5 Ağustos 2011 Cuma

The Clinic (2010)

20lerinin sonundaki gayet güzel Beth ile gayet yakışıklı Cameron Noel arifesinde Avustralya'nın bir ucundan öteki ucuna bir araba yolculuğuna çıkarlar. Beth'in annesini ziyarete gitmektedirler. Bu sebeple karnı burnunda Beth bir yandan bir Noel kartı yazmaya çalışırken, Cameron da uçsuz bucaksız Avustralya çöllerinin ortasında can sıkıcı derecede dümdüz uzanan karayolunu doğru düzgün katetmeye uğraşmaktadır.
Bu mutlu, sevimli, pek sağlıklı iki genç insanın bu anları ne yazık ki uzun sürmez. Önce, arkalarından son hızla yaklaşan bir kamyon sıkıştırır yolda. Kamyonun önünden kaçmak için neredeyse daireler çizerek yolun dışına çıkarlar. Sonra gece yola devam etmeme kararı alırlar ki kanımca bu en büyük salaklıkları haline gelir. En yakında rastladıkları bir motele girerler. Sapık ve göbekli motel sahibiyle de tanıştıktan sonra, bir miktar havuz kenarında güneşlenirler (havuz kenarı dediysem öyle tatil köyü canlanmasın gözünüzde. bildiğiniz terk edilmiş, çöl ortasında bir yerde suyu bin pislik dolu süs havuzu işte.), bir miktar da odalarında uyuklarlar. Tabi bu arada keşfederiz ki Beth ciddi ciddi ürkütücü rüyalar görmektedir. Aynen Cameron gibi, biz de hamileliğine veririz.
Odalarında uyuklarlarken Cameron acıkır ve dışarı çıkar. Geri geldiğinde Beth yoktur, sapık motel sahibi birşey bilmemektedir. Polis de 48 saat geçmeden aramam, kayıp değil falan der. Tabi Cameron bu durumda çıldırır, polise, motel sahibine falan girişir. Bu sırada asıl can alıcı kısma geçeriz yönetmenin kamerasıyla birlikte. Beth'le birlikte gözlerimizi terk edilmiş bir tesiste açarız. Beth acılar içinde gözlerini açtığında, bir odanın ortasındaki buz dolu bir küvetin içinde uzanmaktadır. Çırılçıplaktır ve karnında dikine bir kesik vardır. Dikişleri yenidir tabi, içinde bebeğinin olması gereken karnı bomboştur dolayısıyla. Odanın bir köşesinde bir sandalyede, üzerine roma rakamları yazılmış bir pantolon bir bluz vardır. Güçbela küvetten çıkıp, üzerine onları geçirip, kendini dışarı atmaya çalışır zavallı Beth.
Evet, James Rabbitts'in yazdığı ve yönettiği "The Clinic" bu şekilde başlayıp, ait olduğu gerilim-korku türünün en güzel örneklerinden biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Birbirini tekrar eden, baltık ülkelerinden, uzakdoğudan devşirilen hikayelerle şişirilen korku filmleri denizinin içinde öylesine güzel ve orijinal bir hikaye ile kendine yer açıyor ki resmen işte böyle olmalı diyorsunuz. Sağlam yazılmış bir hikaye, neredeyse yok denecek kadar az mantık hatası-boşluklar, birbirine uyumu mükemmel, tek başlarına performansları daha da mükemmel kariyerinin başındaki tanınmamış genç oyuncular, yeteri kadar mide bulandıracak kan, cinayet, dövüş, terk edilmişlik hissi, bomboş araziler, ürkütücü ortamlar, kötü adamlar, kötü kadınlar, silahlar...Hepsi birleşip, bir buçuk saatlik güzel bir korku-gerilim filmi oluşturuyor.
James Rabbitts'in ilk uzun metrajlısı oaln ve Andy Whitfield da Spartacus'le henüz yeni yeni şöhrete adım atmaya başlamışken çekilmiş filmin benim için izlenme nedeni Tabreth Bethell'di tabiki. "Legend of The Seeker"ı saçma bir şekilde elimizden almalarından sonra en ufak kırıntısını bile arar olduk Tabreth'in. Bu sinemadaki ilk işi. Ardından iki güzel filmde daha rol almış olmasına rağmen şu an için izleyebileceğimiz birşey yok Tabreth'i perdede. "The Clinic"te ilk sinema deneyimi olmasına rağmen, oldukça başarılı.
"The Clinic" arada soluklanıp, güzel ve başarılı bir korku filmi izlemek isteyenler için, Avustralya'nın ürkütücü boşluklarından uzanıp, gerilim ve kan dolu bir buçuk saat sunuyor. Sonu için de olmamış diyenler var, olabilir ama bence böyle de iyi. Sonuçta daha ne olsun ki?

Howl (2010)

