10 Mart 2013 Pazar

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm X

Orlando International Airport'a indiğimizde sanıyorum sabahın 9'u falandı. Yaklaşık 3 saatlik yolculuk boyunca herhalde bin kez tuvalete gitmiştim. Orlando havalimanı JFK'den sonra böyle daha bir sıcaktı - gerçek hava derecesinin yüksek olmasının yanında. Hani JFK kocaman, yüz milletten insanın olduğu, daha bir metropol havasındaysa; Orlando bildiğimiz küçük şehir otobüs terminali havasında.
Bavullarımızı almak için havalimanı içi trenine binmek zorunda kaldık, diğer terminale gidip oranın da alt katına iniyorsunuz. NY'daki Ricky tecrübemizden sonra bu sefer çok dikkatliyiz modundaydık. Kapıya gidip, taksi, shuttle, otobüs artık ne varsa iyice araştırıp öyle binelim diye geziniyorduk ki tam çıkışın orada elinde bir kağıt tutan, ajanlar gibi kulaklıklı, kısa kollu beyazımsı gömlekli, saçı sakalı ağarmış hafiften göbekli bir amca yanaşıp taksi mi lazım nereye gideceksiniz buyrun gelin demeye başladı. Ve bilin bakalım ne oldu? Onun da peşine takıldık. Ama bu sefer doğruyu tutturmuşuz, amca legal bir şekilde shuttle yapıyormuş zaten havalimanından otellere. Otelin adresini söyleyip anlaşmamızı yaptık, 80-90 gibi birşey hatırlıyorum ben ama emin değilim. Biz yine havalimanından pek uzak sayılabilecek bir yerde bulmuşuz oteli, olsun. Bu arada amcayla da muhabbet ettik, öğrenciyiz nerede okuyoruz falan filan anlattık. Sonra da geri dönüşümüz için anlaştık, 2 gün sonra yine gecenin bir vakti havalimanına ulaşmamız gerekeceği için işi sağlama alalım dedik.
Otel NY'dakinin bir diğer şubesi gibi birşeydi adından öyle düşünmüştüm. Days Inn-gillerden gene ama NY'dakiyle alakası yoktu. Böyle filmlerde yol kenarı moteli olur ya -Bates Motel olmadığına şükretmemiz mi gerekiyor acaba :p - aynen ondandı. Giriş ve lobinin olduğu tek katlık binanın yanında, bitişik olarak iki katlı bir bina daha var. Her odanın kapısı dış koridora açılıyor, ki o koridorlar da açık havada yani. Oda kapısının yanı olduğu gibi cam.
Lobiye gittiğimizde check-in yapılabilecek saatte olmadığımızdan lobidekiyle anlaşıp bavulları lobinin arkasındaki odaya koyduk. Haritadan bize Universal Studios'a nasıl gideceğimizi de anlattılar. Çıktık yola.
Otelimiz Orange Blossom Trail denen yolun 34th Street ile kesiştiği yerdeydi. 34th Street üzerinde Rio Grande Avenue yönünde bir 100 metre yürüyüp ana yola çıktık. Yolun kenarına bir bank koymuşlar alın bize otobüs durağı. Oturup googledan baktığımız otobüs saatine göre otobüsün gelmesini bekledik. Orlando'daki otobüs şirketi Lynx (http://www.golynx.com/). Bulunduğumuz noktadan 40 numaralı otobüse bindiğimizde yaklaşık 40-50 dakikalık bir yolculuktan sonra Universal Studios'un girişinde inebildik. Yalnız otelin bulunduğu muhit - biraz fazla ırkçılık-ayrımcılık gibi olacak ama - siyahilerin ve alt gelir grubunun yoğun olduğu bir yerdi. Otobüste de iki gün boyunca siyahilerle yolculuk ettik hep. Farkındayım bu amerika beni çok kötü bir insan yaptı.
Otobüs için sürücünün hemen yanındaki alete 2 dolar atıyorsunuz tek biniş - "Fixed Route Single Ride Standard Pass" bileti olarak kağıt bir bilet veriyor geriye. Universal son durak zaten, inip kalabalıkla birlikte yürüyen merdivenlerden çıkıyorsunuz.Ortak bir alana çıkıyor merdivenler. Orada hangi tarafa gidecekseniz ona göre sağa veya sola gidiyorsunuz. Biz Islands of Adventures için bilet aldığımızdan o tarafa yöneldik. Çantaları kontrol ediyorlar o uzuun koridorun başlangıcında. Bir dolu insan. Koridor dediğim de iki yanı açık, ortasında iki tane yürüyen yol olan bir köprü. Daha ilk görüşte burasının bir tatil beldesi olduğunu anlıyoruz. Güneş-sulu şakalar-şortlu insanlar memleketi ama yanlış zamanda gelmişiz. Yılbaşında, kışın ortasında biz donarken insanlar yaz mevsimiymiş gibi davranıyor.
Wizarding World of Harry Potter'a ulaşabilmek için önce adanın diğer kısımlarından geçmemiz gerekiyordu ve 4 günlük NY'dan sonra burası bildiğimiz hiçbir yere benzemiyordu. En azından ben kendi adıma küçük dilimi yutacaktım diyebilirim. Devamlı işleyen bir lunapark, hiç bitmeyen bir çizgifilmin içindeymişsiniz gibi. Herşey renkli, herşey hareketli. Ama çok büyük bir sorun var : İnsanlar. Çoklar, acayip çoklar. Her yerdeler ve yürünmüyor, hiçbir şey görülmüyor insanlardan. Hep kocaman bir kalabalığın ortasındasınız.

https://www.universalorlando.com/Theme-Park-Tickets/General-Admission.aspx adresinden aldığımız 2-day single park biletlerimizin çıktısı ile adanın girişinden geçtik. İsterseniz oradaki gişelerden de alabiliyorsunuz bilet. Kalabalık ama çok çabuk ilerliyor, biz her adımımızda bu yer bu kalabalık bizde olsaydı herşey durmuştu diye düşündük. Hatta şöyle bir durum var, o biletle adanın içindeki herşeye ücretsiz binip, dolaşabiliyorsunuz. Hiçbir yerde bilet falan sormuyorlar. Türkiye'de düşünsenize, her şeyin kapısında biri durur bilet keserdi, ayrı ayrı bir ton para öderdik. Bir türlü de sıra gelmezdi.

