7 Ekim 2011 Cuma

Aidoneus, Arachne ve Polyxena'nın Dehşetengiz Mitosları

Bayılıyormuşuz bu uzak geçmişle ilgili dehşetli, tehlikeli, efsanevi, inanılmaz, kanlı, vahşi ve bol aksiyonlu, doğaötesi hikayeleri yaratmaya. Dinlemeye de bayılıyoruz ki, bu hafta dinleyici makamından katıldığım lisans dersleri arasında en rağbet göreninin mitoloji dersi olması oldukça anlaşılır.
Ders baya eğlenceli aslında, yıllar yılı kitapçılardan arayıp tarayıp eve getirdiğim ve utana sıkıla roman niyetine okuduğum kitapları ders kitabı olarak, derste okuyorlar ve güzelim sanat eserlerini, vazolarını, tablolarını ders konusu olarak inceliyorlardı. 5 yıl boyunca mühendislik fakültesinde neden dolanıp durduğuma inanın akıl sır erdiremedim.
Bu mitolojinin Theseus'u
Her neyse, bundan sonra bu şekilde düzenli olarak derslere girebilirsem her derste deli gibi not aldığım şeylerden yola çıkarak öğrendiğim hikayeleri paylaşmaya karar verdim. Çok eğlenceli olacak, ciddiyim.
Bu haftaki ilk hikaye Aidoneus'un Hikayesi. Epirus'taki Molossianların kralıymış ve Persephone'nin kocası olarak bilinirmiş. Epirus bugünkü İtalya ile Arnavutluk arasındaki bir bölge. Molossianlar da orda yaşayan bir kabile. Persephone ise Zeus ile Demeter'in kızı, şimdilik öyle diyeyim. Bu kasımda sinemada da izleyeceğimiz ünlü Atinalı Theseus vakti zamanında Pirithous'un da yardımıyla, yine bildiğimiz hani şu güzeller güzeli olan Helen'i Aphidnae'ye götürüp, sakladıktan sonra Epirus'a gitmiş. Aphidnae, Atina'nın kuzeyinde bir yer bu arada.  Amaçları, onca yorgunluktan sonra gidip, Aidoneus'un kızı Kore'yi Pirithous'a almak, kendilerini bir nevi ödüllendirmekmiş. Saf kral Aidoneus önce bu iki misafiri iyi, namuslu adamlar zannetmiş. Kötü bir amaçları olduğunu düşünmemiş, bir güzel kızı Kore'yle Pirithous'un evlenmesini onaylamış. Ama bir şartı varmış, Pirithous kralın Cerberus adındaki köpeğiyle dövüşüp yenerse.
Bu da bizim Theseus-Henry Cavill
Ancak sonradan kral, bu iki serserinin kızını kaçırıp, gönül eğlendirmek için oraya geldiğini keşfetmiş. Tabi küplere binmiş ve Pirithous'u köpeğine öldürtmüş, Theseus'u da rehin almış. Theseus'u sonradan ancak Heracles'in (yani bizim Herkül oluyor kendisi) ricasıyla serbest bırakmış. Schmitz'in 1876'da yazdığına göre Aidoneus esasında Hades'in (yeraltı tanrısı diyelim şimdilik)  bir başka ismiymiş. Yani normalde Zeus'la Demeter'in Kore ismindeki kızını, Hades kaçırır ve yeraltına götürür, ona Persephone ismini verir ve karısı yapar.
Velasquez'in Las Hilendras tablosu. Soldaki Athena, sağdaki Arachne.
İkinci hikayemiz Arachne'nin Hikayesi. Arachne, Lydia'da yaşayan Colophonlu Idymon adındaki bir ip-kumaş boyama işi yapan bir normal adamın kızıymış (Colophon şehrinin kalıntıları günümüzde İzmir-Menderes'te). Ama o kadar güzel ip eğirir, dokurmuş ki herkes hayran kalırmış. Yalnız belli ki pek de alçakgönüllü bir kız değilmiş, çünkü gayet övünerek gezermiş. Benden daha iyisi, daha güzel dokuyanı yok diyerek. Tabi dokuyucuların tanrıçası olarak da bilinen Athena bunu duymaz mı? Hırsından köpürmüş.
Tizian'dan devşirme Rubens tablosu, Abduction of Europa
