9 Mart 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm VIII

NY'daki 3.günümüzde yine Broadway ile 41th Street'in kesişiminde Counter Burger'in önünde otelin shuttle'ından indikten sonraki düşüncemiz, bugün artık şu meşhur müzelere ve Central Park'a gidelimdi. Yol üstünde de gördüğümüz yerlere bakacaktık.
Tabi indiğimiz noktadan kuzeye doğru gitmemiz gerekiyordu Central Park'a gidebilmek için ama biz önce güneye gittiğimiz için Broadway üzerinden, bir noktada Broadway ile 5th Avenue'nun kesişimine denk geldik. Oralarda bir Macy's ve bir Victoria's Secret mağazası var. Ben tuttursam da Victoria's Secret'a bakalım diye Nihan yok artık daha neler dedi. Bunun üzerine azıcık ilerleyip Empire State Binası'na geldik. Hani şu 1931'de yapıldığında (1972'ye kadar) dünyanın en yüksek binası olmuş olan, anteniyle birlikte 443 metre yüksekliğe sahip NY'ın en meşhur gökdelenlerinden biri olan bina. Özelliği, gitmeden önce de okuduğumuz üzere, tepesine çıkıp tüm Manhattan'ı gözlemleyebiliyor olmanız. (http://www.esbnyc.com/) Tabi biz bunu böyle kıçıkırık Atakule gibi birşey zannetmişiz. Bir gittik, sokak boyu bir sıra var. Turistler basbayağı sıraya girmiş binaya çıkabilmek için. Nolur be tövbe tövbe diye bakındık önce, sıra boyunca gittik geldik gene. Sonra durduk tam dibine Empire'ın, aşağıdan yukarıya doğru bir fotoğrafını çekip, bunu da gördük görmedik demeyiz diyerek ilerledik sokakta. 
O aşamada NY'ın ya da ne bileyim ABD'nin şehirlerinin sokaklarının hakikaten de izlediğimiz şeylerdeki gibi olduğuna karar verdik, olabildiğince gerçeği yansıtıyormuş o görüntüler. Neden mi? Sokak ortasında sıkışık trafikte, iki yanımız gökdelenlerle çevriliyken, bir böyle belediyenin rezervuarlar ile ilgilenen arabası mı ne denir ya ondan vardı ve göğe doğru yükselen bir buhar borusu çıkıyordu yol ortasından. Tam böyle gözümün önünden Leonardo, Donatello, Michelangelo ve Raphael geçecekmiş gibi hissettim.
Sonra biraz daha ısrar ettim ben, hem madem önündeyiz diye Nihan ikna oldu Victoria's Secret mağazasına giriverdik. Sen senelerce yılbaşılarında oturup o showları izle, ondan sonra büyük bir beklentiyle mağazaya girince ne gör? Bildiğiniz milletin burada da netten sipariş edip aldığı parfümler, makyaj malzemeleri şu bu. Mağazanın arkasında doğru iyice ilerlerseniz ancak iç çamaşırlarıyla karşılaşıyorsunuz. Hani nerede o izlediğim ilginç ötesi şeyler? Yok. Tamam Koray'daki iç çamaşırları var demiyorum ama çok da şaşırtıcı birşey yok. Sadece işte bir camekanın içine Miranda Kerr'in showda giydiği kostümü koymuşlar sergiliyorlar. En büyük atraksiyon bu. Tüm hevesim gitti.
Biz de çıkıp 5th Avenue'dan devam edip Central Park'a çıktı. Önce East Drive'dan girip, parkın içinde dolaşarak müzeye - Metropolitan Museum of Art'a - gidelim dedik. İlk etapta çocuklar için yapılmış hayvanat bahçesi çıkıyor karşınıza. Çocuklarını dolaştıran aileler, etrafta koşturan çocuklar, yiyecek satanlar...diyeceğim ama sakın gözünüzün önünde AOÇ canlanmasın. Alakası yok. Tüm yol boyu film seti gibi mekanlardan geçiyorsunuz, Peter Pan heykelli kapı kemerleri, eskimiş taştan duvarlar, oturaklar...Neyse biraz ilerleyip geçtik tüm o cümbüşü biz.
Sonrası tam böyle park, bir yanımızda göl, etrafımız kurumuş, kışa teslim olmuş çimenler, ağaçlarla kaplıydı. İnsanlar tek tük, dolaşıyor, koşusunu yapan, fotoğrafını çeken. Rezil de olmayı ihmal etmedim tabi o noktada.  İki genç insan bizi herhalde yerlisi zannedip durdurup birşey sordular. Daha doğrusu o geçtiğimiz hayvanat bahçesini sormuşlar. Ben kızın sadece where is diye sorduğunu anlıyorum. İçimden de diyorum ki herhalde soracağı yeri unuttu ya da söyleyemiyor ingilizcesini. Where is where diyorum kıza ısrarla. Zoo'nun nesini anlamadım bilmem. Kızla bir süre birbirimize laf anlatmaya çalıştık. Korkmaya başladı kız, ben where is where diye ısrar edince. Nihan şurada geride dedi de sonra tırsmış halde bizden uzaklaştılar.
Gençleri de atlatınca baktık izlediğimiz yol parkın içine doğru kıvrılıyor. Eh The Met'in de parkın kenarında olduğunu biliyoruz haritadan, en iyisi çok içeri dalmayıp hemen şuradan parka bitişik şekilde ilerleyen 5th Avenue'ya çıkalım da öyle gidelim müzeye dedik. The Met'in aklımdaki klasik sahnesi Gossip Girl'de öğle yemekleri olan meyveli yoğurtlarını müzenin merdivenlerinde oturmuş yiyen Blair ve ekürisi. Nitekim müzeden çıkışta aynı pozu verdim, merdivenlere oturmuş elimde olmasa bile çantamda meyveli yoğurdum ile.

