NY'daki ilk günümüzün sabahına uyandık demek istiyorum ama zaten ölü gibi uyuduğumuz için öğlene doğru kalktık. Valla bıraksalar ikimiz de o yataklarda bir hafta daha uyurduk herhalde ama içimizdeki Took kanı baskın çıktı Baggins kanına. Oralarda öyle kahvaltı geleneği olmadığından odadaki kahve makinesinde kahve yaparak ikimiz de yanımızda getirdiğimiz bir iki birşeyi masaya koyduk, yedik. Tabi kahve makinesinden kaynar halde kahve elde edebilmemiz birkaç gün sürdü, ilk gün de o yüzden ılık kahve içtik. Yalnız var ya döndüğümde her bir gözeneğimden kahve fışkırıyordu resmen, zaten hiç hazzetmem kahveden hepten nefret ettim. Çay insanıyım ben, demlik demlik çay içerim. Kahve de ne yahu, acı koyu birşey.
Biz sanıyorum kırmızı hat üzerinden gidip Chambers Street istasyonunda indik. Sokağa çıktığımızda ilk 10 dakika boyunca deliler gibi etrafımızda yükselen gökdelenlere ağzımız açık bakakalıp, sonraki 10 dakika her açıdan fotoğraflarını çektik. Kendimizi toparlayabildiğimizde ilk hedefimiz Ground Zero'ydu. Haritadan baka baka ilerledik sokaklarda ama aynı yerde daire çizip durduk. Çünkü o gördüğümüz inşaat alanının turistik bir işlevi olabileceğine ihtimal vermiyorduk. Orada hemen bir information büfesi duruyor, insanlar önünü kapatmış. Yanaşıp broşür falan aldık biz. Bu arada hemen oradaki hotdogcu amcaya hürmetlerimi sunuyorum buradan, pek sevimli bir insandı, burnum akıyor diye peçete istedim bir dolu peçeteyi çıkarıp verdi, sağol amca.
Sonra güvenlik görevlisi olan bir tanesine gittik sorduk, önce şu ilerdeki sokaktan bilet alıyorsunuz, gelip şuradan anıta giriyorsunuz diye anlattı. Bulamazsanız yolu beni arayın dedi. Haa bilet mi var bir de olduk biz, devam ettik tarif ettiği yere. Böyle hatıra eşyalarının falan olduğunu tahmin ettiğim müzemsi bir yere gelmiş olduk. Oraya girebilmek için sokak boyu sıra vardı, sıra boyunca yürüyüp bakındık, yok biz bunu beklemeyiz deyip fotoğrafını çektik, serbest yürüyüşümüze başladık.
11 eylül anıtını görmüş kadar olduktan sonra gidip bari Özgürlük Anıtı'nı görelim dedik NY'da yapılabilecek en turistik aktivitelerden biri diye. Trinity Place üzerinden yürüyüp Battery Park'a ulaşmadan önce yolda bir müze gördük. Hemen turist havamıza girip koşturduk içine. Gördüğümüz yer Smithsonian Enstitüsü'nün National Museum of The American Indian müzesiydi. Yani kısacası Kızılderili Müzesi. Valla beklediğimizden çok daha güzel çıktı. İçinde Kızılderilerin bölgelere ve zamanlara göre ayrılmış eşyaları, giysileri sergileniyordu. Nihan'a moda konusunda oldukça güzel fikirler verdi giysiler mesela. Müze sabah 10'dan akşam 5'e açık. Girişe de para vermiyoruz. Sadece güvenlik var baya bir, üstümüzdeki herşeyi çıkarmak durumunda kalıyoruz o kadar. (http://nmai.si.edu/visit/newyork/)
Bu sırada hava bozmuş, yağmur atıştırmaya başlamıştı biz müzeden çıkıp elinde meşale olan hanıma görmek üzere giderken. Battery Park'ın limanından Özgürlük Anıtı'nın olduğu adaya feribotlar kalkıyor - ha hatırlatıyorum ben o araçlara ne deniyor bilmediğimden feribot diyorum ve kalktığı yere de liman diyorum. Kıyıya bir geldik, duyuru koymuşlar. Bu Sandy miydi neydi en son olan kasırga, onun yüzünden adaya gidiş yokmuş. Parkta dikilip, uzaktan Özgürlük Anıtı'nı da fotoğraflarken biz, kar yağmaya başlamıştı. Ve adada saatler geçirmiş olmamıza rağmen henüz tek bir turistik yer bile görememiştik.