Harry Potter'a ulaşmak için Port of Entry'den itibaren Incredible Hulk Coaster, Marvel Super Hero Island, Doctor Doom's Fera Fall, Spiderman, Popeye gibi yerlerden geçip en son kocaman, bitmeyen bir Jurassic Park ormanından yürüdük. Zaten Harry Potter'ı da Jurassic Park'ın kıyısına iliştirmişler gibi. Hogsmeade'in karla kaplı çatılarının fonunda palmiyeler görünüyor. Haa şimdi o kısma geldim doğru ya.
İlk etapta söyleyeyim, bu Orlando'daki Wizarding World of Harry Potter genel anlamda bir hayalkırıklığıydı. Ama genel anlamda. Çünkü kitaplara ve o dünyaya bu kadar aşık, hayatınıza o dünyada o kadar geçirmiş bir insan olarak böylesi bir yere gittiğinizde beklentileriniz o dünyadan da çok oluyor. Hayalkırıklığım buydu. Yoksa hoşuma gitti, eğlendim, iyi ki gitmişim diyorum. Böylesi bir yere bir daha ne zaman gidebilirim bilmiyorum zaten. Ve o dünyanın bu kadarcık bir parçasına bile girebilmiş, yaşayabilmiş olmaktan son derece memnunum, mutluyum. Sadece daha fazlasını bekliyordum, istiyordum elimde olmadan.
Taş döşeli köprüden geçip, girişi süsleyen kemerin altından girdiğimiz anda üstü kapalı bir at arabasının arka kısmına konmuş kaymak birası fıçısının önünde oluşmuş kuyruğa şaşırarak baktık. Onun yanından itibaren sağa kıvrıldığımızda Hogsmeade dükkanları sıralanıyor. Hepsi açık değil; önce karşımızda Dervish&Banges vardı, onun yanında Ollivander's ve Owl Post. Onların karşısına bakınca önce Three Broomsticks, ilerleyince Honeydukes ile bitişik içinden bir diğerine geçebileceğiniz şekilde Zonko's. Zonko'dan çıktığınızda karşınızda kocaman Hogwarts Ekspresi'nin dumanları tüten bir modeli duruyor. Onun öncesinde Dragon Challenge var. Girişin sol tarafına doğru yokuşa çıkmaya başlarsanız önce sağ tarafınızda Flight of The Hippogriff kalıyor, karşınızda tepenin üstünde görkemli Hogwarts'tan gözlerinizi ayırmadan ilerliyorsunuz. Hogwarts'ın arka-alt kısmında zindanların devamında Filch's Emporium var, içinde binbir türlü eşya satılıyor.
Biz ilk gün öğlende gittiğimiz için ve de yol yorgunuyuz diye şöyle bir dolandık önce. Herşeyi görelim istedik. İki saat kadar dolandıktan sonra Three Broomsticks'e oturup yemeğimizi yedik. O kadar çok şey anlatmak istiyorum ki şu an, şurası şöyleydi burası böyleydi yemekler şöyleydi falan filan diye. Ama günlerce aylarca anlatırım ondan sonra. Halbuki şu yaptığım bile roman gibi oldu artık uzunluk açısından. O yüzden sadece böyle yaptık-ettik-yedik şeklinde devam ediyorum mecburen. Umarım bir gün çok daha fazlasını rahatça anlatabilirim.
Üç Süpürge'de ilk defa kaymak birası denemiş olduk, Nihan sevmedi ama benim hoşuma gitti. Belki de her şeyi beğenmeye ayarlamıştım kendimi. Bana böyle maden suyuna karamel katmışlar gibi bir tat geldi. Hayallerimden biriydi gene de, yaptığım için mutluyum. Yemekler de güzeldi, biz ikimiz de deneyelim diye bir tabak tavuk bir tabak da balık yemeği aldık, ortaklaşa yedik (Chicken Platter ve Fish&Chips). 46,82 dolar ödemişiz ama her bir kuruşuna değdi bence.
Büyük bir umutla beklediğim kendi asamı alma olayı ise büyük bir hayalkırıklığıydı. Çarşamba pazarı gibi, raflara yanaşabilir de bir asa alabilirseniz şanslısınız. Zaten kişiye özel asa falan yok öyle Ollivanders'ın gerçeği gibi. Birkaç raf var, bir tarafta karakterlerin asaları, diğer tarafta doğumgünlerine göre tasarım asalar birkaç grupta. Ben Hermione'ninkini aldım kendime, Nihan da Sirius'unkini. Snape'inki de güzeldi ama Hermione'ninkini elime alınca çok hoşuma gitti. Benimki bu olmalı dedim.
Dükkanlar arasında bence en başarılısı Honeydukes olmuştu. Cennet gibiydi çikolatalar ve şekerlemelerle. Chocolate Frog, Bertie Botts ve diğerlerini bulabildim hep. Zonko da güzeldi ama tatmin etmedi. Diğer dükkanlarda da herşeyi almak istedim resmen. Tamtakım bir Ravenclaw olayın, odamı bir Hogwarts yatakhanesine çevireyim istedim ama Karun değiliz ne yazık ki.
İlk gün dolaşıp, yemek yiyip, alışverişimizi yapıp en son akşam da tatlımızı yedikten sonra otele döndük yine aynı otobüsle. İkinci gün erkenden geldik yine. Bu sefer ride'lara binecektik. Dediysem yanlış anlamayın, Nihan'ı öyle şeylere bindiremeyeceğimden Dragon Challenge'a tek başıma bindim ve binmez olaydım. Ben ömrümde öyle bir şeye binmedim. Saatte 200 km hızla havada, tamamen boşlukta gidiyorsunuz. İki seçenek var, Hungarian Horntail ve Chinese Fireball. Ben Macar'a bindim. Ama var ya ilk 10 saniyeden sonra gözlerimi sımsıkı yumdum ve indiğimde açtım. İndiğimde ayakta duramıyordum gerçi, Nihan'ın yanına nasıl döndüm bilmem.
Bunun üzerine Hogwarts'a girdik birlikte. Okulun içindeki ride'ın ismi Harry Potter&The Forbidden Journey. Önce okulun içini dolaşmış oluyorsunuz ride'a binmek için. Koridorlardan, Dumbledore'un odasından, Gryffindor ortak salonundan ve Karanlık Sanatlara Karşı Savunma sınıfından geçip ride'a bineceğimiz yere geldik. Duvarlarda konuşan, hareket eden tablolar, odasında Dumbledore'un 3 boyutlu görüntüsü bizi karşıladı. Bir yerde de görünmezlik pelerininin altından Harry, Ron ve Hermione çıkıyor karşımıza - 3 boyutlu görüntüleri tabiki - ve konuşuyorlar.
Forbidden Journey ise theme parka özel çekilmiş, oturup o maceranın içinde dolanıyorsunuz. Gerçekten güzel yapılmış, heyecanlı ve diğer ride'lar gibi zorlayıcı değil. Biz iki kere bindik mesela, çok keyifliydi.
İkinci gün baktık günün yarısında Harry Potter'ı bitirmişiz, çıktık adanın diğer yerlerini dolaşmaya. Churrolar elimizde, Jurassic Park'ta dolandık, her yerin altını üstüne getirdik. Shop'lara tek tek baktık, herşeyi elledik. Treasures of Poseidon diye bir gösteri vardı ona girdik, Sinbad'ın maceralarının sonuna yetiştik. Çok çok güzeldi şimdi düşününce o iki gün. Keşke bizim de çocukken yaşayabileceğimiz birşey olsaymış, bu kadar uzak bu kadar ulaşılmaz olmasaymış diyorum.
Yılbaşına Orlando'daki otel odamızda, dışarıdakilerin seslerini kesmelerini umarak, uyumaya çalışarak girdik yataklarımızda. Uyumayı bilemem de şimdi bu, tüm yılı Orlando'da mu geçireceğimiz anlamına geliyor? :)

