14 Mart 2017 Salı

ağlamaktan hep

Niye ya? Niye, neden gene? Haftasonunu yine abimlerde çocuk bakarak geçirmişim zaten, gram enerjim kalmamış, kafam allak bullak, hayattan nefret eder hale gelmişim, üstüne bir de abimin yine yalvar yakar bu gece de kal mesai uzayabilir mesajlarına da hayır kalamam demek için kendimi ittire ittire yerlerde sürünmüşüm, yengem bir taraftan aa niye gidiyorsun bu hafta da burada kal diyor, ufaklık ağlıyor çılgınca gitmeeee gitmeeee diye, kendimi paramparça hissederek çıktım evlerinden. Kendimi evime zor atmışım, içim dışım paramparça zaten.
Üstüne...Dün akşam bilgisayarı düşürdüm. Öylece, yere. Ekran gitti bu sefer de. Daha diskinin değişmesi için 250 lira vereli, formatı yiyeli 2 ay olmamışken bu kez de ekran gitti. Mal mal baktım öyle bir süre. Başında dikildim baktım. Neyim var benim ya. Neden oluyor bunlar bana? Harbiden o kadar gerizekalı mıyım ben ya?
Sabah erkenden fırlayıp gittim geçen sefer de götürdüğüm bilgisayarcıya. Elinde sıfır ekran yoktu ama yarınki derse götürebilirim bilgisayarı diye idareten kendi deneme ekranını taktı, geldim eve. Ama kafayı yemek üzereydim. Neden bana oluyordu bunlar? Neden hayatım bir türlü yoluna girmiyordu? Neden beceremiyordum ben yaşamayı? Neden her günüm ayrı bir salaklık yüzünden saatlerce ağlayarak geçiyordu? Tabi ben tüm bu karanlığımın içinde debelenirken Nagi aramış bir ton. Mesaj atmış. Cumartesiden beri grupta dönen muhabbetlerde falan hiç sesim çıkmayınca endişelenmiş. Gün boyu cevap alamayınca daha da endişelenip, Ferda'ya Özgür'e aratmış bir de. Ben kendimi halılara atmakla, kafamı duvarlara vurmakla meşgul olduğum için akşamüstü ancak geri aradım onu. Sonra telefonda karşılıklı foşur foşur ağlamaya başladık. Kapattıktan sonra bu sefer de onu bu kadar üzdüğüm için bir ton ağladım, kendimden nefret ettim. Şu an yine durduramıyorum kendimi, ağlayıp duruyorum ama elimden bir şey gelmiyor, engel olamıyorum. Kendimi mutsuz ettiğim gibi herkesi endişelendiriyorum. Beni seven insanlara bir türlü layığıyla karşılık veremiyormuş gibi hissediyorum. Daha da kötü hissediyorum. Sanki herkes hayatına devam etmiş, bir şekilde kendi yoluna gitmiş, bense öylece ortada kalmışım gibi. Sadece işsiz olmamdan falan bahsetmiyorum, tamamıyla hayatımdan bahsediyorum. Tamamen açıkta kalmışım, ne olduğum ne ettiğim nereye gittiğim belirsiz. Hiçbir şey yok elimde. Kendim için istediğim yollar olmasa bile herkesin bir yol bulmuş olması bu yüzden daha da koyuyor. Ben nerede yanlış yaptım diyecek gibi oluyorum ama sonra hemen vazgeçiyorum. Çünkü doğru yaptığım hiçbir şey yok. Koskoca bir hataymışım gibi hissediyorum. Yanlışım, çalışmayan işlemeyen bir işe yaramayan kocaman bir yanlış. Aslında doğmaması gereken bir yanlış. Zaten ölecekmişim içerde, zorla hayatta tutmuşlar. Ölmem gerekiyormuşsa demek. Hiç doğmamam. Doktorun hatası işte. Yaşatınca zorla, evren de ne yapacağını bilemiyor haliyle benimle. Öylece salak salak dolanıyorum ortalarda.

