum. Ama işte bu kadar gerizekalı olmayıp, bir de doğru düzgün konuşabiliyor olsaydım B1'den arkama bakmadan kaçmamış olurdum. Bu sınıfa fazlayım ama diğerinde de konuşamıyorum ve ispanyolların ispanyolca italyancalarını anlayamıyorum. Öff üstüne bir de tek beceremediğim konu, preposition'larda bugün alman çocuk hepsini doğru yapmıştı, benimse tek doğrum vardı, aşırı sinirim bozuldu.
Akşamüstü evdeyken de mutfak ve banyo duvarındaki nemlenme-kararmaya bakmaya bir adam geldi, tesisatçı gibi. Ev sahibi yolladı haber verip. Bu konu da sinirimi bozuyor şimdi. Duvar su almış herhalde, resmen böyle korku filmi şeytanlı ev duvarı olmuş ama bu da mı bana denk gelir yahu? Bayadır oluyordur belli, eh bir 4-5 ay daha dayanamadın mı ey duvar? Ben gittikten sonra ev sahibinin dikkatini çekeydin de o zaman yaptırmaya karar verseydi. Şimdi bu duvarı yaptıracak Paolo (ev sahibi) ama yine bize gürültü yine bize eziyet. Evde olduğum bir süre içinde olursa hem ses olacak hem de bence büyük ihtimalle suyu kesmek zorunda kalacaklar çünkü duvarın içindeki boruların değişmesi gerekiyor. Eh çoğunlukla da evde olduğumdan, esasında dört kişi şeklinde çoğunlukla evdeyiz. Off.
Ha bu arada güzel haberi vereyim. Gerçi ben henüz hiç güzel birşey yapıyormuşum hissinde değilim ama kısmet. Cuma günü Floransa ve Pisa'ya gidiyoruz. Pazartesi sabah döneceğiz. İlk Roma dışı gezim olacak şimdilik. Biletleri ve kalacak yeri ayarladık ama çok tırsıyorum, özellikle hostel yatakhanesinde kalacak olmaktan. Önceki gece de ilk avrupa gezimiz için tüm herşeyi ayarladık. Buradan uçakla Nuremberg'e geçeceğiz ayın 17'sinde. Orada iki gün, ardından otobüsle Münih'e, orada iki gün, yine otobüsle Viyana'ya gideceğiz. Viyana'da, sıkı durun, THE LUMINEERS konserine bilet aldık! 21'inde umarım şahane geçecek konserden sonra Viyana'yı da bir iki gün gezdikten sonra (ki bundan 8 sene önce bir ağustos ayında görmüştüm ilk defa Viyana'yı gayet eblek bir halde, o yüzden bu sefer herşey planlı olacak) yine otobüsle Bratislava'ya geçeceğiz ve bir günde orayı turladıktan sonra uçakla geri Roma'ya döneceğiz. Şimdilik en ucuza tutturabildiğim güzergah bu oldu, o yüzden böyle saçma bir halde ama en azından bir iki farklı şehir görmek iyi gelebilir. Var  ya hele bir de bu gece şu ocak'ın sonundaki Kaleo konserlerinden birine bilet alabilirsem, değmeyin keyfime.
Tamam Paris'e de gideceğim de, para kalır umarım. Asıl ilk ve tek hedefim Londra-Edinburgh-Dublin yapmaktı ama, heyhat! Buradaki elçilik 100 euro istiyor britanya vizesine. Bir de sterlin mevzusu var tabi. Anlayacağınız ada hayallerim yine uzak baharlara kaldı. Dert ettiğim şeye bak değil mi?
O zaman içten bir The Lumineers şarkısıyla veda edeyim bu gece.

