11 Ekim 2017 Çarşamba

değişik açıdan ama alabildiğine doğal, samimi-->17 bölümlük Coffee Prince

24 yaşındaki Go Eun Chan  (bundan sonra ondan Chan diye bahsedeceğim) gün içinde bir dolu işte çalışarak annesi ve kız kardeşine bakıyor, evi geçindiriyordur. Babası öldükten sonra adeta evin reisi olmuş, tüm yük ona kalmıştır. Annesi iyi niyetlidir ama azcık süsüne şeyine düşkündür. Kız kardeşi de şov dünyasına adım atma hayalleri içinde liseyi bitirmeye çalışıyordur ama az biraz gıcıktır işte, haa ama o da iyidir neticede, içinde kötülük yoktur. 29 yaşındaki Choi Han Kyul (bundan sonra ondan Kyul diye bahsedeceğim) ise büyükannesinin kurduğu yiyecek içecek işiyle ilgili büyük imparatorluğun tek varisidir ama her zengin şımarık veliaht gibi o da başka şeylerle uğraşmaktadır. New York'ta legodan oyuncaklar tasarlayarak, bir yandan da gününü gün ediyordur. Ama büyükannesinin ve anne babasının ısrarlarına dayanamayıp Seul'e ziyarete geldiğinde büyükannesinin tuzağına düşer. Büyükanne Kyul'u eski bir tanıdığının kahve dükkanını (kafe işte starbucks, caribou gibi) 3 ay içinde adam edip, kara geçirmesi için zorlar, yoksa vallahi de billahi de ya görücü usulü evlendirecektir torununu ya da muslukları kesecektir. Kaderin oyunlarının araya girmesiyle bizim Chan ile Kyul bir şekilde tanışır bu arada. Kahve dükkanında çalışmaya başlar hatta Chan. Ama günler ilerledikçe Chan ve Kyul'un kalplerinde kıpırdanmalar ortaya çıkar, ikisi de birbirine yavaş yavaş ama delice aşık olmak üzeredir. Yalnız, ortada çok tuhaf bir durum vardır: Kafenin ismini "Coffee Prince" yapan Kyul, çalışanların da sadece erkekler olacağını söylediğinden, Chan bu işe ihtiyacı olduğu için kendisini erkek zanneden Kyul'a hiç çaktırmadan erkek gibi dolanıyordur ortalıklarda. Zaten çok da kadınsı bir yapısı ve tarzı yoktur Chan'ın ama ikisi birbirine aşık olmaya başladıkça işler iyice karmaşıklaşır. Çünkü Kyul gay değildir ama kendine engel olamadan bir erkeğe (erkek zannettiği Chan'a) aşık oluyordur ve kendi içinde kimlik bunalımına girer, kendinden her şeyden şüphe ettiği bir dipsiz kuyuya düşmeye başlar. Chan ise aşık olmaya başladığı adama kadın olduğunu söyleyip söylememek konusunda içini içini yerken, bir yandan da karşısındakinin ona aşık olduğuna çok ihtimal verememek arasında bocalamaya başlar. Olaylar böyle gitgide karışırken ortada işletilecek, kara geçirilecek, müşteriyle doldurulacak "Coffee Prince" kahve kafesi vardır bir de tabi.
Gördüğünüz gibi çılgıncasına kore dizisi izlemeye devam ediyorum, bu işsizlik güçsüzlük bana hiç yaramadı. Tabiki çok daha yararlı şeyler yapabilirdim bu dizileri izleyeceğime, bu kadar zamanda gayet oturup php drupal falan öğrenebilir, iş ilanı arama kriterlerimi baya bir genişletebilirdim. Ama evet, onlar yerine ben oturup, dizi izliyorum. Aslında o kadar da abartmayayım, soluksuz dizi izliyorum gibi bir görüntü belirmesin kafanızda. Tek başıma yemek yemek kahvaltı etmek çok sıkıcı olduğundan bir şeyler yediğim zamanlarda açıp birer bölüm bir şey izliyorum. Böyle böyle günde 3-4 öğünden bir haftada en azından bir dizi bitiyor (bunlar böyle 16-20 bölüm civarında yapıyorlar hep ondan).
