12 Şubat 2012 Pazar

Neverland'den Akademi'ye Selam 1 - Midnight In Paris


-Cole Porter şarkıları şahanedir.
-Owen Wilson'ı hiç bu şekilde görmemiş, bu şekilde bakmamıştım. Ses tonu, konuşması, o yüz ifadelerini yapabilmesi...Önyargılı olmamak lazımmış.
-Esas adamımız Gil, film boyunca kendimi mi izliyorum hissi yarattı bende. Yaşadığı dönemden, zamandan, hayattan bir türlü mutlu olamama, hep geride bir zamanda yaşasa daha güzel olacağı düşüncesi, hep bir nostalji havası, eskiye özlem...Woody'nin bir yerlerde benimle görüşmüş olması ihtimali var mı, bilemiyorum.
-Marion Cotillard hep böyle güzel, zarif, pırıl pırıl olmaya devam edecek. Hiç gitmesin, bizi hiç bırakmasın. Ve de film boyunca giydiği her bir şeyi çok sevdim, biz de öyle gezsek ya.
-Gil ile Inez'in nasıl bir alaka sonucu bir araya gelmiş iki insan olduğunu anlayabilmek çok güç. Bu kadar farklı iki insanı - tamam senaryonun gelişmesiyle ayıracaksınız bu belli de - neden en baştan bir arada olduklarına dair tatmin edici bir açıklama yapmadan sunmak, akıl karı değil. Hayır aşık da olmuş olamazlar, sadece inanılmaz bir çekimle birbirlerini bulmuşlar desem. Inez iki saniye durup da Gil'i dinleyen, suratına bakan, onun varlığından hoşnut bir insan değil ki. Ben anlamadım. Ama senaryoya böyle bir ilişki gerekiyordu, yapmışlar.
-Hemingway, Fitzgerald, Picasso, Dali, T.S.Eliot, Matisse ve Degas'la karşı karşıya gelip, aynı ortama düşüp, muhabbet etseyim Gil kadar bile kendime hakim olabilir miydim, aklımı koruyabilir miydim bilmiyorum.
-Ama o Adrien Brody'nin Dali'si ne manyak olmuş :)
-Paris nasıl bir şehirdir böyle. Neden bu kadar güzeldir.
-Inez ve ailesini de anlıyorum bir parça. Yani tamamen Gil kafalı olsam da, onların şimdiki zamandan, içinde oldukları hayattan, bu zamanın sağladıklarından memnun olmaları da anlaşılabilir sonuçta.
-Mutlu olmak için, düşünmek için, gülmek için, tablo gibi sahneler izlemek için ve içten yüzler görmek için bir Woody Allen filmi izlenebilir. Bir kere daha görmüş oldum.
***Midnight In Paris En İyi Film dışında 3 adaylığa daha sahip : En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Yönetmen ve En İyi Orijinal Senaryo. Bu üçünü bilmem ama - bence çok güzel bir film olmasına rağmen - en iyi film değil.

7 Şubat 2012 Salı

Şurada, "Tek Kişilik Konuşmalar"da okudum az önce.

-artık onun bana bir şeyler anlatmasını istemiyorum.
-Neden?
-çünkü o anlatınca dinliyorum. dinleyince onu çok özlüyorum. kurduğu her cümle beynime kazınıyor ve her birini tek tek hatırlamak beni çok mutsuz ediyor.
-Ne olacak peki?
-keşke benimle konuşmayı sonsuza kadar kesse, kendiliğinden. birden yok olsa ortadan sanki hiç varolmamış gibi.
-O zaman sen onu arayıp bulmaz mısın?
-büyük ihtimalle ararım. belki bulurum. o benimle konuşmasa da ben yine gider ona gülümserim, kaçamak kaçamak bakarım. onu severim.
-Neden böylesin, neden kendini üzmeye bu kadar meyillisin?
-ne bileyim. bi sorun var bende. bak yine hep bende. halbuki anlatan o, neden suçlu hep ben oluyorum?
-Belki o da sadece sana anlatmak istiyordur. sana bir şeyler anlatmayı seviyordur.
-ne kadar iyimsersin. ne zaman senin istediğin şeyle gerçekte olan şey bir olmuştur ki. ben pek görmedim.
-Belki dedim zaten, belki'nin muğlaklığına inanıyorsundur herhalde.
-ben hiçbir şeye inanmıyorum, sen de bunu çok iyi biliyorsun. 

