1 Ağustos 2011 Pazartesi

Paul Christopher'dan "Michelangelo'nun Defteri"

İki kıtaya yayılan ve elli yıldan fazla bir süredir devam eden ölümcül bir komplonun içine düşen son derece masum bir kadın...
New York Üniversitesi 'nde tarih eğitimi gören Finn Ryan bir gün rastlantı sonucu Michelangelo tarafından çizilmiş ölü insan bedenlerini inceleme sonuçlarını kaydettiği efsanevi defterden bir sayfa bulur.
Ancak o gece biri Finn 'in dairesine girerek erkek arkadaşını öldürür ve kızın Michelangelo çiziminden aklında kalanları karaladığı not defterini çalar. Yaşamının tehlikede olduğunu gören Finn annesinin ancak olağanüstü durumlarda aramasını tembih ettiği telefon numarası sayesinde eski kitap alım satımıyla uğraşan Michael Valentine 'e ulaşır. Birlikte tüm şehri ve tarihin derinliklerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkarak gizemi çözmeye çalışırlar. Bir yandan da öldürülmeye... Tüm amaç İkinci Dünya Savaşı 'nın son günlerindeki olayın gizeminin açığa çıkartılmasını sağlamaktadır.
Öyle bir gizem ki bu yanıtlar ancak Vatikan'ın karanlık labirentlerinin içinde bulunabilir...
 Kitabın arka kapak yazısı böyle. Ben de pek çok okuyucu gibi hem bu yazıya hem de kitabın isminin ve kapağının vaadettiği şeylere kanarak okumaya başladım. Bir çeşit Da Vinci Şifresi bulma umudu içindeydim. Gerçi 288 sayfalık bir kitaptan Dan Brown'ın olay örgüsüne ulaşabilmek mümkün olur muydu, orasını düşünmemiştim.
Paul Christopher'ın Ender Nail tarafından çevrilen kitabının Koridor Yayıncılık'ın 2005'teki ilk baskısı elimdeydi. Paul Christopher ismi esasında 1949 Kanada doğumlu araştırmacı,editör vb.işler de yapan Christopher Hyde'ın yazarken kullandığı isimlerinden biri. Bu isim altında Michelangelo'nun Defteri'nin yanı sıra The Aztec Heresy, Rembrandt's Ghost ve Templar serisi gibi kitaplar yazmış. Bunlara bakınca ilgilendiği konuların bir çerçevesini çıkarabilmek mümkün aslında.
Bu kitaptaysa öncelikle evet kapak yazısının belirttiği gibi bir Finn Ryan var. Kendisi hafiften kızıl saçlı, yazarın özene bezene tarif etmesinden anlaşıldığı üzere de hakikaten güzel-çekici bir genç kadın. 24 yaşında ve NewYork Üniversitesi'nde yüksek lisansını yapmakta. Zaten sanat tarihi okumuş ve Michelangelo'nun eserleriyle ilgili çalışmak üzere bir süre de İtalya'da bulunmuş. Annesi arazi çalışması yapmakta olan bir arkeolog ve babası da rahmetli olmuş bir antropologmuş. Finn kendine gayet tıkırında sayılabilecek bir hayat kurmuş, beklentilerinden ve yapmak istediklerinden emin, her konuda kendine güvenli, gayet mutlu denebilecek bir genç insan işte. Parker-Hale sanat müzesinde staj yapıyor, dökük dairesinde yaşayabilmek için nü modellik de dahil çeşitli işler (el ayak modelliği, göçmenlere İngilizce öğretmenliği, bebek veya köpek bakıcılığı) yapıyor ve New York trafiğini bisikletiyle atlatıyor.