Coffee Prince 2 temmuz-27 ağustos 2007 arasında yayınlanmış Güney Kore'de. Aslında hiç aklımda yoktu, hatta bu kore dizilerine başladığım için geçen ay şöyle oturup bir izleyebilirim dediklerimden liste çıkarmıştım, tavsiye edilenler falan filan. O listede de şöyle bir kural koymuştum kendimce 2010'dan önceki yapımları dahil etmemiştim. Eski olur hoşuma gitmez şimdi hiç denemeyeyim falan diye. İzlemeyecektim de. Ama geçen hafta iştahla "Suspicious Partner" izlerken kafayı sıyıracak gibi oldum. O dizinin esas adamını oynayan Ji Chang Wook resmen beni benden aldı. Adam tabi normalde bilemem o yüzden ona aşık oldum demiyorum da, dizideki karakterden, e bir de üstüne JCW'nin mimiklerinden duruşundan sesinden falan iyice yapıştım ekrana. Baktım hiç sağlıklı bir ruh haline girmiyorum, baktığım her yerde gülüşünü görüyorum, bankadan kredi çekip uçak bileti alıp kendimi uzak doğuya atacağım o yolda ilerliyorum, dedim dur kendine gel. Silkelen, kafayı başka bir gerçekliğe geçir. Tamamen nasıl bambaşka bir şey izlerim diye rastgele açtım Coffee Prince'i. Can havliyle, özellikle başroldekilerin tiplerine bakıp da ha tamam bunlardan bana zarar olmaz diyerek.
Hakikaten de pek keyifli bir hikaye çıktı Coffee Prince bu arada. İlk başlarda alabildiğine eğlenceli, kahkahalar attıran; sonra ortalarında olayın bambaşka bir boyuta ilerlediği, değişik sorgulamalara yöneldiği; sonlarında da samimiyetten doğallıktan yüzlerde gülücükler oluşturan bir hikayesi var. Bir kere alabildiğine değişik bir açıdan gidiyor her şey. Esas kızımız erkek zannediliyor evet ama aslında 15-16 yaşlarında bir erkek çocuğu gibi göründüğünden, davrandığından her şey. Ama dizi boyunca hiçbir şekilde çizgisini bozmuyorlar karakterin. Hiç öyle Cinderella sendromuna girmiyor. En başta neyse, sonunda da o. Ve karakteri böylesine sempatik, içten yapan da bu durum oluyor.
Bir yandan da sorgulamalara başlatıyor hikaye. Kız kadın dişi nedir, bir erkeği erkek yapan nedir, saçlarımız mı yürüyüşümüz mü giysilerimiz mi? Cinsiyetleri neye göre ayırt ediyoruz? Sadece belirli organlarımıza göre ayrım yapıyorsak, bu ayrıma sosyal olarak nasıl karar verebiliyoruz? Narin, zarif diye tanımlayabileceğimiz şeylere mi dişi diyoruz? Kaba olan şeyler mi erkeksi o zaman? Go Eun Chan'ın bir yandan hem kendi kişiliğiyle hem kadınlığıyla hem de yapmak zorunda kaldığı rolle birlikte işte biz de aklımızda böyle sorgulamalara başlıyoruz.
kaynak: EgosantrikRhapsody
Ama en büyük sorulara ve cevaplara Choi Han Kyul ile devam ediyoruz. Aklı beş karış havada bir çapkın veliahtken kendini hiç beklemediği bir durumun içinde bulan Kyul. Önceleri iki erkek çocuğu gibi atışıp duran, ortalıklarda dolaşan, yavaş yavaş dertleşmeye, birbirlerine destek olmaya başlayan Kyul ile Chan'ın arasındaki ilişkinin Kyul tarafında olanlar ilginçleşiyor. Çünkü Kyul farkında olmadan bir insana, görünüşünden cinsiyetinden bağımsız olarak bir insanın içindeki kişiliğe bir şeyler hissetmeye başladığını fark ediyor. Gay olmadığı için, daha doğrusu olmadığını düşündüğü için o yaşına kadar böyle bir durumda kendi kendini yemeye başlıyor. Olabilir miyim acaba ya, nasıl olur ama ben hep kadınlardan hoşlanıyordum, olabilir mi ki, ama olamaz ben yine de erkeklerden hoşlanmıyorum ama Chan'ı niye seviyorum neden ona böyle hissediyorum ama nasıl nasıl nasıl...diye resmen cebelleştiğini öylesine gösteriyor ki canlandıran oyuncu (Gong Yoo) insanın böylesi oyuncular nasıl olabilir diye ekranı sarsası geliyor. Karakterin tüm gelgitlerini, kimlik bunalımlarını, bocalayışlarını tek tek görüyoruz yüzünde.
dizideki Chan ve normal hayatında oyuncu Yoon Eun-Hye
Tabi bu sırada Chan'ı oynayan oyuncuya da (Yoon Eun-Hye) ayrıca bir alkış tutmak gerekiyor. Ben ömrümde (bunca senedir bir dolu şey izlediğimi hesaba katarsak) böyle bir performans görmedim. Tüm dizi boyunca bizim de Kyul gibi bocalamamıza sebep oluyor, karşımızda resmen bir oğlan çocuğu varmış gibi. Devamlı kendimize hatırlatmak zorunda kalıyoruz, Chan bir kadın, sadece göğüslerini sargı beziyle sarıp bastırdı Chan bir kadın diye.
