24 Kasım 2013 Pazar

let it storm

“There is no escape. You can't be a vagabond and an artist and still be a solid citizen, a wholesome, upstanding man. You want to get drunk, so you have to accept the hangover. You say yes to the sunlight and pure fantasies, so you have to say yes to the filth and the nausea. Everything is within you, gold and mud, happiness and pain, the laughter of childhood and the apprehension of death. Say yes to everything, shirk nothing. You are not harmonious, or the master of yourself. You are a bird in the storm. Let it storm! Let it drive you!”
[Hermann Hesse]

22 Kasım 2013 Cuma

hazır yiyecek denemeleri : şu 3 dakikalık Makarneks makarnası

Yalnız yaşama durumunun yan etkilerinden biri de bu hazır yiyeceklerin neredeyse hepsini, teker teker keşfetmem herhalde. Son keşfim - gerçi buna keşif diyerek güzel birşey olduğu izlenimini vermek istemiyorum - Ülker'in bu Alp Kırşan'lı reklamlarla dört döndürdüğü hazır makarna Makarneks oldu. Geçen akşam Şok'ta ne yesem ne yesem diye dolanırken 3-4 rafta dolu dolu ondan görünce bir deneyeyim dedim. İki çeşidi var gördüğüm kadarıyla, acılı domates soslu ve peynir soslu. Makarna türü olaraksa hepsi erişte şeklinde. Paketten bir kalıp halinde birbirine dolanmış makarna yığını ile ince bir başka paket içerisinde toz halinde sos çıkıyor.
Pakette belirttiği tarife göre, tencerede yaklaşık 3 çay bardağı - evet çay bardağı! - suyu kaynatıp, o makarna yığınını üç dört parçaya kırıyor, sos ile birlikte suya atıyorsunuz. Suyunu çekene kadar 3 dakika karıştırıp arada, alıyor ve yiyorsunuz. Herşey çok basit, çok sade, çok normal. Değil mi?
Değil :
1 - Çay bardağı diye ölçü olmaz. Olur da, olmaz. Bu bünye hep su bardağına alışınca, üstüne bir de makarnayı (default'ta) tencere dolusu su ile haşlamayı bilince, çay bardağı niyetine raftan o büyük boy tabir ettiğimiz çay bardağından alıp ölçtü suyun miktarını. Çay bardağıyla su çok az olur caaanım, onunla makarna olmaz, yanlış demişler ben biraz daha koyayım mantığıyla doldurdum suyu tabi. Tarifin ilerleyen aşamalarında o suyu çekip bitirmesi gerektiğini okumayı akıl edemeyince bir de.
2 - Suyun bolluğundan ötürü sos kıvamının dışında, tamamen beyazımsı bir su olarak içerisinde eriştelerin yüzebilmesini sağladı.
3 - Bir de çok pis kokuyor o sos mereti. Bildiğiniz pis. Tüm evi sardı, salona her girdiğimde öğürdüm. Bir de yiyecek miydim yani?
4 - Tabakta, olur da, iki saniye falan ellenmeden bekleyen makarna paketteki şeklini almaya girişiyor. Kalıp olarak duruyor. O kadar sulu yaptığım halde, düşünün.
Demem o ki, tanesi bir liradan satmalarına rağmen bir daha yanına yanaşmam. Bakın aklıma geldi hala öğürecek gibi oluyorum.
Hayır yani sanki normal makarnayı hazırlaması 15 dakikadan uzun süren bir şeymiş, çok emek istiyormuş gibi hazırını yapmaya kalkışmışlar bir de, te allahım.

