21 Aralık 2021 Salı

Return to Hogwarts

 




Ahh...En karanlık zamanımızda...hep evimize dönüyoruz.

Her şey düzelecek. 

16 Kasım 2021 Salı

Kyung Moon Hwang'ın yazdığı "Kore Tarihi"


“History, like love, is so apt to surround her heroes with an atmosphere of imaginary brightness.” diye yazmış James Fenimore Cooper, The Last of the Mohicans'ta. Beni de ele geçiren bu parlaklık mıydı bilemem ya da belki bu sevgi için aranacak bir sebebim yoktur. Tarih, benim için, hep oradaydı, hep içimdeydi. İçimde olduğunu fark ettiğim andan beri büyüdü de büyüdü. Sonunda sanırım en hayattan koptuğum ve hayata geri dönmeye, kendime geri dönmeye çalıştığım noktada elimden tutan da o oldu.
En son bir kitabı insan gibi alıp baştan sona okuyup bitirdiğim tarih 31 Mayıs 2020'yi gösteriyormuş (Zaten ondan sonra da her şey tepetaklak gitmeye devam etmişti). Bunca zaman sonra elime bir kitap alıp, kapağını açıp, okumaya başlayabilmemi ve dahası elimden düşürmeden sonuna kadar okuyabilmemi sağlayan da işte bir tarih kitabı oldu.
Kyung Moon Hwang, Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde dersler veren tarih, Doğu Asya dilleri ve kültürleri profesörü. Kore Tarihi (A History of Korea) kitabının ilk basımı 2010'da, ikinci gözden geçirilmiş basımı ise 2017'de yayınlanmış. Bize İngilizce orijinalinden Ayşe Su Doğru çevirisiyle Feylesof Kitabevi 2018'de getirmiş. Geçen Kore Kültür Merkezi'ne gidip üye oldum demiştim ya, oradaki kütüphaneden aldım kitabı (Yarın son günü, teslim etmem gerekiyor.). Zaten tarihe genel olarak aşığım, bir de tarihi Güney Kore dizilerini izledikçe içimde o eski ben harıl harıl düşünüyordu. Bu niye böyle, o kim, o ne, bu nereden gelmiş, ama nolmuş, ama neden olmuş...Her diziden sonra açıp, internette bir dolu araştırma yapıp duruyordum. Oraların tarihi o kadar yabancıydı ki bana, izlediğim her şey biraz daha dürtüklüyordu içimdeki deliyi. Öğrenmeliydim, öğrenmeliydim, hepsini öğrenmeliydim. Dedim bu böyle açıp doğruluğu sallantılı wikipedia maddelerini bakınarak olmayacak, şöyle kaynağından doğru düzgün bir şey bulayım. Amacım genel bir tarih anlatısı bulabilmekti. Hani benim o dizide şu dizide parça parça, bölük pörçük edindiğim bilgileri bir temele, bir kronolojiye oturtabilmemi sağlayacak genel bir bu oldu bu oldu anlatısı. Çünkü ben her şeye önce kuşbakışı bakıp, haritayı aklıma çizdikten sonra içindeki noktaları kendim yerleştirmeyi seviyorum, öyle anlıyorum.
Profesörümüz Kyung Moon Hwang (kaynak: Koreaandtheworld.org)

Ama sayın profesör Kyung Moon Hwang o amaçla yazmamış kitabını. Merkezin kütüphanesindeki tek genel (Türkçe) tarih kitabı bu olduğu için mecburen alıp, daldım içine. Amacı daha çok bu oldu şu oldu diye anlatmak değil de, Kore tarihinin belirli - önemli gördüğü - noktalarını baz alarak, topyekün Kore topraklarına ve kültürüne, şimdiki zamanına bu noktaların etkilerini kendi düşüncelerini bol bol katarak bir tarih incelemesi kaleme almakmış gibi görünüyor. Zaten 238 sayfa tutmasından, hemen hemen bir özet okuyacağımızı anlayabiliyoruz. Çok geniş de tutmuyor kronolojiyi, M.S.4.yy.dan başlatıyor. 3 Krallık Dönemi olarak geçen dönemin ortasından başlıyor bir anlamda. İlk sayfalarda bir şöyle Kore'nin kuruluş efsanelerinden, milattan öncesinden bahsediyor ama temelde bu 3 Krallık'ı oluşturan Goguryeo, Silla ve Baekje krallıklarını çok az anlatıyor. Benim özellikle merak ettiğim kısmı oluşturan bu dönem hakkında genel bir hat çizmemi sağladı sadece. Ardından hemen bir kısacık Goryeo Krallığı'nı geçip, Joseon dönemini - Kore'ye bugünkü kültürün çoğunu veren dönemi - 30 sayfada atlayarak 19.yy.a geliveriyor. Profesör belli ki 20.yy.ı konuşmak istemiş, önceki tüm sayfaları da sırf geriye atıflar yapabilmek amacıyla ya da kitabın adı Kore Tarihi olacak diye koymuş. Çünkü genel anlamda bir sırada da gitmiyor aslında anlatısı. Bir olaydan bahsediyor, sonra o olayın öncesine gidiyor ve tüm bunları yaparken de o olayı bildiğimizi varsayıyor. Yani kesinlikle Kore tarihine ilk defa girenler için yazılmış bir metin değil bu.  Özellikle isimler konusunda beni acayip zorladı. Hiçbir gereği yokken her şeyi Türkçeleştirme'ye çalışmış olmaları (yayınevinin suçu) kafamı karıştırmaktan başka işe yaramadı. İngilizce romanizasyonlarında nasıl bir sakınca var anlamadım, zaten her yerde, tüm dünyada böyle geçiyorlar ve böyle bahsediliyorlar. Zaten böyle bir kitabı okuyan insan da bir şekilde Korece'ye ve Korece'nin romanizasyonuna aşinadır diye düşünüyorum. Bir özel ismi tutup da bir dolu ğ, ç ve ıi'li yazmakla bize, Türk okuyucuya bir iyilik yapılmış olmuyor. Bildiğim isimleri bile bu kim, bu ne diyerek şaşırıp durdum. Dahası o isimler öyle okunmuyor, çoğu saçmaydı yazılışların (Ben bile biliyorum, Korece bilmeyen ben bile biliyorum yahu).
Bir de yarımadadaki duruma bir dereceye kadar hakimseniz ya da dünyada olan bitenlerden ufak bir haberiniz varsa üzerine düşünecek şeyler yazıyor aslında, mesela okuduğum şu kısım tam da bu konu üzerine düşündüğüm, kendimi böyle bir durumda gördüğüm bir zamanda oldukça aydınlatıcı geldi:
Başka bir deyişle, soyluların adet, davranış ve eğitimini benimseme konusunda duydukları ateşli arzu ile kendilerini toplumsal seçkinler olarak görüp yeteneklerini gerçekten kabul ettirme çabalarının sonuç vermemesine karşı duydukları üzüntü arasında sıkışıp kalmışlardır. (s.98)
Ayrıca izlediğim dizileri anlayabilmeme, çoğu izlediğim karakterin aslında kimler ve neler olduklarını anlamama da yardımcı olmadı değil, şimdi hakkını yemeyeyim kitabın. Pek çok yerde aaa ama bu şeydeki olay, ama bu şeydeki hikaye diye durup sayfaya bakıp kaldığım oldu. Bir de en azından önemli tarihler ve olaylar için kitabın başında kronoloji listesi vermiş olması da işime yaradı. Sonuçta bana aylar yıllar sonra kitap okutmuş ve sevdiğim şeyleri, kim olduğumu hatırlatmış olması bile kitaba teşekkür etmem için yetiyor. Sonuçta ben hala Rudyard Kipling abimiz gibi düşünüyorum, “If history were taught in the form of stories, it would never be forgotten.”. Bu yüzden hikayelerime devam ediyorum.