Dizinin bir diğer güzel yanı, kafenin ve çalışanlarının yarattığı o sımsıcak dinamik. Tamamen toplama şekilde bir araya gelen 6 kişinin zaman ilerledikçe alabildiğine doğal ve içten bir dostluğa dönüşen hikayesini de izliyoruz ki bence dizinin ikinci en büyük mesajı da bu. Kafenin başında bizim Kyul var. Asıl barista kahve uzmanı Hong Gae-Shik amcamız kafenin önceki sahibi hem, hem de şimdi barın arkasındaki isim. Chan'ın kız kardeşine aşık ama azcık saf, goril lakablı Hwang Min-Yeop, Kyul'un iç mimar gibi bir şey olan arkadaşı tam bir şapşik Jin Ha-Rim ve asi "bad boy" waffle ustası Noh Sun-Ki'nin oluşturduğu kafe ortamı o kadar güzel o kadar sıcak ki. 17 bölüm boyunca izledikten, onlarla birlikte adeta orada kahve servis ettikten sonra insana garip bir hüzün çöküyor. Bir yerlerde, alternatif bir gerçeklikte onlar hep bir arada olsun, tatlı tatlı atışsınlar, süpürgelerle dans etsinler istiyoruz. Onlarında öyle bir başka boyutta hep mutlu olduklarını bilmek iyi geliyor.
soldakiler ikinci çiftimiz prodüktör ve ressam
Hikayemizin pek de o kadar iyi olmayan tarafları da yok değil elbette. Örneğin diğer çiftimiz, en başından beri yan hikaye olarak ilerleyen, esas çiftimizin hikaye gelişimine yardım eden, müzik prodüktörü Choi Han-Sung ile ressam Han Yoo-Joo'nun hikayesi. Esasında atmosferi başka hazırlansa ve çekimi daha değişik olsa, ikisinin hikayesi hakikaten ilginç ve eğlenceli. Onlarınki de aşkın hem başka bir halini hem de gelişimini, olgunluğunu, farklı boyutlarını gösteriyor. Karakterler de kendi içlerinde oldukça farklılar aslında. Ama nedense dizi boyunca onların hikayesi beni sıktı, ilginç bir gel-git yaşattı bana. Hem çok sevdim hem de bunaldım. 
Chae Jung-An, sen ne güzel bir detaysın
Yalnız şeyi demeden de geçmeyeyim, ressamı oynayan oyuncu abla (Chae Jung-An) gördüğüm en zarif güzel kadınlardan biri, özene bezene yaratılmış.
kastettiğim iğrençlikler
Bir diğer rahatsız edici konu, yani herhalde bir bana öyle gelmiş olamazdır diye umuyorum, dizinin pislik seviyesi. Fiziksel iğrençlikten bahsediyorum yani. Hong amcanın karakteri özellikle pis bir insan diye mesela burnunu mu karıştırmadı, ağzına soktuğu erişteleri geri tabağa mı tükürüp tükürüp yemedi aman yarabbi çoğu yerde kusmaktan beter oldum izlerken. Diğer karakterlerin de yemek yemeleri, herkesin her şeyi höpürdeterek yemesi içmesi, öküzler gibi yemeler,...hele bir de dizinin çekimleri de çok sıcakta yapılmış herhalde, hikaye boyunca herkes çıplak ayaklı, terli, zaten bu koreliler alabildiğine doğal ortamlarını gösteriyorlar dizilerde herkes yerlerde oturuyor, bağdaş kurup yemek yiyorlar falan...Ohoo anlatamam. Yani kısacası iğrençti, tamam doğaldı, samimiydi her şey herkes ama bazen insanın midesini harbiden zorladılar.
İşte - gene de - tüm bunlarla birlikte, Coffee Prince kamera arkasından bile adeta fışkıran doğallığıyla, sevimli mi sevimli bir hikaye izlettiriyor bize. Şöyle bir bakınca aslında yan karakterleri ve onların hikayeleriyle beraber bir dolu sezonu, spin-off'u falan yapılabilecek bir hikayesi olan Coffee Prince öyle kolay kolay bulunamayacak bir yapım. Doğru zamanda doğru yerde bir araya gelen doğru insanlarla ortaya çıkmış bir sihir gibi. Dedim ya, alternatif bir boyutta, paralel bir evrende o kafede hala onların bir arada olduklarını, mutlu olduklarını düşünmek bile insanın yüzünde milyonlara değer bir tebessüm oluşturabiliyor.
işte o kafe
(Bu arada Seul'de çekimlerin yapıldığı kafe halen daha Coffee Prince adında gerçek bir kahve dükkanı olarak işletilmeye devam ediyormuş. Duvarlar, camlar, her şey dizideki gibiymiş, yazanların yalancısıyım. DramaChronicles ve Ahjummamshies'den görebilirsiniz.)

