31 Ekim 2016 Pazartesi

Vatikan'a girememek, beleşçi sığır avrupalılar, depremler ve yine de pek güzel antik dönem sanatı

Hep oturuyorum bilgisayarın başına (ya da alıyorum kucağıma) diyorum şimdi başlayayım anlatayım ne yapıyorum. Böyle her gece diyorum aslında bunu kendi kendime, hani geldiğimden beri her gece uyumadan önce yapsaymışım süper olurmuş. Ama işte.
Bugün Halloween burada. Her yer tatil, okul yok ders yok. Dışarıda güneş güzel, hava da ılık. Balkon kapısı açık, yeni yıkanmış çamaşırlar balkonda asılı. Haa hava güzel ama ben buz gibiyim yine o ayrı. Sıcak su torbasıyla oturuyorum. Bir türlü ısınamıyorum, evet burada da. Kendime yaşamak için yılın 12 ayında da 40 derece olan bir yer bulmam gerek ama şimdiye kadar başarılı olmuş değilim.
Dün ayın son pazarı olduğundan Vatikan'a giriş bedavaydı. Aylar öncesinden planlamıştım, dün erkenden gidip Vatikan'ı gezecektim. Sistine Şapeli'nde ağzım beş karış açık kalakalacaktım. Ama dün yine - tüm hayatım boyu olduğu gibi - üstümde o kara bulut+her işimin ters gitmesi - saçmalığı vardı. Sabahın yedisinde kalkıp yollara düşmek zerre fayda getirmedi Vatikan'a girebilmek için. Kilometrelerce sıra vardı (abartmıyorum). Tüm dünya orada bekliyordu. Bir de insan gibi beklemiyorlar. Sanki koyunlar, sığırlar, boğalar ve ayılardan oluşan bir sürüyü kilometreler boyunca 5 kişinin sığabileceği genişlikte bir kaldırımda gütmeye çalıştığınızı hayal edin. Herkes birbirini itiyor, eziyor. Herkes birbirine yapışmış durumda (abartmıyorum), metrobüs mantığıyla sabahın köründen 12:15'e kadar 72 milletten insanlar itişip kakıştıktan sonra hala daha girişe yüzlerce metre vardı. Pes ettim. Zaten önden çıkıp, gidenler olmaya başlayınca yoldan yanımızdan yürüyenler de çıkın çıkın bitti diye sıradakilere işaret vermeye çalışıyordu. Sonunda o kadar eziyeti çekip, Vatikan'a girememiş oldum.
Oradan yürüyerek Piazza del Popola'ya kadar geldik. Bu arada günlerdir buz gibi olan ve dışarıda işimiz olduğu için donmama sebep olan hava dün inadına güzeldi. Niye, çünkü ben üstüme aşırı kalın giymiştim. Öldüm yürürken yeminle. Neyse dedim, belki bugün birkaç güzel birşey olabilir. Yine de. Popola'da meydanın iki ucundaki iki bazilikaya da daha önce açık vaktini bulup, girememiştik. Hep akşam geç saatlere denk geliyordu. Bu sefer önce "Basilica Parrocchiale Santa Maria del Popolo"yu denedik, kapısında içerden bir amca çıkıp, ayin var sonra gelin dedi. Yine de yılmadık, diğerine "Santa Maria in Montesanto"ya girebiliriz belki dedik. (Bu arada Popola'ya yürürken Vatikan tarafında da bir kiliseye girmiştik ama ayinin ortasına düştüğümüz için kilisenin içini gezemedik.) Orada da aynı şey, bir teyze çıkıp kapıdan maalesef canlarım ziyaret saati değil diye nazikçe kovaladı. Valla orada, kilisenin yanıbaşındaki merdivenlere çöküp kaldık bir yarım saat.