tomboy

 

Şimdi önce yukarıdaki şarkıya tıklayın, o çalmaya başlasın, siz de okumaya başlayın. Çünkü bugün öğle arasında iş yerine geri dönerken kulaklığımda çalmaya başladığında hissettiklerimi belki size de hissettirir diye umuyorum. Sebepsiz yere, bayadır dinlemediğim bu şarkı kulaklarımda yankılanmaya başladığında sanki birden bir filmin içine düştüm gibi hissettim. Hava buz gibi Ankara'da, yine o tepede güneş varken ayazın teninizi yaktığı soğuklardan. Ama o anda, sanki güneş gözlerimin önünde parlıyordu, sonbaharı bitiren ağaçların yaprakları artık her yerdeydi, ayakkabılarım çeşit çeşit renkte ve şekilde yaprağın arasında yüzüyordu. Kafamı kaldırdığımda marketin önünde, kenara oturmuş iki genç kız gördüm, gülümseyerek muhabbet ederken ellerindeki içeceklerden içiyorlardı. Kulaklarımda bu şarkı, etrafımdaki her şey sevimli bir hayat filmi gibiydi. Sonra mutlu hissediyorum dedim, bir şeye bağlı olmadan, öylesine, birden bire mutlu hissettim. Beş dakika sonra yine normal halime döneceğimi de biliyordum, ama tuhaftı, mutlu hissettim o an. Şöyle diyordu şarkıda oysa:


I was always awkward with the love my mom always showed
Maybe that’s why, things are always so hard
Even inside the greed that I was afraid to lose
There is a small beauty

I’m happy right now, so I’m nervous
Because there’s always the calm before the storm
Because I don’t want to be set on fire and burn quickly
I’m cheering for love