(Son bir şey daha. Şimdiye kadar izlediklerim içinde müziklerinden pek de hazzetmediğim ilk dizi oldu bu nedense. Bana biraz ağır, daha yavan geldi ama tabi bu tamamen benim kulağımdan olagelen bir şey, yoksa seveni çok. O yüzden ilk defa müziğinden örnek paylaşmadığım bir tanesi olarak burada yer alıyor.)

Opera sezonunu da "La Traviata" ile açalım

Pazartesi akşamı Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin bu sezonki operası olan "La Traviata"ya gittim. Alexandre Dumas'nın 1848 tarihli romanı "Kamelyalı Kadın"dan Guiseppe Verdi'nin bestelediği, ilk olarak 1853'te sahnelenen 3 perdelik bir opera bu. Saat sekizde başlayan opera, iki kere 15'er dakikalık aralar vererek hemen hemen 3 saat kadar sürüyor.
"Traviare" İtalyanca bir fiil, Türkçe'ye yanlış yönlendirmek gibi çevirebiliriz. Bu fiilden türetilen bir sıfat  (dişi hali) "la traviata".Operamızın ana karakterini belirtiyor, yanlış yola sapmış bir kadın. Violetta Valery yani "la traviata"mız kendini tamamen eğlencelere, erkeklerin ilgisine ve hayattan zevk almaya vermiş, o parti senin bu parti benim geziyor. Etrafındaki hemen hemen her erkek ona aşık, hepsi onu elde etmeye çalışıyor ama Violetta'nın hiç birine eyvallahı yok, o aşk nedir bilmiyor, aşkı küçümsüyor. Ama kader karşısına Alfredo Germont'u çıkarıyor, Alfredo'nun saf aşkı Violetta'yı dark side'dan çekip alıyor. İki aşık kendilerini aşkın doludizgin mutluluğuna atıp, geri kalan her şeyi boşveriyorlar tabi bir süre sonra. Ama iki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyor masallardaki gibi. Bir de üstüne Alfredo'nun babası - yeminle red kid'deki cenaze levazımatçısı kılığındaki - Giorgio Germont gelip, Violetta'yı ikna ediyor oğluşumu bırak git diye. Her aşk trajedisinin esas kahramanı gibi yapılacak en saçma şeyi yapıyor tabi Violetta, onun iyiliği için ondan vazgeçiyor. Terk ediyor Alfredo'yu ve Baron Dauphol ile birlikteymiş gibi yaşamaya başlıyor. Ama kaderin sözü daha bitmiyor, Violetta çok pis verem olmuş durumda zaten. En son ölüm döşeğindeyken Alfredo her şeyi öğrenip, Violetta'ya koşuyor tabi ama ahh ne gam ne fayda.
Kamelyalı Kadın'ın 1884(?) baskısı
Şimdi böyle Türk filmi senaryosu gibi hikaye serdim, e bir de tabi 1800ler Dumaslar Verdiler falan dedim ya gözünüzde neler neler canlandı değil mi? Aynen, benim de onlar canlandı, aklımda öyle görüntülerle oturdum koltuğuma. Ama o da ne? Perdeler bir açıldı, sanatçılar bir çıkmaya başladı, aman yarabbi. O dekorlar ne?! O kıyafetler ne?! Tamam olaydan bu kadar anlamıyorum da o kadar değil yani! Tamam kıyafetleri bir noktada kabullendim, dedim çağdaş bir versiyon yapmaya çalışmışlar. 19.yy.da falan değiliz diye hazırlanmış prodüksiyon. Hizmetçiler en ucuzundan hostes kıyafeti giymiş, bahçıvan herhalde diye düşündüğüm birine ben ilkokulu bitirirken moda olan kot bahçıvanlardan giydirmişler,...Ama en en en kötüsü, o çiğ çiğ duran, hemen hemen her perdede yerinden oynamayan bistro masalar, onların üstündeki kağıt bardaklar (o kadehlerin kağıttan olduğunu düşünüyorum açıkçası ya da daha kötüsü dışlarına kağıt, peçete falan sarmış olabilirler), sokak arası kafesi sandalyeleri ve diğer tüm dekorlardı. Hiçbir türlü olayın içine giremedim gözümün önünde bunlar varken. Ne Violetta'ya üzülebildim, ne Alfredo'nun aşkını hissedebildim, ne falcı çingenelerle boğa güreşçileriyle eğlenebildim. Önümde o kadar çiğ, o kadar müsamere gibi şeyler dolanıp duruyordu ki aklım ister istemez yine aynı sahnede nasıl bir Carmen izleyip de ağzım beş karış açık kalmış halde koltuğumda oturduğum o akşam geldi. O izlediğim neydi, bu neydi dedim opera boyunca.
Bir de o en son sahnedeki ışık oyununu çok rahatsız edici buldum. Böyle 90 yaşında teyze gibi davranıyorum ama kimsenin gözü bozulmadı mı ya?! Resmen işkence odasına düşmüşüm, istemeden bir psychedelic müzik videosu ben içindeyken çekiliyormuş gibiydi.
Yine de böyle bir oyunu yaşadığım yerde izleyebilmek şansına sahip olmak güzel, zar zor bilet bulabilmek, salonun neredeyse tamamen dolu olması, her yaştan - ama her yaştan - insanın gelmiş, izliyor olması güzel şeyler. Yalnız bir de genç (çocukluktan gençliğe yeni geçmiş) arkadaşlar habire konuşuyor olmasa opera boyunca, çok daha güzel olacak.

(Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin programı için buraya-->link bakabilirsiniz)

8 Ekim 2017 Pazar

Bram Stoker'ın Kayıp Günlüğü --> bir tuhaf kitap

Öyle bir adam düşünün ki uzun yıllar devlet memurluğu yapmış disiplinli bir baba ile çocuklarını toplumun en iyi yerlerine getirebilecek mesleklere kavuşturacak şekilde eğitip yetiştiren yönlendiren bir annenin 7 çocuğundan 3.sü olarak doğmuş ve babasının devlet dairesindeki görevine aynen devam ettiği tüm o yıllar boyunca bir yandan da içindeki gerçek kimliğini hiçbir türlü bırakmamış, ne yapmış etmiş o memurluğu, katipliği, başka her yapıyorsa onu uygun bir noktada bırakıp, sevdiği işi yapmaya gönül rahatlığıyla gidebilmiş. Zayıf, çelimsiz çocukluğuna inat gençliğinde en başarılı sporculardan olmuş ama bir yandan da kafasını çalıştırmayı, sanatını yapmayı ihmal etmemiş. Bir adam düşünün ki takıntıya varan derecede titizce kayıtlar tutan renksiz bir memur görüntüsünün altından bizim bildiğimiz şekliyle dünyaya "vampir" olayını vermiş olsun. Öyle bir adam ki, hem alabildiğine "normal" olarak etrafındaki dünyanın dayattığı her bir şeyi gayet olağan bir şekilde ve istekle, güzellikle yerine getirsin; hem de alabildiğine "anormal" olarak acayip bir edebiyat eserini, "Dracula"yı yaratsın.
Bram Stoker böyle bir adam olduğundan ötürü - ya da bana öyle bir adam gibi hissettirdiğinden ötürü - Dracula'yı okumadan çok önceleri bile ilginçti. Tüm "bu dünyaya" bir türlü ait olamayan, uyum sağlayamayan, debelenip duran "benim gibiler" için ilginç bir örnekti. Her türlü uyum sağlamıştı. Kendini hiç yormadan, üzmeden, debelenmeden her iki dünyaya da her iki kişiliğiyle de - ya da belki tek kişiliğiyle - kolayca uyum sağlamış, yaşamış, başarılı da olmuştu. Hem Dublin Kulesi'nde kamu hizmetini, daha sonra Sulh Mahkemeleri Müfettişliği'ni devam ettirmiş; hem de bir yandan okulundaki çeşitli kulüplerde görev almış, gazete için tiyatro eleştirileri yazmış ve tiyatroyla ilgilenmeye devam etmiş. Evlenmiş, çocukları olmuş, ev değiştirmiş, yerleşmiş, seyahat etmiş, tiyatro kurmuş, tiyatro turuna çıkmış. Ve yazmış, hep yazmış.
Bram Stoker'ın dünya üstündeki tek resmi bu herhalde,
 sağa sola döndürüp habire bunu koymuşlar her yere
İşte tüm bunlar birleşince, rafta kitabı görünce çıldırdım tabi. Vay be, sonunda nihayet o dışarıdan çok acısız, pürüzsüz görünen örneğin aklına girebileceğim dedim. Anlayabileceğim, nasıl yapılabiliyormuş. Ben, biz, bu kadar debelenir, boğulur, bata çıka ilerlemeye çalışırken o nasıl yapmış bir nebze anlayabileceğim, dedim. Ben geç gördüm ama 2012'de çıkarmışlar bu çalışmayı ortaya, Bram'in 100.