The Met - The Metropolitan Museum of Art - inanılmaz güzellikte bir bina. 1870'de kurulup, 1872'de kapılarını açmış. Gidip o dediğim merdivenlerden çıkıp kapısından giriyorsunuz. Hemen sol tarafta bilet almak için kiosklar var. Onların önünde gayet insan gibi sıraya giriyorsunuz. Oradan biletleriniz aldıktan sonra ki biz "general student admission" olarak aldık ve kişi başı 12 dolardı. Öyle yapmasanız da onların da yanında tam giriş katın sergisinin girişinde gişeler var, görevlilerden alabilirsiniz bilet. Sergi kısmına girerkense yine görevliler bekliyor ve bir M harfi olan rozetinizi veriyorlar. Onları takıp dolaşıyorsunuz müzeyi. Ama ben onu kaybetmişim o gün ya, valla çok üzüldüm ne güzel hatıra işte. (http://www.metmuseum.org/)

Saat 4'te başladık biz gezmeye, 6'yı geçerken müze mağazasını dolanıyorduk. Şunu diyebilirim uzun uzun anlatmak yerine, şa-ha-ne! İçeride önlerinde eriyip bittiğim, hep topraktan çıkardığımı, restore ettiğimi hayal ettiğim parçalar teker teker karşıma çıkıp durdu. Delirecektim, oraya bir köşeye oturup hep orada yaşamak istedim. NY'da doğmuş büyümüş, ya da tamam en azından üniversite falan okumuş olsaymışım dedim. Her gün gelirdim bir vakit bulup The Met'e. Dersimi de orada çalışırdım, müziğimi de orada dinler, yazılarımı bir oturağına oturup o güzelim eserlerin karşısında yazardım. Hayat da bana bu bozkır ortası Ankara'yı layık görmüş ya, daha da inanmıyorum hiçbir şeye.

The Met'in ana girişinden girip 1.katını dolaşmış oluyorsunuz. 2. ve 3. katlar bunun üstünde, girişin altında da bir kat var. 1.katta 17.-20.yy.lar arası Amerikan sanatı, tüm dünyadan silahlar ve zırhlar, Afrika-Okyanusya-Güney/Orta Amerika sanatı, Mısır sanatı, Avrupa heykel sanatı ve dekoratif sanatları, Ortaçağ sanatı, Robert Lehman koleksiyonu, Yunan ve Roma sanatı galerisinin bir kısmı ile çağdaş sanat galerisinin bir kısmı var. 2.katta Antik Yakın Doğu sanatı, kısa süreli resim sergileri, 1230'dan 1800'e Avrupa sanatına ait tablolar, İslam sanatı, müzikal aletler, 19.-20.yy.Avrupa resim ve heykel sanatı, fotoğraflar, Asya sanatının bir kısmı, Yunan ve Roma sanatının devamı ile çağdaş sanat galerisinin devamı var. 3.katta da geriye kalan Asya sanatı eserleri ile 17.-20.yy. Amerikan sanatı eserleri var. Elimizde plan olmasına rağmen çok karmaşık geldi bana katlar. Aynı yerde dolandığımız çok oldu. En dıştan dolansanı sırayla ortadakiler kalıyor, haydi bir daha geriye dön oralara gir yapıyorsunuz. Herşeyin resmini çekmeye çalıştık biz tabi, şimdi fotoğraflara bakıyorum da hakikaten ne var ne yok çekmişiz. Kendimi çok görmemiş hissettim şu an ama yapacak birşey yok, görmemiştik yani o kadar sanat eseri ömrümüzde.
Müzeden dönüşte Madison Avenue üzerinden saldık aşağıya. O cadde var ya günlerdir göremediğimiz lüks yerlerin olduğu caddeydi. NY'ın beyaz kesimine geldiğimizi anladık. Manken gibi insanlar yürüyor yanıbaşımızdan, iki taraflı en meşhur markaların ışıl ışıl mağazaları. Güzel bir gece yürüyüşü yapmış olduk, Times'a vardık sonunda.
Yemek için yine bir Irish pub bulup girdik ama valla en güzel oralar görünüyor. Elimizde olmadan giriyoruz yani. Böyle sıcacık bir görüntüsü oluyor hep irish pubların. Yalnız o akşamki pub'ın adını hatırlamıyorum, bir ara aklıma gelecek eminim o zaman yazarım. Orada yediğimiz hamburgerler NY'da yediklerimizin en güzeliydi de onu diyeceğim asıl. (Sonradan hatırladım, adı Connolly's. http://www.connollyspubandrestaurant.com/)
Yemekten sonra Barnes&Noble'a uğradık bir. Kitapçı, hem de dünyaca ünlü bir kitapçı bulmuşum girmeden gidersem olmaz diyerek Nihan'ı da içeri sürükledim. Gerçi nispeten çabuk çıkmamızı sağladı ama olsun. Orhan Pamuk kitaplarını gördük raflarda, orada NY'da. Bir yandan gıcık oluyorum ben Orhan Pamuk'a, hem de oralara kadar ulaşmış olmasına deli oldum. Hayır bu kıskançlık değil, hayır bunun yetenekle de alakası yok. Ondan hiçbir eksiğim olmadığını biliyorum, sizin de yok. Tek sorun, bazıları altın beşikte doğarken bazıları samanlıkta açıyor dünyaya gözlerini.
Halbuki mutluydum ben ya NY'da. Unutmuştum kadersizliğimi. Hatırlattın ya gene bana, lanet olsun sana.

"If you believe that you're just as good as they are, I guarantee you the rest is just gonna take care of itself." demişti Jack McPhee bir keresinde Dawson's Creek'te, mottomuz bu olsun da kendimize gelelim en azından :)

2 yorum:

  1. 2015 yılının sonbaharında bir haftalık gezinin sonunda "NY'den geri dönmesem ne olur?" demişliğim vardır. Sanırım sizin de olmuştur. Benim için oraları dünya gözüyle görmek ve var olduğunu bilmek mutluluk verici. Umarım gezmeye değil belli bir süre kalmaya da gitmek nasip olur. Her ne kadar sevmesem de Orhan Pamuk için şunu diyebilirim: Hiç bir başarı sebepsiz değildir. O kitabın oralarda olması şansı ile açıklamak yetersizdir. Genel olarak Kitabevlerinin raflarını varlıklı insanların eserleri kaplamıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kısmen katılıyorum ama - kıskançlığımın da etkisiyle - kısmen katılmıyorum Orhan Pamuk konusunda. Tamam belki hakikaten çok iyi yazıyordur, hakkı teslim edilmesi gereken bir edebiyatçıdır belki ama bana gene de sanki doğduğu kişi olmasa şu an olduğu yere gelemezmiş veya gelmesi çok daha zor olurmuş gibime geliyor. Sanırım bana dokunan bu.
      O "geri dönmesem" hissi bir kere çörekleniyor insana ve sonra hiç gitmiyor. En azından bende öyle oldu hep. NY'da dolaşırken hissettiklerimi bir daha hiç hissedemeyeceğimi bilmek, üzerine bir de keşke yaşayabilseydim be diye hayıflanıp, şu an yaşamak zorunda olduğum yere ve hayata lanet etmek...çok sinir bozucu. O yüzden umarım ben de aynı şekilde, size de bana da oralarda bir dünya gözüyle yaşamak mümkün olur :)

      Sil

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...