Resimlerini görüp, merak edip, denemek için gittiğim kafeden dönüyordum. Belki de yediğim o kadar tatlıdandı bu geçici mutluluk hissi. Neyse. Bu aralar böyle gördüğüm kafeleri deniyorum. Bir süredir canım hiç kahve istemiyordu, içim kaldırmıyor gibi geliyordu. Bana böyle olur, ara ara bazı şeyleri çok ister, kusana kadar tüketirim. Bazen de görmeye bile dayanamam, bir süre uzak dururum. Kahveyi uzun zamandır görmeye dayanamıyordum, son zamanlarda da resmen canım çekiyor. Zaten pandemiden çıkan sokaklar da irili ufaklı kahveci dolmaya başladı. Yürürken kafamı nereye çevirsem yeni bir yer açılmış görünüyor. Haftada bir kere farklı bir yeri denemeye çalışıyorum (bir yandan da ay başlarında maaşımdan kredi taksidi, faturalar ve ev kirası çıktığında eksiye düşmemeye çabalıyorum ama o ayrı bir mesele). Uzun bir kış uykusundan sonra ormandan çıkıp, insan içine karışıyormuşum gibi hissettiriyor bu denemeler çoğunlukla. İnsanlarla iletişime geçtiğime inanamıyorum içten içe. Her şey çok değişik geliyor. Geçen mesela, bir kahveciye gittim, sabahları gidiyorum genelde, iş yerine gelince ilk kahvemi içmek gibi oluyor. Önce masama gelip, çantamı bırakıyorum, sonra gidip yakındaki kahvecilerden bir tane kahve alıp dönüyor, ilk maillere bakarken yudumluyorum. Bu gittiğim Harbor Coffee'ydi. Tabi sabahın körü olduğu için kimse yoktu, sadece baristası (böyle mi deniyor çalışanlara?) yanındaki bir kediyle oturuyordu. İçerisi çok güzel görünüyordu bu arada ama işe geç kalmayayım diye pek dolaşamadım, baristanın dediğine göre çalışma alanı-kütüphane gibi bir yer de yapıyorlarmış. O kahveyi hazırlamaya başladığında öyle kendiliğinden muhabbet de ettik. Çok içtendi, öyle hesapsız, doğaçlama...Bense insanlarla muhabbet etmeyi unutmuş bir haldeyim, benimle her konuşana niye beni ciddiye alıp konuşuyor olabilirler ki diye şaşkınlıkla bakıyorum. Daha da şaşırtıcısı, ben sadece kredi kartımı cebime atıp, çıkmış gelmiştim. Pos cihazı bozukmuş, yapılmaya gitmiş. Aa o zaman ben almayayım kahveyi diyordum ki o hemen defter kalem çıkardı, adını yazayım dedi, cihaz gelince ödersin. Şoka girdim, nasıl yani, sadece adımı yazacak ve sonra gelip o kahveyi ödeyeceğime güvenecek. Dünya benim bildiğimden çok farklı bir yer mi aslında diye bir süre kaldım sabit. Yok yok ben birkaç saate gelirim dedim, olsun cihaz gelmemiş olursa bir çayımı içersin dedi bu sefer. Yok dedim ben elimde nakitle gelirim birkaç saate onu kastettim. Kahveyi elime tutuşturdu ama ben hala neler oluyor diye bakıyordum. Sonraki hafta da onun karşısındaki bir kahveciye gittim, oranın ismi de Coffee Rost. Oraya da yine sabahın köründe gitmiştim ama içeride birkaç kişi vardı oturan, kahvemi söyledim, benden önce iki tane daha hazırlayacağı için biraz bekleyecektim. Etraftaki kitaplara bakmaya başladım. Sonra bir kitap buldum, insanın tarihi ile ilgili resimli. İçinde altı çizilmiş satırlar vardı hep, o satırları takip ede ede kitaba o kadar daldığımı fark etmemiştim, bir ara bir zil çaldı. Sonra birkaç kere daha ve arkamı dönüp bakınca kahvemin hazır olduğunu gördüm. Kitabı yerine bırakırken bu sefer oranın baristası da şey dedi, kitabı götürün okuyun getirirsiniz bitirince. Ben yok yok olur mu öyle şey falan diye kem küm ederek kahvemi aldım. Bu dünyaya ne oldu hakikaten? Ben bilmeden her şeye bir iyilik tozu mu döküldü? Ya da insanlar hep böyleydi de ben o kadar uzun süre mağaramda saklandım ki her şey bana yeni ve tuhaf geliyor. Mesela geçen gün olan şeyde de böyleydi. Kuzenimi görmeye gitmiştim, arabayı bir yol kenarına park ettim. Önümde araba vardı sadece, arkama da gelmiş ve dibime girmiş. İşe geri döneceğim için acele ediyordum, ama arabanın oradan çıkma ihtimali yok. Bir ileri geri denedim, yok çıkamıyorum. Sonra yine salaklığım tuttu, şu önü kurtaracak gibi dedim. Tam sol yaptım, ilerledim küt. Öndeki arabanın sol arkasına benim arabanın sağ önünü sürttüm-geçirdim. Panikle arabadan fırladım, öndeki arabaya bakıyorum, etrafa bakıyorum. Hemen yanda bir otel vardı, içeri koşturdum. Resepsiyondaki çalışana dedim ben böyle böyle yaptım, arabanın sahibini bilir misiniz, bir fikriniz var mı falan. Yok bilemeyiz ama kağıt kalem vereyim numaranızı camına bırakın halledersiniz dedi. Ben panikle bu fikre bakarken o sırada resepsiyonda işlemini yapan bir adam ben bakayım bir belki çıkarabilirim arabayı falan dedi. Benimle birlikte dışarı geldi. Öndeki arabaya baktı, bir iki inceledi. Sonra dedi kolonyayla mendil var mı? Verdim, silmeye başladı öndeki arabayı. Bir baktık hiçbir şey olmamış ona. Benim arabanın boyası olduğu gibi çıktı, hiçbir çarpma ezilme sıyrılma yok. Tamam dedi, bunda bir şey yok kağıt koymanıza gerek yok. Adam orada 15 dakika uğraştı. Teşekkür ettim ama ne kadar teşekkür etsem azmış gibi geldi. Kim olduğunu bilmiyorum, yüzünü görmedim haliyle maskeden, şimdi görsem duysam hatırlayamam ama o gün orada bana çok büyük iyilik, insanlık yaptı. Hayır bir de o sırada arkamdaki arabanın sahibi geldi, daha doğrusu 6-7 kişilik bir öğrenci grubu, arabaya doluştu. Çıktı o araba, ben de bakakaldım. Ağız dolusu küfretmek istedim yüzlerine, bu arabayı bu kadar dibime sokmasanız bunların hiç biri olmayacaktı diye, hem de madem gelecektiniz bu kadar çabuk ben niye böyle acele edip salaklık ettim diye. Arabamın sağ önünde bir dolu sıyrık ve ön tekerin çamurluğunda kocaman bir çatlak var şu an. Yani beddua etmek istemiyorum ama ediyorum o çocuklara.

İşte böyle sinirim bozuldu o gün. Mahvoldum, tüm moralim her şeyim sıfır oldu. Böyle peş peşe niye salaklıklar yapmaya başladım ben gene dedim kendime, oysa neredeyse çok iyi gidiyordum hayatta son zamanlarda. Grafik yukarı gitmese bile aşağı düşmüyor gibiydi. Neredeyse kendime güvenmeye başlayacaktı, o kadar iyiydim. Herkes ben de yaptım diyor, bende şöyle kaza yaptım böyle çizdim. Ama ben yapamam, bunu anlatamıyorum. Benim hata yapma lüksüm yok, ben hata yapamam. Bütün hayatım o kadar kocaman bir hata ki böyle hata yapmaya dayanacak gücüm yok. O kadar salağım ki daha fazla salaklığı kaldıramıyorum. Herkes hata yapabilir, ama ben yapamam.
Dedim ya neredeyse iyi gidiyordum, sonra işte bunlar üst üste gelmeye başladı. Büyük bir hevesle gidip Kore Kültür Merkezi'ne üye oldum mesela. Kütüphanesine gittim, kitap ödünç aldım. Geçenlerde 10.yıl kutlaması vardı, onun gösterisine gittim. Her şey güzel gidiyordu, sonra Korece kursu başvurusu açıldı. Dedim bu bir işaret, ben üye oldum, sonra bu. Evren bana bu dili öğren diyor. Başvurdum ama kurada çıkmamışım ki kursa seçilmedim. Sonra bir editörlük ilanı gördüm, ona başvurdum. Tecrübem olmadığı için reddedildim. Üst üste gelmeye başlayınca bu sefer yine moralim eksilere indi. Dedim o zaman bunlar da mı işaret? Evren bana hiçbir şey olamayacaksın mı diyor yine? Kore'yle ilgili şeyleri tarihle ilgili şeyleri yazmayı kafandan çıkar, şimdi olduğun memur-mühendis bozuntusundan başka hiçbir şey olma şansın yok bu hayatta, araba da süremiyorsun araba senin neyine...mi diyor evren o zaman bana şimdi de? Hiçbir kurtuluş şansın yok, sen kocaman bir hatasın, hayatın kocaman bir eziyet olmaktan başka bir olmayacak hiçbir zaman, ancak öldüğünde kurtulacaksın...mı diyor o zaman evren bana?
Bakın nasıl iki üç paragrafta o anlık mutluluk halinden dipsiz bunalıma geçiş yapabiliyorum? En büyük başarım bu.