1959 tarihli Sleeping Beauty

Uzuuun yıllar bir türlü çocukları olmayan Kral Stefan ve kraliçesinin sonunda şafak vakti gibi hayatlarını ışıtan kızları doğduğunda, ismini Aurora (ışık) koyarlar ve tüm krallıkta vur patlasın çal oynasın, bir dolu eğlence başlatırlar. Tüm tebaa, konu komşu, hısım akraba saraya doluşur; tek tek bebek prensese sevgilerini, saygılarını sunmaya başlar. Yedi cihan duymuş, çağrılmış, gelmişken kimsenin aklına tekinsiz dağın tepesinde yaşayan Maleficient'ı çağırmak gelmediğinden, buna çok içerlemiş olan Maleficient partinin ortasına kara bulut gibi çöker. Prensese kendi dileğini bahşeder: 16.yaş gününde bir iplik eğirme şeyinin iğnesine elini batıracak ve ölecektir. Herkes şoka girer, bir şeyler yapmalıdır ama ne? 3 iyi peri Flora, Fauna ve Merryweather devreye girer ve prensesi Maleficient'ın başına açtığı kötü kaderden kurtarabilmek için bir şeyler yapmaya çalışırlar.
Uyuyan güzelimizin hikayesini bu şekilde uyarlayan Disney, malzemesinin kaynağı olarak Charles Perrault'un derlemesini işaret etmiş. Perrault'un versiyonu 17.yy.da yazıya geçirilmiş olsa da bu masal için ilk kaynağın Giambattista Basile'in "Sun, Moon and Talia"sı olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Ki kendisi 1575-1632 arasında İtalya'da yaşamış. Perrault'un "The Sleeping Beauty in the Wood"u daha sonra geliyor haliyle. Ha bir de tabiki Grimm kardeşlerimizin de yine Alman/Germen folklorüne dahil derlemesinin içinde "Little Brier-Rose" olarak yer alıyor.
Bunu söyleyeceğimi düşünmezdim ama Disney'in Sleeping Beauty uyarlamasını sevdim ben. Hakikaten kendime inanamıyorum. Çünkü nereden nasıl görmüşüm bilemiyorum ama benim aklımda Uyuyan Güzel masalı hep çok kötü, çok sıkıcı, allahım neden böyle bir masal da var ki acaba ne gereği varmış diye düşündüğüm bir masal olarak yer etmiş. Aklımdaki versiyonun ne Perrault'un Grimmlerin ne de Disney'in versiyonlarıyla ilgili varmış. Nasıl öyle öğrenmeyi başarmışım bilmiyorum ama benim versiyonumda Aurora doğuyor, Maleficient büyüsünü yapıyor, 16 yaşına gelince bir gün sarayda gezintiye çıkıyor, yaşlı bir kadının ip eğirdiğini görüyor ona yardım edeyim derken elini iğneye batırıyor, yaşlı kadın da tabiki kılık değiştirmiş kandırıkçı Maleficient, sonra uyumaya başlıyor, tüm saray da onunla uyuyor, etraf diken ot püsür, yüzyıllar geçiyor, bir sürü prens deniyor Aurora'ya ulaşıp öpmeyi ama hiçbir başaramıyor. Sonunda bir tanesi başarıyor ve saray uyanıyor, mutlu son şeklindeydi. Eh bu haliyle de çok salaktı. Tüm masal boyunca ense yapan bir prenses, kötülüğü için herhangi bir motivasyonu olmayan Maleficient, sırf meraktan ve kahramanlık gerekliliğinden çıkıp gelen bir prens ve başka da bir karakter yok. Öfke kusuyordum Aurora'ya. Ne biçim bir manyaklıktı o öyle? İşte bunlar hep önyargı, cehalet, okumamak, araştırmamak, izlememek, o zır deli aklında ne varsa körü körüne ona inanmak.
Oysa bu animasyon halinde prensesimiz bir gün bile ancak uyuyor. Karakterini - az da olsa - görebiliyoruz. Aklı beş karış havada, alımlı çalımlı normal bir ergen kız aslında Aurora. Çizim olarak şimdiye kadar izlediğim Snow White ve Cinderella arasında belki en güzeli diyemem ama en cazibelisi olduğu kesin. Evet, yanlış okumadınız, bir çizgi karakter ve resmen o çizgilerden buram buram cazibe fışkırıyor. Onun yanında masalın asıl işlev taşıyıcıları Flora, Fauna ve Merryweather isimli iyi periler ki onlara da ayrı ayrı karakterler verilmiş olması ayrıca güzeldi. Kral Stefan ve Kral Hubert karakterleri ve Maleficient üzerinde özenle durulmuştu. Ve diğer iki masalımızdan bu yana asıl gelişmeyi gösteren prens karakterimiz. Prens Philip, kesinlikle diğerlerine göre varlık gösteren bir karakter burada. Neredeyse esprili diyebileceğimiz bir tarzı, hafif dalga geçer gibi ama ayakları yere basan bir havası var. Yani prensesimizde çok bir gelişme olmasa da prensimiz bu defa kanlı canlı karşımızda yükselebiliyor.
Bir de kötülüğün hem bu animasyonda hem de diğer ikisindeki mantıklılığı hakikaten takdire şayan. İyilerimiz hep bir nedensizce iyiyken, kötülerin motivasyonunu hemen algılayabiliyoruz. Snow White'ta Evil Queen'in güzellik takıntısı empati kurulabilir bir durum. Cinderella'nın üvey annesi Lady Tremaine'in ise Cinderella'nın güzelliğine karşı kendi kızlarının kaderini ve geleceğini düşünüyor olması da gayet açıklanabilir. Burada da Maleficient oldukça basit bir görgü kuralıyla geliyor tepsimize, kadını davet etmemişler! Bu kadar mantıklı. Aslında bu açıdan bakınca gerizekalı kral ve kraliçe, Maleficient'ı da adabınca davet edip, iyi dileklerini isteseler, bir kadeh bir şeyler ikram etselermiş en başından, bu şeylerin hiçbiri olmayacakmış bile diye düşünüyor insan.
Ki bu da bizi 2014 yapımı Maleficient'a götürüyor otomatik olarak. Linda Woolverton'ın yazdığı senaryoya göre Angelina Jolie'nin muhteşem bir şekilde hayat verdiği Maleficient'ın aslında neden prensese böyle bir büyü yaptığını izlemiştik etraflıca. 2015'te Neverland'de bahsettiğimde "Keşke her yaptıkları uyarlama bunun kadar güzel olsa. Ne masallar izlerdik be." demişim zaten. Bu düşüncem hala geçerli ama artık Disney'in orijinal versiyonlarına da haklarını teslim ediyorum bir yandan. Gerçi, filme ismini veren prenses taş çatlasın 15 dakika görünüyor ekranda ama, yine de bir şey demeyeyim. O kadar gıcık olmuyorum artık Aurora'ya.



Bu da pek güzel, izlemeden-dinlemeden geçmeyin istedim.