Diocletian Hamamı, Palazzo Altemps ve Crypta Balbi

Sözümü tutuyorum ve her akşam nihayet yatağa oturup, bilgisayarı kucağıma alabildiğimde tüm gün ne yaptığımı anlatıyorum şimdi. Bugün günlerden sonra nihayet birazcık olsun işler yolunda gibi hissedebildim. Bir plan yaptım ve onu sonuna kadar uyguladım bugün.
Diocletian hamamının planı, wikipediadan.
Bir önceki yazıda bahsettiğim müze biletinin tüm etinden suyundan faydalanabilmek için çıktık bugün, o bilette yazan diğer 3 müzeye de gittik. Azimle. Hem de dışarıda yemek parası vermeden. Tamam bir ufak birşey yedik ama o da başka bir güzellik. İlk önce evden Termini'ye geldik (her zamanki gibi, mecburen). Orada Termini'nin hemen yanıbaşında bir dolu kafe-restaurant-yemekçi falan gibi yerler var. Çoğunlukla da göçmenlere ait. "Halal food"lar havada uçuşuyor yani. Neyse, önceki gün bir tanesinden dilim pizza alırken, börek gibi birşeyler dikkatimi çekmişti ve tabi (her hobbit gibi) obur bir hobbit olduğumdan o börek gibi şeylerden de istedim. Bir çeşidi normal böyle "roll" şeklinde, içinde sebzeler varmış. Bir çeşidi üçgen şeklinde, içinde kıyma var. Diğeri de böyle bohça gibi, içinde patates var. O gün kıymalı olandan bir tane alıp bölüşmüştük arkadaşımla. Nasıl olsa kocaman iki dilim pizza aldık, tadına bakmış olalım diye. Ama ne yalan söyleyeyim tadı damağıma yapışmıştı, yedikten sonra böreği düşünmediğim bir anım bile olmadı o derece (Burada gerçekten açlık çekiyorum sevgili kayıp çocuklar, abartmıyorum. Ben normalde böyle aksırana tıksırana, balon gibi şişip kusacak seviyeye gelene kadar yerim. Dolu dolu yerim. Döne döne yerim. Ama burada para kısıtlı olduğundan, hiçbir türlü o kadar bir şeyler alıp yiyemiyorum. Evdeki makarna bile bitecek diye korka korka yiyorum.). Bu yüzden bugün oradan geçerken dedim alalım birer tane, ağzımızı azıcık doldura doldura yiyelim. Ben yine o kıymalı üçgenden aldım, oda arkadaşım da patatesli bohçamsı olandan aldı. Alırken orada çalışan adamla muhabbet ettik baya. Bangladeşliymiş (Roma'daki diğer tüm göçmenler gibi). Bizim Türkiye'den olduğumuzu öğrenince, Ankara'ya gelip, okumuş mu çalışmış mı bir arkadaşının face hesabını açtı gösterdi, ondan bahsetti. O eleman da görseniz face'ini, maşallah yani gitmediği ülke okul staj iş burs kalmamış. Oku oku bitmiyordu hakkında kısmı. Öyle böreklerimiz ısınırken üç beş konuştuk. Bilmem, böyle yüzünde iyi insan ifadesi vardı. Bir de üstüne böreklerin parasını öderken elimde 2 euro vardı, direkt onu uzattım 3 euro tutuyormuş, biz 1 euro daha çıkarırken yok yok bu kadar yeterli diye bir de 1 euro almadı bizden.
Diocletian hamamının oralar, ArcheoRoma'dan.