21 Kasım 2013 Perşembe

yıllık izinden bir demet, sen ne güzel şeysin öyle

biliyorum farkındayım (ama siz farkında mısınız bilmiyorum :p ), bir süredir böyle pek bir boşlamışlık, pek bir sermişlik, böyle salak saçma bir şekilde işe git-eve gel-dizi izle-uyu halinde geçinmeceler, amaan canım sen de düşüneceğim de ne olacak demeler, şimdi kim elini klavyeye uzatacak da yazacak diye üşenip durmacalar içerisindeyim. Valla bilinçsiz bir durumdu, hala da kendime gelebilmiş değilim ama düzeltiyorum. Cidden. Halimi gördüm, kontrolü elime aldım ve gittim bugün izin aldım. Haftaya 5 günlük iznim var, artık iki çarpı cumartesi pazar, etti mi size 9 gün. Oh. Evde de yalnızım, işe de gitmeyeceğim (Bir yarın, onu da hatırlatmayıverin canım). Böyle 9 gün boyunca uzanacağım, esneyeceğim, gerineceğim, koşacağım, hoplayacağım zıplayacağım, film izleyeceğim yahu film! Gözlerim ve aklım, şöyle mis gibi bir sinema sanatı özledi! Okuduklarımı anlatacağım, boşu boşuna yok olup gitmeyecekler, siz de düşüneceksiniz. Haberleri izleyeceğim, haberleri okuyacağım, kafa yoracağım. Takip ettiğim sergileri göreceğim, biriktirdiğim albümleri dinleyeceğim. Yazacağım, yazacağım...sonra yeniden yazacağım.
Oh. Çok güzel olacak. Nefes alacağım.
O yüzden, gene görüşürüz burada. Bir gün sonra.

17 Kasım 2013 Pazar

dikkat dağınıklığı çağında

(Elementary'nin Jonny Lee Miller'da vücut bulmuş New York tarzı Sherlock'u, 2.sezonun 7.bölümü The Marchioness'in açılışında bağımlı konferansında böyle bir konuşma yapar : )

Sık sık başka bir zamanda mı doğmalıydım diye merak ederim. Benim algılarım sıradışı bir şekilde, doğal olmayan bir şekilde de diyebiliriz, keskin. Bizimki bir dikkat dağınıklığı çağı. Sürekli bilgi akışının cezalandırıcı gürültüsü. Bu ahenksizlik bizi evimize kadar takip ediyor.Ve yataklarımıza. Ruhlarımızın içine işliyor, daha iyi bir ifadeyle. Uzun bir süredir, sinir uçlarımı körelten tek bir şey var ve o da yoğun uyuşturucu kullanımı. Daha az üretici olduğum zamanlarda merak etmeye başladım. Dışarısının birazcık daha sessiz olduğu bir zamanda doğsaydım yine de bağımlı olur muydum? Daha dikkatli olabilir miydim? Daha kendisinin farkında bir insan?

(Biri sorar : ) Eski Yunan'da mı yaşamak isterdin?

Helenistik çağda diş bakımına ne gözle bakıyorlardı biliyor musun? Hayır, hayır ben çağdaşlığın mucizelerinin olduğu bir zamanda yaşamak isterdim. Her şeyin, bu kadar yoğunlaşmadığı bir dönemde.

(Mycroft'un sesini duyarız sonra :) Ne gibi mesela? 200 yıl önce mi?


Bunları yazan-yazabilen senariste sarılmak istedim sadece.

[Orijinalinde şöyle:My-my, my senses are unusually well, one could even say unnaturally keen. And ours is an era of distraction. It's, uh, a punishing drumbeat of constant input. This-this cacophony which follows us into our homes and into our beds and seeps into our into-into our souls, for want of a better word. For a long time, uh, there was only one poultice for my raw nerve endings, and that was, uh, copious drug use. So in my less productive moments, I'm given to wonder if I'd just been born when it was a little quieter out there, would I have even become an addict in the first place? Might I have been more focused? A more fully realized person?]

10 Kasım 2013 Pazar

Amin Maalouf'tan "Ölümcül Kimlikler" üzerine denemeler

"çoğu zaman dinlerin halklar üzerindeki etkisine çok fazla yer veriliyor, halkların ve tarihlerinin dinler üzerindeki etkisine ise yeterince yer verilmiyor. Etkileşim karşılıklı, biliyorum; toplum dini biçimlendirir, din de toplumu; buna rağmen belli bir düşünce alışkanlığının bizi bu diyalektiğin sadece bir yüzünü görmeye sürüklediğini, bunun da bakış açısını özellikle çarpıttığını fark ediyorum. İslam söz konusu olduğunda , kimileri Müslüman toplumların yaşadığı ve hala yaşamakta olduğu bütün dramlardan onu sorumlu tutmakta asla tereddüt etmiyor. Bu görüşü sadece haksız olmakla suçlamıyorum, dünyadaki olayları tamamen anlaşılmaz hale getirmekle de suçluyorum. Sonunda modernleşebileceği keşfedilmeden önce, Hristiyanlık hakkında da yüzyıllarca benzer şeyler söylendi. Ben İslamiyet için de aynı şeyin olacağına inanıyorum.(..)Engizisyoncuların odun ateşinin ya da ilahi hakka sahip monarşinin Hristiyanlığın ayrılmaz parçası olmadığı nasıl ortaya çıktıysa, (...) az çok her yerde karşımıza çıkan şiddet, gericilik, zorbalık, zulümle dolu bu manzaranın da İslamın özüne has olmadığı kanıtlanıncaya kadar daha zaman, çok zaman, belki de birkaç kuşak geçmesi gerekeceğine inanıyorum."

"Kaç kuşaktan beridir, varlıklarındaki her adıma bir teslimiyet ve kendini inkar duygusunun eşlik ettiği Batılı olmayan çeşitli halkların nasıl bir duygu yaşamış olabileceği pekala hayal edilebilir. Bütün bilgi ve becerilerinin miyadını doldurmuş olduğunu; ürettikleri her şeyin Batı'nın ürettikleriyle kıyaslanınca değersiz kaldığını; (...) dinlerinin barbarlıkla suçlandığını; (...)ayakta kalmak, çalışmak ve insanlığın geri kalanıyla bir bağlantıları olmasını istiyorlarsa, başkalarının dillerini öğrenmek zorunda kaldıklarını kabul etmeleri gerekti onların...Bir Batılı'yla konuştuklarında bu neredeyse asla onların dilinde değil, daima Batılı'nın dilinde olmuştur; Akdeniz'in güneyinde ve doğusunda İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca konuşabilen milyonlarca insan bulabilirsiniz. Buna karşılık kaç İngiliz, Fransız, İtalyan ve İspanyol, Arapça ya da Türkçe'yi öğrenmekte yarar görmüştür? Evet, hayattaki her adımda bir hayal kırıklığı, umutsuzluk, aşağılanma yaşıyorsunuz. İnsanın kişiliği bütün bunlardan nasıl olur da örselenmeden çıkabilir?(...) Nasıl, başkalarına ait, başkaları tarafından konmuş kurallara dayanan bir dünyada, kendisinin bir öksüz, bir yabancı, bir asalak ya da bir parya gibi olduğu bir dünyada yaşadığı hissine kapılmaz?"

"Demokrasiden söz edebilmek için fikir tartışmasının göreli bir huzur ortamında gerçekleşmesi gerekir.(...)Cemaatlere dayanan ya da ırkçı ya da totaliter bir mantık içine girildiği an, dünyanın her yerinde demokratların rolü artık çoğunluğun tercihlerini en ön plana çıkartmak değil, gerekirse çoğunluk kuralına karşı, ezilenlerin haklarına saygı duyulmasını sağlamak olmalıdır.(...)Eğer genel seçim fazla adaletsizliğe yol açmadan özgürce gerçekleşebiliyorsa, ne ala; yoksa korkuluklar tasarlamak gerekir.(...)Birleşik Devletler'de bir milyon nüfuslu Rhode Island'ın iki senatörü varken otuz milyon Kaliforniyalı'nın da iki senatörü vardır, büyük eyaletlerin daha zayıf olanları ezmesini önlemek için kurucu ataların çoğunluk yasasına attığı bir çelme."

Son zamanlarda okuduğum "en" şeylerden biriydi Maalouf'un kitabı. Yine başka bir Maalouf seyahatinin ardından kafam beynim allak bullak, içimde tuhaf duygular. 

9 Kasım 2013 Cumartesi


Cumartesi sabahı neti açtığımda bu resim karşıladı mahmur gözlerimi. National Geographic'te yayınlanan resmi Gerhard Heidorn çekmiş. İtalya'nın Trentino-Alto Adige bölgesinden ekranıma  uzanan bu kareye öylece bakıyorum son yarım saattir.
7 yaşımdan beri başka başka yerlerde yaşıyor olmanın hayalini kuruyorum. Artık dayanılmaz olmaya başladı.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...