9 Mart 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm IX

NY'daki 4.günümüze artık oradaki son günümüz olduğunun bilinciyle başladık. Erkenden yola çıkıp, bu sefer Central Park'ın diğer yanındaki büyük müzeye - American Museum of Natural History'ye gittik. Metronun mavi hattına bindiğinizde dosdoğru müzenin durağına götürüyor, kaçırmadan inmeniz gerek yoksa bizim gibi kendinizi Harlem'de bulabilirsiniz.
American Museum of Natural History, çevirirsek Amerikan Doğal Tarih Müzesi gibi tuhaf birşey oluyor, Ben Stiller'ın oynadığı 2006 tarihli film "Night At The Museum"daki müze oluyor. (http://www.amnh.org/)Filme bayılırım bu arada onu da diyeyim :) Müze aralarında pek çok ünlü Amerikalı'nın da bulunduğu kalabalıkça bir insan topluluğu tarafından 1896'da kurulmuş, 1877'de ise Viktoryen Gotik stilindeki ilk binası açılmış.
Biz metroyla müzenin durağında inince ilk şaşkınlığımızı yaşadık. Öyle bir kalabalık ki, daha sonraki günlerde Orlando'da Harry Potter World'de görececeğimizin ilk sinyalleri gibi birşeydi. Metrodan hep birlikte indik zaten, hep birlikte müzenin girişine yöneldik. Bu bina The Met'ten daha da güzeldi. İçerik olarak The Met benim için en güzel hayalleri barındırıyorsa, AMNH de en eğlenceli şeyleri barındırıyordu.
AMNH'nin girişinde biz gittiğimizde belki de noel ya da yılbaşından dolayı karşılık konmuş iki tane dinozor şeklinde çam ağacı vardı, pırıl pırıl ışıklandırılmıştı. Onların ortasında, merdivenlerin başlangıcında da zaten Theodor Roosevelt'in at üstünde heykeli var. Yanlış hatırlamıyorsam buraya da girmek için bilet aldık içerideki kiosklardan ama ne kadardı bilemedim şimdi. Sitesinde 19 dolar yazıyor general admission'a. Biz de o kadar verdik herhalde. Bu seçim bilet müzenin 45 salonunu ve The Rose Center for Earth&Space kısmını kapsıyor. Müzede böyle çeşitli gösteri türü şeylerin olduğu merkez denilen yerler var. Oralar için ayrı bir giriş seçimi yapıyorsunuz biletle ilgili.
Giriş katında duvarlarda her yanda Roosevelt'in sözleri karşılıyor insanı. Gençliğe hitabe türü bir şey bile gördük biz :) Müzenin 4 katı var girişle birlikte, bir de tabi girişin altı. Dinozor kemiklerinden gerçek boyutunda modelleri, diğer tüm jura devri canlıları, tüm dünyadan nadir bulunan hayvanlar, böcekler, kuşlar, tarihöncesi heykelleri ve sanat eserleri...Ayrıca şöyle bir güzelliği de var ki buranın, dünya üzerindeki her bölgeyi ayırıp, kültürlere göre zaman zaman gerçek boyutlu modellerle insanları bulundukları döneme ait ortamda, o dönem giysileriyle ve evleriyle, eşyalarıyla canlandırmış, sergiliyor olmaları. Yazı yazan Uzak Doğulu amcalar, bir kış gecesinde avlanan tilkiler, başlıklarını takmış kızılderiler, köy maketleri...Tam bir cümbüş. Zaten tüm amerika çoluğunu çocuğunu almış müzeyi dolanıyor, bazı şeyleri görebilmek için vitrinlere yanaşabilmeyi bekledik çoğu zaman. Bir de hayvanların gerçek modellerinin olduğu vitrinlerin orası çok dar ve karanlık, klostrofobikler için tam bir cehennem. Bebek arabalı aileler de cabası.(şuradan müze haritasını indirilebiliyorsunuz http://www.amnh.org/plan-your-visit/download-museum-map)
Müzede neredeyse 4-5 saat geçirmişiz biz o gün. Akşamın 5'inde çıkıp Times'a döndük yine. Dönerken de Nihan NY'den bir pizza yemeden gitmeyelim dedi. Bir süre dolanıp pizzacı aradık, aramayınca pıt pıt önümüze çıkan pizzacılar ortalıkta yoktu. Sonunda West 41th Street'teki Pronto Pizza'ya girdik. Tam filmlerdeki ortamdı, ipincecik hamurun üzerine çeşit çeşit malzemeli pizzaların peynirini sündüre sündüre yiyen NY insanları. Ben garanti olsun diye ıspanaklı pizza aldım, birer kocaman dilim şeklinde alıyoruz zaten. Ama ne yalan diyeyim burada, Ankara'da Anıttepe'deki New York Pizza'da yediğim pizzalar çok daha şahane.(http://www.prontopizza41st.com/)
NY'daki son akşamımızda bir de M&M'in mağazasında çılgınlar gibi dolaşıp, bir sürü şekerleme aldık. İlk Türk'lerle karşılaştığımız yer de orasıydı, yangından mal kaçırır gibi şeker doldururken. Güzel şeyler bu M&M'ler. Çok aşırı tatları olduğundan değil elbet, olayı çözdüklerinden. Satış, sergileme ve sunuş şekillerinden her şey. Yoksa bonibon da güzel birşey.
Ertesi gün gecenin bir vakti otelden özel bir arabayla - otelin shuttle'ını işleten hintli aileyle anlaşıp edindiğimiz bir taşıt ve şöfor - JFK'e gittik. Sabahın 6'sındaki Orlando uçağımız için. NY'dan aklımda binbir güzellik dolu şeyle ayrılıp, hayallerimin tavan yaptığı noktaya Hogwarts'ı göreceğim, kaymak birası içebileceğim yere gitmek üzere.

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm VIII

NY'daki 3.günümüzde yine Broadway ile 41th Street'in kesişiminde Counter Burger'in önünde otelin shuttle'ından indikten sonraki düşüncemiz, bugün artık şu meşhur müzelere ve Central Park'a gidelimdi. Yol üstünde de gördüğümüz yerlere bakacaktık.
Tabi indiğimiz noktadan kuzeye doğru gitmemiz gerekiyordu Central Park'a gidebilmek için ama biz önce güneye gittiğimiz için Broadway üzerinden, bir noktada Broadway ile 5th Avenue'nun kesişimine denk geldik. Oralarda bir Macy's ve bir Victoria's Secret mağazası var. Ben tuttursam da Victoria's Secret'a bakalım diye Nihan yok artık daha neler dedi. Bunun üzerine azıcık ilerleyip Empire State Binası'na geldik. Hani şu 1931'de yapıldığında (1972'ye kadar) dünyanın en yüksek binası olmuş olan, anteniyle birlikte 443 metre yüksekliğe sahip NY'ın en meşhur gökdelenlerinden biri olan bina. Özelliği, gitmeden önce de okuduğumuz üzere, tepesine çıkıp tüm Manhattan'ı gözlemleyebiliyor olmanız. (http://www.esbnyc.com/) Tabi biz bunu böyle kıçıkırık Atakule gibi birşey zannetmişiz. Bir gittik, sokak boyu bir sıra var. Turistler basbayağı sıraya girmiş binaya çıkabilmek için. Nolur be tövbe tövbe diye bakındık önce, sıra boyunca gittik geldik gene. Sonra durduk tam dibine Empire'ın, aşağıdan yukarıya doğru bir fotoğrafını çekip, bunu da gördük görmedik demeyiz diyerek ilerledik sokakta. 
O aşamada NY'ın ya da ne bileyim ABD'nin şehirlerinin sokaklarının hakikaten de izlediğimiz şeylerdeki gibi olduğuna karar verdik, olabildiğince gerçeği yansıtıyormuş o görüntüler. Neden mi? Sokak ortasında sıkışık trafikte, iki yanımız gökdelenlerle çevriliyken, bir böyle belediyenin rezervuarlar ile ilgilenen arabası mı ne denir ya ondan vardı ve göğe doğru yükselen bir buhar borusu çıkıyordu yol ortasından. Tam böyle gözümün önünden Leonardo, Donatello, Michelangelo ve Raphael geçecekmiş gibi hissettim.
Sonra biraz daha ısrar ettim ben, hem madem önündeyiz diye Nihan ikna oldu Victoria's Secret mağazasına giriverdik. Sen senelerce yılbaşılarında oturup o showları izle, ondan sonra büyük bir beklentiyle mağazaya girince ne gör? Bildiğiniz milletin burada da netten sipariş edip aldığı parfümler, makyaj malzemeleri şu bu. Mağazanın arkasında doğru iyice ilerlerseniz ancak iç çamaşırlarıyla karşılaşıyorsunuz. Hani nerede o izlediğim ilginç ötesi şeyler? Yok. Tamam Koray'daki iç çamaşırları var demiyorum ama çok da şaşırtıcı birşey yok. Sadece işte bir camekanın içine Miranda Kerr'in showda giydiği kostümü koymuşlar sergiliyorlar. En büyük atraksiyon bu. Tüm hevesim gitti.
Biz de çıkıp 5th Avenue'dan devam edip Central Park'a çıktı. Önce East Drive'dan girip, parkın içinde dolaşarak müzeye - Metropolitan Museum of Art'a - gidelim dedik. İlk etapta çocuklar için yapılmış hayvanat bahçesi çıkıyor karşınıza. Çocuklarını dolaştıran aileler, etrafta koşturan çocuklar, yiyecek satanlar...diyeceğim ama sakın gözünüzün önünde AOÇ canlanmasın. Alakası yok. Tüm yol boyu film seti gibi mekanlardan geçiyorsunuz, Peter Pan heykelli kapı kemerleri, eskimiş taştan duvarlar, oturaklar...Neyse biraz ilerleyip geçtik tüm o cümbüşü biz.
Sonrası tam böyle park, bir yanımızda göl, etrafımız kurumuş, kışa teslim olmuş çimenler, ağaçlarla kaplıydı. İnsanlar tek tük, dolaşıyor, koşusunu yapan, fotoğrafını çeken. Rezil de olmayı ihmal etmedim tabi o noktada.  İki genç insan bizi herhalde yerlisi zannedip durdurup birşey sordular. Daha doğrusu o geçtiğimiz hayvanat bahçesini sormuşlar. Ben kızın sadece where is diye sorduğunu anlıyorum. İçimden de diyorum ki herhalde soracağı yeri unuttu ya da söyleyemiyor ingilizcesini. Where is where diyorum kıza ısrarla. Zoo'nun nesini anlamadım bilmem. Kızla bir süre birbirimize laf anlatmaya çalıştık. Korkmaya başladı kız, ben where is where diye ısrar edince. Nihan şurada geride dedi de sonra tırsmış halde bizden uzaklaştılar.
Gençleri de atlatınca baktık izlediğimiz yol parkın içine doğru kıvrılıyor. Eh The Met'in de parkın kenarında olduğunu biliyoruz haritadan, en iyisi çok içeri dalmayıp hemen şuradan parka bitişik şekilde ilerleyen 5th Avenue'ya çıkalım da öyle gidelim müzeye dedik. The Met'in aklımdaki klasik sahnesi Gossip Girl'de öğle yemekleri olan meyveli yoğurtlarını müzenin merdivenlerinde oturmuş yiyen Blair ve ekürisi. Nitekim müzeden çıkışta aynı pozu verdim, merdivenlere oturmuş elimde olmasa bile çantamda meyveli yoğurdum ile.