Kural insanıyım. Tamamen. Eğer şurdan şuraya içinden 10'a kadar saymadan geçilmez diye bir kural varsa sayar geçerim. Şu işi kendi başına, kimseye sormadan yapmak gerek diyeyse kural, hakikaten de oturur kendi başıma yaparım. Ki bilirim bir yandan da, benim dışımdaki herkes ama herkes, önümüzde yer alan o kurala hiçbir şekilde uymamıştır. Ben de uymamak isterim, düşünürüm de uymamayı. Ama içimde çarklı bir mekanizma vardır o anlarda hep harekete geçen. Ben istesem de, beynim istese de, bir türlü uymamazlık edemem kurallara. "Liar Liar"daki Jim Carrey hesabı, birşey beni alıkoyar her türlü kanunsuzluktan.
Gerçek Allen Ginsberg-gençken
Ama hiçbir üniversitenin bağımsız olmadığı, kampüslerde polislerin gizli gizli gezdiği, genelkurmayın bile milli savunma bakanlığına bağlanmak istediği bir ülkede, ben bile yeteri kadar kuraldışı hale geliyorum. İnsanoğlu neden yüzyıllardır, binyıllardır bu şekilde bir çaba içine girmiş acaba? Tarihin her zamanında bir tür "herşeyi tek bir otorite altında toplama" durumu oluşmuş. Her dönemde, dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar tek bir şekilde düşünmeye, tek bir şekilde hissetmeye programlanmaya çalışılmış. Her zaman birileri çıkıp, tek bir güç olmaya çalışmış. Sanırım yeteri kadar anlaşılabilir bir durum. Tek başına çalışan bir akıl, tek başına farklı düşünceler üreten bir akıl, eğer kendi düşüncenizi diğer tüm akıllara kabul ettirmek istiyorsanız, oldukça tehlikelidir. Sadece kendinizin aşırı bir refah içinde yaşamasını istiyorsanız, bunu sorgulayacak akılların olması yine tehlikelidir. Herşeyi tek bir otorite altında toplayarak insanları yönetebilirsiniz, yönlendirebilirsiniz, sadece ve sadece sizin istediklerinizi yapmalarını sağlayabilir, böylece kendi yaşamınızı ve kendi yararlarınızı garanti altına alabilirsiniz.
Bunun için de insanların düşünmemesine ihtiyacınız vardır. Düşünmeyecekler, üretmeyecekler, birbirlerini haberdar etmeyecekler, eleştirmeyecekler, irdelemeyecekler ve anlamayacaklar ki otoriteniz sarsılmasın. Düşünmemeleri için de sınırlar getirmek zorundasınızdır. Sınırlarsanız, engellerseniz, yasaklarsanız düşünmezler. Üretmezler. Eleştirmezler.
Daha doğrusu siz öyle sanırsınız. İnsanoğlunun aklı tarihin her döneminde çalışmaya devam etti. Bundan sonra da edecek büyük ihtimalle. Yani sınırlasanız da düşünürler, yasaklasanız da eleştirirler, engelleseniz de bir yol bulurlar. Ha siz göremezsiniz, duyamazsınız o ayrı. Otoritenin keskin Sauron gözlerinin altına inemediği örtüler vardır, dibine varamadığı delikler mevcuttur. Sonuçta insan, bu kadar alışık ve istekli olmasına rağmen, tek bir otoritenin ağır gücünün altında yaşayamaz. Bir şekilde farklılıklar, üretimler, düşünceler her zaman suyun altında boğulmaz, arada kafalarının çıkarıp kısa ama hayati nefesler alırlar.
Ginsberg olarak James Franco
Burdaki durum için birşey söylemeyeceğim de, ABD'de 1950'lerde böyle bir nefes alışın ufak belirtileri ortaya çıkmıştı. II.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'nın enkazına karşılık Amerika kıtasının kuzeyinde insanlar gayet kurallara bağlı ve düzgün bir yaşam biçimi geliştirmişti. Kadının, çocuğun ve farklıların toplumdaki yerleri kesin çizgilerle belliydi. Tamam belki Elvis'in ve rock'n roll'un ritimleri her yanı sarmaya başlamıştı ama durum buydu. Bunun yanında kendini eğlenmeye, içkiye, otlara vermiş, hayattan ne beklemesi gerektiğini veya hayatın onun için ne ifade ettiğini çözmeye çalışan bir nesil de türemişti. Düzenin dışında, kendilerini yollara atan, caz melodileri arasında sorularıyla çözümler arayan bir kuşak. Düzenin ve konformlu hayatın dışındaki yeşil çayırları, bulutlu-yıldızlı gökyüzünü ve bitmeyen yolları arayanların ortaya koyduğu bu belirtiler daha sonra 60'ların sonuna gelindiğinde kendini büyük gençlik hareketlerine, dünyanın her bir yanında iyi veya kötü devrimlere, müzikte, sanatta, modada, yaşam felsefesinde tam bir düzensizliğe ve başkaldırıya dönüştürecekti.
Ama Jack Kerouac'ın1947-48'de Amerika'nın doğusu ve batısı arasında bir uçtan bir uca yaptığı yolculuk, Neal Cassady ile diğer yolculukları, New York Üniversitesi'nde Allen Ginsberg ve William S.Burroughs ile tanışması durumları gerçekleştiğinde henüz tüm bu düzensiz-başkaldırı oluşmamıştı. Kerouac !951'de oturup, 3 haftada "Yolda"yı yazdığında birşeylerin gelişi belliydi. Kerouac kendisi adlandırdı bu "kendi edebiyatlarını" ve yolculuklarını yapan kuşağı; "Beat Generation" dedi. Çevirmeye çalışırsak bir anlamda "yenilenler-yenilmişler kuşağı" olabiliyor bizim dilimizde.
2010 yapımı "Howl" filminde ise soruyorlar Allen Ginsberg'e "The Beat Generation ne demek?" diye. "Herhangi bir neslin yenilgisi söz konusu değil." diyor Ginsberg. "Bir grup adam sadece birşeyler yayınlamayı deniyorlar." Ginsberg bu "birşeyler yayınlamayı deneyen adamlar" arasında dahil olduğu "kuşağa" efsane haline gelmiş bir şiir kazandırmıştı bu cümleleri sarfederken. Howl (Uluma) şiiri 1957'de San Fransisco'da mahkemede salonunda didik didik edilirken o, mahkemeye bile gitmemiş, oturmuş karşısındakine-filmin aracılığıyla da bizlere- hayatını, sanatını, düşüncelerini, duygularını anlatıyor.
Rob Epstein ve Jeffrey Friedman'ın hem senaryosunu birlikte yazıp, hem de birlikte yönettikleri "Howl" bir yandan anlamsız bir şekilde sanatın, edebiyatın, müstehcenliğin ne olduğunun tartışıldığı mahkeme salonunu gösterirken, bir yandan Allen Ginsberg'ün tam o sırada kendini ve şiiri anlatışını iletiyor. İçiçe geçen mahkeme ve röportaj görüntülerinin aralarına serpiştirilmiş vaziyette de Ginsberg'ün Howl'u coşkuyla, duyguyla okuyuşunu dinliyoruz, mükemmel ötesi animasyon canlandırmalarıyla.
"Howl" o kadar güzel yapılmış, güzel yazılmış, özenle oynanmış ve mesajlarını o kadar temiz, kavgasız, baskısız ve gene de anlaşılır ileten bir film olmuş ki izlenesi, bir kere daha ve yine izlenesi. James Franco "127 Hours"la Oscar adayı olmasının yanında, "Howl"da hayatının her dönemini o kadar güzel yansıtıyor ki Ginsberg"ün, belki de bugüne kadar ortaya koyduğu en başarılı oyunculuk (tabiki Freaks&Geeks hali benim için bir numarada gene de.). Jon Hamm'in şiiri olabilecek en güzel şekilde savunduğu, avukat Jake Ehrlich karakteri öylesine düzgün ki Hamm'in temiz oyunculuğuna şapka çıkartılabilir. Ama bence onların yanında diğer avukat, şiirin yasaklanmasını savunan Ralph McIntosh rolünde David Strathairn harikalar yaratıyor.
O kadar "muzır" bulunan kitaplara ve dayatılan "filtre"lere inat, haydi biz de uluyalım, "Holy holy holy holy" diye...