Ardından, ilk durağımız Terme di Diocleziano'ydu. Diocletian hamamı yani. Diocletian 284'ten 305' roma imparatoru olmuş bir arkadaşımız. Hamam kalıntılarının bir kısmına, frigidarium'unun (soğuk sulu oda yani) içine esasen Santa Maria degli Angeli e dei Martiri (Melekler Azizesi Mary ve Şehitler Bazilikası diye çevirdim ben) inşa edilmiş durumda. Bu bazilikayı haftalar önce gezmiştik, inanılmaz birşey. Michelangelo'nun sihrinin değdiği plan diğer gördüklerimden hiçbirine benzemiyor. Bir yunan haçı şeklinde yazıyordu ama azcık araştırmam lazım anlamak için. Neyse Piazza della Repubblica'nın karşısındaki bu alanda hem bazilika, hem hamam hem de içi dopdolu bir müze var. Ha bir de San Bernardino alla Terme kilisesi var ama onun içini tam hatırlayamıyorum. Müzesinin içinde epigrafi kısmı (muhteşem), protohistorya kısmı (bir mezopotamya ya da anadolu kadar değil elbette, geç bronza dair üç beş birşey) ve mezarlardan çıkan eserler kısımları var. Ayrıca yine heykeller, heykeller...Orta bahçesinde ne güzellikler...Ama sanırım oraya Carthusian manastırı mı deniyordu öyle birşey. Neyse işte, Diocletian hamamın yerleşkesindeki müze bildiğiniz olağanüstüydü.
Oradan çıkıp koşturarak kendimizi otobüse attık ve dosdoğru Palazzo Altemps'e gittik. Var ya...Böyle birşey yok. Buradaki eserler tamam da, yapının kendisi bir üff, bir vaaay, bir delilik. Bu palazzoya öldüm ben. İçi, duvarları, odaları, kapıları, KAPILARI, PENCERELERİ, inanılmaz güzellikte. İçerinin bu muhteşem güzelliğinde bir de 16.-17.yy.daki asil-varlıklı ailelerin eski yunan ve roma heykelleri koleksiyonu var tabi. Altemps koleksiyonu, Boncompagni Ludovisi koleksiyonu, Mattei koleksiyonu, Drago koleksiyonu ve mısır koleksiyonu var. Bu palazzonun olduğu yerde esasında daha öncesinde bir roma dönemi evi varmış, onun üstüne rönesans dönemi yapısı gelmiş. Buranın içinde resmen kaybolduk desem yeridir. Odalar çok karmaşık, koleksiyonlar çok karmaşık, bir de üstüne italyanların hiçbir yere hiçbir türlü tabela yazı koymayalım kafası gelince...Saatlerce döndük durduk heykellerin arasında.
Ve hava kararmaya yakın, koştur koştur Crypta Balbi'ye ulaştık. Plandaki ve elimizdeki biletle girebileceğimiz son müze. Burası roma döneminde şehrin bir kısmını oluşturan bir yer, içerdiği devasa portikodan dolayı da ismi crypta balbi. Tiyatro yapısının sahne kısmının arkasına yaslanan portiko olunca böyle deniyormuş valla içeride öyle yazıyordu. Burası diğerlerin göre müze anlamında daha sönük ama daha  maceralı. Çünkü antik döneme ve ortaçağa ait yapıların içinde küf ve nem kokuları içinde dolaşabiliyorsunuz. Bir de bizim gibi akşamın bir vakti, kimseler yokken dalarsanız, tekinsiz sessizlik ve binyılların ruhu içinde çok daha maceralı olabiliyor. Klostrofobikseniz ama uzak durun, böyle ortaçağ kalesinin zindanları içinde gün ışığı görmeden dolaşmak gibi oluyor, uyarayım. Buranın müze kısmındaki eserler daha geç dönemden, ortaçağa uzanıyor.
Dönüşte otobüste gündüz börek aldığımız Bangladeşli adama rastladık bir de. Selamlaştık önce, sonra arkaya geçmeden önce iki dakika durup bir şaşırdı, nereye otelinize mi dedi. Biz burada yaşıyoruz, öğrenciyiz dedik. Sen bizi doyurdun bugün, allah da seni aç bırakmasın dedim içimden.
Yarın italyanca kursum var öğlende.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Vatikan'a girememek, beleşçi sığır avrupalılar, depremler ve yine de pek güzel antik dönem sanatı