The Met - The Metropolitan Museum of Art - inanılmaz güzellikte bir bina. 1870'de kurulup, 1872'de kapılarını açmış. Gidip o dediğim merdivenlerden çıkıp kapısından giriyorsunuz. Hemen sol tarafta bilet almak için kiosklar var. Onların önünde gayet insan gibi sıraya giriyorsunuz. Oradan biletleriniz aldıktan sonra ki biz "general student admission" olarak aldık ve kişi başı 12 dolardı. Öyle yapmasanız da onların da yanında tam giriş katın sergisinin girişinde gişeler var, görevlilerden alabilirsiniz bilet. Sergi kısmına girerkense yine görevliler bekliyor ve bir M harfi olan rozetinizi veriyorlar. Onları takıp dolaşıyorsunuz müzeyi. Ama ben onu kaybetmişim o gün ya, valla çok üzüldüm ne güzel hatıra işte. (http://www.metmuseum.org/)

Saat 4'te başladık biz gezmeye, 6'yı geçerken müze mağazasını dolanıyorduk. Şunu diyebilirim uzun uzun anlatmak yerine, şa-ha-ne! İçeride önlerinde eriyip bittiğim, hep topraktan çıkardığımı, restore ettiğimi hayal ettiğim parçalar teker teker karşıma çıkıp durdu. Delirecektim, oraya bir köşeye oturup hep orada yaşamak istedim. NY'da doğmuş büyümüş, ya da tamam en azından üniversite falan okumuş olsaymışım dedim. Her gün gelirdim bir vakit bulup The Met'e. Dersimi de orada çalışırdım, müziğimi de orada dinler, yazılarımı bir oturağına oturup o güzelim eserlerin karşısında yazardım. Hayat da bana bu bozkır ortası Ankara'yı layık görmüş ya, daha da inanmıyorum hiçbir şeye.

The Met'in ana girişinden girip 1.katını dolaşmış oluyorsunuz. 2. ve 3. katlar bunun üstünde, girişin altında da bir kat var. 1.katta 17.-20.yy.lar arası Amerikan sanatı, tüm dünyadan silahlar ve zırhlar, Afrika-Okyanusya-Güney/Orta Amerika sanatı, Mısır sanatı, Avrupa heykel sanatı ve dekoratif sanatları, Ortaçağ sanatı, Robert Lehman koleksiyonu, Yunan ve Roma sanatı galerisinin bir kısmı ile çağdaş sanat galerisinin bir kısmı var. 2.katta Antik Yakın Doğu sanatı, kısa süreli resim sergileri, 1230'dan 1800'e Avrupa sanatına ait tablolar, İslam sanatı, müzikal aletler, 19.-20.yy.Avrupa resim ve heykel sanatı, fotoğraflar, Asya sanatının bir kısmı, Yunan ve Roma sanatının devamı ile çağdaş sanat galerisinin devamı var. 3.katta da geriye kalan Asya sanatı eserleri ile 17.-20.yy. Amerikan sanatı eserleri var. Elimizde plan olmasına rağmen çok karmaşık geldi bana katlar. Aynı yerde dolandığımız çok oldu. En dıştan dolansanı sırayla ortadakiler kalıyor, haydi bir daha geriye dön oralara gir yapıyorsunuz. Herşeyin resmini çekmeye çalıştık biz tabi, şimdi fotoğraflara bakıyorum da hakikaten ne var ne yok çekmişiz. Kendimi çok görmemiş hissettim şu an ama yapacak birşey yok, görmemiştik yani o kadar sanat eseri ömrümüzde.
Müzeden dönüşte Madison Avenue üzerinden saldık aşağıya. O cadde var ya günlerdir göremediğimiz lüks yerlerin olduğu caddeydi. NY'ın beyaz kesimine geldiğimizi anladık. Manken gibi insanlar yürüyor yanıbaşımızdan, iki taraflı en meşhur markaların ışıl ışıl mağazaları. Güzel bir gece yürüyüşü yapmış olduk, Times'a vardık sonunda.
Yemek için yine bir Irish pub bulup girdik ama valla en güzel oralar görünüyor. Elimizde olmadan giriyoruz yani. Böyle sıcacık bir görüntüsü oluyor hep irish pubların. Yalnız o akşamki pub'ın adını hatırlamıyorum, bir ara aklıma gelecek eminim o zaman yazarım. Orada yediğimiz hamburgerler NY'da yediklerimizin en güzeliydi de onu diyeceğim asıl. (Sonradan hatırladım, adı Connolly's. http://www.connollyspubandrestaurant.com/)
Yemekten sonra Barnes&Noble'a uğradık bir. Kitapçı, hem de dünyaca ünlü bir kitapçı bulmuşum girmeden gidersem olmaz diyerek Nihan'ı da içeri sürükledim. Gerçi nispeten çabuk çıkmamızı sağladı ama olsun. Orhan Pamuk kitaplarını gördük raflarda, orada NY'da. Bir yandan gıcık oluyorum ben Orhan Pamuk'a, hem de oralara kadar ulaşmış olmasına deli oldum. Hayır bu kıskançlık değil, hayır bunun yetenekle de alakası yok. Ondan hiçbir eksiğim olmadığını biliyorum, sizin de yok. Tek sorun, bazıları altın beşikte doğarken bazıları samanlıkta açıyor dünyaya gözlerini.
Halbuki mutluydum ben ya NY'da. Unutmuştum kadersizliğimi. Hatırlattın ya gene bana, lanet olsun sana.