ölüm yıldönümüne denk getirerek. İthaki de 2014'te yapmış ilk baskıyı. Bu kitapla birlikte bir dizi başlatmışlar Kalem ve Yaşam diye. Yazarların günlükleri, anıları, mektupları gibi şeyleri barındırmasını amaçladıkları dizide başka hangi kitapları bastılar, pek de bulamadım açıkçası. İthaki'nin kendi sitesinde böyle bir alt kategori yok. Hatta bu elimdeki kitabı bile bulamadım sitede. Google'da aratınca da ilk çıktığında çıkan, başka bloglardaki ve haber sitelerindeki haberlerine dair şeyler çıkıyor. Artık basmıyorlar mı, vaz mı geçtiler, hiç mi satılmadı, bilemedim.
Ki bu konu da beni asıl söyleyeceklerime getiriyor. Günlüğü derleyen toparlayan inceleyen, üstüne çalışan Elizabeth Miller ve Dacre Stoker'a teessüflerimi sunmak istiyorum. Neden bu kadar oynamış, kafalarına göre bölümlere ayırmış, Bram'in yazdıklarını o bölümlere sokuşturmaya çalışmış, ortaya saçma sapan bir şey çıkarmışlar anlamak mümkün değil. Açıklamalarına göre, bu şekilde yayınlamanın okuyucular için daha kolay ve iyi olacağını düşünmüşler. Ama - benim kanaatimce - günlüğü okunamaz, anlaşılamaz, bölük pörçük bir şeye çevirmişler.
kitaptan Stoker ailesine dair fotoğraflar.
ailenin gen havuzu güzel. acaba şimdiki torunlar nerede, hımm.
Ne yapmışlar peki? Toptan günlüğü yayınlamak yerine içindeki yazıları "içeriklerine" göre kategorilere ayırmışlar. Dokuz kategori bulmuşlar; mizah, arkadaşlar, yolculuk, tiyatro gibi. Her bir kategorinin başında önce birkaç sayfalık bir açıklama yazmışlar. Bram Stoker'ın hayatına, o kategorideki günlük girişlerine dair. Ki bunlar bu kitabın okunabilir, keyif veren tek kısımlarını oluşturuyor. Bu kısımlardan sonra günlükteki girişleri tek tek numaralandırarak sıralıyorlar. Ama böylesi bir durumda olay günlük olmaktan bütünüyle çıkıyor. Bir günlüğü neden, nasıl okursunuz? Nasıl bir şey beklersiniz bir yazarın günlüğünü elinize aldığınızda? Yazanın elinden çıktığı şekliyle okursanız ancak onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini, neden o yazıdan sonra o cümleyi yazdığını, hayatının bu noktadan o noktaya nasıl gittiğini anlayabilirsiniz. Bu şekliyle ruhsuz, cansız bir akademik çalışmaya dönmüş. Hayatının hangi aşaması onu yazdıklarını yazmaya itmiş, yazdıklarını ortaya çıkaran şeyler nelermiş,...birbirine girmiş durumda.
O yüzden çok büyük hayalkırıklığına uğradım. İnanılmaz büyük bir coşkuyla açtığım kitabı okumak istemedim, bayadır elimde sürünüyordu ki ancak dün tiyatroya girmeyi beklerken boşluktan bitirebildim. Çoğu yerde ne okuduğumu anlayamadım tüm kitap boyunca, aklım dağıldı gitti, her cümlesi anlamsızlaştı.
O yüzden çok kırgınım kitaba. Öneremiyorum da. Oysa neler ümit etmiştim. Neler öğrenecektim, şu dipsiz mutsuzluğuma, umutsuzluğuma bir nebze de olsa işe yarar bir şeyler görecektim.