carl solomon
için
i
gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini,
zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken,
gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan melek kafalı hipsterler,
yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde yüzen sıcak suyu
olmayan ucuz odaların doğa üstü karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken jazzı seyredenler,
yaradan’ın cennetinde zihinleri apaçık olanlar aydınlatılmış ucuz çatı katlarında
ve yeraltlarında muhammed’in dolaşaduran meleklerini görenler,
arkansas ve blake-ışığı trajedisi arasından parlak ifadesiz halüsinatif gözlerle
bilgi savaşının üniversitelerinden geçip gidenler,
akademilerden delilik ve ahlaksızlığa düzdükleri methiyeleri kafatası üzerindeki
pencerelerde yayınladıkları için tekmeyi yiyenler,
parasını çöp sepetlerinde yakarak ve dehşeti duvardan dinleyerek tıraşsız
odalarda don gömlek sinenler,
apış arasındaki marihuanayla laredo’dan dönerken new york’da içeri tıkılanlar,
ucuz otellerde ateş yiyenler ya da paradise alley’de terebentin içenler, ölüm, ya
da geceden geceye gövdelerini arafta bırakanlar,
düşlerle, ve uyuşturucularla, uyandıran kabuslarla, alkol ve sik ve sonsuz taşaklarla,
ürperen bulutların emsalsiz kör sokakları ve canada ve paterson’un kutuplarına
doğru sıçrayan aradaki zamanın hareketsiz dünyasını aydınlatan aklın şimşeği,
geçitlerin peyote dayanışması, arkabahçe, yeşil, ağaç, mezarlık sabahları, çatı
katlarında şarap kafası, kafaları iyi olduğu esnada çıktıkları zevk gezilerinde
mahallelerin dükkanlarının vitrinlerinde trafik ışıkları gibi yanıp sönen neonlar,
güneş ve ay brooklyn’in sert kışının alacakaranlığındaki ağacın titremesi, esrar
külünün laneti ve aklın yüce ışığı,
hayvanat bahçesi ışığının iç karartıcı parlaklığında boğazları paramparça ve
kasvetli beyinleri örselenmiş,
benzedrine boğulmuş halde rayların ve çocuk seslerinin gürültüsü arasında titreyerek
battery’den bronx’a sonsuz bir gidiş için kendilerini yeraltında zincirleyenler,
gece boyunca bickford’da loş ışığın altında dibe vurmuşçasına gömülüp
kalanlar ve dışarı çıkanlar ve gün ortasında ıssız fugazzi’de bayat bira içerek
otomatik plak çalarda çatırtıları dinlemeye mahkum olanlar,
yetmiş saat durmaksızın konuşarak, parktan mekana, mekandan bara, bardan
bellevue’ye belleuve’den müzeye, müzeden brooklyn köprüsüne
ayın ötesinde/ki empire state’in pencere pervazlarından sarkan yangın
çıkışından atlayan platonik belagatçilerin yitik bölüğü,
olayları ve anıları ve anekdotları ve görme zevkini ve hastane şoklarını ve
cezaevlerini ve savaşları bağırıp çağırıp fısıldayıp kusarak konuşanlar,
yedi gün yedi gece harap olmuş anımsamalarıyla parıldayan gözlerle
kaldırımların üzerini örten mağlup sinagog eti,
artlarında atlantic city hall’ün belirsiz resminin kartpostalını iz bırakıp
zen new jersey’i terk ederek hiçbir yere doğru gözden yitenler,
kederli doğunun sıkıntı veren terlemesiyle tanca’nın kemik gıcırdatanları,
çin’in migreninden mustarip, iç karartan döşemesiyle newark’ın boktan bir
odasında esrarın etkisiyle pelte-k-leşenler,
geceyarısı demiryolu boyunca oradan oraya amaçsızca gidip gelen yurtsuzlar,
hiç kalp kırmadan çekip gidenler, gece, yükvagonlarında yükvagonlarında
yükvagonlarında sigaralarını yakanlar,
eroin için para sızdırmaya çalışarak dalavereyle, yalnızlık hissi veren
çiftliklerinden geçenler büyükbabanın,
kansas’ta kozmosun tinlerinde vızıldayıp ayaklarına değin titrediklerini
hissettiklerinde plotinus poe st. john üzerine kafa yorup haç çıkarıp telepati,
bop ve kabala ile uğraşanlar,
idoha sokaklarından birbaşına geçip giderek düşsel kızılderili meleklerle düşsel
kızılderili melekleri arayanlar,
parıldadığında baltimor çılgına dönüp doğaüstü esrimeye dalanlar,
etkisiyle kış gecesinin ortasında sokak ışığının küçükkent yağmurunun
oklahoma’nın çin göçmeni herifleriyle limuzinlerde takılanlar,
houston’da aylak ve aç cansıkıntısıyla yalnızlığın jazz seks ya da çorba için takılanlar
amerika ve sonsuzluk hakkında tartışmak için parlak ispanyolların peşinden gidip,
afrika’ya giden bir gemiye çaresiz kapağı atanlar,
artlarınca chicago’nun mekanlarında yakılmış şiirlerin külünden lav işçi
tulumlarının gölgesi ve döküntülerden başka hiçbir şey bırakmayarak mexico
volkanlarında gözden yitenler,
batı kıyısı’nda f.b.i’ı soruşturarak sakallı ve kısa pantolonlu büyük barışçıl
gözleri ve cinsellik kokan koyu derileriyle hatların ötesinde bildiri dağıtıp yeniden ortaya çıkanlar,
cigaralarını üstlerinde söndürerek kapitalizmin ot tezgâhını protesto edenler,
staten island feribotu bastırdığında korkunç sesini wall’un ve bastırdığında los
alamos’un korkunç seslerini feryat ederek çırılçıplak soyunarak union
meydanı’nda kıyakkomünist bildiriler dağıtanlar,
beyaz okullarında yerleşmiş çetelerin doğrulttukları makineler karşısında çıplak
ve titrek ağlayarak yere yığılanlar,
düzüşmeksizin haykırarak sevişmekten, “zıkkım”lanmaktan ve oğlancılıktan
başka hiçbir şey yapmadıkları için bir suçu olmayıp polisaraçlarında mest olmuş
halde enselerinde dedektifler bitenler,
metroda dizlerine vurarak uğuldayanlar ve elyazmalarına bir göz atıp siklerini
pantolonları üstünden sıvazladıkları için uzayıp gitmesi istenenler,
bi işleri olmadığından azizimsi motorculara götlerini siktirip zevk çığlığı atanlar,
meleksi insanlıklarıyla uçanlar ve uçuranlar, atlantik ve karayip aşklarını okşayan denizciler,
gülbahçelerinde, halk parklarının çimlerinde ve mezarlıklarda önüne gelen
herkese özgürce spermlerini attırarak sabah akşam otuzbir çekenler,
durmaksızın hıçkırarak tükenenler, kıkırdayıp coşarken sarışın & çıplak bir
melek artlarında belirdiğinde deşmek için onları palasıyla, bir türk hamamının odasında mahvolanlar,
aşkoğlanlarını kaderin şirret üç ihtiyar kaşarına, heteroseksüel doların tek gözlü
kaşarına, dölyatağından göz kırpan ve kıçını kırıp oturmaktan,
dokuma tezgâhındaki aydınlanmış altın sarısı ipleri kırpmaktan başka bir şey
yapmayan tek gözlü kaşara kaptıranlar,
doyumsuzca ve esriyerek çiftleşenler bir bira şişesiyle bir sevgiliyle bir sigara
paketiyle bir mumla ve yataktan düşenler,
ve zemin boyunca yuvarlanıp salonu sürüklenerek devam edip duvarın dibine
yaslanarak son amcık vizyonuyla nihayetinde kendinden geçenler ve bilincin
son attırımından sıyrılarak gelenler,
günbatımında milyonlarca kızın amcıklarını akıtanlar ve sabah yeri gözleri
kıpkırmızı olsa da gündoğumunun deliğini de sulandırmaya hazır olanlar,
ahırlarda götleri alevlenenler ve göllerde çıplak olanlar,
sayısız çalıntı gecearabasıyla colorado’da bir boydan bir boya orospulukla hayat sürenler,
n.c, bu şiirin gizil kahramanları, yarakadam, denver’ın adonis’i, yemek vakti
arkabahçede sayısız kıza döşeyerek akıtanlar, sinemanın arka koltuklarında
takanlar, sarsakça yan yana dizilenler, dağların tepelerinde mağaralarda bildik;
sıska garson kızlarla ıssız yol kenarlarında oynaşanlar- elbiselerini yukarı
sıyırarak & bilhassa kıyı benzin istasyonları tuvaletlerinde “tekbencilik”
yapanlar & memleketin çokça ıssız yollarında; solgun demode büyük leş
sinemalarında, düşlerini değişenler, ansızın manhattan’da uyananlar ve
kendilerini bodrum katlarından dışarı atarak, kalpsiz macar şarabının
tüketmişliği ve 3. caddenin demir düşlerinin dehşetiyle işsizlik maaşlarını almak
adına, büroya dek tökezleyerek yürüyenler,
tüm bir gece boyunca karla kaplı iskelelerde kan dolmuş ayakkabılarıyla
yürüyüp, east river’da arzu dolu esrar odalarının kapılarında açılması için bekleşenler,
hudson kanyonunun dik kayalıklarına kurulu evlerinde ayın savaş zamanı
ışığına benzeyen projektörün mavi ışığında büyük intihar dramaları yaratanlar &
başlarında defne taçlarıyla unutulacak olanlar,
düşlerinde kuzugüveci yiyenler ya da bowery nehrinin çamurlu sularında yengeç lüpletenler,
sarma kâğıdı ve kötü müzikle mal satıcılarının arabalarında sokakların romansına ağlayanlar,
bir köşede oturup köprü altının karanlığında nefes alanlar, tavan aralarında
klavsenle orgazm olanlar,
teolojinin turuncu sandığıyla tüberkülozlu bir göğün altında alevlerle taçlanmış
harlem’de altıncı katta öksürüğe boğulanlar,
gece boyunca sihirli sözlerle esriyip sallanıp yuvarlanarak bir şeyler
karalayanlar, tan ağarmasının sarılığında anlamsızlığın şiirini yazdıklarını görenler,
salt bitkisel bir krallık düşleyip de çürümüş hayvanlar ciğer yahnisi yürek paça
pancar çorbası ve meksika pizzası pişirenler,
bir yumurta peşinden et kamyonlarının altına dalanlar,
saatlarını çatılardan fırlatarak zaman dışı sonsuzluğu seçenler & sonraki on yıl
boyunca her gün çalar saat sesine uyananlar,
art arda en az üç defa bileklerini kesip de başarılı olamayan ve vazgeçip
mecburen içinde yaşlanıp mızmızlanacakları bir antikacı dükkânı açanlar,
kurşuni dizelerin patlamaları & cepleri dolmuş modacıların kafa ütüleyen
safsataları & reklamcılığın ibnelerinin nitrogliserin çığlıkları & zeki editörlerin
fesatlığının zehirli gazında madison avenue’da uyduruk elbiseleri içinde
yanarak tükenenler, ya da mutlak gerçek’in taksicilerinin sarhoşlukla çarpıp yere devirdikleri,
brooklyn bridge’den atlayanlar, bu gerçekten oldu ve yitik adımlarla