Bunun üstesinden gelebilen var mı? Bir yolu, bir çözümü var mı?

6 Şubat 2012 Pazartesi

janie's first dream was dead

"Now, women forget all those things they don't want to remember, and remember everything they don't want to forget. The dream is the truth. Then they act and do things accordingly."
"Janie's first dream was dead, so she became a woman."

Bir kadınla, bir kitapla tanıştım bugün.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Debbie Macomber'dan "Bir Yumak Mutluluk"

Geçmişte yaşadıklarım bana şunu öğretti : Hepimiz bu dünyaya, hayatımızı en iyi şekilde yaşamak için geliyoruz ve inanın bana, hayat saklanarak, umutsuzluklarla, pişmanlıklarla harcanamayacak kadar kısa. Dertler ve sıkıntılarla boğuşurken her gün, bir öncekinin aynısı gibi görünmeye başlıyor. Oysaki her yeni gün kendi mucizelerini de beraberinde getiriyor. Hem de en beklenmedik anlarda...
Böyle yazınca arka kapağında, aynı şeyleri bana da hissettirmesi umuduyla doğumgünü hediyesi olarak geldi bana Bir Yumak Mutluluk. İsminin ve içeriğinin vaat ettiği kendi mutluluğumuzun desenlerini örebileceğimizi ve örmemiz gerektiğini görmemiz haliyle bu durumda. Debbie Macomber kendi deyimiyle en sevdiği iki uğraşı, örmek ve yazmayı birleştirip, kolay, anlaşılır cümlelerle, kafa karıştırmayan, düzgün ilerleyen bir olay örgüsüyle oku-mutlu et kendini kitabı yazmış. Tabi bu okuyup, mutlu olma durumu normal insanlarda işe yarayan birşey. Ben maalesef unutup, bir heves daldım kitaba. Ama olmadı. Mutlu olmadım.
Çünkü ben normal insanların vereceği tepkileri vermiyorum. Biri kanserle boğuşup, yıllarını harcadığını ve yendiğini, bunun üzerine de sırf çok istediği için sevdiği birşeyin dükkanını açtığını anlatınca ben daha da heyheyleniyorum. Ne yani şimdi hayat çok kısa diye tüm işi gücü bırakıp, deliler gibi para harcayıp çikolata dükkanı mı açayım diyorum. Ya da bir diğeri annesini kaybedip, büyükannesinin yanına taşınmak zorunda kaldığı halde, öbürü 20 yıllık kocası tarafından terk edilip iş aramak zorunda kaldı, diğeri de birikimleri mahkemelik oldu diye üzülüp, sonra kendi mutluluklarını yarattı diye "oh ne de güzel oldu, bak görüyor musun her şeyde ufak bir mutluluk varmış" diyemiyorum. Yok çünkü. Biliyorum ben olmadığını adım gibi. Dahası tüm bu "çözüm" hikayeleri benim çözümsüzlüğüme zerre kadar iyi gelmiyor. Tepemin tası daha da atıyor. Bu hikayelerde insanlar ani kararlar verip, elindekileri bırakıp başka bir şeye geçebiliyorlar. Hep en sevdikleri şeyler, işleri haline geliyor. Asla yalnız