10 Mart 2017 Cuma

1950 tarihli Cinderella

Çook uzun yıllar  önce, çook uzak bir ülkede harika bir krallık varmış. Kralından, granddüküne, çiftçisinden tüccarına herkesin lay lay lom mutluluklar içinde dans edip şarkı söylediği bu krallıkta, nedense bir aileye dadanmış tüm cefalar. Zengin ve iyi kalpli bir tüccarın çok sevdiği güzeller güzeli, pamuk kalpli eşi ölmüş önce. Ufacık kızıyla baş başa kalan adam, önceki evliliğinden iki kızı olan başka bir kadınla evleneyim demiş sonra. Üvey annesinin ve en az onun kadar kötü kalpli, çirkin kızlarının zulmü altında evin tüm işlerini yaparak yaşayan güzel kızın babası da öldükten sonra artık hiç şansı kalmamış. Tüm umutlarının tükendiği balo gecesi, tonton peri vaftizannesinin yardımıyla baloya gitmiş ve prensle saatlerce vals yapmışlar. Sonrası cam ayakkabı zaten. Off anlatırken bile içim bayıldı.
Halbuki dünyanın belki de en eski, en bilindik, en umut dolu, en sihirli masalı bu. Nerdeyse her milletin kendi versiyonu var. Çünkü o kadar genel geçer, o kadar hayal edilebilir bir teması var ki. Katıksız iyiliğin timsali kahramanımızın paçavralar içinden, yoksulluktan prensesliğe yükselmesi, ona yardım eden peri anne, şeytani üvey anne ve onun pis, çirkin kızları, oğlunu evlendirmeye çalışan hulusi kentmen kılıklı kral, şeytanın bir yansıması saf kötülük kedi, uyuşuk ama sadık ve kahraman köpek, sevimli ve azimli minik fareler...Aslında Disney ilk film olarak Cinderella'nın hikayesini seçmeliymiş diye bile düşündüm ben. Öyle ya hedeflenen kitle için bundan daha sihirli, daha mesaj dolu bir masal yoktur yani.
İşte bu verdiği mesajlar açısından zaten tartışmalı küllerin güzeli. Hemen hemen her kültürün kendi "Cinderella" anlatısı var dedim ya, en eski hangisi, ilk nereden çıkmış izini sürmek çok mümkün değil ama her bir elementi yüzyıllar içinde değişime uğramış olsa da külkedimizin pasifliği - en azından masallarda - baki kalıyor. Disney, filmin açılışında Charles Perrault'tan yola çıktıklarını söylüyor. En kaba haliyle Perrault'unki belki de ilk derleme diyebiliriz. Cam ayakkabı olayını da o yaratmış mesela. Perrault'un versiyonu 1697, Joseph Jacobs'un oradan buradan derleyip revize ettiği versiyonu 1916 ve Grimm kardeşlerinki de 1812. Yani çıkış noktası Perrault denebilir.
Ama Disney tabiki de Perrault'un versiyonundan birçok şeyi değiştirip, çizgi filmin büyüsüne kaptırıp gitmiş. İyi de olmuş aslında. Gerçi bazı ana elementleri atmış olmuşlar. Mesela neden Cinderella dendiğine bir açıklamamız yok animasyonda. "cinder" kül falan demek, haliyle kül kedisi olmasa da kül kızı, kül hanımı gibi bir isim yakıştırılması durumunu göremiyoruz. Bir de genel kanının aksine animasyondaki Cinderella, masaldakinden az biraz daha dişli. Masalda kafasına vur ekmeğini al örneğinin katıksız bir versiyonu olan kızımızı animasyon içinde birçok kere üvey anne ve kızkardeşlerinden sıtkı sıyrılmış halde görebiliyoruz. Tamam yine de 21.yy.versiyonları gibi ok atmıyor, kılıç sallamıyor, çemkirmiyor ama ne yapıyorsa yapmak zorunda kaldığından yaptığını, gönülsüzlüğünü, bıkmışlığını, çıkış yolu arayışını görebiliyoruz. Yani animasyondaki halinde Cinderella saf bir pollyanna değil, sadece yeteri kadar mücadele edemiyor. Ki bu açıdan Disney versiyonu aslında bunu izleyen çocuklara aşırı da kötü mesajlar vermiyor. Özünde iyi ama hülyalar içinde saf salak bir iyi olarak sunmuyor Cinderella'yı. Çalışkan ve adaletli bir portre çiziyor. Prens için de ilk masalımızdan bu yana oldukça gelişme var. Aşk için evlenmekte direten bir prens var bu kez karşımızda. Gerçi yine ekranda yer aldığı süre 5 dakikayı geçmiyor ya da işlevi burada da yok ama, en azından kişilik oluşturulmaya çalışıldığını görebiliyoruz. Ya da kral ve granddükün sahneleri mesela, animasyonun bence en eğlenceli sahneleriydi, Disney'in gelişim göstermiş olduğuna dair. Hatta bir de balo gecesi üvey kız kardeşlerinin Cinderella'nın giysisini parçaladığı sahnenin oluşumu da şahaneydi.
Ama gene de...13 yıl öncesindeki Snow White'ın ekrandan fışkıran o müthiş gösterişine yanaşamıyor Cinderella, bence. Animasyon fiziki açıdan o hissi veremiyor. Evet herşey gayet yerli yerinde, hikaye anlatımı geliştirilmiş, karakter oluşumu geliştirilmiş falan ama şarkılar bile o kadar etkileyici değil. Tek bir bibidi babidi boo şarkısı kalıyor bitince herkesin aklında. Bir şeyler eksik yani ama insan bir türlü adlandıramıyor.

Masalın en eski versiyonları-->http://www.pitt.edu/~dash/type0510a.html
National Geographic'in Grimm sayfasındaki Cinderella

Animasyonun dillere dolanan o şarkısı:



Bir de benim sevdiğim şarkısı, A Dream is A Wish Your Heart Makes:



Milyonlarca kez uyarlanan masalın bahsedilmeye değecek en eli yüzü düzgün versiyonu sanırım 2015'te izlediğimiz Kenneth Branagh'ın yönettiği Cinderella hali. Masalın ve Disney'in yapıtaşlarına sadık kalmakla birlikte, 21.yy. hikayelerine özgü izleri de çok güzel hamuruna yedirmiş bir uyarlama olması açısından ayrıca güzel.

Bir de Georges Melies'in sessiz animasyonu var:

9 Mart 2017 Perşembe

bulanık mı hava

Az önce şu başka bir okulda dinleyeceğim yüksek lisans dersi için durumu hallettim başarıyla. Ama yine kendime kızıyorum, şu işi daha ilk gün yapaydın ya pek sevgili ben kendim canım benim. Annem yeminle haklı ya, çok savsak, çok uyuzum. Ama bu savsaklamalarım içimin kafamın rahat olmasından değil. Yani kaygısız falan olduğumdan her işimi boşlamıyorum, bir salak olduğumdan içim içimi yiye yiye, kaygılar içinde boğula boğula savsaklıyorum.
Bir de bu sabah "new and improved" ben için bir adım attım. İlk defa birine hayır dedim. Abime gelemem dedim bugün ve yarın ve pazara kadar çocuklara bakmaya. Yapamam yani dedim. Hayatım mahvolmuş durumda, hayatım diye bir şey yok ortada ve ben her an bunu düzeltmek için bir şeyler yapmak zorundayım dedim. Size gelince tüm günlerim geçiveriyor boş boş ve elimde yine sıfır oluyor dedim. Dedim yani. Ama hayır demek de, istemediğin halde evet demek kadar mutsuz ediyormuş. Ben ne hayır ne evet demek istiyorum. Sadece böyle seçimler yapmak zorunda niye kalıyorum diyorum.
Neyse hoca kabul ettiği derse girmemi, üç haftalık konuyu indir oku çalış yetiş dedi. Yapacak çok işim var şu an.
Ne yapıyorum ben ya. 30 yaşındayım hala ders çalışıyorum ya. Hava da karanlık bulanık zaten. Annemi istiyorum ben. Abimi de üzdüm anne ya.