Hep oturuyorum bilgisayarın başına (ya da alıyorum kucağıma) diyorum şimdi başlayayım anlatayım ne yapıyorum. Böyle her gece diyorum aslında bunu kendi kendime, hani geldiğimden beri her gece uyumadan önce yapsaymışım süper olurmuş. Ama işte.
Bugün Halloween burada. Her yer tatil, okul yok ders yok. Dışarıda güneş güzel, hava da ılık. Balkon kapısı açık, yeni yıkanmış çamaşırlar balkonda asılı. Haa hava güzel ama ben buz gibiyim yine o ayrı. Sıcak su torbasıyla oturuyorum. Bir türlü ısınamıyorum, evet burada da. Kendime yaşamak için yılın 12 ayında da 40 derece olan bir yer bulmam gerek ama şimdiye kadar başarılı olmuş değilim.
Dün ayın son pazarı olduğundan Vatikan'a giriş bedavaydı. Aylar öncesinden planlamıştım, dün erkenden gidip Vatikan'ı gezecektim. Sistine Şapeli'nde ağzım beş karış açık kalakalacaktım. Ama dün yine - tüm hayatım boyu olduğu gibi - üstümde o kara bulut+her işimin ters gitmesi - saçmalığı vardı. Sabahın yedisinde kalkıp yollara düşmek zerre fayda getirmedi Vatikan'a girebilmek için. Kilometrelerce sıra vardı (abartmıyorum). Tüm dünya orada bekliyordu. Bir de insan gibi beklemiyorlar. Sanki koyunlar, sığırlar, boğalar ve ayılardan oluşan bir sürüyü kilometreler boyunca 5 kişinin sığabileceği genişlikte bir kaldırımda gütmeye çalıştığınızı hayal edin. Herkes birbirini itiyor, eziyor. Herkes birbirine yapışmış durumda (abartmıyorum), metrobüs mantığıyla sabahın köründen 12:15'e kadar 72 milletten insanlar itişip kakıştıktan sonra hala daha girişe yüzlerce metre vardı. Pes ettim. Zaten önden çıkıp, gidenler olmaya başlayınca yoldan yanımızdan yürüyenler de çıkın çıkın bitti diye sıradakilere işaret vermeye çalışıyordu. Sonunda o kadar eziyeti çekip, Vatikan'a girememiş oldum.
Oradan yürüyerek Piazza del Popola'ya kadar geldik. Bu arada günlerdir buz gibi olan ve dışarıda işimiz olduğu için donmama sebep olan hava dün inadına güzeldi. Niye, çünkü ben üstüme aşırı kalın giymiştim. Öldüm yürürken yeminle. Neyse dedim, belki bugün birkaç güzel birşey olabilir. Yine de. Popola'da meydanın iki ucundaki iki bazilikaya da daha önce açık vaktini bulup, girememiştik. Hep akşam geç saatlere denk geliyordu. Bu sefer önce "Basilica Parrocchiale Santa Maria del Popolo"yu denedik, kapısında içerden bir amca çıkıp, ayin var sonra gelin dedi. Yine de yılmadık, diğerine "Santa Maria in Montesanto"ya girebiliriz belki dedik. (Bu arada Popola'ya yürürken Vatikan tarafında da bir kiliseye girmiştik ama ayinin ortasına düştüğümüz için kilisenin içini gezemedik.) Orada da aynı şey, bir teyze çıkıp kapıdan maalesef canlarım ziyaret saati değil diye nazikçe kovaladı. Valla orada, kilisenin yanıbaşındaki merdivenlere çöküp kaldık bir yarım saat.
O mutlulukla, aç susuz tuvaleti gelmiş bir şekilde, her zamanki ucuz makarnacımıza gittik. Orada da çılgınca bir sıra vardı, normalde her gidişimizde bomboş olur. Tam sıra bekliyoruz ama neyseki gnocchi varmış oo yaşasın derken kasaya yanaştık, önümüzde bir kişi var, gnocchi bitti demesinler mi? Anlaşıldı dedim, bugün tek bir mutluluk zerresi yaşamama izin olmayan o günlerden biri (milyonlarcasından biri). Evet böyle bir durumda ben de okusam, başka biri yazmış olsa, derim ki gerizekalı ukala, o makarnayı alacak paran varmış, karnını doyurabiliyorsun bu neyin çemkirmesi. Ama bunu diyeceğimi biliyor olmam kendimi daha da kötü hissettiriyor, çünkü bu durumda bu sefer de kendime gerizekalı gerizekalı demeye başlamış oluyorum.