23 Ekim 2021 Cumartesi

Beklentiyle iyi başlayıp içimi bayıltan, Flower Boy Next Door (2013)

 


Go Dok Mi, tek göz odalı dairesinden dışarı adımını atmadan, kimseyle konuşmadan, kendi dünyasında minimum tüketicilikle yaşayan, geçimini bu çıkmadığı odada, kendisine posta yoluyla yayınevinin gönderdiği kitap müsveddelerine editörlük yaparak sağlayan genç bir kızımız. Go Dok Mi, geçmişinde yaşadığı bir şeyler yüzünden kendini insanlardan soyutlamış, aşırı çekingen, kapısına gelen kargo görevlisiyle bile yüz yüze gelmeye dayanamıyor, panik ataklar geçiriyor. Kendi dünyasında, sessiz sakin, mutlu huzurlu yaşıyor. Onun yan dairesinde oturan Oh Jin Rok ve Oh Dong Hoon ise sefalet içinde yaşayan, iki manhwa artisti genç adam. İnternette yayınlanan çizgi roman yazıp, çiziyorlar yani. Çok iyi bir tane yazıp, parayı vurmayı hayal ediyorlar ama bu sırada da sürünüyorlar. Oh Jin Rok, bizim Go Dok Mi kızımız oraya taşındığından beri ona aşık. Bu evden çıkmayan çekingen kızı uzaktan izleyerek, onun hakkında hemen hemen her şeyi öğrenmiş durumda ve bir gün aşkını ilan etmeyi hayal ederek, şimdilik onu rahatsız etmemeye çalışarak uzak duruyor. Ama Go Dok Mi de tüm gün çıkmadığı evinin penceresinden karşıdaki yeni, zengin apartmanındaki doktor beyi gözetliyor. Dürbünüyle karşı camdan adamı izlerken de aşık oluvermiş olduğu için o da platonik takılıyor. Bu, herkesin platonik takıldığı ortama günün birinde Enrique Geum adında bir genç adam bomba misali düşüveriyor. Enrique, yarı İspanyol yarı Koreli bir bilgisayar oyunu yaratıcısı. Bilgisayar oyunları yapıyor yani, İspanya'da yaşarken, birden bire çıkıp akrabası bizim camdan izlenen doktor beyin evine geliyor. Enrique bizimkilerin tam tersi, alabildiğine neşeli, hareketli, konuşkan, şakacı, atılgan. Utanma sakınması yok, aklındakini söylüyor, canının istediğini yapıyor, yaşamla dolu, pasparlak bir genç adam. Bizimkilerin fakir ve eski apartmanındaki komşuluk ortamının içine dalıverince de tüm her şeye karışmaya, herkesi kendi güvenli alanından çıkarmaya başlıyor.

 

Flower Boy Next Door, 2013 yılının 7 Ocak'ı ile 26 Şubat'ı arasında Güney Kore'nin tvN kanalında yaklaşık 50'şer dakikalık 16 bölüm halinde yayınlanmış bir dizi. Orijinal adı "이웃집 꽃미남" hemen hemen doğru bir şekilde çevrilmiş, yan kapıdaki yakışıklı falan demek normalde de. Ben diziyi tabi daha geçen sene izledim. Hit the Top (2017) izledikten sonra Yoon Shi Yoon'a aşık olduğumu düşündüğümden (oysa apaçık ona değil, dizide oynadığı karaktere aşık olmuştum) diğer dizilerini de izlemek üzere açmıştım. O diziyi de anlatacağım aslında en çok konuşmak istediklerimden biri oydu ama bir türlü sırası gelmedi işte. Burada da canlandırdığı karakteri izledikten sonra aslında o kadar da farklı bir oyunculuk sergilemediğini anladım. İki karakterde de göze çarpıcı şekilde aynı şeyleri kullanıyor. Başka dizilerini de izledim bunlardan sonra ve önce tabi, sadece benzer yazılmış karakterleri çok başkalaştıramamış demek istiyorum. Bu dizide de zaten o oynayışı çoğu kere rahatsız etti beni, fazlaca karikatürize fazlaca abartılıydı.

Onun karşısında, esas kızımız olarak Park Shin Hye'yi ise öncesinde sadece Memories of the Alhambra (2018)'da izlemiştim 6 bölüm kadar. O diziye devam edememiştim ama Shin Hye'nin sadece güzel bir yüzden ibaret olduğunu anlamama yetmişti. Bu dizi ile de pekiştirdi bu düşüncemi. Hemen hemen hiç duygu yok yüzünde, boş bakan gözlerle etrafta dolanıyor. Vücut dili de yok, ruh yok, hiçbir şey yok. Gerçi sanırım bu eski dizilerdeki çoğu oyuncu bana öyle geliyor. Eski dediğim de işte 2016-2017'den önceki Güney Kore dizileri. Mesela buradaki Kim Ji Hoon'da da hiçbir şey yok (Oh Jin Rok'u oynayan) ama aynı adamı geçen sene Flower of Evil (2020)'da izlemiş ve şurada da bahsetmiştim ki olağanüstüydü. Oyuncuları çok da suçlamamalı mı aslında, o dönemlerde yapılan işlerde ellerindeki senaryolardan da çekim kalitesinden de böyle "oynayamamış" görünüyor olabilirler. Bir de hakikaten çok üstün körü, böyle kağıt üzerindeki bitirilmemiş çizgiler gibi yazılmış yan karakterler var. Sırf orada olmaları gerektiği için yazılmış gibiler. Esas kızın çocukluk arkadaşı olarak çıkıp gelen Cha Do Hwi karakteri ve iki yancısının mesela tüm dizi boyunca ne işe yaradığını, neyden bahsettiklerini anlayamadım, anlamlandıramadım. Ya da aniden çıka gelen ve sonra yine gönderilen bir Japon komşu vardı, keşke daha iyi kullanabilselermiş. Başka bir komşu teyze ile apartmanın güvenlik görevlisi abinin aslında alttan minik güzel mesajlar verebilen ama ortaya kaynayan ve çoğu yerde sıkıcı gelen hikayesi vardı. Hele doktorla ona takmış olan kızın olayı ayy içime fenalıklar getirdi. Sanırım yan hikayeler arasında izlemeye dayanabildiğim, hatta esas kızla erkekten çok onları izlemek istediğim tek hikaye harika Kim Seul Gi'nin canlandırdığı karakter ile Go Kyung Po'nun canlandırdığı manhwa artisti komşu çocuklardan öbürünün hikayesiydi. Dizinin herhalde eğlendiğim, keyif aldığım tek yanı onların ekranda olduğu zamanlardı.