8 Mart 2017 Çarşamba

1937 tarihli Snow White and The Seven Dwarfs

Teni kar kadar beyaz, gözleri ve saçları abanoz ağacı kadar siyah, dudakları kan kadar kırmızı Snow White'ın ve hepsi farklı bir telden çalan madenci cücelerin, aslında azıcık düzgün dursa çok da güzel olan ama nedense kendini çirkinleştirip duran deli kraliçenin ve onu habire fiştekleyen sinir bozucu konuşan aynanın ve resmen psikolojide ölü sevmek için ne terim varsa o terim ile tanımlanabilecek bir rahatsızlığı olan işlevsiz prensin hikayesini bir şekilde biliyoruz. Görünüşte çok da derin mesajlar veriyor gibi görünmese de bu hikaye, yüzyıllar içinde o kadar etkileyici olagelmiş ki, deli dolu Walt Disney amca ilk uzun metrajlı animasyonu için bu kar beyazı prensesle cücelerin hikayesini seçmiş. Uzunca bir süre, devasa bir ekibin çizmesi, boyamasıyla, el emeği göz nuruyla sonunda ortaya çıkan yapım zamanında büyük olay olmuş.
Hakikaten de daha ilk dakikalarında insan inanılmaz bir coşkuya kapılıyor. Şimdinin çocuklarının izlediği hiçbir şeye benzemiyor ekranda beliren çizgiler. O renkler, o müzik...İlk sahnede şeytani üvey anne-kraliçe ve onun meşhur sihirli ayna sahnesi ile karşılaşıyoruz. Morun hakim olduğu pelerinvari giysisi her yerini kapatan, sadece yüzü açıkta kalmış kraliçe sihirli aynaya sorusunu soruyor. Aynadaki görüntü alevlerin arasından ortaya çıkıyor ve biz de bu sırada ayna dekorunu çevreleyen zodyak simgelerini görüyoruz. İlginç detaylar böyle tek tek gözümüzün önüne geliyor aslında. Bir diğeri de kraliçeyi hep tavus kuşuyla simgelemeleri. Tahtına oturduğunda etrafında tavus kuşu tüyleri görüyoruz kocaman kocaman. Belki bir şekilde Yunan mitolojisinin Hera'sına selam çakıyorlar mıdır, ben öyle düşündüm. Kötü kalpli üvey anne ha Heracles'e oyunlar oynamış, ha Snow White'a demek ki. 



Aynanın cevabıyla sahne bizi Snow White'a taşıyor, ki filmin en güzel şarkı sahnelerinden birini izliyoruz yaklaşık 4 dakika boyunca. İşlevsiz prensle tanışmamız da buraya denk düşüyor. Saçma sapan bir şekilde kendi başına dolanan prens, paçavralar içinde kale merdivenlerini temizleyen, kuyudan su çeken, bir yandan da kuşlarla şarkı söyleyen Snow White'ın sesini duyup, hooop kale duvarından aşıveriyor. Bir prensin maiyetsiz bir şekilde geziniyor olmasını hadi yuttuk diyelim, bu sefer de koca kaleye ayağını kaldıran, duvardan aşıp girebiliyor. Bir de Snow White'ın hemen dibinde bitip, şarkısına dalıveriyor. Kalpten gidecek gibi olan Snow kaçıveriyor tabi.

Filmin bu ilk bölümleri dediğim gibi şahane görüntüler ve müzikler sunuyor. Avcının bölümü ve ardından Snow'un ormanda kaybolma bölümleri de aynı şekilde devam ediyor. O ormanda kaybolma bölümü hele, izlemeniz lazım, hakikaten muazzam. Ve kesinlikle masal izlettiğinizi düşündüğünüz küçük çocuklar için değil. 3 yaşındaki yeğenim bu bölümün daha ilk saniyelerinde olduğu yerde titremeye başladığı için kapattım ben. IMDb'nin dediğine göre de ilk gösterimlerde çocuklar bu bölümde hep altlarını ıslatmışlar. Öyle diyeyim yani size.

Ama işte buradan sonrası bana sıkıcı gelen kısım. Snow'un habire hayvanlarla çevrili olması, onlarla konuşması, şarkı söylemesi, iş yapması belki çocuklara ve çoğu insana sevimli, eğlenceli geliyor olabilir şeylerdir ama beni bunalttı. Ardından cücelerin madende çalışma halleri, Snow ile karşılaşmaları, evdeki muhabbetler falan da o ilk birkaç bölüm kadar tavan yapan gösterişe sahip değildi. Ama sanırım yapılması en zor kısımlar bu benim sıkıldıklarım olmuştur, detay olarak sezarın hakkını teslim ediyorum.
Kraliçenin şeytani planlarını uyguladığı ve cücelerin kovalamaca sahneleri ile heyecan da geri dönüyor. Beni yeniden ekrana bağlayan da buralar oldu. Bir de mesela Snow'un cenazesinin etrafında dizilmiş cücelerin o ağladığı sahne, önünüzde bir animasyon olduğunu bilmenize rağmen içinizi burkuyor, o kadar güzel bir çizim o.

En son işlevsiz prensin gelmesi, öpmesi - ki hakikaten bodoslama öptü ya la - , batan güneşin kızıllığına doğru yol almaları falan bahsedilecek kadar bile sahneler değildi bence ama işte.
Disney'in bu kadar titizlikle ortaya çıkardığı masalın asıl anlatıcıları ise Grimm kardeşler olarak bildiğimiz Jacob ve Wilhelm Grimm. Hukuk okumuş kütüphaneciler olan kardeşlerin Alman/Germen halk edebiyatına dair ne varsa toplayalım kafasıyla bir araya getirmeye çalıştıkları metinlerin içinde Snow White olarak geçen ilk versiyon 1812 tarihli görünüyor. Bu metin ile 1937 yapımı animasyonumuz arasında birçok fark var çünkü Disney'in temel aldığı metin 1819'dan sonraki yumuşatılmış ve revize edilmiş versiyonlardan elde edilmiş gibi duruyor. 1812 versiyonunda bir kış vakti, kar yağan abanoz ağacından pencerenin önünde dikiş diken güzeller güzeli bir kraliçe var. Eline iğne batınca kan damlaları kar üstüne düşüyor ve o da bu özelliklerde bir kızı olmasını diliyor. Sonra kızı da büyüyünce onu kıskanıyor ve avcıdan öldürmesini istiyor. Yani masalın ilk halinde üvey annesi değil, gerçek annesi. İlk versiyonda ciğerlerini istiyor kraliçe avcıdan, filmde ise kalbini. Ayrıca bu ciğerleri pişirip, yiyor sonra. Filmde tüm hikayeyi hayvanlarla harmanlamışlar, ilk metinde ise Snow cücelerin evini kendi buluyor. Filmde ev savaş alanı gibi, ilk versiyonda ise düzenli. Filmde cücelere Snow öneriyor toplayayım temizleyeyim yemek yapayım diye, metinde ise cüceler diyor. Metinde cücelerden birinci ikinci şeklinde bahsedilirken, Disney hepsine birer kişilik bahşetmiş. Kraliçenin hain planı ise bu ilk versiyonda önce dar bir korse dantelinden, sonra zehirli bir taraktan, en sonda da zehirli elmadan oluşuyor. Disney, kraliçenin ortadan kalkma sahnesini gayet güzel oluşturmuş, masalın ilk versiyonunda düğüne geliyor ve ateşte kızartılmış demir ayakkabılarla ölene kadar dans etmek zorunda bırakılıyor. Bir de bu öpücük meselesi var tabi. Herhalde Disney gerçek aşkın öpücüğünün hayat kurtarıcılığını daha büyülü bulmuş olacak ki masalın ilk versiyonunda prensin hizmetkarlarından birinin Snow'un sırtına vurmasıyla boğazında kalan elma parçasının fırlaması kısmı tozlu raflara itilmiş. Sonraki versiyonlarda ise tabut saraya taşınırken hizmetkarların ayakları takılıyor, tökezliyorlar, elma parçası öyle çıkıyor. Hımm, böyle bakınca hakikaten öpücük çok daha iyi bir fikirmiş.
Anlaşılacağı gibi çok sevimli bir hale büründürülen masal, halk arasında ağızdan ağza dolaştığı vakitlerde çok daha vahşet doluymuş. Ki bu durum diğer tüm masallar için de geçerli gibi görünüyor. Sonraki milyonlarca film versiyonundan biri de hatta 1997 yapımı Snow White: A Tale of Terror. İzlemedim (tabiki izlemeyeceğim) ama masalın çok daha "ilkel" bir halinin uyarlaması imiş öyle diyorlar. Bir de tabi iyice zıvanadan çıkmış uyarlamalarımızı hatırlıyorsunuzdur: 2012 yapımı Snow White and The Huntsman, yine aynı yıl yangından mal kaçırır gibi önümüze atılan Mirror Mirror. Hikayedeki değişkenler üzerinde biraz oynansa da hemen hemen masalın doğasına uyulan bir de 2001 versiyonu var: Snow White: The Fairest of Them All. Yalnız hemen hemen hiç bir versiyonda Snow White olarak karşımıza "as white as snow, as red as blood, and as black as ebony wood" tipinde bir oyuncuyu çıkartmamış olmaları da ayrı bir çaba herhalde.