Hemen yaşlı bir kadın kılığına girip, Arachne ile bir dokuma yarışmasına girişmiş. Athena dokumasında gayet de övündüğü, Poseidon'a (hani deniz ve fırtına tanrısı olan, Percy Jackson ve Olimposlular da vardı ya) karşı kazandığı bir zaferi resmetmiş. Arachne ise Zeus'un ölümlü üç kadınla, Leda, Europa ve Danae ile olan aşk ve ihanet maceralarını anlatan bir dokuma yapmış. İkisinin dokuması da mükemmelmiş bu arada. Öyle ki Athena bile vay bea, en az benimki kadar iyi, hatta nerdeyse benimkinden bile iyi demiş kendi kendine. Ama Arachne'nin seçtiği konuya sinirlenmiş, sonuçta kendisi de bir Olimpos tanrıçası ya, gücüne gitmiş. Tanrıça haline geri dönmüş hemen ve Arachne'yi iplere asmış öldürmek için. Ama dayanamamış böylesi yetenekli bir ölümlünün ölüp gitmesine, örümceğe çevirmiş genç kızı. Ki böylece asılı olduğu o ipleri gittiği her yere, dokunduğu her şeye örsün dursun diye. Bu sebepten Yunanca'da Arachne örümcek demek.
Attika işi siyah figürlü amfora, M.Ö.570-550. Neoptolemus'un Polyxena'yı kurban edişi.
Ve bu haftanın son hikayesi Polyxena'nın Kurban Edilişi. Ünlü Troya Savaşı'na uzanıyoruz şimdi de. Hikayeye girmeden önce savaş sırasında yaşanan birkaç şeyden bahsetmek gerek. Savaş sırasında, ünlü kahramanımız yenilmez Achilleus, Troya kralı Piriam'ın kızlarından biri olan Polyxena ile karşılaşmış Apollon Tapınağı'nda (hayır filmdeki Bruseis yalan, ama onun 'storyline'ı bundan mı çalıntı, evet kesinlikle.). Gel zaman git zaman sohbet, muhabbet ilerletmişler ve hatta Achilleus'un hoşuna gitmiş bu hanımkız ve onun yarenliği. Gereksiz insan Patroclus'un ölümünün ardından da teselliyi Polyxena'da bulmuş Achilleus mesela. Ama ağzından da kaçırıvermiş bir ara bu tek zayıf-ölümlü noktasının topuğunda olduğunu. Vatansever ve de pek gururlu Polyxena da ağbilerine yetiştirmiş bu bilgiyi. Kandırıp Achilleus'u evleneceğiz diye, kumpasa getirmişler ve Paris atmış okunu Achilleus'un topuğuna. Achilleus'un hayaleti görünmüş Yunanlara sonra, şu biip kadını mezarı başımda öldürün demiş. Savaş bitip, Troya da düşünce evlerine ailelerine dönme hevesindeki Yunanlar denize açılacakları vakit, yelkenlerine rüzgar doldursun diye tanrılara insan kurban edeceklermiş. Önemli bir kurban vermek gerekmiş ki rüzgar bir uçurmaya Ege'nin karşı kıyısına atıversin onları diye. Polyxena kendisi çıkmış öne, nasıl olsa Troya düşmüş, onlar da rehine olmuşlarken, bir de üstüne köle olarak yaşamak istememiş. Annesi kızkardeşleri ağlamış, yalvarmış ama ne fayda. Polyxena kararlıymış, sadece birşey rica etmiş Yunanlardan, bir köle gibi değil de olduğu üzere, bir prenses gibi ölüme gitmek. En güzel giysisini giymiş, saçını başını güzelce yapmış. Çıkmış Yunanların önüne. Herkes hayran kalmış ona, güzelliğine, asaletine. Dokunmaya cesaret edememişler. Ama yapılması gereken kaçınılmazmış, Achilleus'un oğlu Neoptolemus da babasının intikamını ne olursa olsun alacakmış.  Askerlerin tuttuğu Polyxena'nın boğazına sokuvermiş hançerini, kanlar olduğu gibi toprağa fışkırmış. Ölürken tek dileğini kendi gerçekleştirmiş Polyxena, kanlar içinde yere yığılırken giysisiyle sarıp sarmalamış kendini, kapamış göğsünü. Görenler onuruna hayran kalmış.
Böylece Dehşetengiz Yunan Mitolojisi'nden bu haftalık bu kadar.