Sonra makarnaları yiyecek yer bulamadık bir de. Her zamanki yerimizde iğne atılsa havaya, atmosferde parçalanıp yine de geri gelmezdi o iğne. O yüzden Via di San Sebastianello'dan devam edip Fontana del Bottino'nun önündeki merdivenlere çökmek zorunda kaldık ki Piazza della Trinita dei Monti'ye devam eden merdivenler Roma'daki hemen hemen her yer gibi sidik kokuyor ve pis. Ayrıca pek tekinsiz tipler var. Neyse, rahatsız bir şekilde makarna yedikten sonra McDonalds'yı tuvalet olarak kullanma zamanımızdı, ama ömrümde öyle bir kalabalık, öyle bir insan akışı, öyle bir mcdonalds görmedim ben. Dışarıdayken zaten iki üç yer var burada tuvaletini bedava kullanabildiğimiz, burası o gün cehennem gibiydi.
Palazzo Massimo alla Terme
Ama gene de vazgeçmedim. Dedim bugün birşey yapmış olacağız. Böyle geçemez, Roma'dayız Merlin'in sarkık donları adına! Yürüdük. Palazzo Massimo alla Terme'deki müzeye girdik. Öğrenciyiz diye belki 3,50 euroya gireriz diye ummuştum ama görevli kadın yemedi. Hangi ülkeden geldiniz diye sordu. Öğrenciyiz dedim, Sapienza'nın kartını çıkardım. Israrla hangi ülkeden geldiniz dedi. Lanet olasıca Türkiye denen yerden dedim. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin öğrencilerine 3,50 bize 7 euro. Sanki zengin olan yer avrupa birliği değilmiş gibi. Ulan zaten para sizde, asıl dışarıdan gelenlere bedava falan yapmanız lazım ki yazık günah onlar da görebilsin. (Bu noktada her zamanki şahane salaklıklar listeme yeni madde eklediğimi belirtmek isterim. Bu müzeye girerken 7 euroya aldığımız biletin arkasında 3 gün için Crypto Balbi, Palazzo Altemps ve Terme di Diocleziano'da da geçerlidir yazıyormuş [Ulusal Roma Müzeleri 4lüsü], eve gelince fark ettim. Ama işin güzelliğine bakın, bileti pazar günü 3'te aldık, pazartesi bu müzeler kapalı. Salı da ancak üçe kadar bunların hepsine bu biletle girebiliyorum. Bileti almak için ne kadar da mantıklı bir gün seçmişiz değil mi?)
Palazzo Massimo 19.yy.a ait bir saray binası. Yani işte burada bu binaların hepsinin adı palazzo. Stili Neo-Rönesans'mış, yani Rönesans mimarisinde klasik dönem yunan-roma etkileri görüyorsunuz. İçeride girişin altıyla birlikte 4 kat var. Girişin altındaki katta sikkeler var. Giriş katta ve birinci katta heykeller, ikinci katta freskler ve mozaikler var. Eserlerin tarihi Geç Cumhuriyet döneminden-M.Ö.2.yy.'dan M.S. 5.yy.'a kadar uzanıyor. Müzenin içindekiler hakikaten iyiydi yalnız, düzenlemesi berbat olsa da. Daha önce kitaplarda, internette gördüğüm nerdeyse tüm klasik heykeller buradaydı. Yüksek rahip olarak Augustus, Ölen Niobe, disk fırlatan atlet, artemisler athenalar apollonlar dionysoslar...Hele bir Villa of Livia'nın bir bahçe mozaikleri var, ölürsünüz.
Livia'nın yani Augustus'un eşinin villasının bahçesi işte, acayip manyakça.
Haa dünden önceki günler...Cuma günü oda arkadaşımın cep telefonu çalındı trene binerken. Tam peş peşe trene binerken biz, bir adam benim önüme atladı. Bile bile, göre göre niye önüme atladı diye şaşırdım. Arkadaki de arkadaşımın arkasından eline yapışıp tuttu ki sabit kalsın diye. O arada cebinden telefonu aşırıvermiş. Biz trene bindik, bunlar geri indi. Tren hareket etti, camdan yürüdüklerini ve bize sırıtarak baktıklarını görüyordum. Sonrası zaten...Trenden hemen ilk durakta inip, adamları nafile yere aramamız. Sonra koşa koşa eve gelip, ev arkadaşımıza polisi ve ne yapabileceğimizi sormamız, bir yandan icloudla uğraşmamız. Sonra mahallede abartısız