O mutlulukla, aç susuz tuvaleti gelmiş bir şekilde, her zamanki ucuz makarnacımıza gittik. Orada da çılgınca bir sıra vardı, normalde her gidişimizde bomboş olur. Tam sıra bekliyoruz ama neyseki gnocchi varmış oo yaşasın derken kasaya yanaştık, önümüzde bir kişi var, gnocchi bitti demesinler mi? Anlaşıldı dedim, bugün tek bir mutluluk zerresi yaşamama izin olmayan o günlerden biri (milyonlarcasından biri). Evet böyle bir durumda ben de okusam, başka biri yazmış olsa, derim ki gerizekalı ukala, o makarnayı alacak paran varmış, karnını doyurabiliyorsun bu neyin çemkirmesi. Ama bunu diyeceğimi biliyor olmam kendimi daha da kötü hissettiriyor, çünkü bu durumda bu sefer de kendime gerizekalı gerizekalı demeye başlamış oluyorum.
Sonra makarnaları yiyecek yer bulamadık bir de. Her zamanki yerimizde iğne atılsa havaya, atmosferde parçalanıp yine de geri gelmezdi o iğne. O yüzden Via di San Sebastianello'dan devam edip Fontana del Bottino'nun önündeki merdivenlere çökmek zorunda kaldık ki Piazza della Trinita dei Monti'ye devam eden merdivenler Roma'daki hemen hemen her yer gibi sidik kokuyor ve pis. Ayrıca pek tekinsiz tipler var. Neyse, rahatsız bir şekilde makarna yedikten sonra McDonalds'yı tuvalet olarak kullanma zamanımızdı, ama ömrümde öyle bir kalabalık, öyle bir insan akışı, öyle bir mcdonalds görmedim ben. Dışarıdayken zaten iki üç yer var burada tuvaletini bedava kullanabildiğimiz, burası o gün cehennem gibiydi.
Palazzo Massimo alla Terme
Ama gene de vazgeçmedim. Dedim bugün birşey yapmış olacağız. Böyle geçemez, Roma'dayız Merlin'in sarkık donları adına! Yürüdük. Palazzo Massimo alla Terme'deki müzeye girdik. Öğrenciyiz diye belki 3,50 euroya gireriz diye ummuştum ama görevli kadın yemedi. Hangi ülkeden geldiniz diye sordu. Öğrenciyiz dedim, Sapienza'nın kartını çıkardım. Israrla hangi ülkeden geldiniz dedi. Lanet olasıca Türkiye denen yerden dedim. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin öğrencilerine 3,50 bize 7 euro. Sanki zengin olan yer avrupa birliği değilmiş gibi. Ulan zaten para sizde, asıl dışarıdan gelenlere bedava falan yapmanız lazım ki yazık günah onlar da görebilsin. (Bu noktada her zamanki şahane salaklıklar listeme yeni madde eklediğimi belirtmek isterim. Bu müzeye girerken 7 euroya aldığımız biletin arkasında 3 gün için Crypto Balbi, Palazzo Altemps ve Terme di Diocleziano'da da geçerlidir yazıyormuş [Ulusal Roma Müzeleri 4lüsü], eve gelince fark ettim. Ama işin güzelliğine bakın, bileti pazar günü 3'te aldık, pazartesi bu müzeler kapalı. Salı da ancak üçe kadar bunların hepsine bu biletle girebiliyorum. Bileti almak için ne kadar da mantıklı bir gün seçmişiz değil mi?)
Palazzo Massimo 19.yy.a ait bir saray binası. Yani işte burada bu binaların hepsinin adı palazzo. Stili Neo-Rönesans'mış, yani Rönesans mimarisinde klasik dönem yunan-roma etkileri görüyorsunuz. İçeride girişin altıyla birlikte 4 kat var. Girişin altındaki katta sikkeler var. Giriş katta ve birinci katta heykeller, ikinci katta freskler ve mozaikler var. Eserlerin tarihi Geç Cumhuriyet döneminden-M.Ö.2.yy.'dan M.S. 5.yy.'a kadar uzanıyor. Müzenin içindekiler hakikaten iyiydi yalnız, düzenlemesi berbat olsa da. Daha önce kitaplarda, internette gördüğüm nerdeyse tüm klasik heykeller buradaydı. Yüksek rahip olarak Augustus, Ölen Niobe, disk fırlatan atlet, artemisler athenalar apollonlar dionysoslar...Hele bir Villa of Livia'nın bir bahçe mozaikleri var, ölürsünüz.
Livia'nın yani Augustus'un eşinin villasının bahçesi işte, acayip manyakça.