Böylece Disney prensesleri listemin ilk sırasındaki Snow White ile layıkıyla tanışmış da oldum. Yalnız oldukça şaşırttı beni bu ilk film. Bir kere beklediğimden çok daha şahane çıktı. Bir diğer ilginçlik ise Snow White'ın hiç de o kadar ezik ya da saçma bir prenses olarak çizilmemiş olmasıydı. Tamam eline kılıç alıp da kraliçeye saldırmıyor ama dönemine göre beklediğimden çok daha "güçlü" denebilecek bir karaktere büründürülmüştü. Ya da benim eşiğim iyice düştü bu lanet ülkede, dünyada, yüzyılda. 

1812 tarihli ilk versiyon metni: Snow White
National Geographic'in Little Snow-White sayfası

Ayrıca bir de şöyle birşey de var, meraklısına (kaynak: http://www.openculture.com/2011/04/how_walt_disney_cartoons_are_made_.html):

Silmarillion üzerine

"Silmarillion, Kadim Günlerin, bir başka deyişle Dünya'nın İlk Çağı'nın bir anlatısı niteliğinde." diyor Christopher Tolkien 1977'de yazdığı Önsöz'e başlarken. Doğru ama Silmarillion adı altında yayınlanan bu koca kitap sadece İlk Çağ'ı içermiyor esasında. Ainundalë ile yani Ainur'un Müziği ile başlıyor, Valaquenta ile devam ediyor. Quenta Silmarillion ile Silmarillerin Tarihi'ne bir dalıyoruz ardından ki ne dalış. Kitabın ana anlatısını, göbeğini oluşturan Silmarillerin peşinde, bizim bildiğimiz Elflerin ve İnsanların ve Cücelerin yaradılışına şahit oluyoruz bir bir. Ainur'un yüce ve güzel müziğinden yavaş yavaş karanlığa ve yıkıma geçilen noktada ise Akallabeth anlatısı başlıyor, işte o başımızın belası Güç Yüzükleri'nin nasıl ortaya çıktığını okumaya başlıyoruz. Numenor çöküyor ve Üçüncü Çağ'ın alevlerinde koşuyoruz. Yani öyle ki, Ainur'un müziğinin ilk notalarına binip çıktığımız yolculuğu, beyaz geminin Kadim Batı'ya yol alışıyla bitiriyoruz. Bir anlamda, bizim deyimimizle Orta Dünya'nın tüm bir tarihini okuyoruz.
Bu şekilde aslında birer birer ortaya çıkmış diğer kitapların Hobbit'in, Yüzüklerin Efendisi'nin, Hurin'in Çocukları'nın hikayelerine kocaman bir özet almış oluyoruz. Ama en güzeli Tolkien bu cilt ile neyi neden nasıl yaptığını, ona neyin yazdırdığını anlatıyor. "Zaman, gelişim ve içerik bakımından, yazdıklarım benimle başladı; gerçi benden başkasının ilgilenmesini de ummuyordum." diyor. 1951'de Collins yayınevinde editör olan Milton Waldman'a yazdığı mektubun metninde okuyoruz bunları. "(...)çok temel meraklarımdan biri mit (alegori değil!) masal ve hepsinden çok, masalla tarihin kıyısında duran bir kahramanlık hikayesi yazmaktı."
Yola çıktığındaki haline mesela "Öğrencilik günlerimde henüz bilimin ve hikaye anlatımının zıt kutuplarının ayrı meraklar değil, birbirinin ayrılmaz parçası olduklarını öğrenip tecrübe etmemiştim." diyor.
Kendinden önceki anlatılar içinde örnek almak üzere incelediklerine dair eleştirisi de oluyor. "Daha da önemlisi fazlasıyla Hristiyan öğeler barındırıyorlardı ve dinsel bir nitelik kazanmışlardı. Tam anlamlandıramadığım sebeplerden ötürü bu bana çok tehlikeli görünüyor. Mit ve masal tüm diğer sanatlar gibi, çözümleri noktasında ahlaki ve dinsel gerçekleri (ya da hataları) içermeli ve yansıtmalıdır, ama 'gerçek' dünyada karşımıza çıkan bilindik anlamıyla ve açık bir şekilde değil."
En baştaki düşünceleriyle sonunda ortaya çıkan şeyi karşılaştırıyor, eleştiriyor, "(...)(eğer becerebilseydim) bazılarının Kelt olarak nitelediği zarif, kolay bulunmaz güzelliğe (esasında bunlar ancak esaslı kadim Kelt hikayelerinde vardır) sahip, 'yüksek' bir tınıda olacaktı;(...)", kendini eleştiriyor sonunda "Saçma." diyerek.
Ama asıl yazdığı şu paragrafta - eğer çok cüretkar olmayacaksa bunu demem - kendimi hissettim, daha doğrusu daha önce size de anlattığım, nasıl yazdığım neden yazdığım durumunu resmen 60 yıl öncesinden satırlarda, onca yıl sonra ustamız olmuş bir aklın kaleminde okumak...çok değişik hissettirdi. "Tabii böylesine kibirli bir amaç, kendiliğinden gelivermedi. Önce tek tek hikayeler oluştu. Sanki 'vahiyle gönderilmiş' şeyler gibi zihnimde belirdiler; onlar birbirinden bağımsız olarak gelirken, bağlantılar da yavaş yavaş oluştu. Sürükleyici ve durmadan bölünen bir çalışma (özellikle zihnim, hayatın gereklerini bile bir yana bırakıp, diğer tarafa kaydığından ve dilbilime adandığından beri): Yine de daima, bir şey 'keşfetmekten' çok, zaten 'orada' bir yerde duran şeyleri kaydediyormuşum gibi bir hisse kapılırdım." diyor Tolkien usta. Hadi bir şey yazayım diye oluşmadığını bu yazdıklarımızın, zaten bizimle olduklarını ve kendiliğinden dışarı fışkırmaya çalıştıkları için yazdığımızı, bilinçli bir şey olmadığını bunun, Hemingway'in de dediği gibi bir çeşit "kanamak" olduğunu o da böyle ifade ediyor işte.
ohh Tolkien baba, mis...
Fantastik türünün bir türlü bitmek bilmeyen belası "alegori" hakkındaki düşüncelerini de yazıyor bir yandan, sihre bakışını ve yazdığı dünyadaki kullanımını da. Elflerin ölümsüzlüklerinin sınırını ve durumunu, İnsanların ölümlülüğünün getirilerini, saf ışığın parıltısı olan Silmarillerin neyden meydana geldiğini, Güneş'in ve Ay'ın kendi mitlerini, Elflerin düşüşünü, Üçüncü Çağ'da birlikte at koşturduğumuz kahramanlarımızın soy ağaçlarının ilk dallarını anlatıyor. Biraz didiklediğimizde, dünya mitlerine şöyle bir daldığımızda bizim de fark ettiğimiz, esinlendiği anlatıları o da belirtiyor. "Silmarillerin ve Güneş'ten önceki ışık'ın yeniden keşfedildiği savaş, çok fazla benzemese de, sanıyorum ki kaynağını en çok Ragnarök adlı İskandinav mitinden alıyor." diyor mesela. "Turin'in (tamamıyla uymasa da bu türde bir mit kahramanları içinde) Volsung Sigurd, Oedipus ve Finli Kullervo'ya benzer bir yazgısı olur."
Bu şekilde Arda'nın, Orta Dünya'mızın ağacından, çiçeğine, böceğine her bir adımını karış karış yaratılırken okuması yalnız, biraz zahmetli bir işe dönüşüyor aklınızda olsun. Bir yanda çizelgeler, tablolar, listeler oluşturarak okumakta, her bir satırla birlikte kendi haritanızı çiziktirmekte fayda var, yoksa dağ bayır nehir kayboluyor insan. Tabi bir de Rus Edebiyatı okuyormuşçasına isim enflasyonu da cabası.
Benim elimde İthaki'nin Ağustos 2011 tarihli 3.basımı var, 5.kattaki balkonumdan aşağıya hedef aldığım bir canlıyı parçalamakta birebir 689 sayfa kadar haritalar, soy ağaçları, isim listesi, açıklamalar barındırıyor. Yazı boyutu, sayfa düzenleri falan iyi, okumak için rahat ama ne ön kapaktaki o beyaz fon üstüne altın rengi ejderhayı ne de arka kapaktaki pikseli düşmüş gibi görünen ejderhalı resmi beğendim ben. Silmarillion ya hani, insan çok daha farklı, çok daha zarif bir şeyler bekliyor haliyle.
Böyle koskocaman, sihirli bir masal aslında Silmarillion tümden bakıldığında ama masallarda bile insanın insan olduğunu da unutturmayan bir masal nihayetinde. "Ve işte o günlerde, insanlar ellerine silahlarını alıp, incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerle birbirlerini katlettiler, çünkü artık en ufak şeye sinirlenir olmuşlardı; insanlar, Kral'a, efendilere, ya da hiçbir alakaları olmayan birisine karşı kötü sözler etsinler de, Kral'ın adamları gelip zalimce öç alsınlar diye, Sauron ve emrine soktuğu kişiler, ülkenin dört bir yanında dolaşıp insanları birbirlerine düşürüyorlardı. Yine de Numenoreanlar, uzunca bir süre gelişip büyüdükleri hissine kapıldılar, çünkü mutlulukları artmasa da, aralarındaki zenginler servetlerini büyüttükçe büyütüyorlardı."
Ne diyelim. İyki orada bir yerden bize anlattın hepsini Tolkien baba.