O havada dışarıda durmayalım diye metroya indik gene diye hatırlıyorum ben ama emin değilim. Metroyla Chinatown'ın yakınındaki bir istasyonda sanırım Canal Street istasyonlarından birinde indik. Çıktığımızda deliler gibi yağmur yağıyordu. Gene de azimle Chinatown neresiymiş diye dolandık durduk. Sokaklarda ilerledikçe böyle bizim bir milyoncuların sıra sıra dizildiği, tuhaf kokuların hakim olduğu bir ortama düştüğümüzü anladığımızda Chinatown denen yere de geldiğimize karar verdik. Belki de yağmurdan, üşümüşlüğümüzden pek sarmadı oralar bizi. Ya da alışık olduğumuz bir görüntüydü o, görmeyene, Avrupa'dan falan gelene değişik gelir belki ama buralarda gayet bildiğimiz bir konsept. Peh diyerek devam ettik, yolu sola kırıp, Little Italy denen kısma gitmeye çabaladık. Orası biraz daha iyiydi. Yani normal iki sokak, iki yanlı bir sürü restaurant-kafe. Hepsinde de bir İtalyan atmosferi, havası. İki kere önlerinden geçip, inceledikten sonra bir tanesine girdik. Ne yazık ki adını hatırlamıyorum, not da almamışım. Yoksa sakın gitmeyin diyecektim (Sonradan gelen edit: açtım fişlere baktım. Restaurantın adı Novella'ymış. 191 Grand Street üzerinde. Sitesi şöyle: http://novellarestaurant.com/). Ortam gayet güzel, loş bir ışık, insanlar oturuyor, camdan dışarıdaki yağmur görülüyor. İçerisi sıcak, hafif bir müzik var. Ama o makarna hiçbir şeye benzemiyor! Nasıl kötüydü anlatamam. Böyle beyaz bir sıvı içinde tatsız tuzsuz makarnalar - Fettucine Alfredo. Valla iki üç çataldan sonra bıraktım, kolamı içtim. Sular zaten çeşmeden, böyle bir kireçli klorlu tat var. Neyse en azından ısındık dedik biz, aç kaldık ama dışarıdaki yağmurdan adamakıllı ıslanmıştık (Hesap 30.45 dolardı).
Efenim bu Trinity Kilisesi'yle biz tamamen tesadüf eseri karşılaştık. Hatta şimdiden diyeyim, NY'da ne bulduk ne gezdikse hep böyle tesadüfen karşımıza çıktı. O yüzden gezerken ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Wikipedia diyor ki 1846'da yapılmış, "Parish" kilisesi diyor ayrıca ama ben onun ne olduğu bilmiyorum, vaktim olursa günün birinde araştırır öğrenirim. Neyse, içeride ibadetini yapanlar da vardı, bizim gibi aval aval içeriye bakanlar da. Bir köşede de böyle korku filmlerinde arkadan çalan bir müzik olur ya hep, ondan çalan bir adam vardı piyanonun başında ayakta durmuş. İçerisi loş, ilk defa bir kiliseye girdim sanırsam, Efes'teki Meryem Ana sayılmıyor değil mi. Ama oldukça güzel bir görüntü bana sorarsınız. İki yana sıralanmış oturma yerleri, en karşınızda da gayet güzel bir vitraylı (öyle deniyor değil mi) kısım. Biz önce bir etrafını dolaştık, ileride yanlarda başka odalar var. Sonra gelip o sıralara oturduk. Önümüzde bir sürü kitap vardı, ilahiler, inciller, bir dolu. Oturduk dua edenlere, etrafı gezenlere, o renkli camlı kısma baktık bir süre.
Çıktığımızda da bahçesindeki mezarlara konmuş güvercinleri çektik. Ben bitiyorum zaten bu diğer ülkelerdeki mezarlıklara. Bizim ailenin gömüldüğü köydeki mezarlıklardan sonra buralar bana çay bahçesi gibi geliyor. Bizim köyde bildiğiniz dağın en tepesindeki bir yere, ağaçların arasına, yokuşa dimdik yaparlar mezarları. Düz yer olmadığından böyle mezara tutunmazsanız cumburlop karadenizin sularına düşüverecekmişsiniz gibi olur. Zaten yürüyecek dikilecek yer yoktur ki mezarlıkta, bir karmaşıklık, bulduğun iki avuç toprağa her geleni göm şeklinde. Oysa hristiyan mezarlıkları öyle mi? Trinity'den sonra bir başka kiliseye, sanırsam St.Bart's dedikleri St. Bartholomew Kilisesi'ydi, rastladık mesela. İçine girmedik ama oranın da mezarlığına ağzım açık baktım ben. St.Bart's da 1903'te yapılmış bir "Episcobal" kilisesiymiş, bu da ne bilmiyorum ama protestan olduğunu söyleyebilirim.
Hava iyice karardığında biz usul usul yağan yağmurun altında Rockefeller'ı arıyorduk. Onun da etrafında baya bir dolandık tabi bulana kadar. Rockefeller geceleri o kadar güzel aydınlatılıyor ki hayran kalmamak elde değil. Önünde buz pisti vardı, bir de kocaman ama hakikaten kocaman bir Noel ağacı. Bir sürü ışık, rengarenk. Neredeyse Oz ülkesindeyiz. Tabi bir de NBC'nin mağazası vardı orada hemen Rockefeller'ın alt katında. NBC'nin tüm dizilerinin eşyaları satılıyor, hatta üst katında da stüdyosu var konuk olabiliyorsunuz. Biz önce bir kendimizi kaybettik tüm o izlediğimiz dizilerin tişörtleri, kupaları, her birşeyleri arasında. Onu alalım bunu da alalım diye dolandık ama kendimizi tutmayı başardık, yani en azından ben bir Back To The Future tişörtü ile çıkabildim (Ki 25 dolardı.). Ama Nihan Community reyonunda resmen kayboldu. Hatta oradaki görevlilerden biri olan bir adam bile muhabbet etti bizle o yüzden. Nereden geldik ne yapıyoruz falan diye. Bir de üst katta böyle film posterleri ve resimleri var, oradaki kafaların yerine sizinkileri koyup hatıra olarak basıyorlar. Bir Star Wars resmine girdik biz böylece, ben Mace Windu oldum, Nihan da adını bilmediğim bir uzaylı karakter :) Onun da iki tanesine 38.05 dolar verdik.