yürüyenler çin mahallesinin büyüsünde ruhları kendinden geçenler
yol boyu çorba & yangın kamyonları, beleş bira yok,
umutsuzluk içinde pencerelerden dışarı country söyleyenler, metro kapılarından
fırlayanlar, pislik passaic durağında atlayanlar, zencilerin üzerine atılanlar, tüm
sokak boyu ağlayanlar, yalınayak şarapkadehi kırıkları üzerinde dans edenler,
1930'ların avrupasının nostaljik tükenmiş alman jazz fonograf kayıtlarını
paramparça edenler, viskiyi tüketip inleyerek ıstırap içinde iğrenç tuvaletlerde
çıkaranlar, kulaklarında inlemeler ve uğultusu devasa buhar kazanlarının.
geçmişin seyahatlerinin otoyollarından aşağı uçar gibi birbirlerini golgotha’ya
taşırcasına yol alanlar hapis-yalnız uyanık veya birming- ham jazzın vücut buluşu,
sonsuzluğu bulmak için benim bir vizyonum ya da senin bir vizyonun ya da
onun bir vizyonu var mı diyerek tüm ülkeyi arabayla yetmişiki saatte katedenler,
denver’a yola çıkanlar, denver’da ölenler, denver’a geri dönenler & boşyere
bekleyenler, denver’ı bekleyenler & kuluçkaya yatanlar & denver’da yalnız
kalanlar ve sonunda zamanı keşfetmek için uzayıp gidenler & şimdi denver bu
kahramanları için yalnızlıktan sıkkın,
ruh bir saniyeliğine de olsa saçlarını halelendirene dek ışığıyla umutsuzca
katedrallerde dizleri üzerine çökerek birbirlerinin kurtuluşu ışık ve sineler için yakaranlar,
parçalanmış zihinleriyle altın gibi kafaları yüreklerinde gerçeğin tılsımı
cezaevinde imkansız suçlar için beklerken alcatraz’a tatlı blueslar düzenler,
bir alışkanlığı yetiştirmek için mexico’ya ya da rocky dağlarına buddha’yı
yumuşatmaya ya da oğlanlar için tanca’ya ya da kara lokomotif için güney
pasifik hattı’na ya da narkissos için harvard’a mezarlıktaki papatya öbekleri
için woodlawn’a çekilenler,
radyoyu hipnotizmayla suçlayarak akılsağlığı davası açılmasını talep edenler
ama delilikleriyle elleriyle kararları askıda bırakan bir jüriyle kalakalanlar,
new york şehir kolejinde dadaizm sunumu yapanların üzerine patates salatası
atanlar ardından tıraşlı kafalarıyla ve intiharın soytarı söyleviyle akılhastanesinin
granit basamaklarında lobotomiye kuvvetle istek duyanlar,
ve bunun yerine kendilerine insülin ve metrazol şok terapisi elektrikli su terapisi
psikoterapi meşguliyet terapisi masa tenisi & hafıza kaybının somut boşluğu sunulanlar,
katatoni içinde kısasüreliğine duralarken şakası olmayan bir karşıkoyuşla
yalnızca sembolik bir pinpon masasını devirenler,
yıllar sonra kandan peruklarını saymazsak geriye kel dönenler, doğunun
kaçıkkent koğuşlarında salt delirmişlerde zuhur eden kötü kader esriklik
içerisinde parmakla(n)mak,
pilgrim state’in rockland’in ve greystone’un kokuşmuş koridorları, ruhlarının
gölgeleriyle ağızdalaşına girenler, geceyarısı aşkın topraklarında-dolmen setleri
üzerinde- bir başına sallanıp yuvarlanarak, yaşam düşü bir kabus, vücutları ay
denli ağır taşa dönenler,
nihayetinde anayla******, ve ucuz apartman dairesinin penceresinden
fırlatılmış son fantastik kitap, ve sabahın 4ünde kapatılmış son kapı, ve cevaben
şiddetle duvara çarpılmış son telefon, ve zihinsel mobilyası son parçasına dek
boşaltılmış son döşeli oda, gömme dolapta tel askıya iliştirilmiş kağıttan sarı bir
gül, ve bu düşsel bile olsa, hiçbir şey ama küçük umut dolu bir sanrı işteah,
carl, sen güvende değilken ben de güvende değilim, ve şimdi sen gerçekten
zamanın tüm pisliğinin içindesinve
bundan dolayı buz tutmuş sokaklar boyunca koşanlar, elips katalog metre
titreşen düzlem kullanımının simyasındaki ani parıldamaya takıntılı,
hayal kurup bitiştirilmiş imgeler boyunca zaman ve uzayda somutlaştırılmış
geçitler açanlar ve 2 görsel imge arasında ruhun başmeleğini kapana kıstıranlar
ve doğadaki elementlerin özlerini birleştirip pater omnipotens aeterne
deus’nun heyecanıyla coşup bir sıçrayışta bilincin ismini koyup çizgisini belirleyenler,
yoksul beşeri nesrin ölçü ve söz dizinini yeniden yaratmak için ruhlarında
kafalarındaki çıplak ve sonsuz düşünüşün ritmini uyumlu kılacak ikrarı
reddederek huzurumuzda dilleri tutulmuş ve zeki ve utançla titreyerek ayakta dikilenler,
zamandaki kaçık serseri, ve kutsanmış melek, bilinmeyen, yine de ölümden
sonraki zaman boyunca söylenecek ne varsa koyanlar ortaya,
ve jazzın hayaletimsi giysisiyle orkestranın altın rengi nefesli borularının
gölgesinde yeniden dirilerek doğrulanlar ve amerika’nın çıplak zihninin aşk için
çektiği ıstırapları, kentleri son radyosuna varasıya paramparça eden eli eli
lamma lamma sabacthani çığlığıyla üfleyenler saksafonu
parçalanarak vücutlarından çıkartılmış yaşam şiirinin saf kalbiyle ki bin yıl
afiyetle yenir.
ii
alüminyum ve çimentodan nasıl bir sfenkstir ki kafataslarını açıp parçalamış
beyinleri ve imgeleri yiyip bitirmiş?
molok! yalnızlık! pislik! çirkinlik! külkovaları ve elde edilemez dolarlar!
merdiven diplerinde çocuk çığlıkları! ordularda hıçkırarak ağlayan
oğlançocukları! parklarda gözüyaşlı ihtiyar adamlar!
molok! molok! kabus molok! sevgisiz molok! zihinsel molok! molok ezici yargıcı insanların!
molok akıl almaz zindan! molok kurukafa bayrağı çekilmiş ruhsuz hapishane ve
elemlerin kurultayı! yapıları yargı olan molok! savaşın sayısız taştan abidesi
molok! sersemlemiş hükümetler molok!
zihni salt bir makine olan molok! damarlarında kan yerine para dolaşan molok!
parmakları on ordu olan molok! göğsü kendi cinsinin etini tüketen bir dinamo
olan molok! kenarlarından dumanlar tüten bir gömüt olan molok!
molok gözleri binlerce kör pencere! uzun sokaklarında ebedi yahovalar gibi
gökdelenler dikilen molok! sis içindeki fabrikalarında düş kurup cavlağı çeken
molok! devasa bacaları ve antenleriyle kentleri taçlandıran molok!
sevdası sonsuz petrol ve taş olan molok! ruhu elektrik akımı ve bankalar olan
molok! yoksunluğu dehanın sureti olan molok! yazgısı cinsiyetsiz bir hidrojen
bulutu olan molok! molok adı us olan!
molok içinde yapayalnız oturduğum! kendinde melekleri düşlediğim molok!
molok delirdiğim! sikemiciyim molok’ta! aşksız ve erkeksizim molok’ta!
molok ruhuma çok önceleri giren! molok içinde gövdesiz bir bilincim ben!
molok beni doğal esrikliğimden korkutan! kendimden geçtiğim molok!
uyandığım molok! gökyüzünden boşalan ışık!
molok! molok! robot apartmanlar! görünmez banliyöler! hazine çatıkları! kör
sermayeler! şeytansı endüstriler! hayaletimsi uluslar! mağlup edilemez
tımarhaneler! granit yaraklar! canavarca bombalar!
onlar cennete kaldırırken molok’u parçaladılar sırtlarını! kaldırım taşları,
ağaçlar, radyolar, daha bir dünya şey! zaten varolan ve hep içinde olduğumuz şehri cennete kaldıranlar!
vizyonlar! kehanetler! halüsinasyonlar! mucizeler! esrimeler! amerikan nehrinde batıp gitti!
düşler! tapınmalar! aydınlanmalar! dinler! bir gemi yükü duygu zırvası!
kirişikırmalar! nehrin diğer tarafına! evirip çevirmeler ve çarmıha germeler!
tufana kapılıp gitti! yükselmeler! anlık tanrı görümleri! umutsuzluklar! on
yılın hayvani çığlıkları ve intiharlar! bellekler! yeni aşklar! kaçık nesil!
zamanın kayalıklarından aşağı!
gerçek kutsal kahkaha nehirde! gördüler her bir şeyi! vahşi gözler! kutsal
haykırışlar! çekip gittiler eyvallah deyip! atladılar çatıdan! ıssızlığa! el
sallayarak! yanlarında çiçeklerle! nehre doğru! sokağa!
iii
carl solomon! seninleyim rockland’da
benden daha kaçık olduğun
seninleyim rockland’da
fazlasıyla tuhaf hissettiğin
seninleyim rockland’da
annemin gölgesine öykündüğün
seninleyim rockland’da
on iki sekreterini öldürmüş olduğun
seninleyim rockland’da
o görünmez nüktedanlığınla güldüğün
seninleyim rockland’da
aynı korkunç daktiloda büyük yazarlar olduğumuz
seninleyim rockland’da
vaziyetin ciddileştiği radyodan bildirilen
seninleyim rockland’da
kafatasındaki melekelerin zeka asalaklarını artık içeri sokmadığı
seninleyim rockland’da
utika’nın evlenmemiş kadınlarının göğüslerinden karnını doyurduğun
seninleyim rockland’da
bronx’un kartal bedenli kadınlarının vücutlarında kelime oyunlarıyla eyleştiğin
seninleyim rockland’da
cehennemin dipsiz kuyularında asıllı bir pingpong maçını kaybettiğinden
deligömleği içinde feryatlar ettiğin
seninleyim rockland’da
katatonik bir halde takıldığın piyanonun başında ruhun masum ve ölümsüz
olduğunu donanımlı bir tımarhanede asla imansız ölmemesi gerektiğini
söylediğin
seninleyim rockland’da
elliden fazla elektroşokla ruhunun hac yolunda gerildiği çarmıhtan bedenine asla
yeniden dönmeyeceği
seninleyim rockland’da
doktorlarını akıl hastalığıyla itham edip ulusalcı faşist golgotha’ya karşı
sosyalist ibrani devrimi entrikaları çevirdiğin
seninleyim rockland’da
long islang göğünü yarıp insanüstü kabrinden çıkararak yeniden dirilteceğin
kendi yaşayan insan isa’nı
seninleyim rockland’da
yirmi-beş-bin çılgın yoldaşla hep bir ağızdan enternasyonel’in son kıtasını
söylediğimiz
seninleyim rockland’da
birleşik devletleri öpüp sarmaladığımız çarşaflarımız altında o birleşik
devletlerin alışkanlık yaptığı öksürüğüyle gece boyu bizi uyutmayacağı
seninleyim rockland’da
seninleyim rockland’da
rüyalarımda üzerinde bir deniz yolculuğunun damlalarıyla yürüdüğün
amerika’da bir batı gecesinde gözyaşlarınla otoyol kavşağındaki kulübemin
kapısına vardığın
                san francisco 1955–56
(Altıkırkbeş yayınındaki Şenol Erdoğan çevirisi)