[Şimdilik nette karşılaştığım en ucuz fiyat 16,5 tl ile d&r'ın web sitesinde.]

4 Mart 2017 Cumartesi

Edward Hopper'ın "Nighthawks" tablosu üzerine



Hopper sevmem. Açık söyleyeyim. Tablolarında beni rahatsız eden kocaman bir boşluk, yalnızlık, boşvermişlik, umutsuzluk, böyle bir boğazıma boğazıma sarılan bir bunaltma duygusu var. Ben daha çok Artemisia Gentileschi, Caravaggio, Rubensçiyim. Ama yine de bu "Nighthawks"ta beni bile cezbeden ilginç bir şeyler var.

1 Mart 2017 Çarşamba

iyi haber

Az önce içimi rahatlatacak bir haber aldım da burada ellerim havada zıplayarak kutlayayım istedim :)
Dertlerimden bir tanesi çözülecek sanırım. Az önce okulla görüştüm, yüklemem gerekiyor görünen iki belgeyi de yüklememe gerek kalmadı. Roma'daki okuldan hala cevap yoktu çünkü. Şimdi belki bu şekilde hibenin geri kalanını ödeyebilirler bana diye düşünüyorum ama onu da bir sonraki telefonda sorarım. Umarım öderler, lütfen ödesinler. Çünkü gidiş geliş tarihlerimi hesapladıklarında benden geri ödememi isteyecekleri miktar hemen hemen bir aylık hibeye eşit oluyor, bu sayede geri ödemem gereken parayı çıkarmış olabileceğim.
İyi bir haber sayılır değil mi? Gerçi şu an ilk andaki mutluluğum kalmadı ama. Ulan tüh be keşke hibenin geri kalanını da ödeyecek misiniz bu durumda diye soraydım. Ah benim aklıma edeyim ben.

28 Şubat 2017 Salı

mirror mirror on the wall...something wicked this way comes...