"If you believe that you're just as good as they are, I guarantee you the rest is just gonna take care of itself." demişti Jack McPhee bir keresinde Dawson's Creek'te, mottomuz bu olsun da kendimize gelelim en azından :)

3 Mart 2013 Pazar

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm VII


NY'daki ikinci günümüzde otelin shuttle'ının bizi bıraktığı noktadan - Port Authority Bus Terminal'in yakınlarında Broadway'in üstünde - bu sefer serbestçe bir yürüyelim dedik. Bu arada shuttle'a gidiş-dönüş için kişi başı 12 dolar vermiştik. Başladık yürümeye, etrafa bakmaya. Ama sanırsam gene ters yöne yürüdük ki biz ilerledikçe kalabalık azaldı, daha bir şey olmayan tarafına doğru gittik merkezin. O aşamada Nihan bu yolda birşey yok bir paraleline geçelim dedi. Biz 8th Street üzerinde yürüyormuşuz. Hemen yanımıza dönünce karşılaştığımız ara sokağa girdik. Meğersem orası  48th West'miş ve biz onun üzerinde ilerlediğimizde Dan Stevens'ın koskocaman resmini gördüm ben bir duvarda. Allahım kendi nerede gerçeği de var mı diye resme koşturdum. O resim Walter Kerr Theatre'ın oyun afişlerinden biriydi. Dan Stevens, Jessica Chastain, David Strathairn ve diğerlerinin oynadığı The Heiress adlı oyunun (http://www.theheiressonbroadway.com/). Dan Stevens'ın ilk Broadway deneyimiydi bu. Twitterda bayadır takip ediyordum oynadığını ama NY'a giderken tamamen aklımdan çıkmıştı. Görmüşken kaçıramazdım, nolur nolur gidelim yer var mıdır acaba diye başladım tabi. Zaten planlarımız arasında bir Broadway şovu görmek vardı, bu ucuzluk biletlerinden bulmaya çalışacaktık. Ama bu oyun normal tiyatro oyunuydu, şov değildi. Olsun dedik sonuçta Broadway oyun izlemiş olacağız. Şansımızı denemek için girdik içeri, gişedeki teyzeye bilet var mı dedik. Ben açıkçası olmayacağını veya ne bileyim servete mal olacağını falan düşünmüştüm, hiç umutlu değildim. Ama bilet vardı hem de öğrenci kimliklerimizi gösterince yarı fiyatına, en önlerden öğrencilere ayrılmış kısımdan aldık. Hacettepe yüksek lisans kimliğim tee NY'larda geçerli gördüğünüz gibi ama şu kıytırık Ankara'da üzerine bir hologram yapıştırılmadan otobüste bile öğrenci saymıyorlar.
Oyun bileti 30 dolara geldi yani kişi başı. Akşam 8'deki oyun için biletlerimizi aldığımızda havalara uçuyordum. NY'daydık ve akşamına tiyatroya gidip, yıllardır (Sense&Sensibility'den beri) küçücük ekranımdan izlediğim pırıl pırıl adamı önümde kanlı canlı görecektim.
Sonra ilerleyip Broadway'e çıktık. Oranın üzerinde de biraz ilerledikten sonra bir yana girelim dedik. Yine tamamen tesadüfen West 55th üzerindeki McGee's ile karşılaşmasak mı! Nam-ı diğer How I Met Your Mother barı. Gelmeden önce okuyup görmek üzere not almıştım ama bulabileceğimizi düşünmemiştim, hani olur da vaktimiz olursa arayalım diyordum. Ciddi ciddi bulduk ya McLaren's ın esinlenildiği yeri. Tabi dışına bakınca tam öyle hayallerdeki gibi değil, inşaat demirleri falan var kapısı zor görünüyor. Ama içeri girince tam o pub havasını soluyorsunuz. Ben oraya da girebileceğimi düşünmemiştim ama iyiki yanımda Nihan vardı, bir çok şeye cesaret edemezdim yoksa. Girişte bir 15 dakika bekledik masa için ama beklemek kötü değildi, etrafı inceledik doya doya. Masamıza oturup da Mulberry Chicken'ımız ile Turkey Burger'ımızı kolalarımızla birlikte sipariş edince herşey o kadar güzeldi ki. NY'da, o hayallerin şehrinde, hep izleyip durduğumuz, hayatın resmen yaşandığı şehirde pubların en pubına oturmuş, yemeğimizi yiyor akşama Broadway'de izleyeceğimiz dünya starlarını düşünüyorduk. Baya bir oturduk McGee's de. Saatler nasıl geçti anlamadık. yemeğin üstüne iki cappuccino ile birlikte toplamda 55.18 dolar ödeyip kalktığımızda saat 4'e geliyordu. (http://www.mcgeespub.com/)
Kalkıp Broadway üzerinden Times'a döndük ve en turistik pozları çektik. O görüp de şaşkın şaşkın bakakaldığımızda ışıklı tabelaların olduğu meydan buymuş. Turist kalabalığı öyle bir hal alıyor ki adım atamaz oluyorsunuz. Herkes birbirine resim çektiriyor sanki, biz de bir grup kızınkini çekip kendimizinki çektirdik mesela. Sonra hemen meydanın oradaki Disney Shop'a girdik. Ama nasıl güzel, içerisinde tüm çocukluk anılarınızı bulabilirsiniz. Gerçi ben özellikle Brave'in eşyalarını beğendim o ayrı.
8'e kadar nereye gidelim diye düşünürken 8th üzerinde ilerleyip Central Park'a geldik. Önce Central Park'a girelim dedik, biraz yürüdük içinde ama sonra baktık hava kararıyor başımıza iş almayalım diye çıktık geri. Yavaş yavaş yürüyüp tiyatronun olduğu yere geldik. Artık oyun başlamalıydı.
"The Heiress" zengin ve saygın bir NY'lı doktorun tek varisi olan Catherine Sloper'ın öyküsü. Babası onu annesinin ölümünden - doğururken ölmüş çünkü - sorumlu tuttuğu gibi annesine de hiç benzemediği için karakter olarak neredeyse nefret ediyor. Hep mesafeli ve hiç onaylamıyor Catherine'i. Halası etrafında güya ama o da Catherine'e sevgi gösteriyor gibi görünse de aslında dışarıdan bakan herkes gibi görüyor onu, çirkin, silik ve bir işe yaramaz. Ruth ve Augustus Goetz tarafından yazılan oyun 1 kasımda açmış perdelerini ve son kez 9 şubatta sahnelendi. 2 saat 45 dakika sürüyor, 15 dakikalık bir ara verdiler. Henry James'in 1880 tarihli Washington Square adlı romanından uyarlanan oyun ilk defa Broadway'de 1947'de sahnelenmiş. Oyun 1850'de Washington Square'de Doktor Sloper'ın evinde geçiyor. Tek dekor var, evin salonu. Bu salona gelip gidenlerle, Catherine'ın kaderinin nereye yol aldığını izliyoruz. Zaman zaman komedi de oluyor, ilk başlarda bir Jane Austen havasında gider gibi görünse de. Ama sonra çok başka bir noktaya yol alıyor oyun ve beni en azından kendine hayran bırakıyor. Çok aşırı iyiydi demiyorum, gerçi bunu diyebilecek kapasitede olduğuma emin değilim tiyatro söz konusu olduğunda. Ama herşeyden etkilenmeye müsaittim oyunu izlerken. Tiyatronun içerisi şahaneydi örneğin. Tavan süslemeleri, perdeler...Karşımda iki adım ötemde Dan Stevens'ın o güzelim mavi gözleri...Jessica Chastain'in su gibi oyunculuğu...Nihan ikinci yarıda uyudu neredeyse ama bana bunlar yetti belki de. (Oyun ayrıca filmlere de uyarlanmış, 1949 ve 1997'de. Yalnız şu an resmen aydınlanma yaşıyorum izledim ki ben bunu oldum. Ben bu 1997'deki filmi izledim  ki. Yeni hatırladım iyi mi, vah bana.)