2 Ağustos 2011 Salı

Hem Gerçek Nedir ki?

İstiyorum, gerçekten istiyorum. İnanmak istiyorum.
Ama sonra Eddie'nin sesi geliyor aklımın gerisinden:
Dear Joey, as you know I'm not good at goodbyes. But I guess that's what it is. A real one this time. Because as much as I thought I wanted us to be together, I guess what I want more is to be one of those people who lives every moment of his life without indecision and without regrets. Someone who dares to disturb the universe without a thought to the consequences. And you're not one of those people, at least not yet. Maybe you'll prove me wrong about that one day. I hope you do. But who knows? Maybe people can't change. Maybe we're doomed to repeat the same mistakes over and over again no matter how hard we try. I always hope for a happy ending. How crazy is that? Take care of yourself.

Ve ses uzaklaşırken tekrarlıyor "I hope you do...I hope you do..."

Misunderstanding,Recollections,Inequality

"I imagine the feelings of two people meeting again after many years. In the past they spent some time together, and therefore they think they are linked by the same experience, the same recollections. The same recollections? That's where the misunderstanding starts: they don't have the same recollections; each of them retains two or three small scenes from the past, but each has his own; their recollections are not similar; they don't intersect; and even in terms of quantity they are not comparable: one person remembers the other more than he is remembered; first because memory capacity varies among individuals (an explanation that each of them would at least find acceptable), but also (and this is more painful to admit) because they don't hold the same importance for each other. When Irena saw Josef at the airport, she remembered every detail of their long-ago adventure; Josef remembered nothing. From the very first moment their encounter was based on an unjust and revolting inequality."

Milan Kundera yazdı bu satırları, ben sadece okudum.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Paul Christopher'dan "Michelangelo'nun Defteri"