6 Ekim 2011 Perşembe

"Hayaletin Çırağı" Wardstone Günlükleri I

Yedinci oğlun yedinci oğlu eskiden beri pek tutulan bir hikaye-efsane. Hem batıda hem de doğuda birçok hikayeye temel olmuş birşey. Kimbilir belki tanrının evreni 6 günde yaratıp, 7.günde dinlenmesinden ya da cennet ve cehennemin 7şer kattan oluşmasındandır bunun nedeni. Şimdiye kadar Orson Scott Card'ın Alvin Maker serisine, Angie Sage'nin Septimus Heap serisine ve hatta bir Iron Maiden şarkısına konu olmuş bu yedinci oğul meselesi son olarak Joseph Delaney'nin Wardstone Günlükleri serisiyle edebiyat alemine son hızla dalış yaptı.
Joseph Delaney sene itibariyle 66 yaşında bir İngiliz yazar. Eskiden mühendislik ve eğitimcilik gibi işlere de bulaşmışlığı varmış. Wardstone Günlükleri'nin ilk kitabı 2004'te yayınlandı. En son bu ay "Spook's I Am Grimalkin" serinin 9.kitabı. 2013'e kadar yayınlanacak 3 kitap daha var Spook hikayelerine dahil olan. Bunun dışında Delaney'nin Wardstone Günlükleri'nin içinde olan ama Spook hikayesi olmayan 3 kitabı daha var.
Joseph Delaney, hiç de böyle şeyler yazacak bir amca tipi yok ama, neyse
Spook bizdeki adıyla Hayalet. Ortaçağ atmosferinde, günümüz İngiltere'sindeki yerleşim isimlerinin benzeri isimler taşıyan ve bu yerleşimlere de bir parça benzeyen bir dünyada (1700lerin İngiltere'si deniyor esasında resmi olarak), Hayalet denilen bir tür cadı-hayalet-hortlak-öcü avcıları var. Bunların yedinci oğulların yedinci oğulları olması gerekiyor, çünkü böyle çocukların doğaüstü olaylara duyarlı, özel güçlere sahip olduklarına inanılıyor (ki serinin geçtiği evrende öyle.). Şimdiki Hayalet Gregory senelerdir kendisine çırak arıyor. Her Hayalet, kendisinden sonra yerini alacak kişiyi önce bir 5 sene eğitip, öyle işini devrediyor çünkü. Gregory'nin çıraklarının hiçbiri henüz testleri geçememiş, ya hayatlarını kaybetmişler ya da bırakmışlar. O da büyük kardeşi Jack, onun karısı Ellie, anne ve babasıyla bir çiftlikte yaşamakta olan Thomas Ward'u almaya geliyor en son. Tom 13 yaşında, bir yedinci oğlun yedinci oğlu. Çiftlik ve işleri hep en büyük kardeşe bırakıldığından ve diğer kardeşlerin de kendilerine birer meslek bulup, evden ayrılmaları gerektiğinden Tom'un da bir meslek sahibi olması ve eve yük olmaktan kurtulması gerekiyor. Hatta annesi şöyle diyor bir yerde ona:
"'Yalnız mı?' diye sordu annem, ama sesinde anlayış yerine öfke vardı. 'Kendini nasıl yalnız hissedebilirsin? Kendin varsın ya...Ancak benliğini kaybettiğin zaman yalnız kalırsın. Ayrıca şikayet edip durmayı bırak. Koskoca adam oldun, çalışman gerekiyor. Dünya kurulduğundan beri insanlar sevmedikleri işleri yaptılar. Bu durum senin için neden farklı olsun ki? Sen, yedinci oğlun yedinci oğlusun ve yapmak için doğduğun iş bu!' "
Tom çaresiz evinden ayrılıp, Hayalet'in çıraklığını yapmaya başlar. Aslında bir yandan çiftlikten ayrılmak hoşuna gider, çeşit çeşit yer görmeyi, gezmeyi sever ama yaptığı iş korkutucu ve tehlikelidir. Ayrıca annesine anlatmaya çalıştığı gibi, hayalet olmak demek yalnız bir hayata mahkum olmak demektir. İnsanlar hayalete ihtiyaç duysalar da onun etrafta olmasından hoşlanmazlar, yaptığı işten tiksinirler.
Serinin birinci kitabı Hayalet'in Çırağı'nda Thomas Ward'la ve Hayalet Gregory ile tanışıyoruz. İşi öğreniyoruz, Tom'un çıraklık macerasına başlamasına şahit oluyoruz. Delaney'nin yazdıkları okuması son derece keyifli ama konu açısından oldukça ürkütücü ve karanlık bir hikaye oluşturuyor. Dilinin sadeliği ve basitliği (kötü anlamda bir basitlik değil bu, aksine tam da olması gerektiği gibi) seriyi 12+ çocuk ve gençlik kitapları kategorisine soksa da, konusu ve içeriği fantastik-gerilimlere taş çıkartacak cinsten. Belki tam da bu yüzden Sergey Bodrov'un yönettiği bir fantastik filme çevriliyor şu sıralarda.
Bodrov ekibe Jeff Bridges, Ben Barnes ve Julianne Moore gibi isimleri katarak, haberi yaz ortasında yapılan Comic-Con'daki panelde verdi. Bridges, Barnes ve Alice rolündeki Alicia Vikander'in de olduğu panelde filmden görüntüler ve resimler gösterdiler. Ki videosu şöyle:


Kitaptaki 13 yaşındaki Thomas Ward'ın 30 yaşındaki Ben Barnes'ın bünyesinde nasıl vücuda getirileceğini bilemiyorum şimdilik. Gerçi hikaye çeşitli açılardan değiştirilmişe benziyor bu haliyle.
Kitapların burada şimdilik 5.si olan Hayaletin Hatası yayınlandı Tudem tarafından. Basımları oldukça güzel ve özenli. Tıpkı kitapta anlatıldığı gibi, Thomas'ın çıraklık günlerinin hikayesini tuttuğu deri kaplı defter şeklinde tasarlanmış kitapların ilki örneğin. Karton kapaklı da olsa sade deri cilt görüntüsü insanın hoşuna gidiyor. Ön kapakta kitabın ismi ve yazarın ismiyle birlikte sade bir hayalet kabartması var.
İnternette de oldukça tutulmuş olduğunu serinin görebiliyorsunuz. Tüm dünyadan okurlar kitaplar hakkında çok güzel şeyler söylüyorlar. Ayrıca Delaney'nin yarattığı dünya internet ortamında çeşitli interaktif eğlencelere de malzeme olmuş durumda.
Kayıp Rıhtım'dan 5 kitabın incelemesi : http://www.kayiprihtim.org/portal/kitaplar/wardstone-gunlukleri/
Fragmanı ve haberleri gösteren site : http://film-sinema-fragman.com/film/the-seventh-son/
2013'te gösterime girecek olan "The Seventh Son" filmi : http://www.imdb.com/title/tt1121096/
Spook's World : http://www.spooksworld.co.uk/
Thomas Ward'un günlüğü : Harper Collins Books
Spook's Books : http://www.spooksbooks.com/apprentice.html

5 Ekim 2011 Çarşamba

"New Girl" Neredeyse Gülecektik

Bu Zooey Deschanel gerekli şeyleri yaparak, kendini çok güzel, çok sevimli, çok mucizevi gösterebilen o nadir insanlardan. Bunca senedir izledim, dinledim, baktım, sonunda çözdüm. Deschanel ailesi kadınları olarak tamam, belli bir güzellik ve yetenek silsilesiyle kutsanmış durumda orası ayrı. Ama bunların üstüne acayip şeyler katıp, kendini mükemmele yakın hale getirdi. Bizzat gördüm, takip ettim, şahidim yani.
Eh haliyle herşeyinin zirvesindeyken de tvye bir adım atmasa olmazdı. "New Girl"ün ekranlara geleceği haberi yaz başından beri ortalıkta dolanmaktaydı. Sonunda merkezine Zooey'yi almış, 20 dakikalık komedinin ilk üç bölümü yayınlandı.
İlkokul öğretmeni (anaokulu muydu ki, neyse) olan Jess, Deschanel'in şahsında vücut bulduğundan dolayı haliyle şahsına münhasır, ilginç bir adet kızımız. Biraz saf, biraz kaçık, kendine ve her duruma şarkılar uydurup söyleyen bir insan. Bir süredir birlikte olduğu ve aynı evi de paylaştığı sevgilisi Spencer'a bir gün romantik-seksi bir sürpriz yapmak üzere, günün ortasında evin salonunda çıplak bir halde beliriyor. Ama tam da bu sırada Spencer yeni bulduğu bir kızla birlikte olduğundan, Jess bir nevi onları basmış oluyor. Gayet gözyaşı ve salya sümük dolu bir ayrılıktan sonra Jess ilanlardan kendine ev arıyor. Kız olduklarını sanarak görüşmeye gittiği üç kişi, Schmidt, Nick ve Coach, erkek çıkıyor. Bu üçü evlerine bir dördüncü ararken Jess'in bu yeni ayrılmış-yarı çılgın-yarı depresif haline acıyıp falan evlerine kabul ediyorlar onu. Sonrası 3 erkekle yaşamaya başlayan bir deli manyak kızın maceraları.
Esasında eğlenceli, gayet ilginç bir hali var dizinin ama nedense insanda çok fazla güleceğiz, obaa şimdi ne matrak olacak hissi uyandırmasına rağmen çok orta seviyede ilerliyor. Bazı yerlerde tıkanıyor, çoğu yerde anlamsız kalıyor. Hem de o anlamsız ama tam da bu yüzden komik olan şekillerde değil. Zaten Jess'in eve kabul edilmesi ve erkeklerin onu o kadar önemseyecek kadar alışması tamamen üstünkörü geçildiğinden, hiçbir şey anlamıyoruz. Altı doldurulsa, sonrasında gelen özenli sahnelerin üstümüzdeki etkisi tam da yerinde olacakken, oralara bir anlam veremediğimiz için güzelim sahneler de boşa gidiyor. Zooey'nin sesinden delice şarkılar dinlemek gene de güzel oluyor bu arada. Erkek tarafını oluşturan kadro ilk bölümde uyumlu görünürken, ikinci bölümden itibaren Coach gidiyor, yerine Winston geliyor. Bunu da açıklamadılar yeterince mesela.
Bilemiyorum, dizi şimdilik idare eder. 20 dakikalık bölümler sonuçta, iki dakika açıp gülüyoruz. Ama çoktan birinci ikinci sezonunu garantilemiş bir dizinin daha fazla birşeyler göstermesi gerek. Sadece Zooey'nin şirinliğe güvenerek 10-20 bölüm yazmamışlardır umarım.

4 Ekim 2011 Salı

3 Boyutlu Gözlüklerle "The Lion King"

Çizgifilmler aslında hiçbir zaman çocuklar için yapılmadılar. Hiç oturup da çizgifilm yapan bir çocuk gördünüz mü? Onlar hep büyüklerdi, çocukluğu çok sevmiş, bir şekilde hep çocuk olanlardı. Ama bütün çocuklar büyürdü ve onların da bir parçaları hep büyüdü. Bu dünyayı, bu dünyanın saçmalığını, acımasızlığını, pisliğini, griliğini görüp geçirdikten sonra, istedikleri kadar çocuk kalsalar da diğer parçaları etkilenmişti bir kere.
Bu yüzden çocuk kalan parçalarının isteğiyle, çocuklar için, çizgifilmler yaptılar ama diğer büyümeyen parçaları yolu gösterdi hep. 1994'te de modern bir efsane haline dönüşecek olan "The Lion King"in hikayesini yazdı Walt Disney'in yaklaşık 30 kişilik çocuk kadrosu. Genelinde çocuklara sorumluluğu, bilinci, cesareti, dürüstlüğü ve iyiliği anlatmak, bu tür dersler verme amaçlı hikaye, temelinde dünya kadar eski bir Shakespeare trajedisiydi.
Afrika'nın güzel mi güzel, bereketli mi bereketli bir arazisinde aslanların kral olduğu ve antiloplardan, kuşlardan, zürafalardan, zebralardan, fillerden  ve çeşit çeşit hayvanından oluşan tebaasının da mutlu mesut yaşadığı bir zamanında Aslan kral Mufasa'nın yeni doğan oğlu Simba ile birlikte alemin mutluluğu katlanırken, Mufasa'nın kıskanç ve sinsi kardeşi Scar'ın keyfi hepten bozulur. Hemen hain planlarını işleme koyar Scar, aç ve acımasız sırtlanlarla işbirliği yaparak.
Simba'nın gençliği ve saflığından faydalanıp, Mufasa'yı oyuna getirir. Cesur, yenilmez aslan kral Mufasa ölürken, Simba'yı da buna onun neden olduğuna inandırıp, uzaklara yollar.
Zavallı Simba kendini yollara vurur, bir yandan vicdanından ölürken. Ama kader, iyilerin yok olmasına izin vermeyecektir ya, (ne cins olduğunu anlayamadığım) Timon ve saf domuzcuk Pumbaa onu bulup, evlerine-ormana götürür. Senelerce ölümüne kankayız şeklinde kendi dünyalarında mutlu mutlu yaşar giderler. Simba da geçmişini, ailesini, kimliğini unutur.
Ancak Aslan Kayası'nda Simba'nın yokluğunda herşey tepetaklak olmuştur. Scar kral olarak yan gelip yatarken, sırtlanlar ortalıkta yiyecek içecek namına ne varsa kurutur. Diğer hayvanlar da kıtlıktan göç eder. Kalan dişi aslanlar çaresizce yiyecek ararlar. Simba'nın çocukkenki en iyi arkadaşı olan dişi aslan Nala da bir gün ormana kadar yiyecek peşinde koşarken domuz Pumbaa'yı kovalamaya başlar. Böylece Simba'ya yeniden kavuşur ve onu eve dönmeye, herşeyi düzeltmeye ikna etmeye çalışır. Ancak Simba, duyduğu vicdan azabı ve suçluluk duygusundan dolayı iyice korkak, sorumsuz bir aslan olmuştur. Babası cesur ve adil Mufasa'nın öğrettiklerini unutmuştur.Oraların Yoda'sı maymun Rafiki gelir ve yodalığını yapar. Babasının gökyüzünde gördüğü ruhunu, sonunda kendi içinde bulan Simba da evine, herşeyi düzeltmeye, öcünü almaya gider.
Müziklerini Tim Rice ve Elton John'un birlikte yaptığı mükemmel şarkıları, diyalogları, hikayesiyle "The Lion King" hakikaten de bir 17 yıl sonra bile perdeye getirilmesi gereken bir klasik. Açılış şarkısı Circle of Life'ı ve o cümbüşü izleyip, ekranda birden beliren "The Lion King" yazısını görünce kimbilir daha kaç nesil titreyecek...

"Hakuna Matata"

2 Ekim 2011 Pazar

"The Secret Circle" Vampire Doyan Bünyeye Cadı Merhemi Olsun Madem

"The Secret Circle" L.J.Smith'in (evet o Smith, hani şu The Vampire Diaries'den falan da sorumlu olan) 1992'de yayınlanmış üçlemesinin adı esasında. The Initation, The Captive ve The Power adlı kitaplardan oluşan üçlemeyi diziye çevirmeye karar vermişler haliyle. Smith'in bu anlamda fikir ortaya çıkarmadaki yeteneği kusursuz bence. Ama tek ve en büyük sorunu, kendine seçtiği yol olan edebiyat konusunda sıfır olması. Yazdığı kitaplar gerçekten kötü. Öyle böyle değil. Ama gelin görün ki o kitaplardan senaristlerin vücuda getirdiği şeyler, olağanüstü olma belirtilerine sahipler.
Sanırım bunda Kevin Williamson etkisinin varlığı gözardı edilemez. Tvye gelmiş ne kadar başarılı gençlik dizisi varsa altında mutlaka imzası var. TVD'den sonra The Secret Circle ile fantastik-sabun-köpüğü-aksiyon-gençlik dizisi türüne bu kez tamamen cadı ve büyücülük odaklı bir iş çıkarmış oldu.
Dizinin şimdilik sadece üç bölümü yayınlandı. Lost ile birlikte adeta gelenek haline gelen bu sadece dizi isminin ekrana geldiği sessiz ama etkili jenerik durumu bunda da var. Ama öyküyle ilginç bir bağlantısı olacağını düşündüğüm bir melodinin tüyler ürpertici mırıldanışıyla birlikte ekrana geliyor yazı, bu açıdan hiç de fena değil. Ayrıca görüntüler, dekor seçimleri, atmoster ve efektler de artık işinin ehli olmuş Amerikan dizi sektörü için oldukça güzel. Senaryo zaten olması gerektiği gibi. Yormuyor, düşündürmüyor, gerektiğinde hızlanıyor, gerektiğinde anlamsız dramalara giriyor, romantizmle süslüyor. Ama bu artılarının yanında dizinin şimdilik çok büyük bir sorunu var : Oyuncuları ve onların rol kesememeleri. Hepsinden bahsetmiyorum gerçi. Genç oyuncularda sorun asıl. Özellikle Thomas Dekker'a sektörde geçirdiği bunca yıldan sonra birinin cidden gerçeği söylemesi gerek. Oynayamıyor. Sırf Terminatörler ve Lina Headey'nin hatrına iki sezon Sarah Connor Chronicles'da dayandık ona ama artık gerçekten işi berbat ediyor. Britt Robertson'ı ilk kez izliyorum ama umarım hep böyle değildir ve bölümler ilerledikçe düzelir. Bunun dışında Natasha Henstridge'i görmek gerçekten güzel.
Hı, ne mi anlatıyor peki TSC? 16 yaşındaki ergenimiz Cassie'nin babası o doğmadan falan ölmüş, o da annesiyle yaşıyor. Bir gece evdeki yangın-patlamadan dolayı annesi ölünce, büyükannesinin yanına New Salem diye bir kasabaya taşınıyor Cassie. Kasaba tuhaf, insanları daha da tuhaf. Kısa sürede Diana, Faye, Melissa, Nick ve Adam ile tanışmış oluyor. Ortada birşeyler döndüğü belli, annesi burayı o doğmadan önce geri dönmemek üzere terk etmiş zaten. Yavaş yavaş annesi ve babasının geçmişleriyle ilgili parçaları bir araya getirmeye başlarken bir yandan da normal ergen durumlarının ortasında kalıyor tabi. Adam'la aralarındaki karşı konulamaz çekimi fark ediyor ama Adam, Diana ile birlikte. Faye ortamın "bitch" gibi davranan kötü görüneniyken, Melissa onun "side-kick"i. Nick de karşı pencereden devamlı üstsüz görünen, cool çocuk. Tabi bir de şöyle bir durum var, ki hikayenin özü bu, bu veletlerin hepsi cadı.
Şimdilik gayet eğlenceli, izlenebilir göründü bana TSC. Baydığı, bunalttığı yerler de var, iyi gittiği yerler de. Biraz fazla çaba gösterirlerse, bu sezon izlenebilecek iyi diziler arasına girebilir gibi görünüyor. Vaktiniz varsa, vampirli, kurt adamlı, hayaletli, süper kahramanlı, hırsızlı dizi çizelgenize bunu da ekleyebilirsiniz.
Dizinin sitesi : http://www.cwtv.com/shows/the-secret-circle
Fan sitesi : http://thesecretcircle.net/

30 Eylül 2011 Cuma

Dokunmayın heyecanıma-->Merlin'in 4.sezonu başlıyor

Yarın akşam BBC kendi memleketine Merlin'in 4.sezonunun ilk bölümünü The Darkest Hour'u yayınlayacak. 4 sene ne çabuk geçti, ne ara 4 sene oldu, Bradley ile Colin'in küvette örümcek yakaladıkları, Angel'a eşek şakası yaptıkları videolarını daha dün izlemedik mi, bilemiyorum ben. Önemli olan bu değil zaten. Önemli olan yarın en geç gece yarısında The Darkest Hour'un nete düşecek olması.

Random Thoughts diyeceğim ben buna,siz anlayın

Hani tam da sabahları uyandığınızda yatağın içinin vücut ısınıza denk düşmüş, ılık mı ılık olduğu ama yatağın dışının ürpertici bir serinlikle elinizi, kolunuzu, burnunuzun ucunu karşıladığı; kafanızı kaldırıp pencerenin dışında grisinden koyu mavisine sarısına çeşit çeşit bulutlarla kaplı, güneşin saklambaç oynadığı gökyüzünü görüp, yataktan bir türlü kalkamadığınız, kalkmamak için kendinize bahaneler yaratmada usta olduğunuz mevsim var ya...Hah işte tam o mevsimdeyiz şu an. Fark etmişsinizdir. Sabahları ve akşamları donmak, gündüzleri de güneş gören bir yerdeysek bunalmak suretiyle ortalarda dolandığımız mevsim de diyebiliyoruz tabi buna. Bir yandan her görüntüsüne, her hissettirdiğine bayıldığım mevsime (sonbahardı ismi herhalde) doğru giderken havanın hali, bir yandan da üşümekten nefret ettiğimi hatırlıyorum ben kendimce. Bu hangi mevsim insanısın, efendime söyleyim hangi mevsimi daha çok seversin türü soruların cevapları bu yüzden, benim için diğer pek çok konuda olduğu gibi çift kişiliğe uygun bir şekilde. Üşümekten nefret ederim, sıcağa bayılırım, hiç şikayet etmem ama kurşun gibi gökyüzünden yağmur boşandığı zaman tüm renklerin daha canlı hale geldiğine inanırım, içim müthiş fikirlerle dolar.
Mevsime uygun şarkılar dinlemeye başladılar, orada burada. Evet eylül de bana hep "A Lonely September"ı düşündürür ve hayır, soğuk ya da sonbahar-kış bana hüzünlü gelmiyor. Gene de içimde inanılmaz bir Coldplay dinleme isteği var. Her zaman dinleyip de, bir köşede hep var olduklarından dolayı asla öyle obaa dedirtecek gruplardan değillermiş gibi gelen gruplar-insanlar vardır ya, Coldplay benim için onlardanmış. Yeni anladım. "Fix You"nun, "The Scientist"in, "Clocks"ın ve diğerlerinin içimdeki yerinin farkında değilmişim. Şimdi yeni albümle birlikte dönüp, her birşeyi bir kez daha dinleme, doyasıya tatlarına varma vakti. "Home, home, where i wanted to go" diyorum ayrıca.
Şarkılardan bahsetmişken, Switchfoot'un da yeni albümü çıktı sanırım "Vice Verses" diye. İlk kez Haley ve Nathan'ın ilk öpüştükleri sahnede duymuştum ben "Dare You To Move"u. O sahne ve o ikisinin aşk hikayesi bu kadar etkiliyse, nerdeyse tamamı Switchfoot sayesindedir zaten. Jon, Chad, Jerome,Tim ve Drew hep çalsın, söylesin.(http://www.switchfoot.com/)
Bir de kafamı karıştıran şarkılar var. Geçen François De La Rochefoucauld'un (ki kendisi 17.yy.da yaşamış Fransız bir yazarmış gayet sırma saçlısından) şu sözüne rastladım önce : "True love like ghosts, which everyone talks about and few have seen." Ardından şu ara ciddi ciddi taktığım The Civil Wars'un Poison&Wine şarkısını dinledim, şöyle diyorlardı : "I don't love you but i always will.". Beynimdeki karmaşa merkezinin tetiklendiği bu cümleyle, hemen Paolo Nutini'nin No Other Way'de dediklerini hatırladım : "Cause i love you girl, i don't want you, i need you.". Birini sevmediğinizi ama hep seveceğinizi söyleyebiliyorsunuz, birini sevdiğinizi ama onu istemediğinizi sadece ona ihtiyaç duyduğunuzu da söyleyebiliyorsunuz. Tabi bu arada 400 yıl önce biri de durumu çözmüş, gerçek aşkı somut olarak bulamazsınız, sadece hayali dolaşır ortalıkta diyor. Kafam harbiden karıştı.
Joseph Delaney'nin bu Wardstone Günlükleri serisi var ya Tudem'in gençlik kitapları serisine dahil olarak yayınlanan, Ben Barnes'ın bir sonraki projesi olduğunu öğrendiğim için geçen gidip serinin ilk kitabını aldım "Hayaletin Çırağı" onu okuyorum şimdi. Evet çocuk kitabı gibi, evet çok kolay yazılmış ve evet, ürkütücü. Arka kapakta karanlık basınca okumayın uyarısı var, buraların en kuralcı insanı olarak ben uydum tabiki. Gündüzleri, bol güneş ışıklı otobüs-dolmuş yolculukları esnasında okuyorum. Şimdilik pek iyi kitap, bitince yazacağım.
Keira Knightley bir sonraki Anna Karenina olacakmış, haberi aldım. Öyleyse bir sonraki kitabımız da Anna Karenina olsun. Ruslardan hiç hoşlanmıyorum ama ilk cümlesi "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." olan bir kitabı nasıl okumaz ki insan?
"Hayaller, Takıntılar ve Diğerleri" blogunda okudum bugün, "The Music Never Stopped" filmini. İzlemem gerek, bir sonraki filmim de o olsun.
Bu arada ders seçimlerimi yaptım bugün bir de. Hep karmançorman bir şekilde boşa kürek çekiyormuşum gibi gelen yüksek lisansın ikinci döneminde, sanırım sadece 3 dersle paçayı sıyırabileceğim. İlk dönem onca uğraşıp da kapı gibi bir B2 aldığım dersi göstermeyen pis sistem, sana sesleniyorum bir de. Sarah Connor'ın olurum senin, John Connorlar koyarım karşına, T2011ler gelse "Hasta la vista baby!" dedirtir, ona göre.
Okulun başlamasını, derslerin olacak olmasını içten içe sevenlerden olduğum için de ayrıca kötü hissediyorum. Pottermore sağolsun bir isim koydu bize, yalnız olmadığımızı gösterdi gerçi. Ravenclaw evinin üyeleriyiz biz. Doğuştan böyleyiz. Korkuyorum kendimden, Freaks&Geeks'in bir bölümünde gizli öpüşme dolabına girdiklerinde şımarık kızın Hoverchuck'a dedikleri geliyor aklıma, "Hep kendi kendine çok güzel, heyecanlı bir hikaye anlatıyormuşsun içinden gibi, bu yüzden yüzünde hep mutlu bir ifade var.". Geek ve Nerd terimlerini biliyor musunuz bilmiyorum ama ben resmen Hoverchuck gibi oluyorum bu durumda, özellikle de gözlüklerim burnumun üstündeyken. Freaks&Geeks'i de özledim ben. O altın değerindeki 18 bölüme sarılıp, Bad Reputation söyleyesim geliyor.
Özlemek demişken, bu Royal Wood'un "A Mirror Without"ı beni çok kötü yaptı. Son cümlesi ve onu söylerkenki sesi...Onunla bitireyim lafımı.
I think i miss you even more...Demiştim Random Thoughts diye.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...