Oyun çıkışında shuttle'ın kalkış saatini kaçırmak üzere olduğumuzdan perde kapandığı anda fırlayıp yaklaşık 10 blok boyunca koştuk gecenin ayazında. Hala polisler falan nasıl durdurmadı şaşkınım.

The Heiress hakkında http://youtu.be/bL7R_Jvvbu8 , ve Dan Stevens'tan daha fazlasını isterseniz : http://thejunket.org/



makine

“Bir makineye inandığım için mi benden nefret ediyorsun? Tanrım, bir ölçü aletine, kadrana veya metreye her baktığında, arabana veya gemiye her bindiğinde bir makineye inanmış olmuyor musun?”

(Bu söz aynen şuradan : Teknolojiye ve Bürokrasiye Reddiye:Vulcan'ın Çekici)

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm VI

NY'daki ilk günümüzün sabahına uyandık demek istiyorum ama zaten ölü gibi uyuduğumuz için öğlene doğru kalktık. Valla bıraksalar ikimiz de o yataklarda bir hafta daha uyurduk herhalde ama içimizdeki Took kanı baskın çıktı Baggins kanına. Oralarda öyle kahvaltı geleneği olmadığından odadaki kahve makinesinde kahve yaparak ikimiz de yanımızda getirdiğimiz bir iki birşeyi masaya koyduk, yedik. Tabi kahve makinesinden kaynar halde kahve elde edebilmemiz birkaç gün sürdü, ilk gün de o yüzden ılık kahve içtik. Yalnız var ya döndüğümde her bir gözeneğimden kahve fışkırıyordu resmen, zaten hiç hazzetmem kahveden hepten nefret ettim. Çay insanıyım ben, demlik demlik çay içerim. Kahve de ne yahu, acı koyu birşey.
NY günlerimizin genel ritmini de bu ilk günden söyleyeyim ona göre düşünün gerisini. Sabahları öğlene doğru uyanıp, alelacele bir atıştırmanın ardından on iki bir civarı Manhattan'a geçtik her gün. Tüm gün sokakları arşınlayarak gece 11-12 civarında da otele geri dönüp, yorgunluktan bitmiş halde yatıp uyuduk. Ha ama böyle her gün dinlenmiş, iyi uyumuş kalktık. Kendimizi zorlamadık, gayet rahattık NY'da. Neyse devam ediyorum.
İlk gün lobiye inip, sorduk önce bir adaya nasıl gideriz diye. Otelin shuttle'ı varmış her gün. İsim yazdırıp bilet alıyoruz lobideki bakkal gibi bir kısımdan, hem gidiş hem dönüş için. Saatleri var, o listeye kaydediyorlar. Ya da otelin üst kısmındaki yolun bir yerine yürüyüp, bizdeki dolmuş-otobüs benzeri bir şey var ona binebiliyoruz. Biz ilk gün ne shuttle'ı gidelim adam gibi dolmuşumuza binelim dedik. Yolculuğun geneli itibariyle sizin de anlayacağınız üzere her defasında tam tersi yönde kararlar aldık biz. Bunda da öyle oldu.
Otelden çıkıp, yokuşu geçip, yolu yürüyüp ToysR Us'ın hemen yanıbaşına vardık. Böyle normal renkte bir dolmuşumsu araç durdu, bir teyze biniyordu. Bize de baktı teyze, gelin gelin Manhattan'a mı gideceksiniz dedi. Koştuk bindik. Böyle öğrencisi amcası teyzesi oturuyor. Biz de oturduk. Bir süre bakındık, parayı nasıl veriyoruz diye. Nihan öne sürücünün yanına gitti, sordu verdi. Bir süre daha bakındık bizden başka kimse para vermiyor gibiydi. Anlamadık, üstünde durmadık. Haa miktarı da sanırsam 6-7 dolar kadardı kişi başı.
Dolmuşumsu araç Port Authority Bus Terminal'in en altında bir yere iniyor biz de orada indik son durak diye. İlk günkü planımız adanın güney ucunu gezmekti. Emektar haritamızı açıp öyle kabaca bir bölüm yapmıştık, güney, orta, kuzey gibisinden. Otobüs terminalinde indikten sonra başladık 4 gün boyunca sürecek olan ; haritayı açıp, etrafımızdaki tabelaları okuyup yerimizi bulup nereye gideceğimize karar vermek şeklindeki ritüelimize.
Bu kısımda NY gezimizin geneline bir bakış yapayım diyorum. İlk etapta haritada - siz de bakarsanız - Manhattan hemen hemen 3 bölgeye ayrılmış gibi görünüyor: Adanın en güney ucundan neredeyse Chelsea bölgesine kadar olan Lower Manhattan, 23.Sokak'tan Central Park'ın başladığı 59.Sokak'a kadarki alanı kaplayan orta kısım, Central Park'tan itibaren yukarısı. Yani en azından bize böyle göründü. Buna dayanarak da ilk gün güneyi, ikinci gün ortayı, üçüncü gün de kuzeyi gezip son günümüzde bir Brooklyn yapalım diyerek yola çıktık. Ama tabi evdeki hesap çarşıya uymuyor.
İlk gün Port Authority'de indikten sonra metroya binip, 11 eylül anıtının olduğu yerin ki şimdiki adı Ground Zero, en yakınındaki istasyonda indik. Manhattan'da metro her yere gitmek için en iyi araç. Biz ilk gün inceleyip 7 günlük sınırsız biletten almaya karar verdik. Böylece 4 gün içinde her yere metroyla gittik, bir daha da bilet doldurma ya da bilet alma işlemi yapmamıza gerek kalmadı. Metro hattına bu adresten http://www.mta.info/nyct/maps/submap.htm ulaşılabilir. Bilet bir kenarında delik olan kağıttan bir şey, üzerinde MetroCard yazıyor zaten. 7 günlük bu sınırsız bilet 29 dolardı. Tek biniş için normalde 2,5 dolar veriyorsunuz.
Biz sanıyorum kırmızı hat üzerinden gidip Chambers Street istasyonunda indik. Sokağa çıktığımızda ilk 10 dakika boyunca deliler gibi etrafımızda yükselen gökdelenlere ağzımız açık bakakalıp, sonraki 10 dakika her açıdan fotoğraflarını çektik. Kendimizi toparlayabildiğimizde ilk hedefimiz Ground Zero'ydu. Haritadan baka baka ilerledik sokaklarda ama aynı yerde daire çizip durduk. Çünkü o gördüğümüz inşaat alanının turistik bir işlevi olabileceğine ihtimal vermiyorduk. Orada hemen bir information büfesi duruyor, insanlar önünü kapatmış. Yanaşıp broşür falan aldık biz. Bu arada hemen oradaki hotdogcu amcaya hürmetlerimi sunuyorum buradan, pek sevimli bir insandı, burnum akıyor diye peçete istedim bir dolu peçeteyi çıkarıp verdi, sağol amca.
Sonra güvenlik görevlisi olan bir tanesine gittik sorduk, önce şu ilerdeki sokaktan bilet alıyorsunuz, gelip şuradan anıta giriyorsunuz diye anlattı. Bulamazsanız yolu beni arayın dedi. Haa bilet mi var bir de olduk biz, devam ettik tarif ettiği yere. Böyle hatıra eşyalarının falan olduğunu tahmin ettiğim müzemsi bir yere gelmiş olduk. Oraya girebilmek için sokak boyu sıra vardı, sıra boyunca yürüyüp bakındık, yok biz bunu beklemeyiz deyip fotoğrafını çektik, serbest yürüyüşümüze başladık.
11 eylül anıtını görmüş kadar olduktan sonra gidip bari Özgürlük Anıtı'nı görelim dedik NY'da yapılabilecek en turistik aktivitelerden biri diye. Trinity Place üzerinden yürüyüp Battery Park'a ulaşmadan önce yolda bir müze gördük. Hemen turist havamıza girip koşturduk içine. Gördüğümüz yer Smithsonian Enstitüsü'nün National Museum of The American Indian müzesiydi. Yani kısacası Kızılderili Müzesi. Valla beklediğimizden çok daha güzel çıktı. İçinde Kızılderilerin bölgelere ve zamanlara göre ayrılmış eşyaları, giysileri sergileniyordu. Nihan'a moda konusunda oldukça güzel fikirler verdi giysiler mesela. Müze sabah 10'dan akşam 5'e açık. Girişe de para vermiyoruz. Sadece güvenlik var baya bir, üstümüzdeki herşeyi çıkarmak durumunda kalıyoruz o kadar. (http://nmai.si.edu/visit/newyork/)
Bu sırada hava bozmuş, yağmur atıştırmaya başlamıştı biz müzeden çıkıp elinde meşale olan hanıma görmek üzere giderken. Battery Park'ın limanından Özgürlük Anıtı'nın olduğu adaya feribotlar kalkıyor - ha hatırlatıyorum ben o araçlara ne deniyor bilmediğimden feribot diyorum ve kalktığı yere de liman diyorum. Kıyıya bir geldik, duyuru koymuşlar. Bu Sandy miydi neydi en son olan kasırga, onun yüzünden adaya gidiş yokmuş. Parkta dikilip, uzaktan Özgürlük Anıtı'nı da fotoğraflarken biz, kar yağmaya başlamıştı. Ve adada saatler geçirmiş olmamıza rağmen henüz tek bir turistik yer bile görememiştik.
O havada dışarıda durmayalım diye metroya indik gene diye hatırlıyorum ben ama emin değilim. Metroyla Chinatown'ın yakınındaki bir istasyonda sanırım Canal Street istasyonlarından birinde indik. Çıktığımızda deliler gibi yağmur yağıyordu. Gene de azimle Chinatown neresiymiş diye dolandık durduk. Sokaklarda ilerledikçe böyle bizim bir milyoncuların sıra sıra dizildiği, tuhaf kokuların hakim olduğu bir ortama düştüğümüzü anladığımızda Chinatown denen yere de geldiğimize karar verdik. Belki de yağmurdan, üşümüşlüğümüzden pek sarmadı oralar bizi. Ya da alışık olduğumuz bir görüntüydü o, görmeyene, Avrupa'dan falan gelene değişik gelir belki ama buralarda gayet bildiğimiz bir konsept. Peh diyerek devam ettik, yolu sola kırıp, Little Italy denen kısma gitmeye çabaladık. Orası biraz daha iyiydi. Yani normal iki sokak, iki yanlı bir sürü restaurant-kafe. Hepsinde de bir İtalyan atmosferi, havası. İki kere önlerinden geçip, inceledikten sonra bir tanesine girdik. Ne yazık ki adını hatırlamıyorum, not da almamışım. Yoksa sakın gitmeyin diyecektim (Sonradan gelen edit: açtım fişlere baktım. Restaurantın adı Novella'ymış. 191 Grand Street üzerinde. Sitesi şöyle: http://novellarestaurant.com/). Ortam gayet güzel, loş bir ışık, insanlar oturuyor, camdan dışarıdaki yağmur görülüyor. İçerisi sıcak, hafif bir müzik var. Ama o makarna hiçbir şeye benzemiyor! Nasıl kötüydü anlatamam. Böyle beyaz bir sıvı içinde tatsız tuzsuz makarnalar - Fettucine Alfredo. Valla iki üç çataldan sonra bıraktım, kolamı içtim. Sular zaten çeşmeden, böyle bir kireçli klorlu tat var. Neyse en azından ısındık dedik biz, aç kaldık ama dışarıdaki yağmurdan adamakıllı ıslanmıştık (Hesap 30.45 dolardı).
Akşam olmaya başladığı için gece karanlığında Times Meydanı'nın ışıklarına bakalım diye kuzeye doğru çıktık İtalyan yemeğinden sonra. Çıktığımız noktayı tam hatırlamıyorum ama - yine metroyla gittik yani - Trinity Kilisesi'nin yakınlarına çıkmış olmalıyız ki amacımız Rockefeller'i ve şu tvde hep gördüğümüz ışıklı tabelalı Times Meydanı görüntüsünü bulmak için yürürken kiliseye rastgeldik. Yalnız bu aşamada aklımda bir karışıklık belirdi, demeden geçemeyeceğim. Sanki biz Trinity'ye Chinatown'dan önce gittik çünkü kiliseyi gezerken hava aydınlıktı, Little Italy'de kararmıştı. Neyse, aklımı mazur görün.
Efenim bu Trinity Kilisesi'yle biz tamamen tesadüf eseri karşılaştık. Hatta şimdiden diyeyim, NY'da ne bulduk ne gezdikse hep böyle tesadüfen karşımıza çıktı. O yüzden gezerken ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Wikipedia diyor ki 1846'da yapılmış, "Parish" kilisesi diyor ayrıca ama ben onun ne olduğu bilmiyorum, vaktim olursa günün birinde araştırır öğrenirim. Neyse, içeride ibadetini yapanlar da vardı, bizim gibi aval aval içeriye bakanlar da. Bir köşede de böyle korku filmlerinde arkadan çalan bir müzik olur ya hep, ondan çalan bir adam vardı piyanonun başında ayakta durmuş. İçerisi loş, ilk defa bir kiliseye girdim sanırsam, Efes'teki Meryem Ana sayılmıyor değil mi. Ama oldukça güzel bir görüntü bana sorarsınız. İki yana sıralanmış oturma yerleri, en karşınızda da gayet güzel bir vitraylı (öyle deniyor değil mi) kısım. Biz önce bir etrafını dolaştık, ileride yanlarda başka odalar var. Sonra gelip o sıralara oturduk. Önümüzde bir sürü kitap vardı, ilahiler, inciller, bir dolu. Oturduk dua edenlere, etrafı gezenlere, o renkli camlı kısma baktık bir süre.
Çıktığımızda da bahçesindeki mezarlara konmuş güvercinleri çektik. Ben bitiyorum zaten bu diğer ülkelerdeki mezarlıklara. Bizim ailenin gömüldüğü köydeki mezarlıklardan sonra buralar bana çay bahçesi gibi geliyor. Bizim köyde bildiğiniz dağın en tepesindeki bir yere, ağaçların arasına, yokuşa dimdik yaparlar mezarları. Düz yer olmadığından böyle mezara tutunmazsanız cumburlop karadenizin sularına düşüverecekmişsiniz gibi olur. Zaten yürüyecek dikilecek yer yoktur ki mezarlıkta, bir karmaşıklık, bulduğun iki avuç toprağa her geleni göm şeklinde. Oysa hristiyan mezarlıkları öyle mi? Trinity'den sonra bir başka kiliseye, sanırsam St.Bart's dedikleri St. Bartholomew Kilisesi'ydi, rastladık mesela. İçine girmedik ama oranın da mezarlığına ağzım açık baktım ben. St.Bart's da 1903'te yapılmış bir "Episcobal" kilisesiymiş, bu da ne bilmiyorum ama protestan olduğunu söyleyebilirim.
Hava iyice karardığında biz usul usul yağan yağmurun altında Rockefeller'ı arıyorduk. Onun da etrafında baya bir dolandık tabi bulana kadar. Rockefeller geceleri o kadar güzel aydınlatılıyor ki hayran kalmamak elde değil. Önünde buz pisti vardı, bir de kocaman ama hakikaten kocaman bir Noel ağacı. Bir sürü ışık, rengarenk. Neredeyse Oz ülkesindeyiz. Tabi bir de NBC'nin mağazası vardı orada hemen Rockefeller'ın alt katında. NBC'nin tüm dizilerinin eşyaları satılıyor, hatta üst katında da stüdyosu var konuk olabiliyorsunuz. Biz önce bir kendimizi kaybettik tüm o izlediğimiz dizilerin tişörtleri, kupaları, her birşeyleri arasında. Onu alalım bunu da alalım diye dolandık ama kendimizi tutmayı başardık, yani en azından ben bir Back To The Future tişörtü ile çıkabildim (Ki 25 dolardı.). Ama Nihan Community reyonunda resmen kayboldu. Hatta oradaki görevlilerden biri olan bir adam bile muhabbet etti bizle o yüzden. Nereden geldik ne yapıyoruz falan diye. Bir de üst katta böyle film posterleri ve resimleri var, oradaki kafaların yerine sizinkileri koyup hatıra olarak basıyorlar. Bir Star Wars resmine girdik biz böylece, ben Mace Windu oldum, Nihan da adını bilmediğim bir uzaylı karakter :) Onun da iki tanesine 38.05 dolar verdik.
Dönüşümüze geçmişken öyle bir yağmur yağıyordu ki yürüyemedik neredeyse. Yine sabah indiğimiz otobüs terminaline gidip bir otobüse binelim dönelim dedik otele ama daha 10 dakika yürüyemeden bir Zara'ya sığındık. Gene de gitmemiz gerekiyordu, terminalin oraya gittiğimizde aç olduğumuzu da hesaba katarak - tüm gün birşey yememiştik çünkü o salak makarna dışında - terminalin hemen karşısındaki 8th Avenue'daki Heartland Brewery'ye oturduk. Alın işte size tam dizilerde izlediğimiz gibi bir ortam. Mekanın isminin yazdığı bardak altlıkları, ikide bir gelip yemekler nasıl olmuş beğendiniz mi diye sora aşçı amca, dip dibe oturduğumuz masalardaki son sürat muhabbet eden işten çıkmış insanlar, loş loş parlayan lambalar. Ben sandwich istedim Nihan da hamburger. Tabi birer de kola. İdare eder gibiydi yediklerimiz, ya da çok açtık ister istemez hoşumuza gitti. Ama bitiremedim ben gene de, paket yapalım  dediler ve o an işte ilk şoklarımdan birini yaşadım. Bitiremezsen o yemek seninle gelecek, buralarda adet bu. Almadan kaçtık ama çok pis baktılar, gördüm (Buradaki hesap da 39.20 geldi.).
Karnımızı doyurmuştuk ama çilemiz yeni başlıyormuş. Otobüs terminaline gittik, önce girişteki information'daki teyzeye sorduk. Tarif eder gibi yaptı dediği yere gittik, nerden bilet alacağız her gişe kapanmış. Hatlar hep numaralandırılmış ve isim yazmıyor nereye gidiyor diye. NY'ın bu otobüs şeysi o kadar karmaşık ki aman aman düşman başına. Port Authority'de temiz bir yarım saat dolandık. Alt kat üst kat, sonunda otobüslerin kalktığı kısma geldik. Böyle yan yana kapılar, kapıların dışında duruyor otobüsler. Kapıların önünde içeride sıralar oluşmuş oluyor. Biletinizi hat numarasına göre almanız gerekiyor ve saatler de kapıların yanındaki listelerde yazıyor. Ama biz bir türlü bulamadık North Bergen'e nasıl gideriz, otele en yakın nerede inebiliriz diye. Elimizde sabah lobiden aldığımız harita vardı, şöforlere falan onu gösterip tarif ettik hep. Neredeyse 2 saatin sonunda bir otobüs bulup binebilmiştik ama hem ıslak hem de üşümüştük. Bir de orada bekle burada bekle, homelesslardan beter hale gelmiştik.
Ama gene bitmedi çile. Otobüsle gittik gittik, daha önceki bölümlerde dedim ya otelin yeri bir ters diye, otele gidebilmek için en yakın inebileceğimiz durak otelin üst yolunun da üstünde bir nokta. Gecenin bir vakti bir indik, çılgınlar gibi yağmur yağıyor. Ben öyle yağmur görmedim arkadaş. Artık okyanus havasından mı nedir su boşaltıyorlar üstümüze. Ve otel neredeyse bir kilometre aşağıda. Daha da kötüsü geçecek yol yok. O an etrafımıza allahım kaldık burada ne olacak şimdi bakışları atarken beyaz tavşanları gördük. Bir grup genç insan bizim otele kadar olan diğer otellerin bahçesine dalıyordu. Hemen peşlerine takıldık gayet normalmiş gayet biz de onlardanmışız gibi. Hiç ses çıkarmadan peşpeşe yürüyen birbirini tanımayan bir grup insan. Yangın merdivenlerinden, ara koridorlardan, servis kapılarından geçen bir grup ıslak genç. Bir noktada iki gruba ayrılıp odalarına girmesinler mi! Diğer otelin bir koridorunda kalakaldık. Ama yılmadık devam ettik bir çıkış bulacaktık. Nitekim bulduk da, sağolsun o gençler neredeyse tüm yolu göstermiş oldular bize. Odamıza gittiğimizde bir saattir duş alıyor gibiydik. Her bir noktamız ıslanmış, harap olmuş haldeydi.
Bu yüzden ertesi gün ve ondan sonraki her gün Manhattan'a otelin shuttle'ı ile gidip geldik.


Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I
Bölüm II
Bölüm III
Bölüm IV
Bölüm V

Bölüm VII

Biz de tuttuk "Uçurtmanın Kuyruğu"ndan

Bu akşam 75.Yıl Sahnesi'ndeydi Pervasız Tiyatro. Az gidiyorum tiyatroya belki, hiç gitmiyorum neredeyse izlediğim film sayısına oranlarsak ama gidince de böyle hep iyi ki gitmişim diyorum, iyi ki bu oyunu seçmişim. Bu sefer de öyle oldu, İlker Ayrık ve Aykut Taşkın'ı o ufacık ama şahane eşyalarla dolu sahnede 2 saat boyunca çok çok mutlu olarak izledim, hep birlikte güldük, hep birlikte hüzünlendik. Onlar sahnede, biz oturuyor değildik. Sanki okulda, boş derste  sınıfın iki haşarısı çıkmış tahtanın önüne, biz de sıralarımızdan onlara katılıyorduk. "Uçurtmanın Kuyruğu" şahane bir oyunmuş, belki bunun tam farkında olmayarak gittim ben oyuna ama çıktığımda anlamıştım.
Tiyatroya biraz soğuk baktım hep, sinema aşk gibi benim için. Ama bu gece onu da anladım, tiyatrodan hoşlanmadığım için soğuk değilmişim, utandığım için gitmekten korkuyormuşum. Hakikaten, Aykut Taşkın'ın sahneye çıktığı ilk dakikalarda panik atak geçiriyorum zannettim (geçirilir mi bilmiyorum onun gibi birşey işte). Sahnede olan oydu ama ben oturduğum yerde onun yerine heyecan duyuyordum. Tek başına, koca salonda çıt yokken herkes ona bakarken nasıl duruyordu ki diyordum içimden. İşte sanırım bu panik duygusu beni tiyatrodan uzak tutan şimdiye kadar, bu utangaçlık. Sinema perdesi sizi herşeyden korur, perdenin ardından sesleri duyarsınız ama oraya gidemezsiniz. Tiyatroda o perde ortadan kalkıyor; karşımda gerçekten atan kalpler, birşeyler söylemeye çalışan bakışlar buluyorum. Deliler gibi korkuyorum, elim ayağıma dolaşıyor.
Ama yeniyorum bunu, böyle oyunlar ve böyle oyuncular olduğu sürece korkmak güzel geliyor.

"Uçurtmanın Kuyruğu" 9 ve 16 martta 75.yıl sahnesinde olmaya devam edecek.

My Dearest Nemesis {그놈은 흑염룡 } (2025)

 Baek Su Jeong kızımız liseye gidiyor. Küçük erkek kardeşi ve elektrikçi babası ile yaşıyor ve annesinin küçükken kaybettiklerinden okulda f...