Şimdi çocuklar, film olayına da şöyle geri döneyim dedim. Biliyorsunuz, biliyor musunuz, biliyorsunuzdur artık, bizim Güzel ve Çirkin olarak bildiğimiz masala olan tuhaf takıntımı, Belle konusundaki abartılı görüşlerimi falan. İşte şimdi 17 martta da vizyona girecek ya yepisyeni film, onun bahanesiyle dedim ki, oturayım şu Disney prenses filmlerini bir sağlam kafayla izleyeyim. Hepimiz çocuklukta üç beş gördük ama açıkçası ben hiç doğru düzgün izlemedim. Hem bakalım neymiş diye hem de 2 tane kız yeğen yetiştirme çabasının başında bir hala olarak bilinçli yetişkin cübbemi geçireyim üstüme diye. Öyle ya, büyüğü geldi 3 yaşına, öbürü daha 6 aylık ama, sonuçta ikisini de prenseslerle masallarla paralel evrenlerle comic booklarla falan ben tanıştırıyorum, tanıştıracağım. Vazife bilinciyle izleyeyim şu filmleri de, ne olur ne olmaz.
Filmlerimiz - tabiki kronolojik olarak - şöyle sıralanıyor:
1937 - Snow White and The Seven Dwarfs
1950 - Cinderella
1959 - Sleeping Beauty
1989 - The Little Mermaid
1991 - Beauty and The Beast
1992 - Aladdin (Jasmine niyetine aslında bu film tabi, yoksa Aladdin de kimmiş?!)
1995 - Pocahontas
1998 - Mulan
2009 - The Princess and The Frog
2010 - Tangled
2012 - Brave
2013 - Frozen
2016 - Moana
Yani demem o ki alacağım bu animasyonları karşıma, felsefeden gireceğim sosyolojiden psikolojiden çıkacağım. E tabi, sonuçta tüm bu konularda en yetkin benim :) Vallahi bakalım artık ne kadar saçmalayabiliyorum. Bir yandan da asıl masal metinlerini buldum, onları okuyacağım (http://www.pitt.edu/~dash/folktexts.html adresinde acayip bir hazine var, bakın derim).

Hadi be Zeyna bir el at be

Peki madem kendime geliyorum hemen. İyice zıvanadan çıktı buralar, böyle hep bir aman yarabbi çok kötüyüm ühü ühü, ama yumurtaya can veren allahım patlıcanı niye yarattın böhüüü diye diye kısır bir döngüye girmiş halde Neverland. O yüzden biraz da olsa normal insan olma çabasına döneyim. Listelerime, ufak hedeflerime geri döneyim istedim. Ne yapardım ben mesela? Liste yapar ona göre kitap okurdum. Konularına göre gruplar yapar, ona göre film izlerdim. Ya da bir ay boyunca misal bir oyuncunun diskografisini bitirecek şekilde film izlerdim. Bir döneme odaklanır, her bir ayrıntısını öğrenecek şekilde okumalar yapardım. Yazardım. Allah aşkına yazardım ya! Bir şeyler yazardım, hikayeler yazardım, oraya buraya not düştüğüm roman projelerime üç beş satır eklerdim, karakterlerin geçmişlerini oluştururdum. Eskiden sofraya oturduğum her defasında ayrı bir diyalog yaşanırdı kafamda ayrı bir kitabım için. Şimdi bir şeyler yemek için oturduğumda masaya mutlaka 20 dakikalık bir dizi bir şey açıyorum ki karşıma, kendimle baş başa kalmayayım, kafamın içinde boğulmayayım. Ne oldu bana böyle ya? Düzelteceğim.
Bu yüzden mesela kitap listemi hazırladım. Daha doğrusu ocak ayının başında hazırlamıştım. Kitaplığımda senelerdir durup duran, okumadığım kitapları ya da oradan buradan okuduğum ama sonunda kendim için kitaplığa satın aldığım ve bir daha okumam gerektiğini düşündüğüm kitapları sonunda raflardan çıkarıp, dizdim ve baktım. İlk kararım bunları okumaktı bu sene. İyi de başladım sanki, Silmarillion'u alıp elime iki hafta içerisinde içtim resmen. Bu arada kasımdaki bir uçak yolculuğundan yadigar "Fall of Giants"ı da o listenin aralarında soluklanmak için okuyayım, belki o vesileyle biter demiştim ama yeni yılın 2.ayının sonunda karşılaştığım manzara şu: Silmarillion'dan sonra biraz Fall of Giants'la devam ettim. Ankara'ya dönünce Hurin'in Çocukları'na geçecektim (2.seferim olacaktıbu, 2012 eylülünde kütüphaneden alıp, 10 içinde okumuşum, Goodreads'im öyle diyor). Ama ben ne yaptım? O kadar bunalımın dibine vurmuş haldeydim ki önce J.R.Ward'un Kara Hançer Kardeşliği serisinin ilk kitabı olan Karanlık Sevgili'yi, ardından da işte geçende bahsettiğim o salak saçma akşamın üstüne Büşra Küçük'ün Kötü Çocuk serisinin 3 kitabını okudum. Nereden nereye diyor insan değil mi? Ne kadar akıllı olursanız olun, ne kadar büyümüş, ne kadar olgunlaşmış, ne kadar aşmış olduğunuzu düşünürseniz düşünün, bazı durumlarda içinizdeki o bir türlü ayarını tutturamamış ergenin kafanızın içine çöreklenmesine engel olamıyorsunuz. Halbuki 30 yaşındayım diyor insan kendi kendine, ben burada salak saçma düşünceler içinde kendimi harap ederken o gerizekalı insan kilometrelerce ötede gayet mutlu mesut, yanıbaşında sevgilisiyle, aklı on karış havada, hayatını yaşıyor ve sen zerrece önemli değilsin o hayat içinde. E o zaman sen niye kendini harap ediyorsun burada? Kendine hiç mi saygın yok? Herkes et kemik kas, su protein yağ karbonhidrat sonuçta. Niye kendini başka bir et için böyle bir duruma düşürüyorsun? Önemli olan sensin, düşünmen gereken sensin, sen hepsinden akıllısın, senin onu ve onları değil onların seni düşünüp de harap olmaları gerek. Senin önünde diz çökmeleri gerek, bir kıyıda, uzakta bir köşede mahvolup duran onlar olması gerek. Değil mi? Gibi kendime gaz verdim bolca ve 4 ergen kitabından sonra şimdi raylara geri dönebilirim.
Yine Hurin'in Çocukları'ndan devam edeceğim elbette ama bu sefer aralara başka kitaplar katmayı düşündüm. Daha doğrusu, uzun yıllardır köşebaşım-taşım olan One Tree Hill'in daha önce de izlerken çıkarmaya çalıştığım kitap listesini bu sefer daha okkalı ve incelemeli bir şekilde yapmaya karar verdim. Aslında hiç aklıma yoktu OTH uzun zamandır. Bu yaşta da gelmesin artık diyordum ki, amaan dedim canı cehenneme dostum, what the heeellll! 60 yaşında da olsam lise dramalarını izlemeyi seviyorsam seviyorum, kime ne? Kaldı ki bu benim akıl yaşım veya IQ'm hakkında bir şey mi diyebilir? Dese bile kime ne? Dedim kendime yine. Ve o eski listemi daha sağlıklı bir şekilde elden geçirmeye başladım. O yüzden ilk sırada John Steinbeck'in "The Winter of Our Discontent"ı var. Türkçe'ye iki türlü çevrilmiş, Mutsuzluğumuzun Kışı veya Kaygılarımızın Kışı şeklinde. Gönül  isterdi ki (yok o Gönül değil ama eminim o da isterdi sorsam hangisini okuyayım diye :D )Sel Yayınları'nın yaptığı en son, o tertemiz baskısını Kaygılarımızın Kışı ismiyle çevrileni alıp okuyabileyim ama artık nette pdf olarak ne bulursam. Ardından da Shakespeare reyizin Julius Caesar'ının üstünden geçeceğim (onu da daha önce 2011'de okul kütüphanesinden okumuşum).
Birebir haftalık takip ettiğim 8 dizi var yabancı ama şu ara sadece 3 tanesi yayında (Listem burada). Yani bu ara her hafta yeni bölüm gelmiş mi diye takip edeceklerim Supergirl, The Flash ve Arrow. Bu üçlüye DC's Legends of Tomorrow iyi giderdi ama kendimi zorlamayayım, alıştıra alıştıra.
Televizyona da baktım şöyle bir geçtiğimiz birkaç gün. İzlenir mi ne var falan diye. Valla sanırım ufak bir iteklemeyle Adı Efsane'yi ve İçerde'yi izleyebilirim. İzlerim izlerim. Birinde Erdal Beşikçioğlu var ki zaten lise dizisi diyebiliriz (yazar burada kendisiyle dalga geçiyor;)), diğeri de Çağatay aşkına! (vuhuu, yazar burada da içindeki ergenin dizginlerini salıverdi). Şaka şaka, İçerde'nin müzikleri falan hakikaten insana bir titreme vermiyor değil, atıma atlayıp kaleler fethedesim geliyor. O değil de asıl bir tane dizi tanıtımı gördüm geçen akşam, İsimsizler mi ney, onun müziği çok iyiydi ya. Youtube'da buldum ama, şuymuş: https://www.youtube.com/watch?v=g24v9TEGuuQ
Yalnız ne televizyon izlemişim be!

27 Şubat 2017 Pazartesi

the middle

Oraya buraya mail yazıyorum. Roma'daki okula yazıyorum belgemi imzalasınlar diye. Başka okuldaki bir hocanın dersine girmem gerekiyor, ona mail yazıyorum dersi dinleyebilir miyim diye (ama ulaşamıyorum). Habire iş ilanlarına bakıyorum, ne iş yapabileceğim hakkında en ufak bir fikrim olmamasına rağmen. Hemen her gün telefonda babam şuraya başvur buraya başvur diye direktifler veriyor, halam bir yandan cvni yolla buradan da uğraşalım diye gaz veriyor. Bir an önce o girmem gereken derse başlamam gerek ama hiçbir şey yapamıyorum bununla ilgili. Tez hocalarımın bahsettiği şeyleri araştırmam gerek, hatta dönüp taa lisansta gördüğüm birkaç dersi yeni baştan öğrenmem gerek ama nereden başlayacağım, bir türlü elim gitmiyor. Aidatı vermem gerek iki aylık, geçiştiriyorum, çünkü cebimde nakit para yok doğru düzgün. Umarım abim telefon etmez diye telefona korku dolu bakışlar atıyorum, çünkü her an telefon edip ben yarın nöbetçiyim-işim uzadı eve gelemeyeceğim gibisinden bir durumu olup beni yengemle ve çocuklarla kalmak üzere eve çağırabilir. Ki gelemem diyemiyorum bir türlü. Bir dolu işim var abi, hepsi de size fuzuli geliyor ama değil işte, diyemiyorum. Bir an önce hayatımla ilgili bir şeyler yapmam lazım ama sizin evde, çocuklarla tüm gün tuvalete bile zor gidiyorum, diyemiyorum. 30 yaşına geldim ama hepiniz sayesinde kendime ait bir hayatım yok, hiç diyemiyorum. Ya hibenin geri kalanını alamazsam? Dahası gidiş geliş tarihlerimden dolayı verdikleri paradan da kesinti hesaplarlar ve geri isterlerse? Gözlerim berbat, doktora gitmem gerek. Aylar önce dolgusu düşen ve nerdeyse tamamı kırılıp giden dişim için artık dişçiye gitmem gerek.
Evet her şey çok zor ama bir yandan da kendine gel diyorum. Kendine gel. Toparlan. Başarabilirsin. Hepsi yoluna girecek. Korktuğun hiçbir şey olmayacak. Hepsini düzeltebilirsin. Salak değilsin. Dünya milyonlarca salaktan oluşuyor ve sen onlardan biri kesinlikle değilsin. Benimle konuşan insanların, ne bileyim beni önemseyen insanların dediği bir şey var hep. Kendine güvenmiyorsun, sen herşeyi yapabilecek kapasitedesin, diğerlerinden çok daha iyisin ama onların kendine güvendiklerini yarısı kadar bile kendine güvenmediğin için hiçbir şey yapamam zannediyorsun. Gibi şeyler. Hep. Onlar böyle söylerken karşımda, çoğunlukla kafamdaki ses şöyle düşünüyor, yine bana gaz vermeye çalışıyorlar. Beni sevdikleri için böyle söylüyorlar. Çünkü zaten karşılarında o kadar umutsuz görünüyorum ki bir üfleseler gidip kendimi uçurumlardan atacağım diye korkuyorlar diyorum. Ama nasıl böyle inanmadıkları şeyleri söyleyip beni inandırmaya çalışıyorlar? Yani başaracağını ya da akıllı olduğu düşünmediğim birine, çok sevdiğim biri bile olsa ben demem yaparsın diye. Ya da sen müthişsin, şahanesin, bastır! demem. Diyemem. İçimden gelmez. Ona da yazık ederim diye düşünürüm. Yapamayacağı şeylere inandırmamalıyım boşu boşuna derim. Ama işte bu da yine aynı noktaya getiriyor beni, herkes yalan mı söylüyor? Beni mi yiyor? Yoksa hakikaten, bir parça da olsa, ufacık bir parça da olsa haklılar mı?
Haklı olsunlar veya olmasınlar, şu andan daha fazla dibe vurabilir miyim bilmiyorum. Kendime gaz vermeye çalışıyorum, güçlü ol, kendine güven, herşey çözülecek, yapabilirsin, aslında hepsini yapabilirsin diye ama.
Günün hadi kendime ağlayayım şarkısı da bu. Spotify beni artık çok iyi tanıyor, kendisi öneriveriyor hemen.
https://open.spotify.com/track/07A1jad6YlyvPKQPpuv0TB

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...