İki kıtaya yayılan ve elli yıldan fazla bir süredir devam eden ölümcül bir komplonun içine düşen son derece masum bir kadın...
New York Üniversitesi 'nde tarih eğitimi gören Finn Ryan bir gün rastlantı sonucu Michelangelo tarafından çizilmiş ölü insan bedenlerini inceleme sonuçlarını kaydettiği efsanevi defterden bir sayfa bulur.
Ancak o gece biri Finn 'in dairesine girerek erkek arkadaşını öldürür ve kızın Michelangelo çiziminden aklında kalanları karaladığı not defterini çalar. Yaşamının tehlikede olduğunu gören Finn annesinin ancak olağanüstü durumlarda aramasını tembih ettiği telefon numarası sayesinde eski kitap alım satımıyla uğraşan Michael Valentine 'e ulaşır. Birlikte tüm şehri ve tarihin derinliklerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkarak gizemi çözmeye çalışırlar. Bir yandan da öldürülmeye... Tüm amaç İkinci Dünya Savaşı 'nın son günlerindeki olayın gizeminin açığa çıkartılmasını sağlamaktadır.
Öyle bir gizem ki bu yanıtlar ancak Vatikan'ın karanlık labirentlerinin içinde bulunabilir...
 Kitabın arka kapak yazısı böyle. Ben de pek çok okuyucu gibi hem bu yazıya hem de kitabın isminin ve kapağının vaadettiği şeylere kanarak okumaya başladım. Bir çeşit Da Vinci Şifresi bulma umudu içindeydim. Gerçi 288 sayfalık bir kitaptan Dan Brown'ın olay örgüsüne ulaşabilmek mümkün olur muydu, orasını düşünmemiştim.
Paul Christopher'ın Ender Nail tarafından çevrilen kitabının Koridor Yayıncılık'ın 2005'teki ilk baskısı elimdeydi. Paul Christopher ismi esasında 1949 Kanada doğumlu araştırmacı,editör vb.işler de yapan Christopher Hyde'ın yazarken kullandığı isimlerinden biri. Bu isim altında Michelangelo'nun Defteri'nin yanı sıra The Aztec Heresy, Rembrandt's Ghost ve Templar serisi gibi kitaplar yazmış. Bunlara bakınca ilgilendiği konuların bir çerçevesini çıkarabilmek mümkün aslında.
Bu kitaptaysa öncelikle evet kapak yazısının belirttiği gibi bir Finn Ryan var. Kendisi hafiften kızıl saçlı, yazarın özene bezene tarif etmesinden anlaşıldığı üzere de hakikaten güzel-çekici bir genç kadın. 24 yaşında ve NewYork Üniversitesi'nde yüksek lisansını yapmakta. Zaten sanat tarihi okumuş ve Michelangelo'nun eserleriyle ilgili çalışmak üzere bir süre de İtalya'da bulunmuş. Annesi arazi çalışması yapmakta olan bir arkeolog ve babası da rahmetli olmuş bir antropologmuş. Finn kendine gayet tıkırında sayılabilecek bir hayat kurmuş, beklentilerinden ve yapmak istediklerinden emin, her konuda kendine güvenli, gayet mutlu denebilecek bir genç insan işte. Parker-Hale sanat müzesinde staj yapıyor, dökük dairesinde yaşayabilmek için nü modellik de dahil çeşitli işler (el ayak modelliği, göçmenlere İngilizce öğretmenliği, bebek veya köpek bakıcılığı) yapıyor ve New York trafiğini bisikletiyle atlatıyor.
Bir yandan şikayet ettiği bir yandan da hoşuna giden bu hayatı, bir gün müzenin bir dolabının arkasında bulduğu bir çizimin Michelangelo'nun yüzyıllar önce kaybolmuş defterine ait olduğunu anlamasıyla değişmeye başlıyor. Müze müdürü Crawley öyle olmadığını iddia ediyor ve Finn'i kovuyor. O gece sevgilisi Peter'la eve döndüğünde saldırıya uğruyorlar ve Peter, evi de dağıtmış olan kişi tarafından boğazı kesilerek öldürülüyor. Finn şans eseri kurtuluyor ve yine aynı gece bir kez daha eve girilmeye çalışılınca kaçıyor. Eski bir öğrencisinin ucuz ve kötü bir yerdeki oteline gidiyor. Ama orada da saldırıya uğramak üzere takip edilince atlıyor bisikletine, annesinin zor durumlarda araması için verdiği numaranın sahibinin adresine gidiyor. İşler sarpa sarınca böyle hikayelerde hep bir süper kahramana ihtiyaç duyulur ya, burada bu durum çok bayat bir şekilde ortaya konuyor. Finn'in sığındığı insan Michael Valentine isminde bilgisayar dahisi, çok pis zengin, deli gibi bir kütüphaneye sahip, orta yaşlarında ama karizmatik görünen, sanat simsarı bir suikastçı-ajan. Daha da olamazdı yani, o derece. Bu sırada müze müdürü de dahil olmak üzere ABD'nin çeşitli yerlerindeki bu sanat müzesinden eser satın olan zengin insanlar teker teker acımasız şekillerde öldürülüyor. Ve Finn'le Valentine da başlıyor bu olayları araştırmaya.
Ama kitap bu şekilde ilerlemiyor tabiki. Bir bölüm Finn'e bakıyorsak bir sonraki bölümde II.Dünya Savaşı yıllarından bir kesit okuyoruz. Bir bakmışız İtalya'da bir manastırda bir çocuk var, bir bakmışız Avusturya-İsviçre sınırında bir grup Amerikan askeri, ne yaptıkları belirsiz bir grup Nazi askerini gözlüyor. Sonunda tüm bu hikayeler mutlu bir sonla layığını buluyor.
yazar Paul Christopher
Böyle anlatınca ne güzel görünüyor değil mi? Pür macera, pür olay, güzel insanlar, güzel gizemler, bir parça sanat bir parça komplo teorisi. Ama değil işte. Yani öyle de hiçbiri yeterli gelmiyor, hiçbiri kararında değil. Önce Finn'le tanıştırılınca onun bu Michelangelo zamanından ya da 40lardan bir kişiyle, ne bileyim birşeylerle alakası vardır diyorsunuz, yok çıkıyor. Sadece babasının esasında bir çeşit ajan olduğunu öğreniyoruz Valentine türünde. Olay Michelangelo'nun kayıp çizim defteri üzerinden başlıyor gibi görünüyor ama sonra onunla kesinlikle alakasız bir yerlere gidiyor, hatta bu noktada da yine bir Da Vinci Şifresi durumu bekliyor insan ama nafile. Olayların defterle veya Michelangelo'yla ilgisi yok. II.Dünya Savaşı döneminde ortaya çıkarılan o çocuğun ne olduğu kitabın en sonunda söyleniyor ama önemi sadece bir cümleyle geçiştiriliyor. Daha doğrusu o sebebin neden bu kadar önemli olduğu normal veya dünyanın herhangi bir yerinden bir okuyucu için açıklayıcı olmuyor, bir anlam taşımıyor. "E olursa olsun ne olmuş yani bu kadar büyütülecek" diyorsunuz okuyup ve anlamsız geliyor onca saklama çabası. Sonra yazar bahsettiği, ipucu verdiği gizemlerin, komploların hiçbirine yeteri kadar önem vermiyor. Sadece böyle oldu, böyle gitti diyor ve bitiriyor. Araya aşk, cinsellik katma çabaları çok çiğ duruyor ve tüm bunlarla hakkı verilerek, sansasyonel araştırma bilgileri katılarak yazıldığında 3 tane gişe canavarı film çıkartabilecek malzemeden 300 sayfa bile yazmayı başaramıyor. Kitabın en sonunda yazar açıklama yapıyor burada bahsettiklerim savaş yıllarında olmuş şeyler, defter de kayıp hakikaten falan filan diye ama o kadar duygusuz ki bunları söylerken, insanın içinden açıp da araştırsam mı demek bile gelmiyor.
Sonuçta Michelangelo'nun Defteri ağır kitaplardan bunaldığınızda veya aklınızı dinlendirmek istediğinizde okuyup, etkilenmeden düşünmeden kapağını kapatacağınız hafif bir eğlencelik.

31 Temmuz 2011 Pazar

Neden Bu Gerçek Olmadığı Anlamına Gelsin ki?


I Open at the Close by ~EmmilyTM on deviantART

Bu, Deviantart'taki Harry Potter gruplarından birindeki yarışmanın ikincisi olan resim. Aynı zamanda benim de birinci olması için oy vermiş olduğum resim:p Herneyse asıl NPR.org'da okuduğum ve hemen hemen her cümlesine katıldığım şu yazıyı göstermek istedim, ondan tüm bunlar:
Goodnight, Sweet Wizard: Letting Go Of A Cultural Touchstone

We work in your offices. We're on the road with you in the morning. Odds are you know one of us. And tonight, as you drift to sleep, we'll be standing outside movie theaters, dressed like cult members. We're Harry Potter fans, and forgive us if we look a bit tired tomorrow.
Friday is a special day for us — it's The End. When we walk out of one of the many midnight screenings of Harry Potter and the Deathly Hallows Part 2, things will be different. The books are already long gone, but then, there'll be no new movies either. We can re-read and re-watch — and oh, you better believe we will — but the feverish excitement that became a part of our daily lives for the last 13 years ain't coming back. And the strange thing?
We're feeling pretty good about that.
That's the funny part of coming to the end of a pop-culture behemoth — it doesn't have to be a painful breakup. Harry Potter will continue to be important to just about anyone under the age of 25, but starting tomorrow, it'll mean something new. With nothing to look forward to, fans have no choice but to look back and consider the seven books and eight movies as a whole. And for a lot of us, that means turning an eye towards childhood.
Unlike a Star Wars or a Lord of the Rings, Harry Potter always put the kids first. An entire generation — my generation — grew up alongside the characters. Sure, Luke Skywalker changed between A New Hope and Return of the Jedi, but not in a way that seemed familiar to the audience. Compare that to some of the ordinary problems faced in Potter's world: making friends at a new school, handling bullies, struggling to reveal your feelings to a crush. Harry wasn't the only one facing these issues — we were, too.
And that's why Harry Potter is different. It's not just a cultural touchstone for those of us on the verge of adulthood. It has been for the better part of our lives. Hell, I can plot most of my awkward teenage bumbles through the series.
November 2002: Against your parents' wishes, sneak out to the midnight showing of The Chamber of Secrets. Try smoking a cigarette, double over coughing. Spend next fifteen minutes begging mall cop to not call parents.
June 2003: Invite girl to bookstore release party for Order of the Phoenix. Blush in shame when she doesn't recognize you. Go anyway, with your mom waiting in the parking lot.
Mid-July 2005: Swear off those "kid" books. You're not a kid anymore — you have a (provisional) driver's license, damn it!
Late-July 2005: Decide that adulthood isn't all it's cracked up to be. Discreetly borrow a friend's copy of The Half-Blood Prince, then devour it in a weekend.
July 2007: Cry a little bit while reading Deathly Hallows. Cry a lot more when you finish. Go see Order of the Phoenix in theaters for the second time. Start packing for college.
You get the idea — when we think about Harry Potter, we're not explicitly thinking about J.K. Rowling's stories. We're remembering how those stories intersected with our own. It's an invaluable alleyway into our teenage struggles and development — it lets us peering at who we once were. And that's why it's tough to say goodbye.
There's a scene towards the end of Deathly Hallows Part 2where Harry asks about reality and imagination. What's real? What isn't? How can you tell the difference? The answer is strikingly important to the movie (as it was in the book), but not for any narrative-specific reason. It speaks not just to The Boy Who Lived — it addresses our fandom, our attachment to a story that's nearing its end.
"Of course it's all happening in your head," Harry is told. "Why should that mean it's not real?"
In other words: Harry Potter may be finished, but we're far from over.
Asıl kaynağı da böyle:http://www.npr.org/blogs/monkeysee/2011/07/14/137848082/goodnight-sweet-wizard-letting-go-of-a-cultural-touchstone
Bugün gayet başarılı bir şekilde Pottermore'a erken kayıt olan şanslılardan biriydim de, heyecanımdan aldırmayın işte. Hem zaten kaç tane 31 Temmuz oluyor bir yılda ki?