Dönüşümüze geçmişken öyle bir yağmur yağıyordu ki yürüyemedik neredeyse. Yine sabah indiğimiz otobüs terminaline gidip bir otobüse binelim dönelim dedik otele ama daha 10 dakika yürüyemeden bir Zara'ya sığındık. Gene de gitmemiz gerekiyordu, terminalin oraya gittiğimizde aç olduğumuzu da hesaba katarak - tüm gün birşey yememiştik çünkü o salak makarna dışında - terminalin hemen karşısındaki 8th Avenue'daki Heartland Brewery'ye oturduk. Alın işte size tam dizilerde izlediğimiz gibi bir ortam. Mekanın isminin yazdığı bardak altlıkları, ikide bir gelip yemekler nasıl olmuş beğendiniz mi diye sora aşçı amca, dip dibe oturduğumuz masalardaki son sürat muhabbet eden işten çıkmış insanlar, loş loş parlayan lambalar. Ben sandwich istedim Nihan da hamburger. Tabi birer de kola. İdare eder gibiydi yediklerimiz, ya da çok açtık ister istemez hoşumuza gitti. Ama bitiremedim ben gene de, paket yapalım dediler ve o an işte ilk şoklarımdan birini yaşadım. Bitiremezsen o yemek seninle gelecek, buralarda adet bu. Almadan kaçtık ama çok pis baktılar, gördüm (Buradaki hesap da 39.20 geldi.).
Karnımızı doyurmuştuk ama çilemiz yeni başlıyormuş. Otobüs terminaline gittik, önce girişteki information'daki teyzeye sorduk. Tarif eder gibi yaptı dediği yere gittik, nerden bilet alacağız her gişe kapanmış. Hatlar hep numaralandırılmış ve isim yazmıyor nereye gidiyor diye. NY'ın bu otobüs şeysi o kadar karmaşık ki aman aman düşman başına. Port Authority'de temiz bir yarım saat dolandık. Alt kat üst kat, sonunda otobüslerin kalktığı kısma geldik. Böyle yan yana kapılar, kapıların dışında duruyor otobüsler. Kapıların önünde içeride sıralar oluşmuş oluyor. Biletinizi hat numarasına göre almanız gerekiyor ve saatler de kapıların yanındaki listelerde yazıyor. Ama biz bir türlü bulamadık North Bergen'e nasıl gideriz, otele en yakın nerede inebiliriz diye. Elimizde sabah lobiden aldığımız harita vardı, şöforlere falan onu gösterip tarif ettik hep. Neredeyse 2 saatin sonunda bir otobüs bulup binebilmiştik ama hem ıslak hem de üşümüştük. Bir de orada bekle burada bekle, homelesslardan beter hale gelmiştik.
Ama gene bitmedi çile. Otobüsle gittik gittik, daha önceki bölümlerde dedim ya otelin yeri bir ters diye, otele gidebilmek için en yakın inebileceğimiz durak otelin üst yolunun da üstünde bir nokta. Gecenin bir vakti bir indik, çılgınlar gibi yağmur yağıyor. Ben öyle yağmur görmedim arkadaş. Artık okyanus havasından mı nedir su boşaltıyorlar üstümüze. Ve otel neredeyse bir kilometre aşağıda. Daha da kötüsü geçecek yol yok. O an etrafımıza allahım kaldık burada ne olacak şimdi bakışları atarken beyaz tavşanları gördük. Bir grup genç insan bizim otele kadar olan diğer otellerin bahçesine dalıyordu. Hemen peşlerine takıldık gayet normalmiş gayet biz de onlardanmışız gibi. Hiç ses çıkarmadan peşpeşe yürüyen birbirini tanımayan bir grup insan. Yangın merdivenlerinden, ara koridorlardan, servis kapılarından geçen bir grup ıslak genç. Bir noktada iki gruba ayrılıp odalarına girmesinler mi! Diğer otelin bir koridorunda kalakaldık. Ama yılmadık devam ettik bir çıkış bulacaktık. Nitekim bulduk da, sağolsun o gençler neredeyse tüm yolu göstermiş oldular bize. Odamıza gittiğimizde bir saattir duş alıyor gibiydik. Her bir noktamız ıslanmış, harap olmuş haldeydi.
Bu yüzden ertesi gün ve ondan sonraki her gün Manhattan'a otelin shuttle'ı ile gidip geldik.
Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I
Bölüm II
Bölüm III
Bölüm IV
Bölüm V
Bölüm VII
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder