24 yaşındaki Go Eun Chan (bundan sonra ondan Chan diye bahsedeceğim) gün içinde bir dolu işte çalışarak annesi ve kız kardeşine bakıyor, evi geçindiriyordur. Babası öldükten sonra adeta evin reisi olmuş, tüm yük ona kalmıştır. Annesi iyi niyetlidir ama azcık süsüne şeyine düşkündür. Kız kardeşi de şov dünyasına adım atma hayalleri içinde liseyi bitirmeye çalışıyordur ama az biraz gıcıktır işte, haa ama o da iyidir neticede, içinde kötülük yoktur. 29 yaşındaki Choi Han Kyul (bundan sonra ondan Kyul diye bahsedeceğim) ise büyükannesinin kurduğu yiyecek içecek işiyle ilgili büyük imparatorluğun tek varisidir ama her zengin şımarık veliaht gibi o da başka şeylerle uğraşmaktadır. New York'ta legodan oyuncaklar tasarlayarak, bir yandan da gününü gün ediyordur. Ama büyükannesinin ve anne babasının ısrarlarına dayanamayıp Seul'e ziyarete geldiğinde büyükannesinin tuzağına düşer. Büyükanne Kyul'u eski bir tanıdığının kahve dükkanını (kafe işte starbucks, caribou gibi) 3 ay içinde adam edip, kara geçirmesi için zorlar, yoksa vallahi de billahi de ya görücü usulü evlendirecektir torununu ya da muslukları kesecektir. Kaderin oyunlarının araya girmesiyle bizim Chan ile Kyul bir şekilde tanışır bu arada. Kahve dükkanında çalışmaya başlar hatta Chan. Ama günler ilerledikçe Chan ve Kyul'un kalplerinde kıpırdanmalar ortaya çıkar, ikisi de birbirine yavaş yavaş ama delice aşık olmak üzeredir. Yalnız, ortada çok tuhaf bir durum vardır: Kafenin ismini "Coffee Prince" yapan Kyul, çalışanların da sadece erkekler olacağını söylediğinden, Chan bu işe ihtiyacı olduğu için kendisini erkek zanneden Kyul'a hiç çaktırmadan erkek gibi dolanıyordur ortalıklarda. Zaten çok da kadınsı bir yapısı ve tarzı yoktur Chan'ın ama ikisi birbirine aşık olmaya başladıkça işler iyice karmaşıklaşır. Çünkü Kyul gay değildir ama kendine engel olamadan bir erkeğe (erkek zannettiği Chan'a) aşık oluyordur ve kendi içinde kimlik bunalımına girer, kendinden her şeyden şüphe ettiği bir dipsiz kuyuya düşmeye başlar. Chan ise aşık olmaya başladığı adama kadın olduğunu söyleyip söylememek konusunda içini içini yerken, bir yandan da karşısındakinin ona aşık olduğuna çok ihtimal verememek arasında bocalamaya başlar. Olaylar böyle gitgide karışırken ortada işletilecek, kara geçirilecek, müşteriyle doldurulacak "Coffee Prince" kahve kafesi vardır bir de tabi.
Gördüğünüz gibi çılgıncasına kore dizisi izlemeye devam ediyorum, bu işsizlik güçsüzlük bana hiç yaramadı. Tabiki çok daha yararlı şeyler yapabilirdim bu dizileri izleyeceğime, bu kadar zamanda gayet oturup php drupal falan öğrenebilir, iş ilanı arama kriterlerimi baya bir genişletebilirdim. Ama evet, onlar yerine ben oturup, dizi izliyorum. Aslında o kadar da abartmayayım, soluksuz dizi izliyorum gibi bir görüntü belirmesin kafanızda. Tek başıma yemek yemek kahvaltı etmek çok sıkıcı olduğundan bir şeyler yediğim zamanlarda açıp birer bölüm bir şey izliyorum. Böyle böyle günde 3-4 öğünden bir haftada en azından bir dizi bitiyor (bunlar böyle 16-20 bölüm civarında yapıyorlar hep ondan).
Coffee Prince 2 temmuz-27 ağustos 2007 arasında yayınlanmış Güney Kore'de. Aslında hiç aklımda yoktu, hatta bu kore dizilerine başladığım için geçen ay şöyle oturup bir izleyebilirim dediklerimden liste çıkarmıştım, tavsiye edilenler falan filan. O listede de şöyle bir kural koymuştum kendimce 2010'dan önceki yapımları dahil etmemiştim. Eski olur hoşuma gitmez şimdi hiç denemeyeyim falan diye. İzlemeyecektim de. Ama geçen hafta iştahla "Suspicious Partner" izlerken kafayı sıyıracak gibi oldum. O dizinin esas adamını oynayan Ji Chang Wook resmen beni benden aldı. Adam tabi normalde bilemem o yüzden ona aşık oldum demiyorum da, dizideki karakterden, e bir de üstüne JCW'nin mimiklerinden duruşundan sesinden falan iyice yapıştım ekrana. Baktım hiç sağlıklı bir ruh haline girmiyorum, baktığım her yerde gülüşünü görüyorum, bankadan kredi çekip uçak bileti alıp kendimi uzak doğuya atacağım o yolda ilerliyorum, dedim dur kendine gel. Silkelen, kafayı başka bir gerçekliğe geçir. Tamamen nasıl bambaşka bir şey izlerim diye rastgele açtım Coffee Prince'i. Can havliyle, özellikle başroldekilerin tiplerine bakıp da ha tamam bunlardan bana zarar olmaz diyerek.
Hakikaten de pek keyifli bir hikaye çıktı Coffee Prince bu arada. İlk başlarda alabildiğine eğlenceli, kahkahalar attıran; sonra ortalarında olayın bambaşka bir boyuta ilerlediği, değişik sorgulamalara yöneldiği; sonlarında da samimiyetten doğallıktan yüzlerde gülücükler oluşturan bir hikayesi var. Bir kere alabildiğine değişik bir açıdan gidiyor her şey. Esas kızımız erkek zannediliyor evet ama aslında 15-16 yaşlarında bir erkek çocuğu gibi göründüğünden, davrandığından her şey. Ama dizi boyunca hiçbir şekilde çizgisini bozmuyorlar karakterin. Hiç öyle Cinderella sendromuna girmiyor. En başta neyse, sonunda da o. Ve karakteri böylesine sempatik, içten yapan da bu durum oluyor.
Bir yandan da sorgulamalara başlatıyor hikaye. Kız kadın dişi nedir, bir erkeği erkek yapan nedir, saçlarımız mı yürüyüşümüz mü giysilerimiz mi? Cinsiyetleri neye göre ayırt ediyoruz? Sadece belirli organlarımıza göre ayrım yapıyorsak, bu ayrıma sosyal olarak nasıl karar verebiliyoruz? Narin, zarif diye tanımlayabileceğimiz şeylere mi dişi diyoruz? Kaba olan şeyler mi erkeksi o zaman? Go Eun Chan'ın bir yandan hem kendi kişiliğiyle hem kadınlığıyla hem de yapmak zorunda kaldığı rolle birlikte işte biz de aklımızda böyle sorgulamalara başlıyoruz.
kaynak: EgosantrikRhapsody |
dizideki Chan ve normal hayatında oyuncu Yoon Eun-Hye |
Tabi bu sırada Chan'ı oynayan oyuncuya da (Yoon Eun-Hye) ayrıca bir alkış tutmak gerekiyor. Ben ömrümde (bunca senedir bir dolu şey izlediğimi hesaba katarsak) böyle bir performans görmedim. Tüm dizi boyunca bizim de Kyul gibi bocalamamıza sebep oluyor, karşımızda resmen bir oğlan çocuğu varmış gibi. Devamlı kendimize hatırlatmak zorunda kalıyoruz, Chan bir kadın, sadece göğüslerini sargı beziyle sarıp bastırdı Chan bir kadın diye.
Dizinin bir diğer güzel yanı, kafenin ve çalışanlarının yarattığı o sımsıcak dinamik. Tamamen toplama şekilde bir araya gelen 6 kişinin zaman ilerledikçe alabildiğine doğal ve içten bir dostluğa dönüşen hikayesini de izliyoruz ki bence dizinin ikinci en büyük mesajı da bu. Kafenin başında bizim Kyul var. Asıl barista kahve uzmanı Hong Gae-Shik amcamız kafenin önceki sahibi hem, hem de şimdi barın arkasındaki isim. Chan'ın kız kardeşine aşık ama azcık saf, goril lakablı Hwang Min-Yeop, Kyul'un iç mimar gibi bir şey olan arkadaşı tam bir şapşik Jin Ha-Rim ve asi "bad boy" waffle ustası Noh Sun-Ki'nin oluşturduğu kafe ortamı o kadar güzel o kadar sıcak ki. 17 bölüm boyunca izledikten, onlarla birlikte adeta orada kahve servis ettikten sonra insana garip bir hüzün çöküyor. Bir yerlerde, alternatif bir gerçeklikte onlar hep bir arada olsun, tatlı tatlı atışsınlar, süpürgelerle dans etsinler istiyoruz. Onlarında öyle bir başka boyutta hep mutlu olduklarını bilmek iyi geliyor.
soldakiler ikinci çiftimiz prodüktör ve ressam |
Hikayemizin pek de o kadar iyi olmayan tarafları da yok değil elbette. Örneğin diğer çiftimiz, en başından beri yan hikaye olarak ilerleyen, esas çiftimizin hikaye gelişimine yardım eden, müzik prodüktörü Choi Han-Sung ile ressam Han Yoo-Joo'nun hikayesi. Esasında atmosferi başka hazırlansa ve çekimi daha değişik olsa, ikisinin hikayesi hakikaten ilginç ve eğlenceli. Onlarınki de aşkın hem başka bir halini hem de gelişimini, olgunluğunu, farklı boyutlarını gösteriyor. Karakterler de kendi içlerinde oldukça farklılar aslında. Ama nedense dizi boyunca onların hikayesi beni sıktı, ilginç bir gel-git yaşattı bana. Hem çok sevdim hem de bunaldım.
Chae Jung-An, sen ne güzel bir detaysın |
Yalnız şeyi demeden de geçmeyeyim, ressamı oynayan oyuncu abla (Chae Jung-An) gördüğüm en zarif güzel kadınlardan biri, özene bezene yaratılmış.
kastettiğim iğrençlikler |
Bir diğer rahatsız edici konu, yani herhalde bir bana öyle gelmiş olamazdır diye umuyorum, dizinin pislik seviyesi. Fiziksel iğrençlikten bahsediyorum yani. Hong amcanın karakteri özellikle pis bir insan diye mesela burnunu mu karıştırmadı, ağzına soktuğu erişteleri geri tabağa mı tükürüp tükürüp yemedi aman yarabbi çoğu yerde kusmaktan beter oldum izlerken. Diğer karakterlerin de yemek yemeleri, herkesin her şeyi höpürdeterek yemesi içmesi, öküzler gibi yemeler,...hele bir de dizinin çekimleri de çok sıcakta yapılmış herhalde, hikaye boyunca herkes çıplak ayaklı, terli, zaten bu koreliler alabildiğine doğal ortamlarını gösteriyorlar dizilerde herkes yerlerde oturuyor, bağdaş kurup yemek yiyorlar falan...Ohoo anlatamam. Yani kısacası iğrençti, tamam doğaldı, samimiydi her şey herkes ama bazen insanın midesini harbiden zorladılar.
İşte - gene de - tüm bunlarla birlikte, Coffee Prince kamera arkasından bile adeta fışkıran doğallığıyla, sevimli mi sevimli bir hikaye izlettiriyor bize. Şöyle bir bakınca aslında yan karakterleri ve onların hikayeleriyle beraber bir dolu sezonu, spin-off'u falan yapılabilecek bir hikayesi olan Coffee Prince öyle kolay kolay bulunamayacak bir yapım. Doğru zamanda doğru yerde bir araya gelen doğru insanlarla ortaya çıkmış bir sihir gibi. Dedim ya, alternatif bir boyutta, paralel bir evrende o kafede hala onların bir arada olduklarını, mutlu olduklarını düşünmek bile insanın yüzünde milyonlara değer bir tebessüm oluşturabiliyor.
işte o kafe |
(Bu arada Seul'de çekimlerin yapıldığı kafe halen daha Coffee Prince adında gerçek bir kahve dükkanı olarak işletilmeye devam ediyormuş. Duvarlar, camlar, her şey dizideki gibiymiş, yazanların yalancısıyım. DramaChronicles ve Ahjummamshies'den görebilirsiniz.)
(Son bir şey daha. Şimdiye kadar izlediklerim içinde müziklerinden pek de hazzetmediğim ilk dizi oldu bu nedense. Bana biraz ağır, daha yavan geldi ama tabi bu tamamen benim kulağımdan olagelen bir şey, yoksa seveni çok. O yüzden ilk defa müziğinden örnek paylaşmadığım bir tanesi olarak burada yer alıyor.)