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Umberto Eco'dan "Gülün Adı" ve Der Nome Der Rose (1986)


Sen ki ey gül, çayırda kızarıp
kurumlanıyorsun
kıpkırmızı, bürünmüş allara
kır şen ve hoş
ama mutsuz olacaksın
nice güzel olsan da.

"Gülün Adı" orijinal adıyla "Il Nome Della Rosa" Umberto Eco'nun 1980'de yayınlanan ilk romanı. 1962 yılından beri profesör kendisi ve bildiğim kadarıyla halen daha Bologna Üniversitesi'nde şanslı insanlara dersler vermekte.
Eco'yu ilk duymaya başladığımdan itibaren merak etmiştim, söyledikleri, onunla yapılan röportajlar, yazdıkları...o kadar ilgi çekiciydi ki insanda ister istemez "bu nasıl bir adamdır bu nasıl bir beyindir" düşüncelerini oluşturuyordu. Zaten bana da hep bir hınzır ama feci bilgili yaşlı büyük amca tipi barındırır gibi gelir. Hem nasıl ilgi çekici olmasın ki? Ortaçağ hakkında resmen sayfalar dolusu macera-aksiyon-neredeyse birinci elden bilgi veren ve bunu da böylesine keyifli bir şekilde yapabilen kaç yazar var ki?
Evet, ortaçağ. Hani şu "ehem kehem kilise çok önemliydi, skolastik düşünce vardı (bunu öğrendin mi pek bilgilisin), kimse kitap okumuyordu, derebeyler vardı, avrupa karanlık dönemindeydi." olan. E peki? "Sonra Rönesans oldu, herşey düzeldi, onlar aldı başını gitti." Nasıl yani öyle pattadanak mı? Birden gökten Rönesans düştü. Peki o derebeyleri kimlerdi, gerçekten ortada bir dere mi vardı, insanlar nerdeydi, kilise bir bina değil miydi, kimse birşey bilmez miydi? Cevap yok. E bu 1500 yıllık bir dönemde iki saniyede bahsettiğiniz şeylerden başka birşey olmadı mı? Hiç mi birşey olmadı? İşte hastalık, veba falan. Peki bu insanlar neden sonra Rönesans ve Reform gibi şeylere yöneldiler? Kısmet.
Biz hiç sormadık, onlar da söylemediler. Koskoca öğrenim hayatımız, ortaçağın karanlık bir dönemden ibaret olduğu bilgisiyle geçti. Ama sonra yavaş yavaş bazı şeyler duyduk. Hakikaten de birşeyler vardı bu ortaçağda. Hatta pek  çok şey vardı. Sonraki 700-1000 yıl boyunca ne olmuşsa, o zamanda temeli atılmıştı.
Gülün Adı'nda da esasında Eco bütün bunları anlatmaya çabalıyor. Görkemli ama dağ başında bir manastırdaki Avrupa'nın dört bir yanından gelmiş rahipler aracılığıyla 14.yy.ın ortalarında kilisenin durumunu, papalığın içinde yüzdüğü çalkantıları, büyüklü küçüklü krallıkları, şehir devletlerini ve inançların sorgulanmasını izliyoruz. Karanlık olduğuna inandırıldığımız bir dönemin aslında aydınlığa çıkılması için gerekli olan birçok düşüncenin, sorgulamanın ve üretimin kaynağı olduğunu görüyoruz.
Eco en başta böyle birşeyi neden yazdığını anlatmakla giriyor lafa. Kendisinin dediğine göre 80lerde bir zaman Avrupa'da yolculuk ederken eline geçen bir elyazmasında okudukları onu çok etkiliyor ve çeşitli nedenlerden dolayı elyazmasına artık sahip olmadığında da onu böyle romanlaştırma ihtiyacı hissediyor. Elyazması Melkli Adso adından bir rahibin, yaşamanın son zamanlarında oturup, gençliğinde olmuş olan birtakım şeyleri anlattığı bir günce bir anlamda. 1327 yılının kasımında henüz genç bir çömez olan Melkli Adso (ki bu kendisi Alman demek) İtalya'nın dağlık kesimindeki bir manastardaki bir rahibin ölümü olayını sorgulamak üzere oraya gönderilen Baskervilleli William (ki bu da Britanyalı demek) ın yardımcısı olarak yola çıkıyor. Manastır içinde döneminin en önemli kütüphanesini barındıran oldukça görkemli bir yapı. Birçok rahibe, çömeze ve çalışanlara sahip manastırın kütüphanesinin yanısıra hastanesi, hamamı, kilisesi, yatakhaneleri, toplantı salonu, ağılları, demirhanesi vs. var. Rahip Adelmo'nun kütüphane pencerelerinin altında ölü bulunması olayını araştırmaya başlıyor bizim SherlockTan bozma Baskervilleli William. Manastırda kaldıkları 7 gün boyunca rahipler Venentius, Berengar, şifalı bitkiler uzmanı Severinus, kütüphaneci Malachi de ölüyor. William ve Adso bir yandan bu ölümlerin ardındaki gerçekleri bulmaya çalışırken bir yandan da manastırda yapılacak olan iki karşıt görüşün toplantısını zayiatsız geçirmeye çalışıyorlar.
Kitap boyunca olayları Adso'nun gençliğini eleştiren yaşlı aklının bakış açısından okuyoruz. Hristiyanlığın onlarca inanışa bölündüğü, kafasına esenin dinimiz böyledir diyerek peşinden milyonları sürüklediği bir dönemde ölümler ve cinayetler sadece manastırın içinde olmuyor. Avrupa'nın her bir yanında insanlar sapkın olarak birilerini bulup, yakma-kazığa geçirme-işkence etme halinde. Papalık cebine olabildiğince para doldurup, daha da zevk ve sefa içinde yüzme derdine girmişken; diğer bir grup Hz.İsa'nın ve havarilerinin mülkiyetleri olmadığını ve bu nedenle Hristiyan din adamlarının da fakir olmaları gerektiğini savunmaya çalışıyor. Antik dünyanın en muazzam ve akıl dolu eserlerinin saklandığı bir kütüphanede rahipler bunların okunmaması gerektiğine, dahası gülmenin bile günah olduğuna, tüm sapkınlıkların göstergesi olduğuna inanıyorlar.
Benim okuduğum Can Yayınları'nın 1987'de yapılmış 4.baskısında önce Eco'nun elyazmasını anlattığı bir kısımla başlıyor kitap. Ardından çevirmen Şadan Karadeniz'in Gülün Adı Üstüne söylediği şeyler var. Öndeyiş bölümüyle birlikte Adso'nun anlatısı başlıyor ve gün gün, saat saat anlatıyor herşeyi. Ama beni asıl memnun eden kitabın sonunda Eco'nun Alfabeta dergisinde 1983'te yayınlanan "Sonrası" adlı yazısı. Gülün Adı'nın yazılış sürecini, düşündüklerini, sonrasında başına gelenleri anlattığı, irdelediği bu yazı resmen bir yazarlık kursu gibi. En azından benim için bunca senedir öğrenmeye çalıştıklarımdan daha yararlı oldu diyebilirim. Kitabın adının nasıl konulduğuna dair güzel açıklamaları var örneğin. Ki insanı yazdığı birşeyin adının neden önemli olduğunu, ne işe yarıyor olduğunu ve nelere yol açtığını düşündürtüyor. Çok işe yarar şeyler söylüyor tabi bu arada Eco:
  • Yazar, yazdıktan sonra ölmelidir. Metnin gidişini bozmamak için.