kalmıyorlar. Seviliyorlar, seviyorlar. Hep bir şekilde "ve sonsuza dek mutlu yaşadılar" oluyor ki bu sinirimi daha bozuyor. Çünkü yazar ve insanlar bu saçma hikayeler üzerinden "siz de mutlu olabilirsiniz" mesajı vermeye çalışıyorlar. Olamayız efendim. Mutlu falan olamayız. Burası Seattle değil, burda örgü örerek herşeyi yoluna koyamam. Burada sadece zenginler istedikleri işleri yaparlar ve daha da zengin olurlar. Burada biz sadece mühendis olmak, nefret ettiğimiz bir işi günde 12 saat yapmak ve istemediğimiz bir hayatı yaşamak zorundayız. Öyle hayat kısa diye boşvermişim dünyaya dersek, işi bırakıp beş parasız sokağa atarsak kendimizi, mucize falan olmaz. O yüzden biz burada hayatı saklanarak, umutsuzluklarla ve pişmanlıklarla harcamalıyız. Hiç kimse bana martaval okumasın.
Evet fena dolmuşum farkındayım. Kitabın suçu değil ama. Orası kesin. Bu yüzden kitaptan bahsedeyim gene de biraz. Orijinal ismi "A Good Yarn" olan Bir Yumak Mutluluk'un, Martı yayınlarından ilk baskısı aralık 2011'de çıkmış. Ozan Aydın'ın çevirdiği kitap 474 sayfa. Ama büyük büyük yazıları, kısa cümleleri var. Ana karakterimiz Lydia Hoffman'ın bakış açısından anlatılan bölümlerin arasında diğer 3 karakter Courtney Pulanski, Elise Beaumont ve Bethanne Hamlin'in yaşadıkları da anlatılıyor. Macomber esasında bundan önceki kitabı "Küçük Mucizeler Dükkanı"nda yaratmış anladığım kadarıyla bu Lydia ve örgü kursu macerasını. Orda Alix, Carol ve Jacqueline adındaki karakterler bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Okurlar o kadar sevmiş ki bu hikayeyi - Macomber öyle söylüyor - devam etmesini istemişler, o da yeni bir kursla devam ettirmiş işi. Ana karakterimiz Lydia tüm 20li yaşlarında hastanelerde kanser tedavisi görmüş, sonunda kurtulunca kendine bir örgü dükkanı açmış bir kadın. Ablası Margaret dükkanda ona yardım ediyor. O sokaktaki dükkanlara kargo getirip, götüren eleman Brad ile beraber Lydia. Bu kitapta bir çorap örme kursu açmaya karar veriyor ve böylece 17 yaşındaki Courtney, 30lu yaşlarındaki iki çocuk annesi yeni boşanmış Bethanne ve 60lı yaşlarındaki emekli kütüphaneci Elise ile tanışıyoruz. Kadınların her birinin ayrı dertleri var ve kitap boyunca örgü örerek, arkadaş olarak bunları birer birer atlatıyorlar.
Örgü örmeyi beceremiyorum, daha önce denemiştim. İpin nerden nasıl geçeceğini tasarlamak bana göre değil, zaten ince iş elim yatkın değil. Mutlu olmaksa örgü örmekten çok daha yeteneksiz olduğum bir konu. Bu yüzden üzgünüm gönül, kitap beni mutlu edemedi. Ama teşekkür ederim, en azından denedik.