[Kitabı ben D&R'daki ucuzluk raflarından 9,90'a almıştım gördüğünüz gibi. Hala var mıdır bilemiyorum ama nette dr'nin sitesinde tükenmiş görünüyor. Bu yüzden netteki en ucuz fiyat Pandora'da 18 tl.]

7 Ekim 2017 Cumartesi

tiyatro sezonunu açalım mı?-->öfkeli bir gençten padişahların atası yaratmaya: Osmancık

Ve sezon başladı başlayalı ilk oyunuma bugün gittim. Nasıl özlemişim tiyatroyu, salonun dışında önceden gelip, oturup diğer izleyicilerle birlikte oyunu beklemeyi, o koltukların loşluğunu, oturup izlemeyi,...Hakikaten özlemişim. Hep derim, ben daha çok sinema insanıyım, gözümü açtım filmler vardı karşımda, büyürken bana hep onlar eşlik etti diye. Ama tiyatronun apayrı bir büyüsü bir varmış, bugün özlediğimi fark ettiğimde şaşırtan beni. Biletlerimi aldığım web sitesindeki (biletiva) geçmiş biletlerimi görünce de neden bu kadar özlediğimi anladım. Ben en son taa 2016'nın şubatında oyun görmüşüm, Macbeth'miş en son izlediğim oyun.
Bu seneki programda öyle Macbethler Cyrano de Bergeraclar gibi beni aşırı heyecanlandıran bir oyun yok, gayet dürüstçe belirteceğim. Belki "Satranç" belki "Tolstoy ve Anna" ve hatta belki "Muhteşem Diva" ama yine de oyunlara gittikçe tanıyacağım neyi severmişim neye bayılırmışım. Bu arada daha ilk günlerden tükenen oyunların arasında kendime bugünkü "Osmancık" oyununda yer bulabildim ve sezonumun ilk oyunu da böylece Osmanlı'nın kuruluşuna dair değişik bir öykü oldu.
Değişik diyorum çünkü delikanlılığındaki bir Osman ile, "Osmancık" ile başlıyor oyun. Şimdiye kadar kitapların bize hiç bahsetmediği şekilde bir genç adam ile tanıştırıyor. Öfkeli, fevri, gezen eğlenen, muhabbet eden, dostlarıyla takılan bir genç adam. Sonra devreye giren Şeyh Edebali (vallahi ben böyle yazıyorum ama ders kitaplarında böyle geçerdi ben çocukken, artık siz ne diyorsanız adına) ile bu genç adamın Kayı boyunun başına geçişini, evlenmesini, çoluk çocuğa karışmasını, beyliği genişletmesini falan izliyoruz. Oyun bizi zaman atlamalarıyla Orhan Bey'in Bursa'yı alışına ve Osman Bey'in ölüşüne kadar getiriyor. Arada savaşlar, akınlar, düşen kaleleriyle Bizans tekfurları da görmüyor değiliz. Ama genelinde bol bol şeyhten dersler, öğütler şeklinde ilerliyor; aralara da boyun diğer ileri gelenlerinden yiğitlerden gaza getirmeler eşliğinde zaman geçiyor.
Bu noktada - başıma bir iş gelmeyecekse - demem gerek ki oyuna bütünüyle çok beğenemedim. Bu da nasıl bir cümle oldu şimdi demeyin, sevmedim işte olmamış bana ne sıkıldım gibi çocukça bir tepkiyi nasıl yaparım ederim de olgunlaştırıp, üsturuplu bir hale getiririm diye uğraşmamın sonucu bu. Tüm oyun içinde sadece birkaç sahnede yüzüm aydınlandı. Misal bir sahnede şeyh önünde rahle oturuyor, Osmancık da onunla konuşmaya gelmiş yine kızını istediğini için. Tepede inanılmaz güzellikte şamdanlar (ya da lambalar ben bilmem) salınıyor ve kenardan olağanüstü bir ney sesi kulaklarımızı dolduruyor. Bu en güzeliydi. Bir de en sonunda Osman Bey yatağında, herkes başucunda, yine müzik giriyor ve vokalin muhteşem sesiyle tüylerimiz diken diken oluyor. Tüm oyunda içime dokunan bir bu anlardı. Ha tabi bir de kalabalık bölümler, tüm sahneyi oyuncuların doldurduğu yaylak, pazar yeri gibi bölümler, halk oyunları ekibi güzeldi.
Ama en en en güzeli, iyi ki bu oyuna gitmişim dedirten tek şey, kesinlikle o sağ kenardaki 6 insan ve enstrümanlarıydı. Uzundur bu kadar güzel müzik işitti mi kulaklarım, böylesine su gibi dinledim mi bilmiyorum. Öylesine güzeldi ki...Oyunun çoğunda yalnızca bir an önce sahnedekiler sussa da müzisyenler çalsa diye beklediğimi fark ettim. Keşke tüm oyun boyunca çaldıkları kısımları tek tek kaydedip, çıkışta bir cd ile verseler dedim. Sırf size de dinletebilmek için iki kez oyun sırasında kaydetmeye çalıştım ama buraya yükleyemiyorum, ses dosyası yükle diye bir seçeneği yok ki blogger'ın, hayır bir de şimdi açıp saçma sapan bir site bulup oradan formatını video formatı yapıp sonra buraya video yükler gibi yükleyebilirim ama, neyse (herhalde yasak değildir, umarım inşallah, ama bir şey yapıyorum sayılmaz ki sadece derdimi anlatabilmek için kaydettim, bir de arada açıp açıp dinleyebilmek için).


Oyun 2 perde, 15 dakika ara ile birlikte hemen hemen 2 buçuk saat sürdü (http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-ankara-detay-osmancik.html). Tarık Buğra'nın kitabından Dinçer Sümer oyunlaştırmış (https://www.otuken.com.tr/tarik-bugra-osmancik). Görmek isterseniz Ankara DT bu sezon Cüneyt Gökçer Sahnesi'nde oynuyor olacak.