Ama bakın aslında harika bir çıkış noktası olan bir senaryo bu. Eğer bu derece karikatür gibi yazılmamış olsa, birkaç noktası da başka türlü geliştirilse, kesinlikle çok iyi bir şeye değinen bir hikaye. Yani hepiniz böyle en azından bir insan tanımadınız mı? Hepiniz en azından hayatının bir döneminde bunu yaşamadı mı? Evden dışarı adımını atamayan, tüm gün bıraksalar battaniyenin altında saklanacak, odasında birkaç metrekarelik alanın içinde kendi kendine, dışarı olduğundan çok daha iyi hisseden, diğer insanlarla en ufak bir iletişimden ölümüne korkan, birinin yüzüne bakma birinin yüzüne doğru konuşma sesinin duyulması fikri ile kanı çekilen,...siz de o insan olmadınız mı hiç? Ben hayatımın uzun bir dönemini o insan olarak, o insan olmaktan kurtulmaya çalışarak, o insan olmakla gerçek ben olmak arasındaki gelgitli yolda düşüp kalkarak geçirdiğim için, biliyorum. O insana dönüşmüş olma, o insan olarak yaşamış olma durumu benim için uzun yıllar süren yanlışlarla dolu bir sürecin üst üste birikmesiyle ortaya çıkan bir şeydi. Her yaşadığım şeyle birlikte biraz biraz, biraz daha fazla, o insana dönüşüvermiştim. Dizide ise bu dönüşüm tek bir olayla ortaya konuyor. O tek travmatik olayın ardından esas kızımı Go Dok Mi, kendini dünyaya kapatıyor. Tabi öncesindeki geçmişine dair bir miktar bir şeyler söylemeye çalışıyor senaryo ama çok da belirgin değil. Zaten normal bir çekirdek aile içinde değil de büyükannesinin yanında büyüdüğünü öğreniyoruz mesela. Ama yaşadığı o travmatik olaya gelene kadar normal bir genç kız gibi görünüyor, arkadaşlarıyla gülen eğlenen. Tamam yine de çok dışa dönük, hareketli görünmüyor ama en azından normal. İşte beni hikayede rahatsız eden de böyle bir tek olayın sonucunda pattadanak kızın kendini kapatmış olması. Oysa siz de karşılaşmışsınızdır, doğduğundan beri böyle olan insanlar var. Bu şekilde daha mutlu ve güvende hisseden insanlar var. Hikaye, durumu böyle de ortaya koyabilirdi bence. Go Dok Mi, tek bir olayla kendini dünyaya kapatmaktansa, başından beri böyle bir insan olabilirdi, böyle bir kişiliği olabilirdi. Enrique'nin ve diğerlerinin hayatına girmesi, onu dünyaya açması o zaman daha anlamlı, daha doğal olabilirdi. Oysa böyle, senaryoda işlendiği haliyle Go Dok Mi'nin hareketleri, kendini kapatmış olması hiç doğal gelmiyor. Aslında yapabiliyorken sesini çıkarmıyor görünüyor mesela, dizinin sonunda yeniden dünyaya açılmış olması da doğal gelmiyor. Çünkü bu kapatmayı bilinçli yapmış gibi görünüyor. Oysa bunu yaşayanlar olarak biz biliyoruz ki, insan bu duruma kendi kendini sokmuyor. Kendini o halin içinde buluyorsun. Evden çıkıp, parkta yürümek isterken elin kapı koluna gitmiyor, götürmeye çalıştığında tüm vücudun titremeye, soğuk terler fışkırmaya başlıyor. Telefon çaldığında yerinden zıplıyorsun, çöpü atmaya çıktığında kimse bana bakmasın, kimse burada olduğumu, varlığımı fark etmesin istiyorsun. Go Dok Mi de böyleymiş gibi göstermeye çalışıyor dizi ama ilerleyen bölümlerdeki davranışlarından, düşünce şeklinden ve Park Shin Hye'nin ruhsuz oyunculuğundan tekrar tekrar görüyoruz ki konuşabiliyorsa konuşmuyor, panik yaşıyor olması gereken durumlarda kaskatı duruyor. Yani tüm bu travmatik kendini kapatmışlık aslında yapabiliyorken yapmamayı seçmesi gibi duruyor.


Biliyorum, neredeyse 10 yıl önce çekilmiş bir komedi dizisinden çok şey bekliyorum. Ama diziyi ilk açtığımda hakikaten iyi bir şey anlatacak diye düşünmüştüm. Ummuştum belki de çünkü ben de oradaydım, ben de o noktadaydım. Hala çıkmaya çalışıyorum o odadan, hala kendim olmaya çalışıyorum. Bu yüzdendi belki diziden beklentim. Ama izlenilecek gibi bile gelmeyi bıraktı işte bir yerlerden sonra. Sonuna kadar atlaya zıplaya, ileri sara sara bitirdim. Sırf bitireyim de sonunu nasıl bağlıyorlar göreyim diye. O yüzden hiç tavsiye de etmiyorum. Boşverin. Eğlenceli bile değil.
Ahh hele bir de o moda anlayışı, o saçlar,...2013 yahu. 2013 be.

Neyse yine de izlemek isterseniz youtube'daki K-Drama diye bir kanalda tüm bölümler, Türkçe altyazı ile bulunuyor. Oynatma listesinin tamamını da aşağı yerleştiriyorum hatta.