Haa dünden önceki günler...Cuma günü oda arkadaşımın cep telefonu çalındı trene binerken. Tam peş peşe trene binerken biz, bir adam benim önüme atladı. Bile bile, göre göre niye önüme atladı diye şaşırdım. Arkadaki de arkadaşımın arkasından eline yapışıp tuttu ki sabit kalsın diye. O arada cebinden telefonu aşırıvermiş. Biz trene bindik, bunlar geri indi. Tren hareket etti, camdan yürüdüklerini ve bize sırıtarak baktıklarını görüyordum. Sonrası zaten...Trenden hemen ilk durakta inip, adamları nafile yere aramamız. Sonra koşa koşa eve gelip, ev arkadaşımıza polisi ve ne yapabileceğimizi sormamız, bir yandan icloudla uğraşmamız. Sonra mahallede abartısız döne dolaşa polis merkezi aramamız. İlk gittiğimiz noktadaki polisin 1 km ötedeki merkeze gidin demesi. O merkezdeki polisin San Lorenzo'daki merkeze gitmeniz gerek demesi. Moralimiz sıfır olmuş halde geçirdiğimiz cuma gecesi. Cumartesi San Lorenzo'daki polis merkezindeki polisin öğle arası olduğu için hiç ilgilenmemesi. Sim kartı aldığımız Wind şubesindeki kadının codice fiscale kartı ısrarı. Ve abartısız olarak kimsenin bir telefon çalınmasını iplememesi. Hakikaten ya. Burada bu o kadar alelade bir şey ki. Aklım dimağım almadı. Şoka girdim. Herkes ee yani modunda. Ne olmuş çalındıysa. Şaka gibi ya. E haklılar ama. Herkesin en az bir kere çalınmış. Okulda, partide..Çantadan cepten...
Hermaphrodite heykeli
Ha bir de çılgınlar gibi deprem oluyor burada. Son bir haftadır sallanıp duruyoruz. Yani hissedilen cinsten sallanıyoruz. Richter ölçeği değil. Hele dün sabah, resmen gittik geldik. Türkiye'de pek çok depremi yaşamıştım tamam (17 ağustosta Karadeniz'deydim o yüzden onu fiziken hissetmedim o konuda bir şey diyemem) ama hiç böyle sallanmamıştım. Korktum diyeceğim ama öyle de değil. Bir tuhaf bir histi. Sakin oluyorum ben böyle anlarda. Bir algılamaya çalışıyorum ne oluyor. Yok hayır donup kalma, şaşırma, şok olma şeklinde değil. Sanki uzay-zamanı büküyor beynim, maddenin içinde bakınıyor oluyorum. Ev arkadaşlarım panik içinde kapıya koştu mesela, kolumdan beni de sürükleyerek. Tamam da 6.kattayız, asansörün önüne çıkmamızın ne anlamı var. Gerçi bir şey diyemem, o anda kim bilir nasıl korktu. Bunu mu düşünecek.
kaynak: Il Mio Giro D'Italia
Son birkaç gün böyle şeyler yaşadığım için yine bunalımın dibindeydim tabi. Ama ondan hemen öncesindeki günlerde de zaten kötüydüm. Çok daha saçma bir şey görüp, yine saçmalamıştım kendimce. Bilmiyorum, hala saçmalıyorum o konu üstünde ama, bunu biliyor olmam kendime engel olabildiğim anlamına gelmiyor. Keşke internet olmasaydı evet, facebook, instagram ve diğerleri. Evet hatta bu yazdıklarımı da gene sene 99'daki gibi eski tarihli bir ajandaya tükenmez kalemle yazıyor olsaydım.
Her neyse, bugün burada Halloween. Her bir köşede parti var. Tıpkı her bir köşede bir evsizin paçavralar içinde, arkasını dönüp uyuduğu gibi. Çöple dolu, sidik kokulu Roma'dan bugünlük böyle bildiyorum sevgili kayıp çocuklar. Tam cadılar bayramı partisine gideyim havamdayım, o kadarki ocakta patates, ıspanak, bardağımda yarısı kalmış soğuk kahve (allahını seven üstüme bir demlik atsın çay demleyebileyim). 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...