{2012 Oscarları} Celebrate The Movies

Bu Oscar.com hakikaten duygu sömürüsü yapıyor. Bu kadar güzel mi hazırlanır bir reklam ya? İlkinden başlayıp, sonuncuya kadar ilerleyin siz de ama sakın benim yaptığım gibi Mel Gibson'ın mavi boyalı suratını görür görmez ağlamaya başlayıp, Forrest Gump'ın masum bakışlarının yanında "We showed you how to be true to yourself"i okuyunca hıçkırıklara kapılmayın. Sadece bakın, güzel bir şey.

Umberto Eco'dan "Prag Mezarlığı"

Tarihsel bir anlatının aslını olaylar oluşturur; bunlar okurun zihnini ana konudan farklı güzergahlara sürükleme ayrıcalığına da sahiptirler; işte bunun için, halk meydanında asılan yüz kişiyi, diri diri yanan iki papazı, akıp giden kuyrukluyıldızı ve yüz şövalye turnuvasına bedel tasvirleri bu sayfalarda dillendirdik. (Carlo Tenca, La ca'dei cani)
Eco'ya sevgim sonsuz. Böyle dünya gözüyle bir karşılaşsak boynuna atlayıp "Ya sen ne müthiş bir insansın amca" diyeceğim, o derece. Bir insan nasıl hem bu kadar çok şeyi bilip, hem bu kadar çok meseleyi düşünüp, kafa yorup, gerçeklerle hayalleri ilmek ilmek kurgulayıp böylesine biçimli, delicesine bir akış içerisinde anlatabilir? Tarihe bu kadar hakim, insan düşüncelerine, toplum yapılarına bu kadar aşina olmak mümkün müdür?
Öte yandan da şöyle bir gerçek var : Eco okumak zordur. Daha doğrusu onun bilerek yaptığı üzere, ya onunla bu oyunu oynarsınız, ya da oyunun farkına bile varmadığınızdan çekip gidersiniz. Kolaydır ayrıca vazgeçmesi, çok zordu diyebilirsiniz, çok karmaşıktı diyebilirsiniz, ilginç değildi, bana hitap etmiyordu, çok tarihseldi, bilmediğim çok isim vardı diyebilirsiniz. Güzel kafanızı da hiç yormazsınız böylece.
Ama eğer onunla bu oyuna dahil olursanız...İşte o zaman kendinizi kitap raflarının, google sonuçlarının, sözlüklerin arasında bulursunuz. O bir cümle eder, önce gülersiniz, sonra önceki gün gazetede okuduğunuz haberler gelir aklınıza. Düşünce sağanağında elinizde Eco haritasıyla koşturmaya başlarsınız. Hazinenin gömülü olduğu yere kadar gelebilirseniz oyunu layıkıyla oynayıp, Eco'nun çok daha güzel bir sürpriziyle karşılaşırsınız hazine yerine. Onca sayfanın, cümlenin sonunda kapağı kapatmak demek bir dolu düşünceyle, yeni bakış açılarıyla başbaşa kalmanız anlamına gelir. Bu defa elinizdeki haritayı da sizin çizmeniz gereken bir toprağa ayak basmış olursunuz.
Orijinal adı "Il Cimitero di Praga" olan Prag Mezarlığı'nın Türkçe ilk baskısı ekim 2011'de Doğan Kitap tarafından yapılmış. Kütüphaneden güç bela elime geçirebildiğim bu baskı, Eren Yücesan Cendey'in çevirisiyle 494 sayfa. Elimizde bir adet "Anlatıcı" var öncelikle, zaman zaman müdahale edip, arada kalan olayları anlatıp, açıklıyor bize. Çünkü 1800'lerin sonunda İtalya'da doğmuş, büyümüş ve Fransa'da yaşayan Simone Simonini adındaki bir "hayali" kişiliğin yaklaşık 2 sene boyunca tuttuğu günlüğü okuyor bu Anlatıcı ve aktarıyor. Çoğu zaman birebir günlüğün satırlarını okuyoruz Simonini'nin kaleminden, bir o kadar da Dalla Piccola adındaki bir rahibin günlüğe yazdıklarını. Simonini'nin günlüğü tutma kararı da burdan çıkıyor zaten; bilincini kaybettiği vakitler yaşıyor ve bu vakitlerde günlüğünde hep Dalla Piccola'nın yazdıklarını buluyor. Kitap boyunca Simonini'nin esasında bir tür kendini iyileştirme ve ne olduğunu çözme uğraşı olan günlüğü ve hayat hikayesi aracılığıyla Siyon Bilgelerinin Protokolleri adı verilen ünlü bir tarihi belgenin ortaya çıkışını dinliyoruz. Tabi bununla birlikte günümüz Avrupa devletlerinin şekillenişini, dinlerin, mezheplerin algılanışını, belirli düşüncelerin ve kalıpların oluşturuluşunu görüyoruz.