17 Ekim 2021 Pazar

Beyond Evil (2021) : İçimizdeki Canavar


 Dedektif Lee Dong Shik, bir zamanların başarılı polis dedektifiyken birkaç yıl önce yaşanan olaylar sonucunda şimdi doğup büyüdüğü küçük kasaba Manyang'daki polis istasyonunda çalışmaktadır. Lee Dong Shik kendi başına buyruk, tahmin edilemez, şaşırtıcı hareketlere sahip, her şeyi kendi yöntemiyle çözen ve olaylara tamamen kafasına estiği gibi yaklaşan arıza bir tiptir. Herkesin birbirini tanıdığı ve kendi sırları olan bu küçük kasabaya günün birinde Seul'den genç, yetenekli, bölüm birincisi, sırım gibi bir genç dedektif atanır. Bu yeni dedektifin, Han Joo Won'un, başkentte harika bir kariyere sahipken birden bire böyle bir kasabaya atanmış olması herkesi şaşırtır. Bu Han Joo Won, bizim Lee Dong Shik'in tam tersidir. Soğuk kanlı, insanlara yanaşmayan, her şeye kurallar çerçevesinde bakan, elini kirletmekten hoşlanmayan ve sadece siyah-beyaz anlayışı olan genç bir adamdır. Manyang'da 20 yıl önce yaşanan kan donduran cinayetler yeniden başlayınca bu iki tamamen farklı dedektif birlikte çalışıp, katili bir an önce bulmak için çaba göstermek zorunda kalırlar. Tabi bu arada herkesin herkesten haberdar olduğu, herkesin herkesi izlediği bir kasabada dedektiflerimiz de dahil her bir karakterin bir sırrı vardır ve tüm bu sırlar, katilin işine yaramaktadır.

 

 "Beyond Evil", orijinal adıyla "괴물" (kuomul gibi okunabilir) 19 Şubat - 10 Nisan arasında Güney Kore'nin jTBC kanalında yaklaşık birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Orijnal adının anlamı canavar oluyor; hayatın belirli dönemlerinde her insanın içinde bir şekilde bir canavar ortaya çıktığını, yaşadıklarımızla birlikte bu canavarın adeta oluştuğunu anlatmaya da çalışıyor aslında bir yandan bu isim, sadece hikayenin seri katilini belirtme amacı yok bence. Senaristi bu dedektifli polisli cinayetli diziler konusunda acemi değil, daha önceki dizileri arasında çok izlenen Mad Dog (2017) var ki ben izlemedim. Ben yazdığı Weightlifting Fairy Kim Bok Joo (2016) dizisini izlemiştim, oradaki yazım aslında fena değildi. Ayrıca The Light in Your Eyes (2019)'a ve My Only Love Song (2017)'a birer bölüm bakmışlığım ve devam edememişliğim var. Yönetmen ise görece daha genç ve yeni görünüyor bu işte ama Beyond Evil ile ikisinin birlikte ortaya koyduğu şey hakikaten muazzam. Tabiki falsoları vardı hikayenin, sahnelerde de beni ara ara rahatsız eden öff ama artık dedirten taraflar da vardı ama benzerleri arasında, Kore dizileri arasında oldukça yüksek bir kalitede olduğu da su götürmez bir gerçek. Ben haftalık olarak, her bölümün sonunda bir sonraki bölümü nasıl bekleyeceğim diyerek izlemiştim baharda. O soğuk küçük kasabanın atmosferini yaratmada, başroller arasındaki tansiyonu göstermekte çok başarılıydı dizi. Gerektiği yerde iliklerinize kadar üşütüp, gerilimle titreten, gerektiği yerde de karakterlerin arasında sımsıcak bir sofrada oturuyormuş, ellerini omuzlarımızda hissediyormuş gibi hissettiren olağanüstü bir sinematografiden bahsediyorum burada. Ve zaten düşününce izlerken beni rahatsız eden pek çok falsonun senaryodan kaynaklandığı anlıyorum. Katili bulma konusunda dizinin sonuna kadar süründürmüyor, bu iyi bir şeydi. Ona gelene kadarki dönüp durmalar, şüpheler, arka planlar oldukça tatmin ediciydi. Katili bulduktan sonra da bu sefer 20 yıllık sırların ortaya dökülmesi sürecinde başımız döndü.





Başroldeki, bu rolüyle oldukça ödül ve takdir kazanan Shin Ha Kyun'un çizdiği deli dedektif karakteri beni histerikliğiyle aslında çoğu sahnede rahatsız etti. Yer yer bu metodu abarttığını düşündüm. Daha önce izleyip, beğendiğim oyuncular arasında yer verdiğim Yeo Jin Goo da fena değildi. Ama bence asıl takdiri yan rollerdeki oyuncular hak ediyordu. Özellikle Choi Dae Hoon'u aynı sene içinde peş peşe başka başka dizilerde alabildiğine değişik karakterlerde tamamen başka insanlar olarak izledikten sonra Beyond Evil'da önünde saygıyla eğilmek geldi içimden. Gerçi burada yan rol değil de başrol olarak listeleniyor gibi ama neyse.

 

 Ayrıca dizinin yarattığı bu tüm gerilimli, kurşuni grili, koyu yeşilli atmosferin içine yerleştirdiği müzikler kemiklerimize hikayenin daha da nüfuz etmesini sağlıyor. Özellikle Choi Baek Ho'nun The Night parçası bence gelmiş geçmiş en iyi müzik kullanımlarından biri ve dizide ilk duyduğumdan beri çalma listemin en başlarında.

Beyond Evil, ülkesinde en iyi dizi, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu gibi dallarda ödüller almış ve çok izlenmiş olabilir ama bunlara bakmadan da çok, çok iyi çekilmiş, oynanmış ve anlatılmış bir dizi olduğunu söylemeliyim. Özellikle sonbaharın güneşsiz ve yağmurlu günlerine girdiğimiz bu zamanda keyifle izlenebilecek kaliteli bir dizi.

16 Ekim 2021 Cumartesi

“La tristesse durera toujours”

Zamanın birinde Beytepe'nin oradaki alt geçitte çekmiştim.

Bu konuda konuşmak, bu düşünceler bir süredir aklımda dönüp duruyor. En son perşembe gününü de o kötü günlerimden biri olarak geçirirken sonunda üzerine konuşayım istedim. Kafamda dönüp durmasından ve kendi kendimle konuşmaktansa buraya yazarsam belki hikayeler gibi, yazdıkça içimden atmış olurum, içimden kurtulmuş olur diye düşünüyorum.