  • Yazar esinine kapılarak yazdığını söylüyorsa yalan söyler.(...) Hangi ünlü şiiri için bilmiyorum, Lamartine, o şiirin fırtınalı bir gecede, bir ormanda bir çırpıda doğduğunu yazar. Öldüğü zaman şiiirin, üstünde düzeltmeler ve değişiklikler olan müsveddesini buldular; böylece o şiirin, tüm Fransız yazınının belki de en çok "üstünde çalışılmış" şiiri olduğu ortaya çıktı.
  • Bir roman yazdım, çünkü canım bir roman yazmak istiyordu. Yazmaya koyulmak için bunun yeterli bir neden olduğuna inanıyorum. İnsan doğuştan uyduran bir yaratıktır.(...)Bir rahip zehirlemek istiyordum. Sanırım roman bu tür bir düşünceden doğar; geri kalan yol aldıkça eklenen etli kısımdır.
  • Bir söyleşide dediğim gibi, şimdiki zamanı yalnızca televizyon ekranı aracılığıyla biliyorum, oysa Ortaçağın doğrudan bilgisine sahibim. Köyde çayırlıkta ateş yaktığımızda karım, ağaçların arasından yükselip ışık demetleri boyunca uçuşan kıvılcımlara bakmayı bilmemekle suçluyordu beni. Sonra yangın bölümünü okuyunca şöyle dedi: "Kıvılcımlara bakıyordun demek!" Yanıtladım: "Hayır, ama bir ortaçağ rahibinin onları nasıl göreceğini biliyordum."
  • Böylece yazarların hep bildikleri şeyi yeniden keşfettim : kitaplar her zaman başka kitaplardan sözederler ve her öykü daha önce anlatılmış bir öyküyü anlatır.
  • Uzun öğretici parçaların bir başka nedeni daha vardı. Elyazmasını okuduktan sonra yayınevindeki arkadaşlar çok zorlayıcı ve usanç verici buldukları ilk yüz sayfayı kısaltmamı öğütlediler. Hiç kuşkunuz olmasın, reddettim; çünkü, diye öne sürüyordum, bir insan manastıra girip orada yedi gün yaşamak istiyorsa onun ritmini kabul etmek zorundadır. Bunu başaramazsa kitabın bütününü okumayı da hiçbir zaman başaramayacaktır. Bu nedenle ilk yüz sayfanın bir kefaret ve başlangıç işlevi vardır;  her kim bundan hoşlanmazsa kendi bilir, tepenin eteklerinde kalır.
  • Ritm, soluk, kefaret...Kimin için, benim için mi? Hayır, kesinlikle okuyucu için. İnsan bir okuyucuyu düşünerek yazar. Tıpkı bir ressamın resme bakacak kişiyi düşünerek resim yapması gibi.
  • Cinsellik ve sonunda suçun ortaya çıkarıldığı bir suç örgüsü ve birçok eylem istediğinizi sanırsınız, ama aynı zamanda ölümün ve manastır işçilerinin elleriyle yapılmış saygın bir döküntüyü kabul etmekten utanırsınız. Sözün kısası, sana Latince, az kadın, bol bol tanrıbilim, Grand Guignol'deki gibi litrelerce kan sunacağım, öyle ki, "ama yanlış bu ben yokum!" diyeceksin. İşte bu noktada benim olacaksın ve dünyanın düzenini boşa çıkaran Tanrı'nın sonsuz herşeye gücü yeterliliğinin ürpertisini duyacaksın. Sonra da, eğer akıllıysan, seni nasıl tuzağa düşürdüğümün farkına varacaksın, çünkü eninde sonunda bunu her adımda söylüyordum sana; seni cehennemlik olmaya sürüklemekte olduğum konusunda iyice uyarıyordum seni; ama şeytanla yapılan anlaşmaların güzel yanı, insanın onları kiminle iş yaptığını bile bile imzalamasıdır. Yoksa cehennemle ödüllendirilmenin nedeni nedir?
  • Gerçek şu ki, herkesin Ortaçağ hakkında, genellikle yoz olan kendi düşüncesi var. Yalnızca bizler, o zamanın rahipleri, biliriz gerçeği, ama bunu söylemek bazen yakılmaya götürür insanı.
Jean-Jacques Annaud'un 5 yıllık bir hazırlık sürecinin sonunda meydana getirdiği aynı adlı film ise 1986'da gösterime girmiş (buralarda 87nin baharını beklemiş olsa da). Film, her ne kadar kitaptan uyarlama olduğunu iddia etse de pek çok yeri ve pek çok şeyi değiştirilmiş, oynanmış, tuhaflaştırılmış.
Annaud'un kendi ifadesiyle "daha gerçek görünmesi için çirkin insanları seçmesi" yüzünden karakterlerin hemen hemen hepsi birer karikatür gibi duruyor. Kitabın da yarattığı ve filme aktarılabilmiş olan o ağır manastır atmosferinin içinde bu tipler gerçek olmanın dışındaki herşeye yarıyorlar.
Sean Connery'ye bayılıyor insan, neredeyse kitabın sayfalarından ete kemiğe bürünmüş halde fırlıyor çünkü.
Christian Slater 15 yaşının verdiği saflıkta olduğundan belki de, kitaptakinden çok daha fazla heyecanlı ve şaşkın bir Adso tiplemesi ortaya koyuyor.
Kambur Salvatore rolünde Ron Perlman, manastır sakinleri arasında tek şahane kısmı oluşturuyor kendi adına.
Filmin gösterdiği manastır yapıları ve kütüphanenin dahil olduğu Aedificium hemen hemen kitaptaki gibi yaratılabilmiş. Ama olaylar daha en baştan kitaptan farklı zikzaklar çizmeye başlıyor. William'ın düşünme sistemini ve bir anlamda mantık&akıl insanı oluşunu gösteren at sahnesi yerine, kısaca geçiştirilmiş bir tuvalet bulma hadisesi konulmuş. Kitapta her ne kadar papalık delegeleriyle Fransiskenlerin arasındaki bir münazaraya dahil olmak için gitse de bir yandan da başrahip tarafından ölüm olayı için çağrılmış olduğu belirtilen William, filmde sadece münazara için oraya gitmişken, tesadüfen başrahip tarafından "şu işe bir el at hacı" durumuna getiriliyor. Adso'nun malum kızla tanışması farklı gelişiyor, kütüphaneyi keşfediş ve araştırma evreleri ise tamamen farklı. Meraklı Benno filme hiçbir şekilde dahil edilmemiş. Camcı ustası da öyle. Ve en büyük farklılık, mutlu sonda ortaya çıkıyor. Evet, kitapta hiçbir karakter için mutlu denebilecek bir son yokken, filmde iyiler kazanıp, kötüler ettiğini buluyor hesabı her bir şey güzele bağlanmış.
Bu anlamda belki filmi, kitaptan farklı düşünmek ve o gözle bakmak gerekiyor. Kendi başına bir sinema eseri olarak "dönemine göre" oldukça başarılı aslında. Ama her saniyesinde benim aklımdan bu senaryoyu bugün ele alsalardı resmen aksiyondan, maceradan örülü bir halde öttürürlerdi diye geçip durdu. Aa hayır, haşa, Annaud'a değil lafım, sonuçta "Seven Years in Tibet" ve "Enemy At the Gates" i bizlere armağan etmiş bir yönetmen kendisi. Sadece 80ler biraz rahatsız ediyor beni :p

    Eylül '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

    1 - ATEEZ(에이티즈) 민기 - [FIX OFF] Desire Project #3 ROAR   2 - CORTIS (코르티스) - FaSHioN 3 - HYOLYN (효린) - 𝑺𝑯𝑶𝑻𝑻𝒀 4 - DAY6 (데이식스) - INSID...