"Bizim gibi okumuş yazmış insanların kendilerini evrenin düzeninde gerekli bir unsur olarak görmesi, cahillerin batıl inançlarına eşit. Dünya düşüncelerle değiştirilemiyormuş. Az düşünce üreten kişiler daha az hataya maruz kalıyorlar, onlar herkesin yaptığını izliyorlar, kimseyi rahatsız etmiyorlar, başarıyorlar, zenginleşiyorlar, iyi pozisyonlara ulaşıyorlar, milletvekilleri, şöhretli edipler, akademisyenler, gazeteciler oluyorlar, ödüllere, nişanlara boğuluyorlar. İşlerini böyle iyi yürütene aptal denir mi? Aptal benim, yel değirmenleriyle savaşmaya kalkan ben." (diyor Joly mesela Simonini'ye.)
Eco'nun anlatısında kendisinin de kitabın sonunda belirttiği üzere Simonini dışındaki tüm isimler, gerçek kişilikleri yansıtıyor.
Kimdi bu Proust, France, Sorel, Monet, Renard, Durkheim? Proust'un yirmibeş yaşında, neyse ki basılmamış kitapların yazarı bir kulampara olduğunu söylüyorlar; Monet ise bir ya da iki tablosunu gördüğüm ve dünyaya çapaklı gözlerle bakan bir ressam bozuntusu. Askeri mahkemenin kararlarını tartışmak bir yazarla ressama mı kaldı? (diye yakınıyor Simonini bir yerde de, bunlar ve Freud gibi kişiliklerle aynı tarihin sayfalarında geziniyor yani.)
Simonini ise okuduğum en eğlenceli karakterlerden biri. Bana bol bol Woody Allen'ın Whatever Works'ündeki Boris'i hatırlattı.
Gaviali bana son uyarılarda bulunuyor:"Şuna dikkat edin, buna dikkat edin." Yok artık; daha o kadar bunamadım. (diye bitiriyor günlüğünü örneğin.)
Efenim bu da mevzu bahis Eski Yahudi Mezarlığı
Simonini herkesten nefret ediyor bir defa. Çocukluğunun şekillendiği ortamdan dolayı da herşeyin altında, bu nefretlerinin altında Yahudileri görüyor. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın onlar için hazırladığı bu Prag Mezarlığı denen yerde geçen hikayesini hazırlamaktan vazgeçmiyor. Yahudilere zarar verme sevdası onu canlı tutuyor nerdeyse. Bu arada tüm ölümcül günahları işliyor, kendi menfaati için yapmadığı şey kalmıyor. Sahte belgeler hazırlamakta usta bir noter olmasının yanısıra, birçok ülkenin casusluğunu da yapıyor. Herkese ve hiç kimseye hizmet ediyor her zaman. Parayı ve güzel yemekleri kim verirse onun adamı, canını nasıl kurtaracaksa o devrin adamı oluveriyor. Ve herkesten nefret etmeye devam ediyor.
Halka umut vermek için bir düşman gereklidir. Birileri yurtseverliğin, ayaktakımının son sığınağı olduğunu söyledi : Ahlaksal ilkeleri olmayanlar genellikle bir bayrağa sarınırlar, soysuzlar da daima ırklarının saflığıyla övünürler. Ulusal kimlik, mirastan yoksun kalanların son pınarıdır. (...)Nefreti uygar bir tutku olarak beslemek gerekir.(...)İnsanın kendi sefilliğine mazeret bulabilmesi için nefret edecek birine gereksinmesi vardır. Nefret insanın en kadim tutkusudur. Anormal olan durum sevgidir.(...)İnsan birini bütün bir ömrü boyunca sevemez; bu olanaksız umuttan, zina-ana katli-dosta ihanet doğar...Oysa insan ömür boyu birinden nefret edebilir. Yeter ki nefretimizi körüklesin. Nefret yüreği ısıtır. [diyor Raçkovski de bir konuşmasında Simonini dinlerken]
Sayfalar arasında 3 anlatıcının kalemiyle birlikte Eco'nun kendi arşivinden gerçek tarihi resimler de görüyoruz bir yandan. Resmen olay ve düşünce cümbüşü şeklinde geçen koca bir kitabın ardından Eco "Ama bir kez daha düşününce, Simone Simonini, başka pek çok kişinin eylemini üzerine yansıttığım bir kolaj ürünü bile olsa, bir şekilde bu dünyada var olmuştur. Hatta gerçeği söylemek gerekirse, hala aramızda yaşamaktadır." diyor.
Biz de bundan korkuyorduk.