Kafamın iyi olması durumu, yani ruh halimin görece idare edilebilir olması durumunu biliyorsunuz artık. Bazen haftalarca kötü hale bürünmüyorum, bazen de günlerce o kötü halden çıkamıyorum. Çoğu zaman umutla bakabiliyorum önüme, yaptığım şeylerin, düşündüğüm şeylerin beni bir yerlere ulaştırabileceğine, hakikaten günün birinde istediğim yerde, istediğim şeyleri elde etmiş olabileceğime dair temelsiz, öyle havadan bir umutla gezinebiliyorum günlerce. İşe bir bilgisayar mühendisi olarak gidiyor olduğum gerçeği, hala bu işi yapıyor olduğum gerçeği bile o kadar koymuyor oluyor o günlerde. Çünkü içimdeki, derinlerdeki o diğer düşüncelerin üzerinde ince bir umut tabakasıyla geziyor oluyorum. Ama sonra diğer günlerde, o diğer günlerde, içimdeki o düşünceler üste çıkıyor bu sefer. Tamamen umutsuz, tamamen kara bir delikte buluyorum kendimi. Bu yaptığım şeyleri neden yapıyorum ki diyorum. Ne anlamı var? Hala bir yere ulaşamadım, hala bir şey başaramadım. Hala hiçbir şey olmuyor, bir şey değişmiyor. Boşu boşuna debelenip duruyorum diyorum. Yemek yediğim tabakları sehpanın üstünde bıraksam ne olacak, mutfağa götürsem ne olacak? Ne anlamı var ki? O günlerde hiçbir şey izleyemiyorum, hiçbir şey dinleyemiyorum, sadece hayatımın bitmiş olduğunu, zaten aslında hiç yaşamamış, boşuna nefes alıp vermiş olduğumu düşünüyorum. Üstüme ne giydiğime bakmaksızın işe gidiyorum, saçımı taramamış, yüzümü yıkamamış oluyorum. Ne önemi var ki diyorum. Yaşamaya devam etmenin hiçbir anlamı yok, hiçbir şey düzelmeyecek çünkü.


2021 yapımı Navillera dizisinden.

Perşembe gününe kadar iyi günlerimdendi mesela bir süredir. En azından ilaç içmeye başladığımdan beri. İlaç artık işe yaramamaya mı başladı diye düşündüm önce. Yoksa bu iyi halim hiç ilaçtan bile değil miydi dedim sonra. Aklıma da geldi, salı ve çarşamba ishal olduğumdan çok kötü, evde yattım iki gün, işe gidemedim, o haldeyken de ne olur ne olmaz diye ilaçtan içmedim. İki gün ara verince etkisi mi geçti dedim. E o zaman bu ilacı içmediğim zaman direkt kötü mü olacaktım?

Bir de şunu fark ettim, en başta da dedim ya bir süredir farkındaydım kafamda dönüyordu diye. Ben hayatımı hep bir şeylere takarak geçiriyorum. Geçen birkaç seneye kadar Indiana Jones olmaya takmıştım ya hani (Indiana Jones diyerek dalga geçiyorum ama burada benimle uzun zamandır takılıyorsanız anladınız). Tüm hayatımı bu durum gerçekleşsin diye bekleyerek geçirdim. Her yaptığımı buna göre yaptım, her öğrendiğimi, her okuduğumu bu emelde işime yarar mı diyerek geçirdim. Haa ama bundan da şunu anlamayın, bir hedefim vardı ve bu hedefi gerçekleştirmek için çalıştım demek değildi bu. Aksine hedef bana gelsin diye olduğum yerde hayıflanıp duruyordum. Gerçek anlamda o hedefi gerçekleştirmek için aslında yapılması gerekenleri, atılması gereken adımları atmıyordum. Saçma sapan küçük denemeler yapabiliyordum belki ama ciddi bir şekilde aklımdaki hedef için, o hayal için hiçbir şekilde çalışmıyordum bence. Ama tüm hayatım o hayale ulaşamadığımdan üzülmekle, kahrolmakla, pişmanlıklarla, her şeyi kendime zehir etmekle geçiyordu. İşte bu geride kalan birkaç sene içinde bu hayalin yıkılmasıyla, gerçekten içimin bunu kabul etmesiyle birlikte hayatımda ilk defa ben şimdi neredeyim ben şimdi kimim diye ortada bomboş kalmış hissetmiştim. Ama bir yandan ilk defa özgür hissetmiştim. Beni ben yapan her şey yıkılıp, paramparça olup, kendimi yerde halının üstünde tüm parçaları dağılmış bir yapboz gibi bulunca ilk defa özgürleşmiş gibiydim.


Ama ben ne yaptım? Bu sefer de takacak başka bir hayal buldum. Ve yine en olmayacak olanından, en imkansız olanından (bunu söylemeyeceğim, kelimelerle ifade etmek çok zor zaten). Bilerek yapmadım bunu, hadi kendime yeni bir hedef, yeni bir yol, yeni bir hayal belirleyeyim diyerek yapmadım. Öylece, kendiliğinden, küt diye birden bunu istiyor buldum kendimi. Ve yine imkansız bir şey istiyor, ama aşırı istiyor durumuna girdiğim için yine deliler gibi mutsuz oldum. Yine her günümü nasıl yapabilirim nasıl başarabilirim diyerek geçirmeye, her sabah aynı umutla uyanıp her gece aynı umutsuzlukla, bugün de bunun için hiçbir şey başaramadım hiçbir zaman olamayacak geç kaldım çok geç kaldım, orada değilim o noktada değilim diyerek kendimi hırpalayarak uykuya dalmaya başladım. Bu sefer de her yaptığımı bunun için yapmaya, bu hayal için işime yarar mı acaba diyerek yapmaya, okumaya, izlemeye, dinlemeye başladım. Ama yine bu imkansız hayal için gerçek anlamda ilerleme olacak, işime yarayacak, gerçekleşmesini sağlayacak bir şeyler yapmıyorum tabiki. Yine sadece oturduğum yerde kendimi boğuyorum. Peki ben bunu kendime niye yapıyorum? Neden? Her gün instagramda, youtubeda habire başarılı insanları görüp duruyorum. Hobimi işime dönüştürdüm diyenler, kafamda hiç bu düşüncelerle başlamamıştım bu işi ama çok başarılı oldum diyenler, gerçekten hayaliniz için çok çalışırsanız başarılı oluyorsunuz bakın ben neler çektim başardım diyenler, ... Sinirim bozuluyor.