3 Ekim 2017 Salı

bir fotoğraf


Bu fotoğraf, bir gazete sayfası, yıllardır başucumda bir yerlerde durur. Bazen dosyamın arasında benimle birlikte oradan oraya dolaşır, bazen odamda, masamın üstünde bir kenardan bana bakar. İlk defa karşılaşmamıza dair somut şeyler hatırlayamasam da hissettiklerimi, hissettirdiklerini ona her bakışımda yeniden hatırlayabiliyorum. Zaten bu fotoğrafın bunca yıldır benimle olmasının sebebi de bu. O vazgeçemediğim duyguyu hissettirmeye devam ediyor. Çok özel bir fotoğraf değil, gösterdiği yer dünyanın en mükemmel yeri de değil. Hemen hemen hiç bir olağanüstü yanı yok bu fotoğrafın. Bir restaurantın kapısı, penceresi, ha tamam renklerin tonu güzel belki, çiçekler, sarmaşık, taş yapı. Tamam gayet estetik de duruyor olabilir. Ama benim için bunların hiçbir önemi yok, kalmıyor yani ona bakarken. Bu gazete sayfasını ilk gördüğüm günkü o duygu hepsinin önüne geçiyor. Burasının neresi olduğunun, nerede olduğunun, ne işe yaradığının hiçbir önemi yok benim için. 2009 yazıyor sayfanın bir köşesinde ama sanki onun çok daha öncesinde benimleymiş gibi geliyor. Çünkü bir şeylere dair, kendime dair, aslında hiç unutmamam gereken şeylere dair ne varsa, hepsini bu fotoğrafa yüklemişim. İlk gördüğümde de, her baktığımda da aslında uğraştığım onca şeyin, içinde kaybolduğum, debelenip durduğum onca şeyin hiçbir öneminin olmadığını; asıl önemli olanın ne olduğunu hatırlıyorum. Ben hep mutlu olmak istemişim. Sadece mutlu olmak. Bu yüzden o mutluluğu hissettiren şeylerin karşısında dikilip, bakıp durmuşum. Peşlerine düşmeye cesaretim olmasa bile bakıp durmuşum. Tüm o tarihe düşmeceler, tüm o indiana jones'luklar, at üstünde kılıç sallamacalıklar, ejderhalarla uçmalar,piramitlerde kaybolmalar, ufoların peşinden koşmalar...hepsi, her şey sadece beni heyecanlandıran, mutlu eden maceraların peşinde koşmakmış. "Macera" mutlu ediyormuş, maceranın heyecanı, bilinmezliği. Yepyeni bir yer, yepyeni şeyler keşfetmek. Bu fotoğrafı ilk gördüğümde hissettiğim de buydu sanırım. Yeni olasılıkların, yeni bir şeylerin keşfi duygusu. Sevimli, sempatik ama tamamen farklı bir dünyaya bakıyormuşum gibi. Orada, o noktada dikilmişim, önümdeki olasılıklara bakıyormuşum gibi. Gülümsüyormuşum gibi. Her zaman, en başından beri, yolumun hiçbir noktasında unutmamam şeyleri hatırlamam gerekiyormuş gibi; hep yanımda taşıyormuşum gibi. Ne olursa olsun devam etmem gerektiğini hatırlatıyor, bu yerlerin kapısına gitmekten, bunu umut etmekten hiç vazgeçmemem gerektiğini hatırlatıyor.
Ama artık çok zor oluyor. Devam edemiyorum, kötü cadı gelmiş büyüsünü üstüme salmış, öylece olduğum yerde donmuşum gibi. Tek bir parmağımı bile oynatamıyorum, hareket edemiyorum, sadece nefes alıyorum. Olduğum yerde, öylece. Artık o kadar zor ki.


[Fotoğraf, yıllar sonra nihayet araştırmaya karar verdiğimde bulduğum üzere Fransa'nın güneyinde, Nice'in kuzeydoğusunda hostel-restaurant falan. http://www.hostelleriejerome.com/ bu da web sitesi. Eğer bir önemi varsa.]

2 Ekim 2017 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2017

En başından beri burada olanlar hatırlar, eskiden (çook eskiden) ekim ayı Neverland için korku filmleri izleyerek camları döven yağmurun, şimşeklerin aydınlattığı karanlık gecelerin keyfinin çıkarıldığı, çok sevdiğimiz yazın yerini insafsızca sonbahara (ki Ankara mevzu bahis olduğunda direkt kışa) bıraktığı kurşuni günleri karşıladığımız zamanıydı yılın. İlk başladığım yıl Neverland'in de binbir umutla başladığı yıldı: 2011. Sonrasında 2012'de ve 2014'te yapmaya izin vermiş ruhsal durumum ancak. Neyse kötü geçmişi boş verelim. Önümüze bakalım.
Yine geldi çattı yılın bu zamanı ve biz hadi bu sene Korkunç Ekim'in gene keyfini çıkaralım.
Bu sene her hafta bir tane olmak üzere seçtiğim filmler:
Bu sene gayet keyifle, bir dolu korku-gerilim filmi listesini taradıktan, uzun uzun listeler çıkardıktan sonra en son bu filmleri seçtim, kendi kriterlerime göre. Siz de ister ya bu benim seçtiklerime şans verin daha önce izlemediyseniz (belki gene izlemek isterseniz) ya da kendi listenizi oluşturun, hep birlikte izlemeye başlayalım.


Önceki Korkunç Ekimler:
2011: 
2012:
2014:

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...