31 Ocak 2012 Salı

Stephenie Meyer'dan "Göçebe"

Dünyamız ruh olarak adlandırılabilecek bir uzaylı türü tarafından istila edilmiştir. Küçük, gümüşi iplikler gibi görünen bu canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için başka bir canlının bedenine ihtiyaç duymaktadırlar. Origin adlı gezegenlerinden, uzaydaki birçok farklı gezegene yayılmış, gittikleri her gezegende buldukları canlı türünün bedenlerini ele geçirmişlerdir. Ama bu ruhlar, bizim pek alışık olduğumuz istilacılardan değildir. Onlar gittikleri yere barış, düzen, sağlık, refah götürdüklerine inanmaktadırlar. Amaçları bir canlı türünü yok etmek değil, aksine o türün mahvettiği veya değerlendiremediği bir gezegende hakkıyla yaşanacak şekilde yaşamaktır. Barışçıldırlar, saftırlar, iyi niyetlidirler. Bir bedenin yaşamını tamamlaması onları başka bir bedene, belki başka bir gezegene geçmek için fırsat verir. Arılar gibi, aralarında nadir bulunan bir doğurgan dişinin sonunda hayatını tamamlayıp bölünmeye karar vermesiyle çoğalmaktadırlar. İnsan bedenine enseden açılan bir kesikten girerek, yerleşirler ve beyni, düşünceleri, bedeni ele geçirmiş olurlar. Bedenin sahibi olan ruh ise kendi bedeni içinde önce bitkisel hayata girmiş gibi kapana kısılır, ardından zamanla tamamen kaybolur,silinir gider.
Ama kardeşi Jamie ve aşık olduğu adam Jared'a deli gibi bağlı olan Melanie Stryder için bu kurallar geçerli olmaz. Onlar bu istiladan kaçabilen son insanlardır belki ve Mel'in Avcılar bedenini ele geçirdiğinde mücadeleyi bırakmaya hiç niyeti yoktur. Göçebe adını taşıyan ruh ise bu mücadelenin tam ortasında bulur kendini.
Harika değil mi? Fikir harika. Böyle bir dünya fikrinin ortaya çıkışı harika. Böyle bir ortamı düşleyebilmiş olmak harika. Ama işte ufak bir şanssızlığı var, Stephenie Meyer'in kaleminden çıkmış olması. Çünkü gayet de bildiğimiz üzere kendisi Alacakaranlık'taki cümlelerini kurmaya, o derinlikteki karakterlerini yaratmaya devam eden bir insan. Dünyamızı nasıl kullandığımıza dair mesajlar vermeye çalışıyor Meyer, aşkın doğası hakkında fikirler ortaya koyuyor, insan olmanın anlamını sorguluyor belki, bilincin, ruhun nedenini anlamaya çabalıyor bile sayılabilir hatta. Peynir ekmek gibi okunuyor, aksiyon oluyor, romantizm aşırı derecede Meyer tarzında arzı endam ediyor ama elimizde olacakmış olamamış, bir türlü ortaya çıkamamış bir psikolojik bilim kurgu kalıyor.
Göçebe (The Host) ilk olarak 2008'de, Türkçe olarak ise 2009'da, basılan 680 sayfalık bir tuğla. Alacakaranlık serisi gibi Epsilon işi. Meyer yarattığı diğer dünya gibi bu da vakit kaybetmeden sinemaya uyarlanıyor. Şimdilik mart 2013'e yetiştirilmek üzere Andrew Niccol'ün senaryosunu yazıp, yönetiyor göründüğü bir film çekiliyor (The Host - 2013). Meyer'in kendi sitesindeki The Host bölümünü de incelemek isterseniz şöyle : http://www.stepheniemeyer.com/thehost.html
Valla ben okudum, gayet de hızlı, kolay okudum. Umberto Eco kafamı bulandırırken ara vermiştim, aldım elime Göçebe'yi okudum da okudum. Başka biri yazsaydı belki Eco'dan bile daha çok yerdi beynimi ama bu haliyle sadece okudum.
Tabi bir de serde dişilik var, sonuçta Alacakaranlık'ta ağladığım zamanlar da olmuştu.
Gene de bence tek bedendeki o iki ruh birbirine aşık olsaydı...daha ilginç olmaz mıydı?

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...