Geçen gün arkadaşım T. ile muhabbet ediyordum. Ama ben bu yaptıklarımla mutlu oluyorum dedi. Açıp o güzel filmleri izlemekten, akşamları işten geldikten sonra kitabımı okumaktan, gezmekten, bu şekilde vakit geçirmekten mutlu oluyorum dedi. Hayatımı böyle geçirmekten mutluyum dedi. Bunlar beni mutlu eden şeyler, memnunum dedi. Ne diyeceğimi bilemedim karşısında. Tamamen içtendi, tamamen doğruyu söylüyordu. Bense karşısında oturmuş tüm hayatımdan, yaptığım her şeyden mutsuz olduğum, aynı şeyleri yapıp kafamda habire başka şeylerin döndüğü gerçeğiyle kalakaldım. Oysa onun dediği kadar basitti, bunlar insanı mutlu edebilen şeylerdi. Bense habire sonraki günü düşünüyordum, sonraki haftayı, bir yıl sonrasını, on yıl sonrasını, 35. doğum günümün geliyor olduğu gerçeğini,...Habire bir şeylere yetişmeye çalışıyor olduğumu, bir şeyler başarmaya çalışıyor olduğumu, elde edemediklerim için habire sinirimin bozuluyor olduğunu düşündüm. Hiçbir şey okuyamıyorum artık, kitapları açamıyorum. Ekranda bir şey izleyemiyorum on - on beş dakikadan fazla, bir şeye on dakikadan fazla odaklanamıyorum. Hep başka bir şey yapıyor olmalıyım, hep başka bir şeye yetişmeliyim düşüncesi kafamda beni dürtüp duruyor. Yeni hayalimin hayaleti üstümde kara bir bulut gibi dolanıyor. Nasıl havadan ateş, topraktan da su yaratamıyorsak bu da öyle bir şey. Olması imkansız bir şeyler. Ama yine de içim bunu istemeye, bunu takıntı haline getirmeye devam ediyor. Bazen diyorum, özellikle mi imkansız şeyleri istiyorum? Olmayacağını bildiğim şeyleri istiyorum? Gerçekten içimde bir şeyler fena halde bozuk, belki de tüm varlığım bir yanlışlık, bir hata. Doğmamam gerekiyordu belki de, o ara yukarıda bir karışıklık oldu belli ki, unuttular. Doğunca da hay allah neyse bu da arada kaynar gider dediler demek ki.



Kristin Roupenian'ın Bunu Sen de İstiyorsun kitabından.

3 Ekim 2021 Pazar

자동차


Benim arabam var. Çok tuhaf. Bu cümleyi kendi kendime tekrarlıyorum ama yine de gerçek gelmiyor. Hala tuhaf. Ben araba sürüyorum. Bu daha da tuhaf. Bunların hiçbiri "ben" değilim gibi. Ama saçma da bir sakinlik var üstümde (ilacın etkisi olabilir, bilemedim şimdi). Normalde bildiğim "ben", kendine ait bir arabanın sorumluluğunu üstüne almanın düşüncesi ile bile sokak boyunca bir ileri bir geri koşturup duruyor olurdu. Hele o arabanın direksiyonuna geçerken büyük ihtimalle titremekten parmaklarını kapayamazdı. Oysa geçtiğimiz iki hafta içinde pek çok kez arabayı oldukça da kalabalık trafiğin içinde bile sürdüm. Gerçi yanımda ailem vardı tüm bu süre içinde, yarın ilk defa kendi başıma gireceğim o trafiğe. Bu düşünce de beni şu an delirtiyor endişeden ama dedim ya tuhaf bir sakinlik, bir cesaret var üstümde. Antidepresanların böyle bir etkisi mi var acaba? O bildiğim "ben"i yine duyuyorum, önüme çıkan her durumda önce bir geliyor gibi oluyor. Ama tam yüzeye çıkacakken yavaşça kayboluyor gibi oluyor. Yani bir anda aşırı endişelenecekmişim gibi oluyor, sonra bir anda ben neredeyim der gibi etrafıma bakınarak kalıyorum, ben bir şeye mi endişelenecektim oluyorum. Endişelenecekmişim hissini duyuyor oluyorum hala ama neye endişelenecektim onu bulamıyorum. Böyle uyandıktan sonra, gece boyu çılgınca boğuştuğunuz rüyanızı hatırlamaya çalıştıkça kaybolur ya, onun gibi bir şey. Tuhaf bir cesaret. Annemler hadi geç direksiyona abinlere götür bizi dediğinde aynı sakinlikle arabaya bindim mesela. 15 yıl önce aldığım ehliyetten sonra bir daha araba sürmemiş olmam da, bu 15 yıldan sonra ilk defa bindiğim bir araba ile şehirlerarası yola çıkıyor olmam da aklıma gelmedi o an. Geldi de yani, dedim ya böyle tam yüzeye çıkacakken yavaşça dibe çöktüler. İlacın verdiğini düşündüğüm bu sakinliğin cesareti iyi mi kötü mü düşünmedim değil açıkçası. Çok tuhaf. Bu arabayı almamı sağlayan, 35'ime gelirken bir arabam olmasını sağlayan, babaannemin satılan evinden gelen paraydı. Geçen sene tam da dün vefat eden babaannem. Ardından "Babaanem ve Dolunay"ı yazdığım babaannem. Hah, tam da, ilaca başladığımdan beri hiç ağlamadım, içimden hiç ağlamak gelmedi diyecektim. Demek ki ilacın da etkisi bir yere kadar sürüyormuş. Sabahları içiyorum ya ondan. Ahh ya da doktorla ilk görüşmemde o kadar ağladım o kadar ağladım ki herhalde bir süre yetecek kadar ağlama stoğumu doldurmuş olmalıyım. Bence ilaçtan çok bunun da etkisi olabilir.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...