döne dolaşa polis merkezi aramamız. İlk gittiğimiz noktadaki polisin 1 km ötedeki merkeze gidin demesi. O merkezdeki polisin San Lorenzo'daki merkeze gitmeniz gerek demesi. Moralimiz sıfır olmuş halde geçirdiğimiz cuma gecesi. Cumartesi San Lorenzo'daki polis merkezindeki polisin öğle arası olduğu için hiç ilgilenmemesi. Sim kartı aldığımız Wind şubesindeki kadının codice fiscale kartı ısrarı. Ve abartısız olarak kimsenin bir telefon çalınmasını iplememesi. Hakikaten ya. Burada bu o kadar alelade bir şey ki. Aklım dimağım almadı. Şoka girdim. Herkes ee yani modunda. Ne olmuş çalındıysa. Şaka gibi ya. E haklılar ama. Herkesin en az bir kere çalınmış. Okulda, partide..Çantadan cepten...
Hermaphrodite heykeli
Ha bir de çılgınlar gibi deprem oluyor burada. Son bir haftadır sallanıp duruyoruz. Yani hissedilen cinsten sallanıyoruz. Richter ölçeği değil. Hele dün sabah, resmen gittik geldik. Türkiye'de pek çok depremi yaşamıştım tamam (17 ağustosta Karadeniz'deydim o yüzden onu fiziken hissetmedim o konuda bir şey diyemem) ama hiç böyle sallanmamıştım. Korktum diyeceğim ama öyle de değil. Bir tuhaf bir histi. Sakin oluyorum ben böyle anlarda. Bir algılamaya çalışıyorum ne oluyor. Yok hayır donup kalma, şaşırma, şok olma şeklinde değil. Sanki uzay-zamanı büküyor beynim, maddenin içinde bakınıyor oluyorum. Ev arkadaşlarım panik içinde kapıya koştu mesela, kolumdan beni de sürükleyerek. Tamam da 6.kattayız, asansörün önüne çıkmamızın ne anlamı var. Gerçi bir şey diyemem, o anda kim bilir nasıl korktu. Bunu mu düşünecek.
kaynak: Il Mio Giro D'Italia
Son birkaç gün böyle şeyler yaşadığım için yine bunalımın dibindeydim tabi. Ama ondan hemen öncesindeki günlerde de zaten kötüydüm. Çok daha saçma bir şey görüp, yine saçmalamıştım kendimce. Bilmiyorum, hala saçmalıyorum o konu üstünde ama, bunu biliyor olmam kendime engel olabildiğim anlamına gelmiyor. Keşke internet olmasaydı evet, facebook, instagram ve diğerleri. Evet hatta bu yazdıklarımı da gene sene 99'daki gibi eski tarihli bir ajandaya tükenmez kalemle yazıyor olsaydım.
Her neyse, bugün burada Halloween. Her bir köşede parti var. Tıpkı her bir köşede bir evsizin paçavralar içinde, arkasını dönüp uyuduğu gibi. Çöple dolu, sidik kokulu Roma'dan bugünlük böyle bildiyorum sevgili kayıp çocuklar. Tam cadılar bayramı partisine gideyim havamdayım, o kadarki ocakta patates, ıspanak, bardağımda yarısı kalmış soğuk kahve (allahını seven üstüme bir demlik atsın çay demleyebileyim). 

25 Ekim 2016 Salı

Gilmore Girls: A Year in The Life



Tamam artık ağlıyorum..
"But it's the whole wall"
"I thought I knew exactly what I wanted where i was going but i don't know, things seem hazier"
"I'm feeling very lost these days I have no job I have no credit"

pazartesi gecesi yorgunluğunda akla gelenler gitmeyenler dönüp dolaşıp duranlar



"If you're so funny, then why are you on your own tonight?"
"And if you're so clever then why are you on your own tonight?"
"And if you're so very entertaining then why are you on your own tonight?"
"And if you're so very good looking, then why do you sleep alone tonight?"

20 Ekim 2016 Perşembe

nasıl fotoğraf ama

Az önce denk geldim de. Çok bir böyle, bir böyle, şey geldi fotoğraf, cümle de kuramadım, güzel diyeceğim ama tam öyle de değil, yani güzel de, sadece güzel değil. Neyse işte, göstermek istedim.
kaynak: Hürriyet

Ama delice değil mi?

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...