Bir yandan şikayet ettiği bir yandan da hoşuna giden bu hayatı, bir gün müzenin bir dolabının arkasında bulduğu bir çizimin Michelangelo'nun yüzyıllar önce kaybolmuş defterine ait olduğunu anlamasıyla değişmeye başlıyor. Müze müdürü Crawley öyle olmadığını iddia ediyor ve Finn'i kovuyor. O gece sevgilisi Peter'la eve döndüğünde saldırıya uğruyorlar ve Peter, evi de dağıtmış olan kişi tarafından boğazı kesilerek öldürülüyor. Finn şans eseri kurtuluyor ve yine aynı gece bir kez daha eve girilmeye çalışılınca kaçıyor. Eski bir öğrencisinin ucuz ve kötü bir yerdeki oteline gidiyor. Ama orada da saldırıya uğramak üzere takip edilince atlıyor bisikletine, annesinin zor durumlarda araması için verdiği numaranın sahibinin adresine gidiyor. İşler sarpa sarınca böyle hikayelerde hep bir süper kahramana ihtiyaç duyulur ya, burada bu durum çok bayat bir şekilde ortaya konuyor. Finn'in sığındığı insan Michael Valentine isminde bilgisayar dahisi, çok pis zengin, deli gibi bir kütüphaneye sahip, orta yaşlarında ama karizmatik görünen, sanat simsarı bir suikastçı-ajan. Daha da olamazdı yani, o derece. Bu sırada müze müdürü de dahil olmak üzere ABD'nin çeşitli yerlerindeki bu sanat müzesinden eser satın olan zengin insanlar teker teker acımasız şekillerde öldürülüyor. Ve Finn'le Valentine da başlıyor bu olayları araştırmaya.
Ama kitap bu şekilde ilerlemiyor tabiki. Bir bölüm Finn'e bakıyorsak bir sonraki bölümde II.Dünya Savaşı yıllarından bir kesit okuyoruz. Bir bakmışız İtalya'da bir manastırda bir çocuk var, bir bakmışız Avusturya-İsviçre sınırında bir grup Amerikan askeri, ne yaptıkları belirsiz bir grup Nazi askerini gözlüyor. Sonunda tüm bu hikayeler mutlu bir sonla layığını buluyor.
yazar Paul Christopher
Böyle anlatınca ne güzel görünüyor değil mi? Pür macera, pür olay, güzel insanlar, güzel gizemler, bir parça sanat bir parça komplo teorisi. Ama değil işte. Yani öyle de hiçbiri yeterli gelmiyor, hiçbiri kararında değil. Önce Finn'le tanıştırılınca onun bu Michelangelo zamanından ya da 40lardan bir kişiyle, ne bileyim birşeylerle alakası vardır diyorsunuz, yok çıkıyor. Sadece babasının esasında bir çeşit ajan olduğunu öğreniyoruz Valentine türünde. Olay Michelangelo'nun kayıp çizim defteri üzerinden başlıyor gibi görünüyor ama sonra onunla kesinlikle alakasız bir yerlere gidiyor, hatta bu noktada da yine bir Da Vinci Şifresi durumu bekliyor insan ama nafile. Olayların defterle veya Michelangelo'yla ilgisi yok. II.Dünya Savaşı döneminde ortaya çıkarılan o çocuğun ne olduğu kitabın en sonunda söyleniyor ama önemi sadece bir cümleyle geçiştiriliyor. Daha doğrusu o sebebin neden bu kadar önemli olduğu normal veya dünyanın herhangi bir yerinden bir okuyucu için açıklayıcı olmuyor, bir anlam taşımıyor. "E olursa olsun ne olmuş yani bu kadar büyütülecek" diyorsunuz okuyup ve anlamsız geliyor onca saklama çabası. Sonra yazar bahsettiği, ipucu verdiği gizemlerin, komploların hiçbirine yeteri kadar önem vermiyor. Sadece böyle oldu, böyle gitti diyor ve bitiriyor. Araya aşk, cinsellik katma çabaları çok çiğ duruyor ve tüm bunlarla hakkı verilerek, sansasyonel araştırma bilgileri katılarak yazıldığında 3 tane gişe canavarı film çıkartabilecek malzemeden 300 sayfa bile yazmayı başaramıyor. Kitabın en sonunda yazar açıklama yapıyor burada bahsettiklerim savaş yıllarında olmuş şeyler, defter de kayıp hakikaten falan filan diye ama o kadar duygusuz ki bunları söylerken, insanın içinden açıp da araştırsam mı demek bile gelmiyor.
Sonuçta Michelangelo'nun Defteri ağır kitaplardan bunaldığınızda veya aklınızı dinlendirmek istediğinizde okuyup, etkilenmeden düşünmeden kapağını kapatacağınız hafif bir eğlencelik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...